"İnsanın kalbi söyledikleriyle değil, sustuklarıyla kanıyor."2
FEVERAN
-
GİRDAP
🕊️
Bunca yıllık hayatımın tanımı tek bir kelimeye sığmıştı. Çıkmaza giden bir yolda hayat mücadelesini veriyorum. Uslanmaz bir çocuk gibi mücadele etmeye, ısrar ediyorum. Bir şeyler beni içten içe kemirmişti. Anlamadan kendimi bu yolda bulmuştum.
Hor görülen, ezilen o küçük kız çocuğu içimde bir yerlerde yaşat beni diye çırpınıyordu. 'Gücüm kalmadı' diyorum. Fakat dinlemiyor, inat ediyordu. Bir türlü laf dinletemiyordum.
Bazen ablamla oyun oynayışlarımız aklıma geliyor. Gözlerim doluyor. Nefesim daralıyordu. Ben hep soğuk kanlı ve daha güçlü bir karakter olmuştum. Aslında buna mecbur bırakılmıştım. Ablam ise bana göre daha naifti çünkü bu şekilde büyütülmüştü. İlk çocuk olmasının avantajıydı galiba. Babamın ilk göz ağrısıydı. Ona karşı sevgisini göstermekten asla kaçınmaz. Hepimizden daha çok onu sever, kollardı. Ya da bana mı öyle geliyordu, bilemiyorum.
Nedense annem tam tersini söylerdi; "Babanın bağı, sana karşı farklı bir boyutta, keza derinlerde yatan sevgisi de öyle. Sen onun kabuk bağlamayan yarasısın. Ömrü hayatında unutamayacağı yarası. Bir gün babanın içindeki öfkenin ateşi dinecek ve işte o zaman ne yaptığının farkına varacak güzel kızım, sen o günü bekle..."
Bekleyemem anne, bekleyemem. O küçük kız büyüdü, aklanıp paklandı. Babam gelse bile artık çok geç. Gelmez de gelmesin de zaten...
Bunca karmaşanın içinde bir de bir ölümün kefareti ruhuma dolanmıştı. Bu işin içinden nasıl çıkacağımı da bilemiyorum. Çıkabilir miydim o da muammaydı.
Beynimden vurulmuşa döndüm. Bir tepki bile veremedim. Merve beni kolumdan tuttuğu gibi üst kata çıkardı. Çalışma odasına sokmuş kapıyı da ardından kilitlemişti. Ben hâlâ ne olduğunu idrak etmeye çalışıyorum. Fakat Uluğ'un son söylediği sözler kafamın içinde dolaşıyor, o sözlerden başka bir şey düşünemiyorum.
"Mihran'ı yok mu ediyorsun ne yapıyorsan hemen hallet!"1
Gerçekten de beni öldürecek miydi, yoksa öylesine mi söylemişti? Artık doğru düzgün düşünemiyorum. Ölüm hep yanı başımda gibi hissediyor ve tedirgin oluyorum. Her an ezildiğim bu dünyadan göç edecekmişim gibi kendimce bir savunma mekanizması kurmaya çalışıyorum. Her ne kadar kurtulmak istesem de ölmek istemiyorum ama bu şekilde yaşamak da istemiyorum.
Eğdiğim başımı kaldırdım, bakışlarım bir mermi gibi Merve'yi hedef almıştı. O ise etrafında dönüyordu. Ben üzülmez ağlamazdım öfkelenir ve saldırırdım. Şu an kendimi kontrol edemeyecek hâle gelmiştim.
Sesimin tonuna dikkat etmeden konuşmaya başladım. "Sizin amacınız ne? Beni neyin içine sürüklüyorsunuz? Derdiniz ne sizin? Bana doğru düzgün bir açıklama yapmak zorundasınız!" Merve benim bağırmamdan irkilmişti. Gözleri olabildiğince büyümüş, bana doğru koşup ellerimi tutmuştu.
"Lütfen Mihran sessiz ol senden ricam bağır-..." Sözünü tamamlanmasına müsaade etmeden elimi elinden çekip ayağa fırladım. Bugüne kadar sadece benden nefret eden kadın şimdi gelmiş bana yalvarıyordu.
Zıvanadan çıkmış bir şekilde; "Neden sessiz olacağım ha Uluğ'un yok etmek diye bahsettiği de neydi? Kafandan ne geçiyor senin? Ben bunu nasıl ortadan kaldırırım diye düşünüp beni sakinleştirip öldürmeyi mi planlıyorsun? Açık açık konuş benimle Merve!" dedim.
Artık kendimi kontrol edemeyecek raddeye gelmiştim. Ağzımdan zehir zemberek sözlerin çıkmaması için kendimi çok zor tutuyorum.
"Yok öyle bir şey, öldürmek falan at kafandan tamam mı? Sen sadece ses yapma Mihran. Bir süre bu odada kalmamız gerekiyor o kadar." dedi. Çok sessiz bir şekilde konuşmuştu. Her an biri bir yerden çıkacak gibi etrafına bakınıyordu.
"Neler oluyor sen bir anlatsana. Zafer usta da kimin nesi? Benim onunla ne gibi bir bağlantım var? Ya şimdi bana doğru düzgün anlatırsın ya da avazım çıktığı kadar bağırırım anladın mı beni?" dedim. Karşısına dikilip bütün öfkemi ona püskürdüm.
Kaşlarını çattı. Gözlerimin içine bakıyordu. Bir süre daha sessizliğini bozmadı. Bu durumdan bezip tam konuşacakken kapının kulpu zorlanmaya başlanmıştı. Kapı kilitli olduğundan açılmamıştı. Kısa bir süre sonra kapı sessiz bir şekilde çalınmıştı.
Merve kapıya doğru dönüp adım atmaya başlayınca kolunu sert bir biçimde tutmuştum. "Sakın böyle bir şeye tenezzül de bulunma olanları anlatmadan bu odadan çıkamazsın!" dedim nefretle.
"Bak Mihran sabrımla oynama sakın! Sessiz kalıyorsam Uluğ’a söz verdiğim için. Şimdi derhal çekil önümden!" dedi, gün yüzüne çıkmaya başlayan öfkeyle.
Aynı hiddetle duraksamadan bana karşılık verdi. Sinirlenmeye başlamıştı. Kolunu sert bir şekilde elimden çekmiş ve arkasına dönüp kapıyı açmaya gitmişti.
Bir anda durup bana doğru döndü. “Ve... O dilin çok uzamış, kesme mi istemiyorsan ağzından çıkacak her kelimeye dikkat etsen iyi olur!" dedi kesin bir dille.
"Senin bu gelgitli hallerin de sıkmaya başladı. Bir iyisin bir kötü. Bana acıyor musun, şefkat mı besliyorsun, yoksa nefret mi ediyorsun anlamıyorum?" deyi verdim dürüstçe. Merve'yi çözmeye çalışmaktan yorulmuştum. Bir türlü kafamda hiçbirine karşı tam anlamıyla tanım oluşmuyordu.
"Şefkate, birinin başını okşamasına bu kadar mı açsın Mihran! Gerçekten de direkt veya dolaylı yoldan dahi olsa kardeşini öldürdüğün birinin sana hemen kol kanat açacağını mı sanıyorsun? Bu kadar aptal olamazsın değil mi?" Acımazsızca, hiç düşünmeden keskin bir bıçak gibi dudaklarından bu sözler dökülmüştü.1
Onu şimdi anlamıştım. Merve, bu zamana kadar hep kendini geri plana atmış kafasında bir şeyleri oturtmaya çalışmıştı. Fakat küçük bir fitilin ateşlenmesi onun içindeki kara deliği ortaya çıkarmıştı. Aslında haklıydı. Düşünüyorum da kendimi bu kadar acınası nasıl göstermiştim? Bunu kendime nasıl yapmıştım? Kendimden nefret etmem için bir sebep daha yaratmıştım.
"Tolga, benim kardeşim, sırdaşım, her şeyimdi. Anlıyor musun? Acısı hâlen damarlarımda geziyorken benden, bizden mantıklı hareket etmemizi bekleme! O bizden gitti, gencecik yaşında toprağa koydular, hayalleri, umutları, yaşamadığı sevinçleri vardı. Onu, Tolga'yı önemsemiyormuşuz, unutmuşuz gibi her şey yolundaymış gibi durduğumuza da aldanma bizim öfkemiz sessizliğimizle birlikte felaketi getirir. Dikkat etsen iyi olur kim vurduya gitmeyesin!"
O adamın ismini duymam bile ürpermemi sağlamıştı. Ayaklarım uyuşmuştu. Olduğum yerde küçülmüştüm. Fark ettiğim şu olmuştu, ben bu konu hakkında kendimle bir kere bile muhakeme yapmamış, yüzleşmemiş, bir kenara iteklemiştim. Suçlu çıkmaktan mı korkuyordum yoksa tekrardan hatırlamak canımı yakacağını düşünüp bir korkak gibi kaçmış mıydım?
Şimdi bir başkası ona olan özlemini ve öfkesini dile getiriyordu ve benim ruhum lal olmuştu. Bedenim sancılar içinde kıvranmaya başlamıştı. Sırtımdan bir ter damlası aktı. Vücudum kasıldı. Nefesimin kesildiğini hissettim. Canım yandı fakat kimse yine görmedi ve görmeyecekte. Görmesinde zaten.1
Daha fazla ayakta kalmayacağımı anladığımdan kendimi çalışma masasının karşısındaki deri koltuğa atmıştım. Derin bir iç geçirmiş, her nefes alamadığımda olduğu gibi boynumda derin izler kalacağını bilsem de tırnaklarımı geçirmiştim. Bu huyum istemsiz oluşuyordu, kardeşimi öldürdüğümden beri bu tepkiyi veriyordum. Bir nevi ondan çaldığım nefesin acısını çıkartmak gibi bir şeydi. Başımı koltuğa yaslamış tavanın beyazlığına kendi dünyamın resimlerini bırakıyordum. Bir süre o şekilde kalarak, ardından gözlerimi kapatmıştım. Merve kapıyı açmış her gelen kimse içeri girmişti fakat sadece tek ayak sesi vardı, muhtemelen Merve çıkmıştı. Bir an olsun bile başımı kaldırmamış gözlerimi açmamıştım.
Adım sesleri yaklaşmaya başladı fakat yine de gözlerimi açmamış yerimden kıpırdamamıştım. Gelen kişinin gölgesi üzerime düştü. Ona rağmen yine de hiçbir harekette bulunmadım.
"Bakıyorum da keyfin yerinde!" Uraz'ın sesini duymuştum fakat yine de tepki vermedim.
Her zamanki gibi öfke kokan bakışlarını görecek, geri plana attığım gerçekleri yüzüme vuracaktı. Hiç umursamadan sarf ettiği sözleri, bir yenisi yaralarımda yerini alacaktı. O yüzden kulaklarımı ona kapadım.
Ayağıyla ayağıma vurunca irkildim. Yine de gözlerimi açmadım. Bu tepkim ondaki etkisini görmeyi, yüz ifadesini izlemeyi çok isterdim. Bir süre ses çıkarmayıp tepemde dikilmeye devam etmiş ardından yanıma kendini atmıştı. Şaşırdım. Hareketlerinden kafasını benim gibi arkaya yatırdığını hissettim. Sesli bir nefes alıp vermişti. Bir süre ses çıkarmayıp, sessizliğin sesini dinlemiştik.
"Aslında seni anlıyorum. Senin yerine kendimi koyunca, muhtemelen bende gözlerimi açmazdım. Kaçardım! Sağır olurdum! Düşünsene bir anneye evlat acısı yaşatmışsın. Bir sevgiliyi ayırmışsın. Ablaya kardeş acısı yaşatmışsın. Bir bedenin ellerini kesmişsin. Bütün bir yapbozun parçası tamamlanmadan yok etmişsin. Kim olsa kaçardı değil mi Mihran?" Her bir harf, her bir kelime beynimde çınladı. Kapalı olan gözlerimi açtım ama yerimden yine bir milim kıpırdamadım. Korktuğumu hissettim. Avuç içlerim terlemeye başladı. Acı, oldum olası ruhumla hüküm süren bir beden gibi daima benimleydi.
Kulaklarıma babamın 'oğlum' diye haykırışı geldi. Beynim uyuştu. Bir evlat acısı ve bir evlat acısı daha. Benim elimden, benim avcumdan, benim bedenimden, benim ruhumdan oluşan bir acı. Gözümün önüne o an geldi, bedenim titredi. Tırnaklarım boğazımda tekrar ve tekrar derin izler bırakmaya başladı.
O an ne olduğunu ne yaptığını bilmeyen benim çocukluğum etrafta dolaşan kalabalıktan tanıdık bir yüz aradı, belki de bir ses. O kız çocuğunun korkusu şimdi de ortaya çıkmaya başladı. Komşumuz Selma ablayı görüp, koşmuştum. Eteklerine sarılmış, hıçkırıkları bir an durmayan kız çocuğu bir cevap istiyordu. Olup biteni bir türlü anlamıyordu?
"Sel-ma abla neler oluyor? Kardeşime ne oldu böyle, niye hareket etmiyor?" Hıçkırıkları ardı arkası kesilmedi.
Selma abla dünyanın en iyi kalpli insanıydı. Ta ki o ana kadar. Bana olan bakışlarını hiçbir zaman unutmamıştım. İlk o öyle bakmıştı. İlk onda tattım bu duyguyu. Katil damgasını o an yemiştim. Sonra ardı arkası kesilmedi o bakışların. Ve herkes ama herkes o şekilde bakmaya, davranmaya başlamıştı. Sekiz yaşında bir bedene bu kadar öfke fazla değil miydi?
Bakışlarından sonra sözleri zihnimi alt etmiş beni parçalara ayırmıştı.
"Nefesiz kalmış bak tam buradan. Hem de kim yüzünden biliyor musun?" Boynumu dokunarak işaret etmişti. O küçük kız öyle bir korktu ki sanki onun nefesini almışlar gibi eli hemen boynuna gitti ve ovalamaya başlamıştı. Başını sağa sola doğru sallayarak bilmediğini söyledi. Öfkelenmişti, kardeşine zarar vereni parçalamak istiyordu. Nasıl kardeşi bir nefese muhtaç bırakıldı, o da ona bunu yapanı bir nefese muhtaç etmek istemişti o küçük beden. "Sensin! Sen kardeşinin katilisin!" Her şey işte o an başlamıştı. Ondan sonra hayat bana ızdırap dolu bir yaşantı sunmuştu.
İliklerime kadar kirlenmiştim. Bataklığın en dibindeydim. Bundan öte bir acı olmaz dedim, oldu. Öyle bir acı daha ruhuma bulanmıştı ki aynaya bakamaz hâle gelmiştim. Vücudumdan nefret eder hâle gelmiştim.
Uraz'ın her bir kelimesi eski acımı hatırlatmıştı fakat o adama zerre üzülmedim. Bu içimdeki kötülüğün etkisiydi. Biliyorum, iyi biri değilim ama bunu ben seçmedim. Kötü olmayı ben seçmedim. Mecbur bırakıldım. O adamın, ailesi acı çekmiş belki de dağılmışlardı ama umurumda değildi. İçimdeki kindar duygular hâlen diriyken, hiçbir şekilde merhamet duygum dirilemezdi.
"Bakıyorum da sesin içine kaçtı. Bir şey söyleyemediğinden mi yoksa korktuğundan mı?" diye söylendi Uraz. Sakin bir sesle sormuştu. Sesinden nefret veya öfke hissiyatı alamıyorum, durulmuş gibiydi.1
Onun aksine benim sesimden zehir zemberek sözler dökülmüştü. "Kadere inanır mısın bilmem, aslında bakarsan ben inanmam. Ama insanların çoğu inanır. Ve tek diyeceğim bunun bir kaderden ibaret olduğu." Sesimden ben bile irkilmiştim. Eski Mihran olsa sesi titrer, gözleri dolardı. Tek bir kelime bir kenara ayakta bile duramaz hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlardı. Acı insanı güçlendirirmiş, galiba yavaşta olsa güçleniyorum. Bunca yaşadıklarım belki de gerçek Mihran'ı oluşturmak içindir.
Uraz, başını bana doğru çevirdi bir süre bana baktı. Ona bakmıyordum fakat neler yaptığını hissedebiliyorum. Sinirlenmesini bekledim ama beklediğim gibi olmadı.
"Şimdi senin boğazına yapışır, nefesiz kalana kadar seni boğardım. Ama görüyorum ki bana gerek kalmadan o görevi sen üstlenmişsin. Belli ki kafanın içindekiler seni alt etmiş. Kendi cezanı kendin kesiyorsun. Beni yormadığın için sağ ol Mihrancığım." dedi eğlenen ses tonuyla. Boğazıma yapışmış olan ellerime inme gelmiş ve durmuşlardı. O ana kadar hiç fark etmemiştim. Ellerim boğazımdan uzaklaşmışlardı. Acısı kendini şu an belli etmeye başladı veya daldığım için ben hissedemedim. Bakışlarımı ellerime indirdim. Tırnaklarıma bulaşan kanı gördüm. Biri, tokat çarpmış gibi irkilmiştim.
Ne zamandır kendimden bu kadar nefret eder hâle gelmiştim? Ne ara bu kadar kendimden tiksinir olmuştum? Başkasına kalmadan, kendi cezamı keser hâle gelmiştim. Bu iyi mi? Yoksa Kötü müydü? İşte bunu bilemiyorum.
Hiç tepki vermeyen vücudum hareket etmiş oturma pozisyonuna girmişti. Elimde olan bakışlarım yanımda uzanan Uraz' a dönmüştü.
"Peki sen?" Çenemle onu işaret ederek. Sorumda sonra kaşı kalkmıştı.
"Peki sen Uraz? Bu öfkenin sebebi tek ben miyim?" Kaşları düz bir çizgi halini aldı. Ne düşündüyse tekrardan kaşlarının çatılmasına sebep oldu. Cevap vermesini beklemeden konuşmaya başladım.
"Bence sen ilk önce, kendine bunun cevabını ver! Benim içimde savaştıklarım galip oldular doğru, ama bunun cezasını da bizzat kendim kestim. Kısmen de olsa bu bir cesarettir. Senin yaptığın ise bir başkasına ödetmek. Ben buna korkaklık derim!" Başım dik, ruhsuz bir sesle konuştum. Bir anda olsa donup kalmıştı. Kendine gelmek istercesine başını iki yana salladı. Bana olan öfkesi artmış gibi en acımasız bakışlarını üzerimde gezdirmişti. Daha fazla uzatmak istemiyor olacak ki duruşunu düzeltmiş ve ayağa kalkmıştı.
"Seninle uza uzadıya konuşmayı çok isterdim Mihrancığım... Artık başka zamana." dedi derin bir nefes bıraktı. "Aşağı geliyorsun benimle. Ama şimdiden uyarıyım aşağıda gördüğün adama kendini acındırmaya kalkma yoksa bu sefer boğazında benim ellerim olur!" Bu da ne demek oluyordu?
"Sen beni ne sanıyorsun? Ben öyle biri miyim? Laflarına dikkat et!" dedim öfkeyle.
"Ben uyarıyım da sonra karışıklık olmasın. Bir de strese girince elin dudağına gidiyor sakın o hareketi aşağıda yapma!" Kafayı mı yemişti bu adam! Afallamıştım. Ellimin dudağıma gittiğinin ben bile farkında değildim. Hem gitse bile ne alakası var şu an bu konunun?
"Kafan yerinde mi senin? Sizi ne ilgilendirir benim hareketlerimden! Hem bu konuyla ne alakası var?" Sesim olabilecek derecede yükselmişti. Çenesi kasılmış, kendini zor tutuyordu. Üzerime bir adım atıp bana vuracağını sanıp refleks olarak ellerimle başımı korumaya çalışmıştım. Gözlerimi de sıkıca kapatmıştım. Vuracağını bekliyordum. Ama hiçbir ses seda yoktu. Bir süre daha o şekil bekledim. Sessizlik beni boğmaya başlayınca gözlerimi yavaşça aştım. Onunla göz göze gelmiştim. Donup kaldım. Bugüne kadar Uraz'ın öfkeli, alaycı, korkunç hallerini görmüştüm ama ilk kez bir oğlan çocuğu gibi ürkek bakışlarıyla karşılaşmıştım. Duruşu bile dik değildi. Ellerim iki yana düştü. Sorgulayıcı bir şekilde ona bakıyorum. Elleri iki yandan yumruk haline gelmişti. Gözlerini sıkıca yumdu bir süre öyle kaldı. İyi değildi görüyorum.
Uraz gözlerini açmış hiç bana bakmadan arkasına dönmüştü. Mırıltı halinde ağzından tek kelime çıkmıştı. "İnelim." Ne olduğunu anlamamıştım çok da sorgulamadan arkasından onu takip etmeye başladım. Ellerim terlemeye başlamıştı. Beni ne bekliyordu? O adamın benimle ne gibi bir ilgisi vardı? Gerçekten de anlamış değildim. Neye doğru sürükleniyorum böyle? Çıkmaz bir sokakta çıkış yolu arıyorum. Ellimin tutulmasına ihtiyacım yoktu. Sadece benden uzak dursunlar istiyorum. Ellemesinler, kendi yolumu bulup çizecek güce sahiptim biliyorum.
Salona adım attığımızda herkes oradaydı. Tanımadığım adam sırtı dönük bir şekilde koltukta oturuyordu. Beni görmüyordu, aynı şekilde bende. Yaşı epey geçmiş olduğu belliydi ama. Kırlaşmış saçlarından anlaşılıyordu.
Gözlerim yeşil harelerle kesişince öfke bedenimi esir aldı. Beni bir çöp gibi kenara atması, beni yönetmeye çalışması sinirlerimi bozuyordu. Aslında öfkelenmemem, umursamamam gerek, şimdi her ne kadar bana olan gardını indirmiş olsa da halen öfkesi bakiydi. Ve benim onu görmezden gelmeyi öğrenmem gerekiyordu.
Öfkeli bakışlarıma karşılık o kaşlarını çatmış bir şekilde boynuma bakıyordu. Tuhaf ve donuk bakışlar eşliğinde bakışlarımız buluşmuştu.
"U-luğ, Zafer usta…" Merve'nin titreyen sesi etrafa yayıldı. Hepimizin odak noktası Merve olmuş ve tüm bakışlar o tarafa dönmüştü. Zafer usta denilen adam ayakta kalbini tutmuş bir vaziyete bana bakıyordu. Göz çevresinde halkalar kendini belli ediyordu. Yaşının verdiği duruş dikti. Oldukça heybetli biriydi. Yaşanmışlıkları alnında kırışıklıklara sebep olmuştu. Gözünden bile okunacak bir acısı mevcuttu. Gözleri açık kahverengiydi. Saçları bembeyazdı. Yüz şekli uzunlamasınaydı. Üstünde kahverengi bir takım vardı.
Adam benden bir an olsun gözlerini çekmemişti. Gözleri doluydu. Biri sarılsa ağlayacak gibi duruyordu. Ağzından sessiz kelimeler dökülmüştü. "Sa-Saye..."
Anlamamıştım. Saye de kimdi? Benimle olan ilişkisi neydi? Bana sesleniyor gibiydi ama başkasının ismini söylemişti. Aynı Emir’de yaşanan olay tekrarlıyordu. Etrafa göz gezdirdim. Herkes şok olmuş bir şekilde Zafer ustaya bakıyorlardı. Hepsi anlamışlardı, yüzlerinden okunuyordu. Nefes almayı bile unutmuşlardı. Herkes boynunu bükerken Uluğ her zamanki gibi dik ve donuk bir biçimde duvara bakıyordu. Sessizlik etrafa hüküm halindeydi. Adamın bakışları beni rahatsız etmeye başlamıştı. Bakışları her bir zerreme dokunuyor aklında kazımak istercesine bakıyordu.
Yaşanmış bir olay bellerini büküyordu. Birinin sebebi olmuşlar gibi davranıyorlardı. Uluğ hariç hepsinin yüzünde korku vardı. Uluğ’un yüzünde duyguya ait tek zerre dahi bulunmuyordu. Onun insan olduğunu sorgulamaya başlamıştım
"Ulan piç Uraz, likeladığım kızı yatağına atmışsın? Gel lan buraya çükünü kesip elline vereceğim bir daha hiçbir kız sana düşmeyecek götlak herif!" Korcan bir anda yükselmiş ve bu tepkisine karşı korkuyla kalbimi tutmuştum. Ne yaptığını anlayamamıştım. Az önce kederle başını eğerken şimdi yüzünde güler saçıyordu.
"Doğum sırasında götü yerine kafasına şaplağı yiyen herif sırası mı lan şimdi?" dedi Uraz keyifli rolü yaparak.
"Tam da sırası gel lan ağzına sıçacağım senin it!" Der demez Uraz'ın sırtına atlamıştı. Uraz'ın saçını çekiyor at yerine koymuş etrafta koşturuyordu. Uraz da rahatsız değil gibiydi. Bu tavırlarına bir anlam yükledim. Muhakkak bu havayı dağıtmak için bu gibi bir üsluba bürünmüşlerdi. Fakat şaşırmıştım. Bu kadar iyi anlaştıklarına şahit olmamıştım. Uraz'ın hep öfkeli ve sert hallerini gördüğümden bu görüntü beni şaşırtmıştı. Küçük oğlan çocukları gibi eğleniyorlardı.
Uraz sırtından düşürmeye çalışıyordu Korcan'ı, bunu gören Merve evi sarsan çığlığı evde yankılandı. "Urazzzzz!" Hemen koşmuş Korcan'ı sırtından çekip indirmişti. Ardından Uraz' a tekme atmaya başlamıştı.
"Dur be kızım! Kırılıyorum ama, hep onu koruyorsun. Bak benim de sırtım gitti..." dedi Uraz dudaklarını da büzmüş, sırtını göstermeye çalışarak. Merve, sırtına vurmuş kulağını çekmişti. Şu an karşımda oğlunu döven bir anne vardı. Şok olmuştum bu görüntüye.
"Hulk gibi adamsın hiçbir şey olmaz sana ama Can öyle mi! O hassas, hele ona dokun Uraz seni bir silkelerim beyninin suyunu akıtırım!" Uraz sinirli gözlerini Korcan'a çevirdi. O da dilini çıkarıp kendini koltuğa attı.
Uraz, Merve'den sıyrılıp omuzlarını silkip dik bir şekilde konuşmaya başladı. "Bende senin o çarpı bacaklarını kaynatılıp çorba niyetine içeceğim, bekle sen." Alayla karışık ses tonuyla konuştu. Mert hemen Merve'nin yanına gelerek onu belinden tutup çekti.
"İstersen benim daha cazip fantezilerim var Urazcığım deneyelim mi kardeşim?" dedi koruma iç güdüsüyle. Uraz, ağzının içinde geveledi "Siktir git hanım köylü." İlk kez onları bu şekilde görmüştüm. Birbirini seven çift gibi. Mert'in Merve'ye olan bakışları kıskandırırdı. Bir baba gücü, bir anne şefkati, bir sevgili tutkusu hepsi o gözlerde vardı. Kıskanmış mıydım? Belki imrenmiştim. Bugüne dek bir erkek tarafından beni koruyan kollayan olmamıştı. Sarıp sarmalayan şefkat besleyen hiç olmamıştı. Bana bakarken hiçbirinin içi gitmemişti. Her halimle beni kabul eden olmamıştı. Peki istiyor muyum?
Mesela az önce Uraz ile Korcan'ın birbirleriyle olan atışmaları benim içimdeki o kız çocuğunun kaçmasına, arkama saklanmasına sebep oldu. İçim burkuldu ama bir o kadar da yüzümde bir tebessüm oluşturdu. Bakışlarım etrafa döndürüp bakmak istedim. Bir çift orman yeşili göze takılmıştım. Öyle bir bakıyordu ki içimi görür gibi. Seni anlıyorum der gibi bakıyordu. Tebessüm etti. Fakat bu bir, yorgun tebessümdü. Bana destek olmak ister gibi fakat hâli yok gibiydi. Şaşkınlığıma karşılık yorgun tebessümü biraz daha canlanmıştı. Ruhsuz bakışlarımı ondan alamıyorum. Kendine çeken bir aurası vardı. Yuva gibi hissettiriyor o yeşil hareler ama cehennem ateşinde kavuracak sıcaklığı barındırıyordu. O cehennem beni korkutuyordu, bir o kadarda içine çekiyordu.
İlk konuşan o oldu. Zafer ustaya döndü. "Ustam, artık oturalım da adam akıllı konuşalım." dedi ifadesiz bir sesle.
Bir saniye bile benden çekilmeyen gözler kendine geldi ve gözlerini benden çekti. Uluğ'a bakarak konuşmaya başladı. "Dediğin kadar varmış be evlat..." dedi. Hüzünlü bir ses tonuyla. Uluğ onun sırtını sıvazlayıp koltuğa doğru ilerletti. Herkes yerlerine yerleşmişti. Ben öylece ayakta dikiliyorum, bir yabancı gibi. Uluğ oturduğu yerden bana baktı.
"Mihran, yanıma gel!" dedi. Emir barındıran bir sesle. Bu tavrına karşılık tek kaşımı havaya kaldırmış sorgulayıcı bir bakış atmıştım. Sesli bir nefes bıraktı ardından Zafer ustaya baktı. Gözleri yeniden beni buldu. Yüzünü sıvazladı. "Gelir misin lütfen." dedi. Son cümleyi tıslayarak söylemişti. Daha uzatmadan yanına gidip oturdum.
Tam karşımda o adam oturuyordu. Az önceki acı çeken hali gitmiş yerine öfke gelmişti. Tek hedefi ise Uluğ'du. Aynı şekilde Uluğ' da ona odaklanmıştı. Kimse konuşmuyordu, muhtemelen o adamın konuşmasını bekliyorlardı. Fakat o adam zaten konuşuyordu, gözleriyle Uluğ' la bir çatışma içindeydiler. Zafer usta Uluğ' dan gözlerini çekmeden konuşmaya başladı.
"Ben seni böyle mi yetiştirdim? Başıma şehir magandası ol diye mi bunca şeyi yaşadık? Ulan senin aklın nerde? Duygularınla hareket eder hâle gelmişsin. Masum olan birine nasıl bunları yaşatırsın Uluğ?" dedi. Tok bir sesle.
"Masum olup olmadığı belli değil usta bunu sende çok iyi biliyorsun! Yaptıklarımın hiçbir izahı olamaz onu ben de biliyorum. Ama hak verirsin ki Tolga benim kardeşimdi bir kör kurşunuyla gitmesi ağrıma gitti, gidiyor da!" dedi. Kendini açıklamaya çalışıyordu.
"Ben bu hikâyeyi biliyorum evlat... Bu hikâyeyi bir yerden hatırlıyorum. Bu bakışlar da bana bir yerden tanıdık geliyor. Sakın evlat, Sakın yanlış bir şey yapıyım deme! Bir kere daha seni o bataklığa girmene izin vermem... Sende benim gözümden düşme... Beni karşına alma! İnsan sarrafısın, bir gördüğün gözü tanır içini görürsün. Bana sakın o gözlere baktığında bir katil gördüğünü söylemeyeceksin değil mi? Seni ben büyüttüm, bende daha iyi kimse seni tanıyamaz!" dedi bir baba edasıyla. Uluğ'a karşı bir şefkati vardı. Bu gözlerinden okunacak derecede belli olan bir durumdu. Uluğ'un bakışlarına sisli bir perde inmişti. Başını eğdi, bakışlarını yere indirdi. Zaman yolculuğuna çıkmıştı sanki. Her uğradığı durakta alnına bir yeni kırışık ekleniyordu. Hangi durağa uğradıysa sırtına yükler bindirmiş öyle ilerliyordu. Boynu daha bir bükülmüş canı daha bir yanmıştı. Hissediyorum. Kimseyi hissedemeyeceğim kadar onu hissediyorum.
"Bunca zaman neden karşıma geçmedin? Ne değişti de şu an karşımda duracağını söylüyorsun?" Diye sordu. Bakışları hâlâ yerdeyken. Yavaş bir şekilde başını kaldırmış kahve gözlerle birleşmişti. Karşıdaki adamın kirpikleri titredi ama dik duruşu ve sert bakışlarından taviz vermedi. Uluğ, o gözlerde her ne gördüyse yapmacık bir gülüş dudaklarında belirdi. Arkasına yaslandı, rahat bir pozisyon aldı.
"Usta, ne ara duygularınla hareket eder hâle gelmişsin? Dirayetini kaybetmişsin. Gördün mü savunduğun düşünce tabusu yıkılmış, demek geçmiş yakamızı bırakmıyormuş. Hayatımız geçmişin o kirli sayfasından ibaretmiş!" dedi. Sonlara doğru öfkesi sesine yansımıştı. Bir şeyler dönüyordu aralarında. Geçmişte yaşananlar hakkında konuşuluyordu. Bu onları daha bir çıkmaza sürüklemiş gibi öfkelerini birbirlerine kusuyorlardı.
"Sizce yeri ve zamanı mı bunları konuşmak için?" Uraz'ın sert sesi kulağıma ilişti. Bakışlarımı ona çevirdim o zaten bana bakıyordu. Beni kastediyordu. Bütün nefretimle ona baktım. Bana güvenmiyor, orasında sıkıntı yoktu ama bu şekilde itham da bulunması beni delirtmişti. Ağzımı açıp haykırmak tırnaklarımı yüzüne geçirmek istiyordum.
"Urazzz!" Zafer usta ve Uluğ aynı anda bağırdılar. Uraz her ikisine öyle bir bakmıştı ki benim kasılmama neden oldu. Daha bu havayı solumak istemiyor olacak ki hızlıca ayağa kalkmış bahçeye doğru temkinli adımlar atmaya başladı. Ağzının içinde bir şeyler yuvarlıyordu.
"Neyse ne evlat, buraya kızı kendi himayem altına almak için geldim." dedi. İtiraz istemeyen bir sesle. Bakışları acımasızca Uluğ'u hedef almıştı bunca zaman. Hiç bana dönüp bakmamıştı. Sanki bakmaya korkuyor gibi bir hali vardı. Burada konuşma sırası bana geçmişti. En soğuk ses tonumla konuşmaya başladım.
"Ben mal mıyım bu nasıl bir üslup böyle?" dedim bir öfkeyle. Bütün bakışlar üzerime yönelmişti. Benim hedefimde ise tek biri vardı; Zafer usta. Kaşlarının arasında bir çukur oluşmuştu. Ama halen bana bakmıyordu. Derince yutkunmuştu.
"Sende bende biliyoruz ki işler çığırından çıkacak. Ve şu an hedefte kızı öldürmek var. Bunca işlerin arasında onunla uğraşmana gerek yok!" Beni hiç duymamış odağı Uluğ’daydı.
"Usta… Bu benim meselem hiç kimseyi buna bulaştıramam, ona saldıracaklarsa sana zarar gelme ihtimali de var ve ben bunu göze alamam. Her ne kadar senin evine saldıramayacaklarını bilsem de daima aklım kalacak. Sağ ol ama gerek yok!" dedi emin ve netti.
“Bizi evden gönderme sebebin bu mu gerçekten! Yine aynı şeyi yapıyorsun, bizi bir kenara itip kendini feda ediyorsun! Biz senin için bu kadar kendimizi yırtarken senin bu yaptığın gerçekten de inanılır gibi değil!” Merve atlamış öfkeyle solumuştu. Hepsinin yüzünde hayal kırıklığı vardı. Özellikle Mert adeta çökmüştü.
“Kaldırabileceğiniz bir iş değil Merve, hesabımı kitabımı biliyorum. Aklın kalmasın…” Kestirip atmıştı.
“Bir sen mi güçlüsün, hep bunu diyerek bizi bir kenara atıyorsun. En çok sen zarar görüyorsun, farkında değil misin?” Adeta haykırmıştı. Uluğ tüm bedenini Merve’ye doğru çevirmişti. Ufaktan öfkelenmişti.
“Size bir sorum var?” Uraz içeri girmiş tuhafça Uluğ’a bakmıştı. Hepsine hitaben söylemişti.
“Hiç babam ile…” Devamını getiremeyip yutkunmuştu. “Annem herhangi bir zaman diliminde benim için endişelenip beni sordukları oldu mu?” Bunu tüm ciddiyeti ile sormuştu. Bu konu ilgimi çekmişti. Belli bir süre kimseden hiçbir ses çıkmadı. Donuk ve bocalamış bir yüze büründüler. Uluğ bu tepkiyi biliyor gibi gülümsemişti.
“Elbette sormadılar ama her Allah’ın günü amcalarım sizi bana soruyorlar iyiler mi bir problem yoktur umarım diye her sabah onlara rapor veriyorum. Çünkü sizden de ben sorumluyum. Tolga öldü yengem sanki ben öldürmüşüm gibi yüzüme bakmıyor. Oysa annem gibidir. Hayatımda en önemli insan olan amcam, belki yüzüme bakıyor belki benle konuşuyor ama anlıyorum gözlerinde görüyorum. Onu koruyamadığım için içten içe beni suçluyor. Siz söyleyin ben nasıl sizi tehlikeye atıyım, yeterince sırtımdaki yükler ağır değil mi?” Bu sözleri beni bile yaralamıştı. Uluğ güçlü biriydi ama güçlü olduğu için her şeyden sorumlu olması gerekmiyordu.
“Doğru inkâr etmiyoruz ama ailemiz sana böyle bir sorumluluk verdi diye bizi kendinden uzaklaştıramasın kardeşim. Biz gerekirse senin elinden ölmek istiyoruz. Ve senin davan bizim de davamız... Uluğ bizden çok şey saklıyorsun ve biz bunu bilmemize rağmen senin yanında sorgusuz bir biçimde yürüyoruz. Geçmişte sana ödettiğimiz binlerce bedelin acısını ve bedelini bizlerde ödedik. Hani zamanında demiştin ya, bu gözlerin gördüğünü hiçbir insan evladı görmesin diye. Senin kadar olmasa da biz de bu hayata göreceğimizi mislisiyle gördük kardeşim.” Mert bir an olsun bakışlarını Uluğ’dan çekmeden oldukça duygulu bir yüz şekli ile konuşmuştu. Bu konudan baymıştım. Ne acılar var ya rab! Dünyayı kurtaracak adamlar…
Uluğ susmuş bir cevap vermemişti. Belki de verme gereği duymamıştı. Birkaç dakika boyunca sadece nefes sesleri duyulmuştu. Ortam giderek beni germeye başlamıştı. Zafer usta denilen adam sesini temizleyince bakışlar ona çevrilmişti. Oturduğundan beridir bana dönmeyen bakışlar birkaç saniye bakmış ve yeniden kaçırmıştı. Mahcubiyet ve korku vardı o gözlerde. Başını eğmiş düşüncelerini süzgeçten geçirmeye koyulmuştu.
“Geçmişi konuşmak bizi yaralamaktan başka hiçbir halta yaramayacak çocuklar. Şimdi ne yapacağımıza odaklanmalıyız.” Demiş halen bakışları yerdeydi. Uluğ ayak ayak üstüne atmış ve geriye yaslanmıştı. Her biri dağılmış yüzle dururken kendisi halen dik ve güçlüydü. Geniş omuzları bir an eğilmemiş alnına dökülen saçlarını ise serseri bir biçimde savurmuştu. Her kadının arzulayacağı tipe sahipti.1
“Mihran’ın yanı benim yanımdır, tartışmaya kapalı. Tolga’nın cinayetindeki şu an için en önemli soru işareti o uyuşturucuyu kimden ve ne zamandır kullandığı? Onu az buçuk tanıdıysam o zıkkımı ağzına bile sürmez sürdürülmesine de müsaade etmez!” Sözleri aynı duruşu gibi netti.
“Bizde senin gibi düşünüyoruz evlat, istihbarat araştırmış ve bir bağlantı bulmuş. Aslında kısmen bunu söylemeye geldim.” Söyleyip söylememek arasındaydı. Uluğ’a tereddüt içeresinde bakmıştı. Uluğ bir şey dememiş gözleri kısık bir biçimde Zafer ustanın ağzından çıkacak ismi duymak için sabırla beklemişti.
“Clarklar evlat! O gece İstanbul’a sessiz sedasız gelmişler.” Bunu demesi ile herkes hareketlenmiş ve şaşkınlık belirtisi sesler çıkartmışlardı. Uluğ’un tek bir tepkisi kaşlarını çatmak olmuştu.
“Mümkün değil! Emily her halükârda bana haber verirdi. Onun haberi olmasa dahi ailesinin İstanbul’a gittiğini söylerdi. Hem o gece Emily’leydim. İmkânı yok…” Net ve emindi. Benim aklım Emily’de kalmıştı. Kim olduğunu merak etmiştim.
“Kesin bir bilgi evlat, tabii detayları hallen belli değil. Git Emily’e sor belki bir şey öğrenebilir?” Zafer usta da Uluğ kadar dik bir duruş sergiliyordu. Uluğ cevap vermemiş düşünceli bir biçimde iki elini birbirine kavuşturmuş ve başını eğmişti.
“İşler giderek bok yoluna gidiyor.” Uraz’ın söylemi ile ona bakmıştım. O da oldukça düşünceli ve öfkeliydi.
“Uluğ bir kez uyaracağım bu kız çocuğuna kimse ellemeyecek. En azından bazı gerçekler gün yüzüne çıkana kadar, sonra ne yapılacaksa konuşulur ve karar verilir.” Yaşının verdiği kırışıklıklar daha da belirgin bir hal almış, alnına dökülen beyaz saçları bile kapatmaya yetmemişti. Uluğ cevap vermeden söz ben atlamıştım.
“Beni korumaya mı çalışıyorsunuz?” Alaylı bir tonla bunu sormuştum. Titrek nefes verip bakışlarını benim tarafıma yöneltmişti. Kirpiklerinin titremesi bir saniye olsun durmamıştı.
“Daha fazla acı yaşayabileyim diye mi?” Sesim giderek sertleşiyordu.
“Boş versenize her hâlükârda günün sonunda ölen ben olacağım…” Gözlerim dolmuştu. Düştüğüm bu hal yüzünden kendime acıyordum.
“Nefes almak yaşamak mıydı?” Acı dolu bir sesle sordum. Hiç beklemeden Zafer usta konuşmaya koyulmuştu. Anlıyorum bakışı vardı gözlerinde.
“Bu hayatı yaşayabilen var mı kızım? Söyle!” Benden daha kuvvetliydi sesi. Ve bir o kadarda aciz. “Seçeneklerimiz kıyametimiz. Mutlu olmayı seçeriz ama aklın daima o mutsuz seçenektedir. Ve günün sonunda o acıyı seçtiğini anlarsın. Ve bu senin ecelin olur. Çünkü sen seçtin güzel kızım!”
Dedikleri karşısında düşünme kabiliyetimi kaybetmiştim. Herkes bu sözlerden sonra dağılmıştı. Belli bir sessizliğin sonrasında Zafer usta hareketlenip konuşarak hep beraber evden çıkmışlardı. Ben ise halen olduğum yerde küçülme derdindeydim. Derin nefesler almaya çalışıyordum. Yüzümü sıvazlamıştım. Kendimi toparlamalıydım.
Ayağa kalkmış adımlarımı koridorun sonundaki odaya yönlendirmiştim. Biiraz uyumaya ihtiyacım vardı. Merdivenlere ilerlerken ilk önce dış kapının kapanma sesi ardından Uluğ’un sesini duymuştum. "Nereye böyle?" Bayık gözlerle ona doğru dönmüştüm. Kaşları çatılmış sorgu moduna girmişti.
"Odaya gidiyorum. Geç oldu, uyuyacağım." dedim. Kısık sesle. Uyku bastırmıştı bir anda. Uluğ bir şey demeden bana doğru geldi.
"Takip et beni." dedi. Önümden geçti. Bu adam yüzünden cinnet geçirecektim. Emir kipi kullanması canımı sıkıyordu. Ne yaptığını anlamak için, hiçbir şey demeden arkasından ilerledim. Kendi odasının kapısına gelip kapıyı açmış kenara çekilmişti. Geçmemi bekliyordu. Fakat ben yerimden kıpırdayamıyorum. Ne diye odasına gelmiştik anlamış değilim. Şüpheci bir tavırla ona baktım. Nefesini sesli verip konuştu.
"Geç Mihran geç, yemeyeceğim seni…Yorgunum, daha da yorma!" dedi, bıkın bir sesle. Aslında daha bir uzatırdım fakat gözle görülecek bir halsizliği vardı. O yüzden dediğini yapmış odasına adım atmıştım. Bütün eve oranla burası her şeyiyle simsiyahtı. Onu yansıtan bir odaydı, her yer bembeyaz iken burasının bu şekilde olması dikkatimi çekmişti. Teras ile iç içeydi. Yerlerde uzanan perde, havanın esintisiyle görsel şölen sunuyordu. Odanın bir tarafı camlarla kaplı bir banyoydu. Uçsuz bucaksız denizin ortasında kalmışım gibi hissediyorum. Tarif edilemez bir huzur kaplamıştı yüreğimi. Denizin siyahlığından gözlerimi alamıyorum. Hiç şüphesiz bu oda da bir ömür kalırdım muhtemelen. Deniz ile karışık başka bir koku daha alıyorum fakat nasıl tarif edeceğimi bilemiyorum. Ruhuma işlenen bir koku, daha önce bu kokuyu aldığımdan emindim. Ama bir türlü aklıma gelmiyordu. Sonuna kadar bu kokuyu keşfetmek, moleküllerine ayırıp incelemek istiyorum. Beynimin içine girip nereden hatırladığını öğrenmek istiyorum.
"Daha ne kadar orada öylece beklemeyi düşünüyorsun. Merak ettim açıkçası..." dedi. İma barındıran ses tonuyla. Odanın içindeki koca Yatağın tam karşısında duran koltuğun üzerinde oturuyor, önündeki ilk yardım çantasının içindekileri sehpaya dizmişti, tek kaşı havaya kalkmış biçimde bana bakıyordu.
"Neden beni buraya getirdin. Uykum var dedim anlamıyor musun?" dedim. Bıkın bir şekilde.
"Mihran ne çok soru soruyorsun öyle, gel yanıma." dedi. Yorgundu, hiç mecali kalmamış gibiydi. Konuşmaya bile acizdi. Bu acizliği Zafer babanın ağzından çıkan o isimden sonra olmuştu. Saye, Uluğ'un boynunu bükmüştü. Yılların yorgunluğu üzerine bir anda çökmüş gibiydi.
Daha fazla uzatmadan yanına yerleşmiştim. O başını eğmiş elindeki işe konsantre olmuştu. Bir pamuğa oksijen suyunu döküp bana doğru döndü. Çenemi tutu, refleksle bende onun elini hızlıca tutmuştum. Gözlerimiz birbirini delip geçmek istercesine tutundular. Elinde tutuğu pamuğu kenara bıraktı. Boşta kalan elini elimin üzerine koydu. Sessiz kelimeler dökülmüştü. "Yaranı sarmama izin ver cesur kız." dedi. Dilim lal olmuştu. Bir şey diyemedim. Onun için basit olan kelimeler içimdeki kız çocuğunu umutlandırmaya yetmişti. Elim boşluğa düşmüştü. Uluğ'da bıraktığı pamuğu geri aldı. Çenemi havaya doğru kaldırıp boynumun açılmasına sebep oldu. Boynumda hissettiğim soğukluk irkilmeme neden oldu. Uluğ tekrardan bastırmamıştı öylece duruyordu. Burnundan sesli nefesler veriyordu. Tek noktaya, boynuma bakıyordu. Gözleri gözlerimle buluşunca orman yeşili hareleri şefkat sarmıştı. Öylesine bir şefkatte değildi. Sımsıkı sarılmak isteyip bağrına basmak istercesine.
Nasıl olurda bunca hengâme içerisinde yaralarımı unutmamıştı. Oysaki ben bile unutmuştum! Herkese karşımı böyleydi yoksa tek bana mı? İçimde susmayan ses tekrar gün yüzüne çıkmıştı.
Uluğ tekrardan yarım bıraktığı işe geri döndü. Nedenini bende bilemiyorum ama takılı kalıyorum onda, öyle saatlerce bu şekilde kalabilirmişim gibi geliyor. İçimdeki ona karşı tanımsız duygular her yeni bir günde daha bir ortaya çıkıyordu.
"Neden yapıyorsun bunu?" dedi. Hâlen boynumdaki yaraları temizlemekle meşguldü. Ne ara bu kadar yakınıma gelmişti anlamış değilim. Saçından bir tutamı dudağımın üzerine düşmüştü. "Sen neden yapıyorsun bunu?" dedim. Aynı onun gibi. Elindeki pamuğu sehpanın üzerine atıp elini ıslak mendille temizledi. İşini bitirince rahat bir pozisyon alarak arkasına yaslanmıştı.
"Dikkat et bir süre, dokunma da ben gerektiğinde pansumanını hallederim." dedi. Kaşları her zamanki gibi yine çatıktı. Sesi ise ciddi ve otoriterdi.
"Sorun yok, çok da büyütülecek bir şey değil zaten." dedim. Umursamaz biçimde. Kaşları ola bilecek derecede daha bir çatılmıştı.
"Kendini sevmeyi öğrenmelisin! Kendine acımayı ve merhamet etmeyi öğrenmelisin. Hatta...Öğretmeliyim!" dedi. Sonlara doğru kendi kendiyle konuşuyor gibiydi.
"Zaman kaybı, öğretme boş ver... Hem senin yükün benden daha ağır. Sen kendinle ilgilen!" dedim. Yarım bir gülüş yolladım.
Uluğ'un çatmış olduğu kaşları gevşemiş düz bir çizgi halini almıştı. Bakışları farklılaşmıştı. Hiç böyle bir bakışına şahit olmamıştım. Bakışları tek bir noktadaydı, dudaklarımdaydı. Tebessümüm solmuştu. Tuhaf bir an olmuştu. Bakışlarını dudaklarımdan, çeneme, çenemden boynuma oradan da bütün yüzümü yavaşça taramıştı. Göz göze gelince ise sesli bir şekilde yutkundu. Aradan kaç zaman geçtiğini anlamadım. Sessizliğimizi bölen onun sesiydi.
“Ölmeyeceksin, suçlu olsan da…” Bu söylemi beni şaşırtmıştı. Duyduğumu teyit etmeliydim.
“Anlamadım.” Hayret dolu bir sesle. Dolgun dudaklarını dili ile ıslatmıştı.
“Ölmene izin vermeyeceğim.” Sözleri ve bakışları oldukça güven vericiydi lakin kafam karışmıştı.
“Onca ölmesi gereken adam varken sana daha çok var.” Alayla karışık konuşmuştu.
“Peki, ailen karşına geçse bile mi?” Onun kadar iyimser olamıyordum. Duraklamış ve ciddileşmişti. Bakışları bile sertleşmişti. Bunun olacağını çok önceden öngörebiliyordum.
“Benim bir ailem yok Mihran!” Düşünce denizinde katılaşmıştı. Tuhafça ona bakmış ve kaşlarımı çatmıştım.
“Ya o çok değer verdiğin amcan beni öldürmeni isterse de mi?” Katıydım ona güvenmiyordum.
"Uykun yok muydu senin? Hadi doğru odana." Dedi, ayağa kalkarak. Hemen ayağa kalkıp kolunu tutmuştum.
"Bir soru sordum Uluğ cevap ver!" dedim, sertçe. Bakışları kolunu tutuğum eline gitmişti.
“Bir cevap istiyorum, sana güvenmemi istemiyor musun?” Onu ikna etme tavrına bürünmüştüm. Başını yana yatırmış anlamsız bir yüzle bakmıştı.
“Böyle bir şey istemedim senden ve mümkünse bu süreçte annene bile güvenme!” Acımasızca sözlerini sarf etmişti.
“Elimde avucumda bir şey kalmasın istiyorsun, neye tutunayım, nereye savrulayım? Söylesene ben ne yapıyım?” Gözlerinde hiç göremediğim o şefkat kırıntısına rastladım ve bu ki beni şaşkına çevirdi. Kolunu tutuğum elimin üzerine kendi elini koymuş ve usulca kendinden uzaklaştırmıştı fakat elimi bırakmamış baş parmağı ile avcumu okşuyordu.
“Kendini sevmelisin, kimse sevmezken hatta herkes hor görürken sen kendini sarmalısın küçük hanım.” Samimiydi herkesten çok…
“Ya zamanım yoksa ya geç kalmışsam. Ya o düştüğüm kuyuda can verirsem Uluğ?” Ümitsiz ve bitiktim. Hiçbir söz beni avutamazdı.
“Gelir yine çeker alırım seni oradan…” Demiş bana umut vermek için.
Nefesi yüzüme çarpıyor, bakışları merhametle bulanmış ruhumla karışıyordu. Ben ise yerimde uslanmaz duygularımı kontrol altına almaya çalışıyorum. Ondan, kendimden kaçmam gerekiyordu. Derhal uyumam ve bugünün bitmesi lazımdı. Hiçbir şey demeden ellerimi ondan kurtardım. Boşluğuna gelmişti. Hemen arkamı dönmüş kapıya kadar gelmiş ve koluna elim gitmişti. Kolu indiremeden elimin üzerinde başka bir el hissettim. Nefesi saçlarımdan boynuma doğru bir meltem gibi esiyordu. Sırtım göğsüne yapışmış, bedenim onun kalp atışlarına karşı tepkisizdi.1
"Cevap vermeden mi gideceksin? O kadar mı incittim seni?" dedi, boğuk çıkan bir sesle. Derin nefes aldım.1
"Yorgunsun, yorgunum. Zor bir gündü, uyuyalım geçsin… Bilirsin, uyuyunca her şey geçer." dedim. İstemsizce sesim kırgın çıkmıştı. Halbuki ben öyle kimseye kırılmaz, nazlanmazdım ki... O görev ablam Meyra'nın işiydi. Dönüştüğüm kişiyi tanımıyorum. Sevmemiştim de. Eski Mihran'ı özlemememde en azından yolu belliydi. Şu an her şey bir Arap saçından ibaretti.
Uluğ'un göğsü inip kalktı, sesli bir nefes bıraktı ve bedeni bedenimden uzaklaştı. Bir an düşünmeden kapı kolunu indirmiş kendimi dışarıya atacağım vakit Uluğ'un sessiz ve çaresiz sesi kulağıma ilişti. "İyi uykular." dedi. Kapıyı yüzüne kapatmıştım. Kaldığım odanın yolunu tutum. Neden bu kadar tepkimi ortaya döktüğümü anlamış değildim. Sanki beynim ve bedenim birbirlerinden ayrı gibiydiler.
Hayatımda ilk defa ne hissettiğimi tarif edemiyorum. Nasıl olduğumu ya da ne düşündüğümü. Elimi kolumu bağladı olanlar, tek yapabildiğim dehşet içinde durmak...
Bunca zaman bir ruhum yokmuş gibi davranıldı. Hiç acı çekemezmişim, hiç kırılmazmışım gibi hissettirildi. Ama her şeyin sorumlusu ben olduğum gibi bunun da sebebi bendim. Kimse beni üzemez gibi durdum. Bu yüzden herkes daha bir vurdu, daha bir yaraladı. Gıkım bile çıkmadı hiçbir olana, dayaklarla geçen yirmi yıl... Telafisi olamayacak yıllar.
Doğum günüm yaklaşıyordu, bir yaş daha büyüyecektim. Bir yaş daha beraberinde yeni acılar getirecekti. Biliyorum. Değişmeyen bir kuraldı bu hayatım da...2
O evin içinde en çok canımı yakan, tek benim ıstırap çekmemdi. Mutlu bir aile tablosunda her zaman dışarıda kalıp onları izliyorum. Hiçbir zaman o tablonun içine dahil edilmiyordum. Dahil olmak istediğim de hep dayak yemiştim. Şu an dayak yemediğim, hâlâ acısını hissetmediğim anlamına gelmiyordu. İzleri benle birlikte mezara kadar gidecekti. Sırtımda, karnımda geçmeyecek yaralar vardı. Nefret ediyorum o izlerden, acımı hatırlatmaktan başka hiçbir halta yaramıyorlardı.
Kaldığım odaya girmiş, yatağa sırt üstü uzanmış yakamı bir türlü bırakmayan düşünceleri defetme mücadelesini veriyorum. Uyku beni çekerken, yakamı bir türlü bırakmayan düşüncelerden kurtulduğum için yüzümde dermansız bir gülümseme belirdi.
🕊️
Karanlıklar içinde çırpınan kız çocuğu yardım dileniyordu. Onu duysunlar diye yalvarıyordu. Bir el onu var gücüyle gecenin zifiri olan karanlığa çekiyordu. Nefes almak istemiyordu. Duymak, görmek istemiyordu. Bitsin artık bu işkence diye tir tir fısıldıyordu. Yeşermeyi bekleyen umut, kalbinin en dibine sinmiş kurumaya yemin içmişti.
Oysa karanlıktan kaçmak hataydı, hani mısralarda dilendirildiği gibi, “Karanlık olmasaydı, ışığın kadrini kim bilirdi?” Ormanın kasvetli, sisli mateminden sızan ışık, büyümüş kız çocuğuna bir kapı aralıyordu. Elini uzatıyordu. Orman, bütün heybetiyle o kız çocuğunu kurtarmak istiyordu. Yerlerde sürüklenmiş o saçları avucuna alarak her bir telini öperek iyileştirmek istiyordu.
Kız çocuğu korkuyordu, orman ihtişamıyla göz kamaştırıyor. Yeşilin en alıcı rengi etrafa huzur saçıyordu fakat büyüktü, hem de çok büyüktü, bu büyüklük kız çocuğunu kabuğuna çekilmesine sebep oluyordu. Herkesi korkutuyor fakat kız çocuğunun korkusundan önce cesareti ayağa kalkardı. Her zaman öyle, hep öyle olmuştu.
Karanlığı ardında, yıllarca benliğine musallat olan iblisi ise derinlere gömmüştü. Adım atmış, ağzı sulanmıştı, bu yeşillik; içinde bir şeylerin filizlenmesine, şehvet duyusunun, su yüzüne çıkmasına neden oluyordu. Işığa daha bir yaklaştı, ışık daha bir uzaklaştı. Kız çocuğu koşmaya başladı, ışık daha bir kayboldu. Her koşuşunda ışık onu terk ediyordu.
Kız çocuğu, nefes nefese kalmıştı. Herkesin terk ettiği gibi ışığında onu terk etmek istemesi canını yakmıştı. Mıhlanmış vücudunu yere bırakmış, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. Her yer kapkaranlığa dönüşmüştü. Kurt sesi, rüzgârın korkutucu uğultusu, onu tedirgin ediyordu. Fakat aklı ışıkta kalmıştı. Madem gidecekti neden umut olmuştu bu amaçsız hayatına... Madem korkak gibi kaçacaktı neden ona çıkış yolu sunmuştu ki?
İmkansızlar ülkesinde avare gibi gezen iki beden, birbirlerini bulmaya çabalayan, çabaladıkça yara alan iki ruh! Birbirleri için yaratılmış, ama birleşmemesi gereken iki yok oluş! Bir olurlarsa dünyayı kötülük saracaktı. İnsanlığın sonu olacaktı. Aşk... Aşk hiç olmaması gereken iki bedende var etmişti kendini. Bir mucize olur ümidiyle kaptırıp gittiler... Her şeyi ve herkesi çıkmaza sürüklediler! Geriye kalan iki bedenin birbiriyle karışmış külleriydi.
Olduğu yerde titreyen bedeni, durulmuş her yeri bir an aydınlık almıştı. Işık geri gelmişti. Fakat daha büyük ve güçlü bir şekilde. Bütün ormanı aydınlatıyordu. Ormanı kaplayan erkek sesi onu kendine getirmişti. Nereden geldiğini bilmiyordu. Ses daha yüksek çıkıyordu. Kız çocuğu ellerinden destek alarak ayağa kalkmış sesin geldiği yöne doğru ilerlemeye başlamıştı. Ses daha net gelmeye başladı. Her yeri net görebiliyordu. Işık her yeri aydınlatmıştı. Ses tanıdık değildi, yabancıydı.
Duyduğu cümleler karşısında bedeni yürümeyi bırakmış ruhu toprakla bütünleşmek ister gibi yerinde mıhlanmıştı. "Git Mihran! kaç, durma kaç!" diyordu yabancı ses kız çocuğuna. Kız çocuğu meraklı bir sesle ormanda sesini yaydı. "Neden? Nereye gideyim? Söylesene!" dedi kız çocuğu. Bir rüzgâr koptu yanındaki ağaca tutunmasaydı savrulacaktı. Orman hırçınlaşmıştı! Yeri göğü yaracak derecede bağırıyordu. Erkek sesi iniltili nefesler vermeye başlamıştı. Orman onu öldürmek ister gibiydi. "K-aç, kaç, ondan kaç! Bir olursanız herkesin sonunu getireceksiniz! KAÇÇÇ!" dedi. Acı bir çığlık koptu boğazından. Orman titremeye başladı. Kız çocuğu ormandan korktu, var gücüyle ormandan kaçmak istedi. Orman, kız çocuğunun kaçışını görünce duruldu. Yemyeşil ağaçları, otları döküldü, kurudu ışık yok oldu. Karanlık ve kurumuş bir ormana dönüştü.
"Mihran," Derinlerden bir ses duyuyordu fakat bir türlü bu karanlıktan çıkmıyordu. "Mihran uyan kâbus görüyorsun!" Uluğ'un sesiydi. Duyuyorum fakat göz kapağımı açamıyorum. Sanki birbirine mıhlanmış gibiydi. "MİHRANNN!" Sesi öyle gür gelmiş ve omuzlarımdan sarsmıştı ki bir an okyanusun içinden karaya çıkmış gibi gözlerimi belirtmiştim. Etrafa baktım kapkaranlık bir oda beni karşıladı. Uluğ tam dibinde yatağın üzerinde oturmuş omuzlarımdan beni tutmuştu. Bedenim zangır zangır titriyordu. Korkuyordum. Kâbusun etkisi hâlâ üzerimdeydi. Sanki gerçek gibi her şeyi yaşıyordum.
Bir türlü nefes alamıyorum. Hiç böyle bir kâbus görmemiştim. Daima kardeşimi görür, kriz geçirirdim. Farklı bir kâbus görüyordum ve kriz geçirme başlangıcını yaşıyorum. Uluğ sırtımı okşuyordu, sesini bile çıkartmıyordu. Elimle yorganı var gücümle sıkıyorum. Gözümde ne ara aktığını bilemediğim göz yaşları kurumaya yüz tutmuştu. Canım yanıyordu, nefes almak canımı yakıyordu. Çığlık atmak, bağıra bağıra ağlamak istiyorum.
"Kasma kendini, ne istiyorsan onu yap!" dedi. Gözlerimi yeşil harelerle buluşturdum. Vücudum titredi, ormanı hatırlattı. Ama korktuğum o harelere sığınmak, acımı dindirmesini istedim. Bugüne kadar kimseden böyle bir isteğim olmamıştı. Gözlerine en muhtaç halimle baktım ve bir an düşünmeden ellerimi beline sardım başımı göğsüne yasladım. Sanki bu anı bekliyormuş gibi bana sımsıkı sarıldı. Göz pınarlarım şiddetini artırdı, ağzımdan sesli hıçkırıklar çıkmaya başladı. Doya doya ağlamayan ruhumun üstünden bir yük kalkmış gibi daha bir hırçınlaştı. Hissediyorum. Hem de hissedemediğim kadar.
Benim sesli ağlamalarıma karşı onun şefkatli elleri saçlarımı okşuyordu. Sabaha kadar süren krizlerim ilginç bir şekilde uzun süre geçmemesine rağmen beni terk etmeye başladığını hissettim. Aradan kaç zaman dilimi geçti bilemiyordum. Hıçkırıklarım dinmiş gözyaşlarım kurumuş sadece odadaki tek ses, sesli nefes alışverişlerimdi. Uluğ, bir an bile beni bırakmamış varlığını belli etmek istercesine saçlarımı okşuyordu. Bu sessizliği bozan yine onun sesi oldu.
"Daha iyi misin?" dedi pürüzsüz sesiyle. Kendimi daha iyi hissettiğim doğru fakat hâlâ kâbusun etkisindeydim. Kolay kolay kâbus veya rüya görmezdim, çok kötü bir şey yaşayacağımda ruhum haber vermek ister gibi bana bazı sahneler gösterirdi. Hep öyle olmuştu. Bu yüzden gördüğüm her rüya ve kâbusu çok önemserim. Korkuyorum. Yaşayacaklarımdan çok korkuyorum.
Uluğ'un kolları arasında hareketlendim, çıkmak istediğimi anladığında kollarını benden ayırdı. Bende kendimi geri çekip yatak başlığına sırtımı dayadım. Dizlerimi karnıma doğru büküp kollarımı bacaklarımın etrafına doladım.
"Seni de uyandırdım kusura bakma." dedim kırık bir sesle. Onun tarafına bakamıyorum. Nedenini bilmiyorum. Ama Uluğ'un pür dikkat yüzümü incelediğini hissedebiliyorum.
"İyi misin Mihran?" dedi kararlı bir sesle. Sanki benim değil de onun bunu duymaya ihtiyacı var gibiydi.
"İyiyim, seni de uykundan ettim! Sen daha fazla bekleme git uyu." dedim. Hâlâ onun tarafına bakamıyorum. Bakışlarım tek yerde ellerimdeydi.
"Ne gördün? Ne gördün de böyle oldun?" dedi meraklı sesle. Cevap vermedim. Sessizliğimi korudum.
"Tam on dakika boyunca seni uyandırmaya çalıştım ve tek dediğin ise gelme ve git... Kime diyordun Mihran?" dedi sinirlerini kontrol etmekte zorluk çekiyor gibiydi. Cevap vermek istemiyorum hatta gördüğüm söylediğim her şeyi unutmak istiyorum. Ben cevap vermedikçe onun daha sinirlendiğini biliyorum ama canım istemiyordu. Zorlamasın işte.
"Mihran? Sorun ne? Susarsan sana yardımcı olamam! Hadi anlat bana?" dedi. Yine bütün siniri şefkatte dönüşmüştü. Kaçırdığım bakışlarımı orman yeşili gözlerine sabitledim. Ürperdiğimi hissettim. Bakışları daha bir koyulaşıyordu. Benim bal rengindeki gözlerime takılı kalmış gibi bakıyordu.
"Asıl senin sorunun ne Uluğ? Bana neden bu kadar iyi davranıyorsun? Ne değişti? Sen bana bunun cevabını ver bende sana, beni asıl yoran şeyin ne olduğunu söyleyeyim!" dedim net bir şekilde. Bocalamıştı, kirpikleri titredi. Ne diyeceğini bilmiyor gibiydi. Sustu, cevap vermedi. Gözlerimin içine bakıyordu.
"Bende öyle düşünmüştüm! Uyuyacağım, git!" dedim kırgın bir sesle. Nedenini bilmiyorum ama kendimi bir anda ona kırılırken buluyorum. Bugüne kadar bütün zulüm ve vicdansızlıklara karşı tepki vermeyen ruhum bu adama karşı bütün gardını indiriyordu. Başımı yana döndürmüş ona bakmamaya özen göstermiştim.
Elimin üzerinde onun elini hissettim. Çekmek istedim ama izin vermedi sıkıca tuttu.
"Neyi düşündün bilmiyorum ama düşündüğün gibi olmadığını bilmeni isterim!" dedi. Çaresiz sesi kulağıma ilişti. Şaşırmıştım, bir adam beni bozguna çeviriyordu ve elimden bir şey gelemiyordu. Şaşkınlıkla ona döndüm. Göz bebekleri benim dönüşümle büyümüştü. Cevap vermedim sadece onu çözmeye çalışıyorum. Nedir bu? Benim kırgınlığıma karşı verdiği çaresiz savaş?
"Bakma öyle! Bakışların artık canımı sıkmaya başladı!" Bir anda öfkelenmişti. Olay akışını takip edemiyorum. Bende kendime hâkim olmadan konuşmaya başladım.
"O zaman durma! Olabildiğince benden uzak dur! Yüzümü, gözümü görme! Bunu yapabilirsin ikimizde biliyoruz!" dedim acımasızca sesle. Uzunca beni göz hepsine aldı.
"Bende meraklı değilim senin yüzünü görmeye ama takdir edersin ki şu an ki durum bunu gerektiriyor! En azından bir süre!" dedi düz bir şekilde.
"Bana acıyorsun! Herkes gibi sende bana acıyorsun! Bu yüzden merhamet ediyorsun! İyi olmamı istiyorsanız bu duyguyu da alın ve siktirin gidin hayatımdan!" dedim. Çileden çıkmak üzereydim. Bütün durgunluğum sinire dönüşecekti ve benim derhal sakinleşmem gerekiyordu.
"Acımak? Hem de sana?" dedi dalga geçer gibiydi tavrı. Kaşlarım çatılmış, şu an ağzını yüzünü parçalara ayırmak istiyorum.
"Acınacak en son insan bile değilsin Mihran! Bir gün hepimiz acınacak hale gelebiliriz ama sen asla! Çünkü senin canın yandığı zaman pençelerini çıkartıyorsun, yetmiyor her bir sözün kılıca dönüşüyor... Ve bunun kanıtı ise; zayıf noktandan vurulduğunda sergilediğin duruştu!" dedi en içten tavırla. Neyi kastettiğini anlamıştım. Beni sorguya aldıklarında geçmişimi öğrenmiş ve benimle dalga geçmişlerdi. Benim alaycı tavrımdan sonra Uluğ saçıma asılmıştı. O anları hatırlamak canımı sıkmıştı.
"Peki bir gün pençelerim kırılır, dilim lal olursa ne yapacağım? Madem her şeyi çözmüşsün bana bunu da söyler misin?" dedim düz sesle. Yüzünde içten bir tebessüm oluşmuştu. Gözlerini kıstı ve birbirine giren saçlarıma baktı.
"Şayet o gün gelir ise, hiç şüphem yoktur ki sen kendin için yeni bir zırh oluşturursun!" dedi kendinden emin bir şekilde.
"Ya yapamazsam? Ya yapmaya gücüm kalmazsa?" dedim inatçı bir tavırla. Saçlarımdaki bakışları gözlerime inmiş uzunca bakmıştı. Aklında her ne varsa deyip dememek arasında mekik dokuyordu. Derin nefes aldı ve konuşmaya başladı.
"O gün gelir ve hâlâ yan yana olursak, birlikte oldururuz! Olur mu?" dedi tereddütle. Merakla bir cevap bekliyordu. Vereceğim cevap içinde buz etkisi etmesini temenni ediyordu. Biliyorum.1
"Yan yana olursak..." dedim mırıltıyla. Yavaş bir şekilde başını sallamış, onaylanmıştı.
"Söz mü?" dedim güçlü olduğumu göstermek için başımı dik tutmuştum. Yüzünde tarif edilemez bir gülümseme belirmişti. Tavrım hoşuna gitti.
"Namussuz saçların gücü adına, söz cesur kız!" dedi. Elini yumruk yapıp bana doğrultmuştu, gülerek ellerimizi tokuşturmuştuk. Gülüşlerimiz kahkahaya dönüşmüştü. Duygu geçişimiz hiç normal değildi, az önce titreyen Mihran şimdi içten kahkaha atmaya başlamıştı. Gerçekten tuhaftı hatta hiç olmayacak şekilde.
Gülüşlerimizi bölen silah sesleriydi. Camların parçaları odanın her yanına dağılmış duvarları delik deşik eden kurşunları görüyorum. Uluğ'un beni kollarımdan tutuşunu görüyorum, beni sarıp sarmalayan vücudu kaskatı olduğunu hissetmiştim. Telefonu yanında yok diye benim telefonla biriyle konuşuyordu, hayır konuşmuyor bağırıyor, kükrüyordu. Elini sırtına atmış bir şeyler aramıştı, aradığını bulamayınca ağız dolusu küfretmişti.1
Fakat bunlar olurken benim vücudum kitlenmişti, Uluğ'un gözlerine baka kalmıştım. Hareket dahi edemiyorum. Uyuşmuş gibiyim. Uluğ elini belime attı beni sürüklemeye başlayacağı anda durmuş bakışlarını bana çevirmişti. Bakışlarında farklı şeyler vardı hiç anlamadığım ve görmediğim bir koyuluğa dönüşmüştü.
Ne olduğunu sormak istiyorum fakat ağzımı dahi açamıyorum. Uluğ belimdeki elini kaldırmış ve bakışları oraya gitmişti. Bende bakışlarımı oraya çevirmiştim, elindeki yapışkan sıvıyı görünce bedenimin hissiyatını kaybettiğini fark ettim. Sonrası karanlıktı Uluğ'un acı çığlığı bütün okyanusu kapladığını duydum. Adımı fısıldayışı duyuyorum. Daima benimle kendini var edecek sözler ağzından dökülmüştü.1
"Özür dilerim! Çok özür dilerim yaralar içinde olan ruhuna bir yenilerini ektiğim için çok özür dilerim!"1
Ben hiçbir zaman haklı olmak veya suçlu olmak istemiyorum. Benden ne özür dilensin ne de yargılasınlar. Ben sadece insan gibi yaşamak istemiştim. Yine yanıldım, yine aynı yerdeydim. Yer, zaman, kişiler değişti fakat aynı acılar yerini daha bir belli etti.
Girdabın içindeydim nereye dönsem uçurumdu. Sıkışmıştım. Yolumu bulamıyorum. Tehlikenin ortasındaydım. Tehlikenin ta kendisiydim. Kendimle beraber ölümün soğukluğunu da yanımda getiriyorum. Ve ölümün soğukluğuna alışmış ruhum, şimdi ise vücudum âşık olmaya başlamıştı.2
-BÖLÜM SONU-
Bölüm sonu sözü…1
“Adam savaşmakla çetin er sayılmaz, öfkelendiği zaman kendini tutabilendir çetin.”
-Uluğ Mirza?1
-Mihran?1
-Mert?1
-Merve?1
-Korcan?1
-Bütün düşüncelerinizi merak ediyorum. İleriki bölümlerden neler bekliyorsunuz? Hepsini görmek istiyorum. Lütfen yazın.1
-Diğer bölümde görüşmek üzere sağlıcakla kalın yavrular... Yorum ve oylarınızı unutmayın lütfen.2
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
1.55k Okunma |
270 Oy |
0 Takip |
24 Bölümlü Kitap |