
“Sessizliğin çok şeyi öldürdüğüne şahit oldum.”
(Sylvia Plath)
FEVERAN
-
LAL
🕊️
Yazar’dan…
Sessizlik, insanoğlunun çığlığıydı. Mesken tutmuş bedenlerin birbirleriyle olan, savaşın galibiyetiydi! Sessizliğin sesinden bahsetmiyorum. İnsanoğlunun kendine karşı olan sessizliğinden bahsediyorum. Aslında içi boş sanılan her sessizliğin altında, cevaplar yatıyordu. Kimisine anlamlı gelen cevap, kimisine de boş bir sözden ibaret olabiliyordu. Bu his, bütün hisleri yenebilendi. Öfkeyi alt eden, onu bastırandı.
Birbirini duyanlara ise, ruhun bir olma çabası deniliyordu. Derinlerden gelen fısıltıyı, duyan ruh, birdir ve bir olmaya devam edecektir. Çünkü onların bedenlerinden önce ruhları hareket ediyordu. Konuşmalarına, kendilerini ifade etmelerine gerek bile yoktu. Bir bakışla, bir hareketle kendilerini açıkça anlatabiliyorlardı. Gökyüzündeki ruhların dansı! Yeryüzünde yeri olmayanların yuvası! İçinde kaybolduğumuz bu yeryüzü, içimizden akıp giden insanlarla beraber bizi yutuyordu.
İnsan, insanın katilidir. Birbirimizin ellerinde ölüyor ve can çekişiyoruz. Keyifle de izlemekten asla kaçınmıyoruz. Çünkü bize daha çocuk yaşta, okulda rekabeti, sokakta ezmeyi, aile arasında ise hor görmeyi aşılamışlardı. Bunların temel taşı ise, kıskançlık duygusuydu. Herkesten daha iyi olma çabasıydı. Bu fani dünya da başrolün bizzat kendimiz olma isteğiydi.
Yeni doğan erkek çocuğu için, çok canlar yakacak, aslan parçası, paşa gibi tabirlerle onu yıkılmaz olarak lanse ettiklerinden, o erkek çocuğu büyüdüğü vakit ağlamanın sefil ve utanılacak bir duygu olarak görüyor. Gözünden akmayan yaşlar, ruhuna batıyordu. Beraberinde ise öfke, kontrol bozukluğu ve yalnızlığı getiriyordu. Etrafındakilere de zarar vermekten asla kaçınmıyordu. Çünkü ailesinin, yaşadığı toplumun isteği bu yöndendi. Erkektir yapar dediler ve onun insan olduğunu unutulalar!
Yeni doğan kız çocuğu ise, bazı kesimlerde cinsiyetinden ötürü hayırlı olsuna bile gelmeyenler ve ailesinin bile çocuğunu saklamak istemesi mevcuttu. Ne üzücü ki kız çocuğunu bir utanç olarak görmeleri. Daha o küçücük beden, neler olduğunu anlamadan, o kirli elleriyle ağzını kapatmışlardı. Sen kızsın kahkaha atmayacaksın! Sen kadınsın çok konuşmayacaksın! Sen çiçeksin! Sen naifsin! Kocan, ağabeyin, baban olamadan dışarı çıkamazsın! Sen kadınsın giyinişine dikkat etmelisin! Bu başında taktığın bez parçası da ne böyle? Geri kalmış kafa ne olacak! Utanmaz bir de şort giymiş, o halde tecavüz ettiklerinde de neden ettiler demesin! Sana bakan gözleri tahrik ediyorsun!
Bize dayatılan bu tabular, daima, her yerde karşımıza çıkıyor, hayatımıza pranga vuruyordu. Asla bize bakan gözler suçlu olmuyordu. Bizlerin kadın olması bile, suçlu olmamıza yetiyordu. Peki çoğunluğun bu şekilde düşünüyor olması, onları haklı çıkarır mıydı?
Etraf savaş alanı olmuşken, göz gözü görmüyordu. Uluğ Mirza’nın vücudu kaskatı olmuştu. Hareketsiz biçimde nefes almayı bile unutmuştu. Kollarındaki cansız beden, ruhuna ağır gelmeye başlamıştı. Etrafta olup biteni bile kestiremiyordu. Uluğ’un odak noktası ellerine bulaşan kandaydı. Aklı altı yıl önceki o sabaha gitmişti, hayatındaen değer verdiği insanın günlerce, kollarında cansız bir şekilde sımsıkı tutmuştu. Ölümünü asla kabul etmiyor, ondan almak isteyenleri parçalara ayırmak istiyordu. O küçük kadın, adamın her şeyiydi. O kadının katili ise bizzat kendisiydi!
Hissizleşmiş vücudu, irkilmişti. Bedeni titremeye başlamıştı. Ne kollarında ne de ayaklarında derman kalmıştı. Uluğ Mirza yine aynı yerdeydi! Ve yine aynı tepkiyi veriyordu. Tepkisizlik! Bir şey yapmak istiyordu. Ama bir türlü kendini harekete geçiremiyordu. Dışarıda bir kaos vardı. Silah sesleri gökyüzünü inletiyordu. Fakat Uluğ Mirza bunca sesi bile duymuyor, kulağına sadece küçük bir uğultu geliyordu. Yerde dağılmış buklelerde kaldı. Orada var olmak istedi. Yıllar önce aynı bu buklelerde başını gömüyordu. O duyguyu iliklerine kadar tekrardan tatmak istemişti. Herkesin korktuğu o adam, şu an küçük bir çocuktan farkı yoktu. Zaman durmuştu! Bedeni donmuştu! Ruhu göç etmek için çırpınıyordu.
Yerde yatan kızın teni soluklaşıyordu. Kurşun, sırtına isabet etmişti. Derhal müdahale edilmesi gerekiyordu. Bunu yapacak tek kişi vardı, o da kendine bir türlü gelemiyordu. Çok kişinin ölümüne tanıklık etmiş bedeni, böylesine çaresiz kalmamıştı. O sabahı hiçbir ölüm hatırlatmamıştı. Peki neden bu kızın ölme ihtimali bile onun acılı geçmişini hatırlamasına sebep olmuştu ki? Kafası allak bullak olmuştu.
Uluğ Mirza aradan kaç zaman geçtiğinin farkına varamamıştı. Etrafı saran her ses bir anda kesilmişti. Sessizlik hükmetmişti. Silah seslerine dair hiçbir şey kalmamıştı. Tek ses denizden gelen dalganın ve rüzgârın uğultusu idi. Uluğ Mirza neler olup bittiğini önemsemiyor, sıkı sıkı tutuğu eli daha da sıkmaktan geri kalmıyordu. Adeta yaşama yetisini kaybetmiş gibiydi. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Fakat tek bir gözyaşını yine akıtamamıştı.
Uluğ Mirza ağlamanın nasıl olduğunu bile bilmiyordu. En son ne zaman ağladığını da hatırlamıyordu. Bunu ona öz annesi öğretmişti. Daha küçük yaşta düşüp dirseğini kanattığı için dayak yemişti. Her şey o zaman başlamıştı.
Kanayan dirseği ile yerde ağlamaya başlamıştı. Bunu gören annesi ise onu yerden kaldırıp, sürüklemeye başlamıştı. Ardından ücra bir köşede durup, var gücü ile tokat atmıştı. Tek sözü ise “El alemin içinde kız gibi ağlamayacaksın!” olmuştu. Duygularını açıkça belli edememesinin sebebi o kadındı. Çünkü küçük yaşta duygularını belli etiği için kaç kere cezalar almıştı. Kaç kere dayak yemişti. Geriye ise böyle bir adam kalmıştı.
“Uluğ? K-ardeşim!” Uraz telaşlı bir şekilde odaya girmiş ve bağırmıştı. Fakat gördüğü manzaradan sesi titremişti. Bu manzara onu altı yıla götürdü. Nefesi kesildi! Uluğ’un kucağındaki bedenin daha da küçüldüğünü fark etti. Kız çocuğundan farkı yoktu. Bu manzara içini sızlatmıştı. Arka arkaya Merve ile Mert gelmişti. Merve’nin ağzından tiz bir çığlık firar etmişti. Mert gördüğü manzaraya koşarcasına atlamış ve yere çömelmişti. İlk işi Mihran’ın nabzını kontrol etmek olmuştu. Mert, tıp üçüncü sınıf terkti. Yapamayacağını anlamış ve bırakmıştı. O günlerden kalma bir huyuydu. Kim olursa olsun ilk önce durumunu tespit etmeye çalışırdı. Ardından duygularını belli ederdi.
“Nabzı çok zayıf hemen müdahale edilmesi gerekiyor!” Mert, bunu Uluğ’a hitaben söylemişti. Fakat Uluğ tek noktaya Mihran’ın saçlarına bakıyordu. Duymuyordu, görmüyordu. Olan biteni kavrayamıyordu.
Bunu fark eden Mert, ne olduğunu anlayamamıştı. Kardeşi dediği adamı altı yıl önce böyle görmüştü. Neler oluyor bu adama diye içinden geçirdi. Mert var gücü ile Uraz’a seslendi.
“Urazzzz! Acele et Uluğ’u kendine getir! Yine aynı şeylerin olmasına izin vermeyeceğim! Merve sen de helikopter yollamalarını söyle acele et! Acil olduğunu söyle!” Diye var gücü ile bağırdı. Uraz koşarcasına Uluğ’a doğru gitti. Merve ise titreyen elleri ile telefon da numarayı tuşlayıp kulağına götürdü.
“S-elim abi y-ardım et! Acil Şile de ki eve helikopter gönder! Çok hızlı olsun ama lütfen! Lütfen Selim abi” dedi yalvarırcasına.
Uraz, Uluğ’un omuzlarından tutup sarsmaya başladı. Uraz, Uluğ’un bakışlarının nerede olduğunu anlayınca, koltuk altlarından tutup geriye doğru çekmeye çalıştı. Fakat Uluğ, Mihran’ın ellini bir türlü bırakmıyordu. Gücü bu adama bir türlü yetemiyordu. Ne kadar uğraşsa da sanki bedeni olduğu yere çivilenmişti.
“Uraz hadi artık uzaklaştır şu adamı. Bu sefer başar! Bu sefer yap amına koyuyum!” dedi Mert sitem edercesine. Uraz duyduğu sözler karşısın da bedeni öfkeyle yandı.
“Ulan ben keyfimden mi uzaklaştıramıyorum! Kimin gücü yetebilir ki Uluğ’a ebesini sikiyim! Kolaysa gel sen yap!” dedi Uraz nefes nefese kalmış sesle.
“Delireceğim, yeminle kafayı yiyeceğim!” dedi Mert delirmişçesine. Üstündeki gömleği bir çırpı da çıkarmış, kanayan yaranın üzerine bastırmıştı.
“Uluğ sikiyim senin travmalarını kız ölüyor! Karşındaki Saye değil o an geçmişte kaldı amına koyuyum!” Mert tüm kini ile haykırmıştı. Mert ayağa kalkmış Uluğ ‘a bir yumruk atmıştı. Fakat bakışları dahi bir milim kıpırdamamış adeta olduğu yere çivilenmişti. Uraz halen omuzlarından tutarak çekmeye çalışıyordu. Uluğ Mirza’nın dudağından çenesine doğru akan kan gözler önündeydi.
“Sikeceğim artık bu sefer kendine gel, Tolga’nın öldüğü gece Tersiyer’in adamları mekânın etrafında volta atıyorlarmış. Lan büyük ihtimalle bu kız masum, geberip gidecek elimizde bırak şu kızı!” Uraz boğazı patlarcasına bağırmıştı. Hepsi delirmek üzerelerdi.
“Uraz çekil! Ben onu nasıl kendine getireceğimi iyi biliyorum!” dedi Merve öfkeyle. Uraz ile Mert birbirlerine baktılar ardından Mert başıyla çekilmesini söyledi. Uraz yavaşça kollarını serbest bıraktı. Ellerinden destek alarak yerden kalktı.
“Ne yapabilirsin ki? Uluğ’u kendine getirecek nasıl bir şey olabilir ki?” dedi Uraz imkansız bir şeyden bahseder gibi. Merve, Uluğ’un ayak diplerine çömeldi. Elini kaldırıp çenesine koydu. Başını onun göz hizasına getirmişti. Pür dikkat hepsi Merve’in yapacaklarını izliyordu.
“Ölüyor Uluğ...” dedi Merve acımasızca. Merve’in gözünden bir yaş aktı. Bu gözyaşı bir özürdü.
“Kollarında can veren teyzen gibi,” dedi titreyen sesle. Uraz ile Mert ne yaptığını anlayınca şaşkınlıktan ağızları açılmıştı. Bunu yapmak bile bile tekrardan öldürmekti. Uluğ’un göz bebekleri titremeye başlamıştı. O ana gitti. Kaçtığı o zaman dilimi karşısındaydı. Bedenini hareket ettirmek istedi. Fakat yine yapamamıştı.
“Uyanmasını beklediğin dedenin cansız bedenine sarıldığın gibi,” Ağzından bir hıçkırık firar etti.
“Merve! Güzelim yapma dur! Bu kadarı Uluğ’a bile çok fazla.” dedi Mert. Kardeşinin yaşadıkları gözünün önüne gelmişti. Canı yanmıştı. Çok ağır şeyler yaşamıştı. Hayat onu hep aynı yerden sınıyordu. Bir türlü kaçamıyordu. Uraz içinden kendine lanetler okuyordu.
“Saye kollarında kaç gün cansız kaldı Uluğ?” Merve durmadı acımasızca bu soruyu sordu. Uluğ tokat yemişçesine irkildi. Bundan tam 9 gün öncesine gitti aklı. Acımasızca Mihran’a sorduğu sorular geldi ve o an yaptığı şeyin ne kadar iğrenç bir şey olduğunu anladı. Bir sorunun insanı nasıl da bin parçaya böldüğünü gördü. Derin bir uykudan uyanmış gibi olup biteni anlamaya çalışıyordu. Bakışlarını etrafa çevirdi, hepsinin gözünde tek duygu vardı, korku. Bakışları, kollarında buz kütlesine dönüşmüş bedene çevirdi. Elektrik çarpmışçasına ellerini çekmişti.
“Nabzı az da olsa atıyor. Yine aynı şeyleri yaşamak istemiyorsan, kalk bir şey yap. Duygularını her zaman sakladığın gibi şimdi de sakla! Zor ama kendinden önce başkalarını düşündüğün gibi şimdi de düşün. Senin canın sağ olup olmaması bir halta yaramıyor bırak da başkaları yaşasın!” dedi Merve.
Bunlar son sözler olmuştu. Uluğ ellerindeki kana baktı, elleri taşa dönüşmüş, yumruk halini almıştı. Yerdeki cam parçaları, duvarları delmiş kurşun izleri, yeri kaplamış kana baktı. Kulağına tek ses olan dalgaların hırçın sesi geldi. Perde parçalara ayrılmak istercesine çığlık atıyordu. Ruhunu susturdu! Taşa dönüşmüş bedenini kendi iradesi ile eritti.
Gözlerini küçük kız çocuğuna çevirdi. Bir insan hiç bu kadar küçülür müydü? Öyle savunmasız, öyle masumdu ki, bu görüntü içini dağlamıştı. Yüzüne gelmiş saç tutamlarını nazikçe kenara itmişti. Hiç detaylı inceleme fırsatı bulamamıştı. Nasıl bir kız olduğunu hep düşünmüş ve sadece onun kişilik analizini yapmıştı. Fakat hiç alıcı gözü ile bakmamıştı. Kumral kıvırcık saçları, hokka küçücük burnu, yüzüne orantılı büyüklükteki bal rengi gözleri, gülümsemenin en güzel haline bürünmüş dolgulu dudakları ve onu kusursuzlaştıran burnunun etrafına serpilmiş çilleri ile çok güzel bir kadındı. Hem küçük bir kız çocuğu oluyordu. Hem de yılların yükünü omzuna almış, çekici bir kadın olabiliyordu.
Ayaklarının bağını çözmüş, kendini dikleştirmiş, bir kolunu Mihran’ın bacaklarının altından geçirmiş, bir diğer kolunu da beline koymuştu. Kırılacak bir eşya gibi hareket ediyordu. İncitmekten haliyle çekiniyordu. Onu kucağına almış ve ayağa kalkmıştı. Tek kelime bile söylememişti. Yerde şokunu atlatamamış Merve, Uluğ’un bu hareketine şaşkınlıkla karşılık vermişti. Uraz ve Mert’te aynı şaşkınlıkla bakmışlardı. Haliyle kendine geleceğini düşünmemişlerdi. Daha fazla bakmamışlardı, arkalarından ilerlemişlerdi. Yavaş ve temkinli bir şekilde merdivenlerden inmeye başlamıştı. Etrafta bir uğultu vardı. Binlerce özel yetiştirilmiş askerler bir kuşun bile uçmasına izin vermiyorlardı. Etrafa yayılan bir diğer ses ise karaya inen helikopter sesi idi. Evden çıkan Uluğ Mirza’yı gören herkes hazır pozisyonuna geçmişti. Yer, cansız bedenlerle doluydu. Anlaşılan baya bir arbede çıkmıştı. Yere iniş yapmış helikopterin içinden sedye çıkartılmaya başlanmıştı. Fuat, Mihran’ı almak için, Uluğ’un yanına gelmişti.
“Abi bana ver istersen? Yorulma sen.” dedi Fuat. Uluğ öyle kötü bakmıştı ki, Fuat hemen başını yere doğru eğmişti. Uluğ başı ile kaybolmasının emrini vermişti. Fuat bir an beklemeden gitmişti.
Helikopterin içinden Doktor Selim Yılmaz inmişti. Arkasından ise sedye ile sağlık çalışanları gelmişti. Doktor Selim, Uluğ’un yanına yetişince elini omzuna atmış ve sıvazlamıştı. Sedyeyi yere koymuşlardı. Uluğ kollarındaki bedeni sedyeye yatırmıştı. Elini çekerken elli, eline değmişti. Buz kütlesine değmiş gibiydi. Bu onu tedirgin etmişti.
“Yaşat onu... Ne pahasına olursa olsun!” Uluğ duygudan yoksun sesle, Doktor Selim’e hitaben konuştu.
“Elimden geleni yapacağımı bil!” dedi, Doktor Selim yatıştırıcı bir sesle.
“Elinden gelenin fazlasını yap doktor!” dedi, net bir sesle. Doktor Selim gerilmişti. Uluğ için önemli biri olsa gerekti fakat neden bu kız çocuğunu tanımıyordu? Anlamış değildi. Mert durumu hakkında Doktor Selim ile konuşmaya başlamıştı. O esnada Mihran’ı sedye ile helikoptere taşımışlardı. Mert’te binmek üzereydi ki Uluğ’un sesi yükselmişti.
“Haberdar et!” dedi, Mert başı ile onaylamış ve helikoptere binmişti. Merve’de araba ile hastaneye gitmeye başlamıştı. Helikopter gözden kayboluncaya dek ne Uraz’dan bir ses ne de Uluğ’dan bir çıt çıkmıştı.
“Korcan nerede kaldı?” Sessizliği bozan Uluğ’du.
“Gelmek üzeredir. Etraftaki istihbarat hattını çökeltiyordu.” dedi, Uraz ciddi bir tonda. Uluğ bakışlarını Arif’e çevirmişti. Arif koşarcasına yanına gelmişti.
“Hastanede tek bir kuş uçmayacak! Mihran’ın kalacağı katta kimse olmayacak, derhal boşaltılsın!” dedi, ifadesiz bir sesle.
“Emredersin abi. Uraz abi de zaten bir numaralı ekibi görevlendirdi.” dedi, Arif. Uluğ bakışlarını denize yansıyan dolunaydan almıyordu. Kafasında büyük bir plan geçiyordu. Yıkıp yok etmeye hiç bu kadar emin olmamıştı.
“Abi bir şey daha var,” dedi Arif çekinceli tavırla. Uluğ Mirza ve Uraz başını yavaşça Arif’e doğru çevirdiler. Kaşlarını olabilecek derecede çatmıştı. Arif halen suskunluğunu korur iken Uraz dayanamamış sesini yükseltmişti.
“Çatlatma lan adamı, ne söyleyeceksen söyle!” diye verdi.
“Yakaladığımız adamlardan bir tanesi illa seninle konuşmak istiyor abi. Tersiyer’in sana bir mesajı varmış.” dedi Arif, Uluğ’a hitaben.
“Konuşturmayı beceremediniz mi? Bir de ayağına mı çağırıyor piç herif!?” dedi Uraz öfkeyle.
“Tamam Uraz! Getir.” dedi ifadesiz bir sesle. Arif aldığı emirle adamı getirmeye gitti. O sıra karanlığı aydınlatan bir araba farı göze çarpmıştı. Süratli gelen araç, ani frenle durmuştu. İçinden Korcan inmişti. Oldukça tedirgin bir şekilde yürümeye başlamıştı. Mihran’ın başına gelenler onu halice yıpratmıştı. Merve’den öğrenmişti, Uluğ’un da bir türlü kendine gelemediğini. Bu onu daha bir düşündürtmüş ve kaygılanmasına sebebiyet vermişti.
“Uluğ?” dedi çekinceli bir tavırla. Uluğ Mirza dönüp bakmamıştı bile.
“Hallettin mi?” dedi düz bir sesle. Sesli bir nefes bıraktı.
“Evet, hal oldu. Hiçbir şekilde birbirleriyle iletişime giremeyecekler.” dedi Korcan. Tereddütle kardeşine bakıyordu. İyi olduğunu öğrenmek istiyordu. Korkudan elleri titriyordu. Gözleri dolu doluydu.
“S-en iyisin değil mi?” dedi titrek nefesle. Uluğ ve Uraz ani hızla başlarını Korcan’a çevirmişlerdi. Korcan’ın gözlerinin dolduğunu fark edince sesli birer nefes bırakmışlardı.
“İyiyim, bir şey yok! Kız gibi de ağlayıp durma, büyü artık Korcan!” dedi sonlara doğru kızarak. Korcan utanmıştı.
“Korkuyorum, elimde değil” dedi gözünden akan yaşları gizlemeye çalışarak.
“Neyden korkuyorsun oğlum? Ben varken, neyden korkabilirsin ki?” dedi hayretle.
“Senin yokluğun beni çok korkutuyor!” dedi sesi bir mırıltıdan ibaretti. Uluğ şaşkınlığını gizleyememişti. Bir şey demek istedi ama ne diyeceğini bilemedi. Kal gelmişti. Bu cevabı beklemiyordu. Her şeyde ön plandaydı. Kimse onun için önüne atlamamıştı. Kardeşleri bile, bazen onun da bir insan olduğunu unutuyorlardı. Canı yanmazmış gibi davranıyorlardı. Çünkü o hiçbir duygusunu kolay kolay belli etmezdi.
Fuat ile Arif yakaladıkları adamı bir çöp poşeti gibi Uluğ’un önüne atmışlardı. Korcan’a bir şey diyememişti. Kendine gelmek adına derin bir nefes aldı. Ayak ucundaki adama bakışlarını yönlendirdi. Ağzı yüzü kanlar içerisindeki adama tiksintiyle baktı. Öfkesini en derininden hissetti. Mihran’ın o solmuş yüzü geldi. Eli yine yumruk halini almıştı. Uraz ayağı ile yere doğru sallanan adamın başını geriye itmişti. Adam ruhsuz ve mecali olmayan bakışlarını Uluğ Mirza’ya yöneltti. İyice hırpalanmıştı, başını bile sabit tutamıyordu.
“Bizi ayağına isteyecek kadar delirdiğine göre, diyeceklerin önemli olduğunu farz ediyorum. Dua et ki söyleyeceklerin ilgimizi çeksin yoksa yedi ceddinde gelse kimse seni benim elimden alamaz!” dedi Uraz öfkeyle. Adam, Uraz’ın namını duymuştu. İşkence türlerine her zaman bir yenisini ekleyip, herkesin ürkmesine sebep oluyordu. Uraz demek? Vahşet demekti. Daha on dört yaşında mahpushane dallarına yolu düşmüştü. Küçük yaşta ona vahşeti yaşatmışlardı. Peki bunca kötülüğün karşısında iyi kalması çok abes kaçmaz mıydı? Bizi biz yapan çocukluğumuzdur. Nasıl yetiştiysek öyle oluruz. Dönüp, dolaşıp hiçbir zaman kaçamadığın o çocukluğuna döneceksin. Zaman geçecek, büyüdüm diyeceksin ama küçük bir sarsıntıda çocuk gibi annenin göğsünde ağlamak isteyeceksin. Yaşlanacaksın ve yine çocuk olacaksın.
“Beni öldüremezsiniz,” dedi adam. Uluğ’a bakarak söylemişti. Çünkü biliyordu, Uraz, Uluğ’dan emir almadan bir adım atmayacağını. Uluğ tek kaşını havaya kaldırmış, pür dikkat önünde diz çökmüş adama bakıyordu.
“Sebep?” dedi Uluğ meraksız bir sesle.
“Sebep şu ki, Tersiyer öyle istiyor!” dedi, ağzı bir karış havada iken. Bu dalgacı hali Uluğ’u düşündürtmüştü. Uraz’ın öfkesi gün yüzüne çıkmıştı. Var gücü ile bağırmaya başladı.
“Eceline mi susadın ulan sen? Şimdi seni benim elimden kim alac-“ Sözünü tamamlamasına müsaade etmeden Uluğ konuşmuştu.
“Sahibin için o kadar mı değerlisin?” dedi Uluğ, bir şeylerden emin olmak istiyordu. Uraz yerinde kendini parçalamak istiyordu. Korcan ise onu sakinleştirmeye çalışıyordu.
“Değerliyim! Hem de sandığından fazla. O yüzden bana yapacağınız her şeyin mükafatı da ona göre belirlenecek.” dedi kendinden emin bir şekilde.
“Öyle diyorsan muhakkak öyledir! Tersiyer için değerli olan benim içinde değerlidir!” dedi Uluğ Mirza. Ciddi ve çok sakindi. Bunu gören Uraz ve Korcan, Uluğ’un ne yapmaya çalıştığını anlamış ve sessiz kalmışlardı. Adam böbürlenmiş daha bir diklenmişti.
“Tersiyer’in bir mesajı var demiştin, arzu edersin ki onu öğrenmek isterim.” dedi naif tutuğu bir ses tonuyla.
“Evet var,” dedi, başını kaldıramamış olacak ki tekrardan yere doğru indirmişti.
“Tam olarak şöyle dedi, Çebi, başın sağ olsun yanında olamadığım için beni maruz gör kadim dostum. Bunca kederin arasında beni unutmayıp, bana gönderdiğin sürprizin karşısında bende naçizane bir sürpriz yapmak istedim, sana layık değil elbette ama şimdilik idare et,” dedi adam.
“Piç herif!” dedi Uraz tükürürcesine. Uluğ Mirza gözlerini kıstı. Sadece bunu demiş olamaz diye düşündü.
“Başka?” dedi, tehlikeli bir ses tonuyla.
“Bu yolda kendini daha da kirletmezsen mağlup olacaksın kadim dostum. Büyük oynayacağım Çebi torunu! Seni şah damarından vuracağım. Ayaklarıma kapanacaksın! Eski hallerini özledim, kendini silkele dostum çünkü ben durmayacağım!” dedi. Uluğ bakışlarını dolunaya çevirdi ve oraya doğru yürümeye başladı.
Uçurumun kenarında hırçınca kayalıklara vuran dalganın sesi, karanlıkta yankılanan tek sesti. Uluğ Mirza ellerini cebine soktu ve ne yapacağını kesinleştirdi. Gözlerini kapattı, ardından başını gökyüzüne kaldırdı. Derin bir nefes aldı. Saye, bu gezegenden göçüp gittiğinden beri silahı eline almamıştı. Alamamıştı! Ama şimdi işin rengi değişmişti. Şimdi yıkıp yok etme zamanıydı. Eskisinden de kötü Çebilerin torununun geri döndüğünü duyurma zamanıydı.
“Nedense herkes eski halimi özlüyor, muhtemelen zaafı olup, kolaylıkla öldürülebildiğindendir. Bu sessizliğim ise ürkütüyor! Bence bu kadar özlem yeterli!” dedi, mırıltılı bir sesle, kendi kendine konuşmuştu.
“Fuat!” Diye sesini yükselti. Fuat koşarcasına ellerini birbirine geçirmiş hazır vaziyete yanında durmuştu. Uluğ başını tekrardan denize indirmiş ve gözlerini açmıştı. Gözlerinin koyuluğu ay gibi parlıyordu. Elini Fuat’a doğru uzatmıştı. Fuat ürkek bakışlarını eline indirmişti. Ne istediğini anlamıştı. Fuat, Uluğ’dan yaşça büyüktü fakat Fuat, Uluğ’u babası olarak görüyordu. Her hareketini kolayca anlayabiliyordu. Fuat sesli bir şekilde yutkunmuş ve belindeki silahı çıkartıp, Uluğ’un uzattığı eline koymuştu.
Bunu gören Uraz ve Korcan hızlıca Uluğ’un yanına yetişmişlerdi. Korcan konuşmaya başladı. “Kardeş saçmalama, sakın böyle bir şey yapma! Bunu yaptığın anda anlaşma bozulu-“ Demesine kalmadan Uluğ halen bakışları dolunaydayken silahın tetiğini çekmişti. Yerde diz çökmüş vaziyete, sırtı onlara dönük şekilde durmuş adamın, ensesine kurşun isabet etmişti. İsabet eden kurşunla birlikte yere yığılmıştı. Gökyüzünü inleten silah sesi beraberinde ölümü getirmişti. Bir can semaya doğru yükseliyordu. Ormandan gelen kurt sesleri daha bir hırçınlaşmıştı. Bütün canlılar koro şeklinde seslerini çıkartmaya başlamışlardı. Hissetmişlerdi. Bu gezegenden bir canlı daha semaya göç ediyordu.
Fuat yerde cansız yatan adamı kaldırmaları için birkaç adama emir vermişti bile. Özel yetiştirilmiş askerler hemen adamı ortadan kaldırmışlardı. Uluğ derin bir nefes aldı. Göğsü kabarmış, omuzlarını dikleştirmişti. Ve dilinden o sözcükler dökülmüştü.
“Uraz? Haber sal de ki, Çebi torunu masaya geri dönüyor!” Geceyi inleten sözcükler, göğü yarmıştı. Kıyametin habercisi olan şimşekler, semayı susturamıyordu.
“Ne diyorsun sen ya, kafan yerinde mi Uluğ? Saçmalama istersen!” dedi, Korcan şaşkın bir ifadeyle. Uluğ hiç oralı olmamıştı bile. Kafasında her şeyi hesaplamış ve tartmıştı. Emindi, yapacaklarından çok emindi.
“Ben Mert’i arıyorum. Sen onunla bir konuş, öyle gidip kime ne bok salacaksanız salarsınız!” dedi, Korcan öfkeyle.
“Saçma sapan şeyler yapıp sinirlendirme beni! Uluğ söze dökmeden kafasında karar verir, belli ki vermişte! O yüzden fazla karıştırıp bokunu çıkarma!” dedi, Uraz öfkeyle.
“Tabii sana da gün doğdu. Kına da yakarsın şimdi! Mal kafalı herif savaş başlatacaksınız farkında mısınız?” dedi, Korcan hayretle. Uraz rahat ve umursamaz bir tavır takındı.
“Eee ne güzel işte altı yıldır yaşlı moruklara dönmüştük, renk gelir biraz oğlum.” dedi umursamaz tavırla.
“Çükünü kesip eline verdiklerinde de bu kadar rahat olacak mısın acaba?” dedi Korcan. Stresli biçimde.
“İşte orda işin rengi değişir, kimseye elletmem kıymetlimi.” dedi Uraz yarı alaylı tavırla.
“Göt herifin tekisin! Bu durumda bile nasıl böyle dalga geçebiliyorsun anlamıyorum!” dedi Korcan hayretle.
“Ama bu cevabı vereceğini de biliyordum. Tanıyorum lan seni, boşuna kara panterim demiyorum,” dedi Korcan, gururla. Neşesi gün yüzüne çıkmıştı. Duygu geçişleri oldukça hızlıydı. Bir adım atıp Uraz’ın yanına gelmişti, iki elinde kaldırıp omuzlarında toz varmış gibi silkelemişti.
“Bu arada senin kıymetlin benim içinde kıymetlidir! Anlarsın ya?” dedi göz kırparak. Cilveli hâlinden asla ödün vermemişti. Uraz var gücüyle Korcan’ı itmişti.
“Siktir git Korcan, jöle gibi adamsın ulan her yerin farklı oynuyor. Ve dostum ben kadınlardan hoşlanıyorum, o yüzden yavşama artık bana!” dedi Uraz yarı alaylı tavırla. Korcan gülmeye başlamıştı.
“Sana senin farkında olmadığın bir şey söylemek istiyorum Ejderhalı kara panterim, ne yazık ki kadınlar senden pek hoşlanmıyor aşk bahçem o yüzden günün sonunda koynuma geleceğini ikimizde biliyoruz fırtınalı cennetim!” dedi Korcan. Uraz yüzünü ekşitmişti.
“Fırtınalı cennetim ne ulan, başka bir şey bulamadın mı?” dedi.
“Takıla, takıla buna mı takıldın cidden!” dedi bezgin bir tavırla.
“Buna takıldım tabii başka neye takılacağım, hem sen nerden bu şekilli şukullu lafları buluyorsun oğlum anlamış değilim!” dedi Uraz. Korcan cevap verecekken, araba sesi kulaklarına işlemişti. İkisi de o yöne dönmüştü. Uluğ arabaya yerleşmiş, arabayı çalıştırıp son süratle arabayı sürmeye başlamıştı. Korcan ile Uraz konuşmaya daldıklarından yer, zaman kavramını unutmuşlardı. İkisi de birbirlerine bakıp bir ağız dolusu küfretmişlerdi. Aynı hızla arabaya yerleşmişler ve Uraz gaza basmıştı. Uluğ’u takip etmeye başlamışlardı. Arkalarından iki araç dolusu askerle birlikte ilerliyorlardı.
“Hepsi senin yüzünden! Ne diye gevezelik yapıyorsun ki?!” dedi Uraz son sürat halindeyken.
“Ben mi gevezelik yaptım? Sen bir anda konuyu dağıttın lan, benim ne suçum var?!” dedi Korcan öfkeyle.
“Bütün yükleri onun üzerine bırakıyoruz. Biz arada bir eğlenirken, onun aklında biri daha zarar görmesin diye ne yapmalıyım geçiyor amına koyuyum!” dedi Uraz delicesine bağırarak. Direksiyona elliyle birkaç defa vurmuştu.
“Bunları gerçekten sen mi söylüyorsun, bunca zaman onu her şeyin sorumlusu olarak gördün, ne değişti de böyle düşünmeye başladın!?” dedi Korcan hayretler içerisinde.
“Çok kötüydü Can, çok kötüydü bugün,” Derin bir nefes aldı. Göğsü inip kalkmıştı.
“Onu altı yıl önce öyle görmüştüm. Yardıma muhtaç gibiydi. Yaşadıkları gözümün önüne geldi, nefes alamadım sandım Can, yaşadıkları bizi böylesine kahrediyorken o nasıl taşıyor bu yükü?” dedi titrek vaziyete.
“Onun da imtihanı bu demek ki! Hep aynı yerden sınanmaktır belki de kaderi. Ama en kötüsü ne biliyor musun Uraz?” dedi Korcan. Camı açmış, nefes almaya çalıştı. Ön de ilerleyen Uluğ’u, takip halindeydiler. Orman yolunu arkalarında bırakmış, şehir merkezine doğru yol almaya başlamışlardı.
“Birimize bir şey olduğunda utanıyor, hiçbirimizle göz göze gelemiyor. Başkasının onu suçlamasına gerek kalmadan kendini cezalandırıyor. Ve biz onun çoğu zaman insan olduğunu unutuyoruz. Uluğ’dur o, onun duyguları yoktur, o ağlamaz, o dizlerinin üzerine çökemez ki. Başımıza bir şey gelsin her zaman ona koştuk ama onun başına bir şey geldiğinde hep tek halletti! Çünkü onun koşacak kimsesi olmadı. Uraz o bizim gibi değil onun annesi hayatta ama bazen diyorum ki böyle bir annem olacağına iyi ki ölmüş iyi ki hayata değil. Bu düşüncenin altında eziliyorum.” dedi Korcan gözünden akan yaşları silerken. İkisi de yüzlerine çarpan gerçeklikle boyunlarını bükmüşlerdi. Nefes almayı bile unutmuşlardı.
Uluğ arabasını son surat sürmeye devam ediyordu. Kırk dakikanın sonunda Köksoy Hastanesine yetişmişti. Araba durmuş, yavaş adımlarla arabadan inmişti. Koca binanın önünde durmuş, seyre dalmıştı. Bir adım atamadı, elli yumruk halini almıştı. Duyacağı şeyden öylesine korkuyordu ki! Bakışları hala yerini koruyan kana gitti. Kan gölünde olduğu anları hatırladı ama böylesine midesinin bulandığına şahit olmamıştı. Değişik hissediyordu. Neden böyle hissettiğini anlamadı.
Mihran’ı tanıyalı 12 Gün, 288 saat, 17280 dakika, 1036 800 saniye olmuştu. Bu kısa sürede ne olmuştu da canı yansa canı yanmaya başlamıştı. Saye’ye benzediği için mi? Saye’yi özlediği için mi? Ya da vicdan azabından mı? Mihran’ı ona çeken bunlardan biriydi. Ama hangisi? Kalbi Saye öldüğünde veya dedesi intihar ettiğinde, Teyzesi kollarında can verdiğinde, böylesine attığına şahit olmamıştı. Bir şey oluyordu, derinden bunu hissedebiliyordu. Belki de yaşı ilerledikçe artık bu ölüm kavramına tahammülü kalamıyordu.
“Abi içeri girmeyecek misin?” dedi Fuat. Etrafı saran özel askerler, güvenliği sağlıyorlardı. Uraz ile Korcan çekingen tavırla Uluğ’un yanında durmuşlardı.
“Yok... Gir sen bir durumunu öğren.” dedi ruhsuz bir tınıyla. Fuat şaşırmıştı. Buraya kadar gelip hastaneye girmemesine anlam veremedi. Hiç böylesine bocalamış biçimde onu görmemişti.
“Emredersin abi.” dedi Fuat, tam gidecektik ki Korcan’ın sesi duyulmuştu.
“Bende bir geçip Merve’ye bakıyım.” Deyip Fuat ile ilerlemeye başlamışlardı.
Uluğ daha fazla ayakta kalmayıp, hastanenin karşısında duran banka oturmuştu. Uraz’da yanına oturmuştu. Bir süre sessizliğin sesini dinlemişlerdi. Karşıda oturan iki çift vardı, birbirlerine sarılmış sessizce gözyaşı döküyorlardı. Kenarda yaşlı bir amca elinde tuttuğu fuları yüzüne gömüş, içine çeke çeke kokluyordu. Bir diğer tarafta mutluluktan havaya uçan adamın sesi yankılanıyordu; -Baba oldum, duyan duymayanlara haber versin, ben bugün baba oldum.- diyordu. İki yakın dostun içinden aynı şeyler geçmişti.
“İlk karşılaştığımız anı hatırlıyor musun?” dedi, Uraz silik bir tebessümle. Uluğ hiçbir tepki vermemişti.
“Unutmak ne mümkün, benden ilk meydan dayağını yemiştin, ölsem unutmam!” Düz fakat iyiyim mesajını vermek için rol yapmıştı. Uraz oturduğu yerde dikleşmiş, Uluğ’a doğru dönmüştü.
“Göt, göt konuşma! Karizman bozulmasın diye durmadan beni dövdüğünü söylüyorsun! Koçum en son altımda nasıl da çırpınıyordun, ne çabuk unuttun!” dedi, kanıtlamaya çalışarak.
“De git Uraz, oradaki ben olmazsam inanacağım! Hadi abim büyüde gel.” dedi dudaklarına ukde kalan tebessüm ile.
“Lan,” dedi Uraz, Korcan’ın taklidini yapmaya çalışarak, cilveli bir tonda. Uluğ yarım ağızla gülmüştü. Göz ucuyla Uraz’a bakış atmıştı.
“Hııı…” dedi Uluğ, ağzının içinde. Uraz omzunu Uluğ’un omzuna vurmuştu.
“Pişt,” dedi, bakışları davetkardı.
“Iııı…” dedi Uluğ umursamıyormuş gibi.
“Ayyy,” dedi yine aynı tonda.
“Uraz öteye git kardeşim! Ben kadınlardan hoşlanıyorum.” dedi gülerek.
“Uhhyyy,” Uraz, bir türlü durmuyordu. Bunca sıkıntının içinde birbirlerine takılacak şeyler buluyorlardı.
“Oğlum sen bana mı asılıyorsun? Bu nasıl bir yokluk.” dedi Uluğ alaylı bir sesle. Keyfi az da olsa yerine gelmişti.
“Aramıza girme, şu an bir güzelle flört etmeye çalışıyorum.” dedi Uraz önemli bir iş üstündeymiş gibi. “O güzel ben miyim?” dedi yorgun ve alaylı sesle. Uraz sesli bir kahkaha atmıştı.
“Sormadığını farz ediyorum,” dedi Uraz gülerek. Uluğ, uslanmaz bir bakış atmıştı.
“Onu bunu boş ver de itiraf et eski günleri özledin değil mi?” dedi heyecanlı sesle. Uluğ yeniden yüzüne kara bulutlar inmişti. Altı yıldır o silahı eline almamıştı. Bedeninin ve ruhunun bu yüzden kasıldığını hissediyordu. Hiçbir zaman bu hayatı istememişti. Hiç böyle bir adam olmak istememişti.
“Cevap vermediğine göre sende özlemişsin, ohh be bir an üzüldüğünü sandım…Valla kalbime inerdi.” İç çekerek söylendi Uraz. Uluğ başını yere doğru indirmiş bakışları birbirine kenetlenmiş kanlı ellerindeydi. Tek kelime edememişti. Ne diye bilirdi ki? Kendini ifade edecek bir dil bile yoktu. Bu konunun kapanması lazımdı.
“Haber verdin mi?” dedi duygu barındırmayan bir sesle.
“Yol da gelirken haber verdim merak etme! Ama bir şey diyeyim mi şok oldular. Telefonlar susmuyor, kimsenin cevap vermesine de müsaade etmedim. Belli korktular, tabii eski günlere dönmekten endişeliler. Fakat şöyle bir sorun var ki Zafer Usta’dan çekeceğimiz var bilesin” dedi eğlenen sesle.
“Korkmalılar Uraz! Hem de çok korkmalılar. Ben bile dönüşeceğim kişiden korkarken, onların korkmaları abes kalıyor. Eski Çebiyi mumla arayacaklar, büyük oynamak ne demek göstermem gerekiyor. Oyunu başlatan onlar, yıkan ise ben olacağım! Bu yolda herkesin ölmesini göze alıyorum! Yanımda olan öleceğini kafasına kazıması lazım! Yanımda olmayan ise benden oldukça uzağa gitmesi gerekiyor!” dedi acımasızca. Uraz dehşet içerisinde Uluğ’u dinliyordu. Herkesten vazgeçecek kadar nasıl dellendiğini anlamamıştı.
“Peki Lila ve ikizlerde mi buna dahil?” dedi şüpheyle. Uluğ başını hızlıca Uraz’a çevirmişti.
“O kadar uzun boylu değil! Hiçbir yürek onlara elleyemez!” dedi öfkeyle.
“Önlemini almış gibi konuşuyorsun?” dedi Uraz düşünceli bir tavırla.
“Sadece üçüsünün güvenliğinden emin olduğumu bil.” Duygu barındırmayan bir sesle konuşmuştu. Uraz tereddütle kıvranmaya başladı. Bir şey söylemek istiyor ama nasıl söyleyeceğini bilmiyordu. Derin bir nefes aldı ve birden sormuştu.
“Peki Aker abi?” dedi Uraz mırıltılı sesle. Uluğ eğdiği başını kaldırıp, sırtını banka yaslamıştı. Aker, Uluğ Mirza’nın husumetli ağabeysiydi. Birbirlerine düşman iki kardeşlerdi. Beş kardeştiler. En büyüğü Aker, Uluğ Mirza’dan bir yaş büyüktü, yani 28 yaşındaydı. Ardından Uluğ, sonra ise ikizler geliyorlardı, onlarda 21 yaşındalardı, en küçükleri ise Lila’ydı, o da 16 yaşındaydı.
“O kendi başının çaresine bakar. Eşek kadar adam, benim sorumluluğum da değil!” dedi Uluğ umursamaz tavırla.
“Ben yine de bir önlemimi alsam iyi olur gibi?” dedi Uraz tereddütle. Uluğ hiçbir şey dememişti. Uraz bu sessizliği onay olarak kabul edip derin bir nefes vermişti.
Bütün yük ve sorunlar bir anda ortaya çıkmıştı. Hepsini çıkmaza sürüklüyor ve yoruyordu. Bu yaşantıdan Uraz hariç kimse memnun değildi. O sıra da hastane kapısında Mert, Merve ve Korcan belirmişti. Uluğ hızlıca ayağa kalkmıştı. Uraz bu tepkiyi vermesine şaşırmış, o da ayak uydurarak yavaşça ayağa kalkmıştı.
Merve utançla başını yere eğdi. Uluğ’a o sözleri söylediği için utanıyordu.
“Durum nedir Mert? Bir sorun yok değil mi?” dedi Uluğ, sakin olduğunu göstermek için umursamaz bir tavır takınmıştı.
“Erken müdahale edilmediğinden çok fazla kan kaybetmiş. Kan grubu nadir bulunanlar arasında olduğundan her ihtimale karşı şirkette kim bu kana sahipse hastaneye çağırttım. Uraz sende git ver, aramızda tek seninki uyuşuyor. Şu an ise ameliyathanede kritik bir durum yok. İç organlarına isabet etmediğinden hepimiz gidip bir şükür namazı kılalım!” dedi Mert stresli biçimde. Uluğ’un takıldığı tek yer olmuştu, erken müdahale edilmemesi. Benliğinden nefret etmişti. Zamanında Saye’yi bırakmamış ve ölmesine sebep olmuştu. Yeniden böyle bir durumla karşı karşıya kalması onu Per perişan etmişti. Utanıyordu! Kendinden ölesiye utanıyordu.
“Aynı kana mı sahibiz? Bir yanlışlık olmuş olmasın Mertçiğim!” dedi Uraz, umursamaz bir tavırla.
“Le havle... Le havle! Yanlışlık manlışlık yok Uraz Efendi. Bu mutluluğun da gözümü yaşartıyor. Sonunda istediğin oldu diye bir yerlerine kına yak tamam mı!?” dedi bütün öfkesi sesine yansımıştı. Uraz gülüşünü bozmadan ilerlemeye başlamıştı.
“Cık, cıkk, cıkk…Gidip Cesur kızımızın hayatını kurtarayım da iyilik elçisi falan seçileyim bari!” Dalga geçercesine söylenip hastaneye doğru ilerledi. Arkasından Mert bir of çekmişti. Ve bütün dikkatini Uluğ’a çevirdi. Ateşini bu sefer Uluğ’a püskürtmeyi planlıyordu.
“Sen bunu nasıl yaparsın Uluğ? Hangi kafayla buna cüret ettiğini anlamadım! Hiçbirimizin canı kıymetli değil mi? Nasıl olurda kendi başına bu kararları alıyorsun? Masaya geri dönmekte nerden çıktı? Biz kimiz lan? Bu kadar basit mi oğlum? Yüzüme bak benim! Hey sana diyorum… Uluğ, la-“Sözünün bitmesine müsaade etmeden Uluğ arkasına dönmüş ve ilerlemeye başlamıştı. Mert bu tavrından daha bir delirmişti. Bir an beklemeden önünü kesmiş omzundan onu geriye itmişti. O sırada özel üç araç hastanenin önünde durmuşlardı. İçlerinden özel korumalar inip yerlerini aldılar. Zafer Usta bütün dinamikliği ile araçtan indi. Bakışları direk Uluğ’ları hedef almıştı. Onlara doğru ilerlemeye başlamıştı ki duyduğu sözlerden yerinde durmuştu.
“Yok öyle arkaya dönüp gitmek. Hesap vereceksin! Söz konusu Merve’nin ve ailemin canıysa bana hesap vermek zorundasın! Anlıyor musun?” dedi Mert öfkeyle. Uluğ, Mert’in öfkesine nazaran oldukça sakindi.
“Zorunda değilsin Mert. Hiçbirinizin hiçbir zorunluluğu yok. Benden ne kadar uzaklaşırsan tehlike bir o kadar azalır, bunu en iyi sen biliyorsun. Mantıklı düşününce aklı olan benden uzakta bir hayat yaşar. Durma pılını pırtını topla Merve ve Korcan’ı al ve git. Tüm samimiyetimle bunu söylüyorum kardeşim. Git!” dedi Uluğ düz bir sesle. Mert kaşlarını daha bir çatmıştı.
“Gözden çıkarmışsın, hepimizi gözden çıkarmışsın. Peki neden? Altı yılda bir çoğumuz yaralandık ama seni böylesine raydan çıktığını görmedim. Neden Mihran vurulduğun da gemileri yaktın? Anlamıyorum Uluğ! Bir türlü anlamıyorum!” dedi Mert hayretle. Uluğ bakışlarını Mert’in arkasında duran Zafer Ustaya çevirdi. Aralarında sözsüz bir konuşma geçti. Kısa bir bakışmaydı.
“Bunun Mihran ile hiçbir ilgisi yok. Tersiyer durmayacak! Teker, teker etrafımdakilere zarar vermeden durmayacak. Amacı onun gibi benim de yalnız kalmam. O yüzden onu derhal öldürmem gerek. Etrafımda olan uçan kuşu bile öldürmek istiyor. Yılardır bir anlaşmadır bitmedi, geçtim kenara oturdum. Bana söz geçirte bildiler, söz de onu da durduracaklardı ama umurlarında bile olmadı. O halde benim de ayağa kalkma zamanım geldi mi Mert? Maalesef ki bu kendi isteğim değil kaderin bana biçtiği bir oyun. Varlığım ölümleri beraberinde getiriyor. Bir şansım olsaydı Mert, böyle bir hayatı istemezdim.” dedi Uluğ düz bir sesle. Mert ne diyeceğini bilemedi. Haklıydı ama dostu için endişe duyuyordu.
“Gitme işini bir düşün sen, Merve ile Korcan’la konuş. Çatma kaşlarını hemen, Kıyamet kopacak Mert. Geçmişi sil at, çünkü önüme kim çıkarsa ezmeye hazırım!” dedi Uluğ kararlı ve sessiz bir sesle. Mert, üzgün bir şekilde Uluğ’a baktı.
“Mihran’a zarar gelince mi anladın bunu? Senin yüzünden tekrardan masum biri daha ölüyordu. Seni uyarmıştım Uluğ, Mihran’a zarar gelecek olursa seni karşıma alırım dedim, ama belli ki sen beni ciddiye almamışsın.” Araya giren Zafer Ustanın sesiydi. Öfkesi bir beden halini almıştı. Uluğ ile arasında bir adımlık mesafe bırakmıştı. Uluğ titrek bir nefes bıraktı. Korcan ve Merve elleri sıkıca tutmuş bir şekilde gelmişlerdi.
“Usta, Uluğ’un elinde olsa izin verir miydi? Allah aşkına ya bütün suçu ona atamayız. Bu çok büyük bir haksızlık olur!” dedi Merve sitem edercesine.
“Onu ben yetiştirdim! Hataya yer yok, böylesine başına buyruk davranamaz! Hele ki seni uyarmışken Uluğ, Mihran’a bir şey olursa karşı karşıya geliriz dedim. Sen ne yaptın? Sözümü çiğnedin! Yetmedi bana sormadan Tersiyer’e meydan okudun, o da yetmedi masaya geri döneceğinin emrini verdin. Yol boyunca bir türlü seni bu kadar delirtenin ne olduğu çözemedim!?” dedi Zafer Usta öfkeyle.
“Kendi ağzınla diyorsun, senin yetiştirdiğin bir adamı dünkü tanıdığın bir kız için karşına alacağını mı söylüyorsun? Bu mu senin babalığın?” dedi Korcan sinirle. Korcan’ın bu tepkisi herkesi şaşırtmıştı. Merve’de Zafer Usta’nın üzerine yürümüş, kin püskürtmüştü.
“Nedeni belli değil mi Can? Mihran’ın, kızına yani Saye’ye benzerliği var diye değil mi? Onun yokluğunu Mihran’la kapatmak istediğinden bu anlamsız tepkin! Haksızsam, haksızsın de!!” dedi Merve. Ağzının ayarı hiçbir zaman olmamıştı. Söz konusu aile bildiği bu dört kişinin ayaklarına taş değse pençelerini çıkartıyordu.
“Bu ne cüret, utanmaz! Sana verdiğim tüm emekler zehir zıkkım olsun inşallah!” dedi Zafer Usta tiksinircesine. Mert, Merve’yi arkasına çekip tüm öfkesiyle bağırdı.
“Laflarına dikkat et Usta! Karşındaki benim sevdiğim kadın ona yapacağın her hareket bana yapılmış sayarım!” Zafer Usta hayretler içerisine yetiştirdiği çocuklara baktı. Tam cevap verecekken Uluğ’un sesi onu susturmuştu.
“İstemezdim… Böyle olsun istemezdim.” dedi Uluğ mahcup bir sesle. Mert, Merve ve Korcan şaşkınlıktan ağızları açılmıştı.
“Ama oldu demi!?“dedi Zafer Usta, azarlar şekilde. Uluğ sessiz kalmıştı. Zafer Usta, Uluğ’a daha fazla yaklaşmıştı.
“Mihran kendine gelsin onu kendi evime götüreceğim. Artık benle kalacak! En azından bu bilmece çözülünceye kadar. İtiraz etmeye kalkma, az önce senin de dediğin gibi kim senden ne kadar uzakta yaşarsa tehlike de bir o kadar azalırdı değil mi evlat?” dedi Zafer Usta ima kokan bir sesle. Uluğ eğdiği başı hızlıca kaldırmıştı. Mahcup olan gözleri öfkeyle kaplanmaya başlanmıştı.
“Olmayacak öyle bir şey! Mihran benim himayemde. Bu ilk ve sondu. Bir daha zarar görmesine müsaade etmeyeceğim!” dedi itiraz istemeyen bir ses tonuyla.
“Ama zarar gördü değil mi? Tekrardan görmeyeceğini nerden bilebilirsin? Hem zarar gördüğünde donup kaldığından yaşayacak olsa bile senin saçmalığın yüzünden ölür! O yüzden Mihran’ın bende kalması daha sağlıklı.” dedi Zafer Usta kindar bir sesle. Uluğ’un kirpikleri titremişti. Nefes alışverişleri bile hızlanmıştı.
“Usta bendeki emeklerini göz ardı edemem ama sana biat edeceğimi düşünüyorsan da çok büyük bir yanılgıya düşersin! Gücün yetiyorsa Mihran’ı almaya kalk, bak bakalım kim kimin karşısına geçiyor. Sana olan saygım ve hürmetim duruyorken kullandığın kelimeleri seçerek söylemeni tavsiye ediyorum!” dedi öfkeli tınıyla. Zafer Usta kendine gelmiş gibi az önce söylediği sözcükler yüzüne çarpmıştı. Uluğ’ dokunmak için adım atıyordu ki, Uluğ daha erken davranıp geriye adım atmıştı.
“U-luğ, oğlum…” Zafer Ustanın sesi titremişti.
“Sen oğlunu altı yıl önce, kızınla birlikte gömmüşsün de şimdi belli etmeye başlamışsın Usta!” dedi Uluğ, acımasız bir sesle. Zafer Usta vücudu buz kütlesine dönmüştü. Göğsüne bir ağrı saplandı. Refleks olarak eli göğsüne gitmiş, ovalamaya başlamıştı. Araya bir ses girdi ve bu kasvetli havayı dağıttı.
“Ağalar iyilik elçiniz geldi, kalkın bir hazır duruşa girin bakıyım.” dedi Uraz, kolundaki bandajı göstererek. Etraftaki kasveti fark edince tekrardan konuşmuştu.
“Bir gerginlik, bir gerginlik bu kadar takmayın yav, erken kırışıklığa sebep olur bakın demedi demeyin!” dedi keyfi yerinde olan bir sesle. Herkes Uraz’ın bu tavrından bezmişlerdi. Mazoşist olduğunu düşünüyorlardı. Çünkü acı çektirmekten ve çekmekten oldukça haz duyuyordu.
“Urazzz!” Mert uyarı tonunda söylemişti.
“Of be tamam sizinle takılmaya da gelinmiyor. Uzatmadan söyleyeyim o zaman Mihran ameliyattan çıkmış bilginize.” dedi Uraz umursamaz tavırla. Uluğ, hızlıca Uraz’a doğru döndü.
“Durumu nasıl? İyi mi?” dedi Ulu�
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.24k Okunma |
323 Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |