
“Ancak yeni doğan bir bebek baştan başlayabilir. Sen, ben… Bizler artık geçmiş zamanız. Bir anlık öfke, binlerce sahne… “
(John Steinbeck)
FEVERAN
-
HARABE
🕊️
Derler ki her bitiş yeni bir başlangıcın müjdesidir, bana göre ise her bitiş, bir bitiştir. Bitmiştir işte, daha neyin başlangıcı olabilir ki? Aslında bir romanın bitimine benzetiyorum, o roman yazılıp bitirilmiş, orada hissedilen, yaşanılan her şey o anlarda kalmış. Yazar tekrardan yazmak istese bile aynı tadı alamayacaktır. Ama yeniden farklı bir hikâyeyi kaleme aldığında heyecanı doruklarda hissedecektir. Sonra onun da bir sonu olacak, sonra diğerinin de… Böyle böyle derken zaman geçecek. Geriye baktığımızda ise yaşanmış hatıralar olarak hafızamızda yer alacak.
Üzerimde farklı duyguların gezdiğini hissediyorum. Bunlar beni şaşkına çeviren, tanımını yapamayacağım duygular. İçimdeki matem dağılmış yerine şenlik havası gelmişti. Yıllardır bu duyguya hasret olan bedenim ve ruhum rahat bir nefes aldığını görüyorum. Bir cevap arıyorum ama bir türlü bulamıyorum. Beni bu denli huzura kavuşturan sebebi arıyorum fakat yanıt alamıyorum.
Oysaki dertlerim, yaralarım halen benle birlikte hüküm sürmekte. Bir yere gittikleri yoktu amma velakin içimin hafiflediğini hissediyorum. Bir şeylere çok şaşırmıyorum veya tepkilerim öyle büyük olmuyordu. Her şey olabilir gibi geliyordu. Üzülüyorum, kırılıyorum ama sadece bunlar o anlık oluyordu. Sonra hiçbir şey olmamış, etkilememişim gibi devam ediyorum. Aslında, bunca acının bir isyanı olmalı. Nerede patlak vereceğimi oldukça merak ediyorum?
Düşünce denizinde çırpınan bedenim, olan biteni kavramaya çalışıyor. Bir oyunun içerisindeyim. Acımasızlığın kol gezdiği bir oyun. Sağ çıkacak mıyım işte bu muammaydı! Elimdeki notta yazılan her bir söz beynimde çınlıyor. Tekrar tekrar okumaya çalışıyorum. Karşımda, kapının pervazında ise Uluğ durmuştu. Bunu ona göstermeli miydim? Gerçekten de bilmiyorum. Ben bir şey anlamamışken, bunu ona göstermek saçma olurdu. Ve bu notta yazılanlar doğru ise karşımda duran adam benim düşmanım oluyordu. Bakışlarımı ona yöneltim, anlamsızca yüzüme bakıyordu. Bedenini hareket ettirip, temkinli adım atıp, makyaj masama ellindeki su bardağını bıraktı. Vücudunu bana doğru döndürdü ve olduğu yerde durdu.
“Elindeki ne? Bir sorun mu var?” dedi şüpheci bir tavırla. Elimde olan kâğıt parçasını ikiye katlayıp avcumun içine hapsettim. Bedenim ben düşünmeden kararını vermiş, kâğıdı saklamaya koyulmuştu. Her şeyi kafamda netleştirmem ve kimin benim düşmanım ya da dostum olduğunu kestirmem gerekiyordu. O yüzden kendimi toparlayıp hiçbir sorunun olmadığını Uluğ’a inandırmam lazımdı.
“Kâğıt parçası, görmüyor musun?” dedim üste çıkmak isteyen tavırla, o yüzden umursamaz bir sesle konuştum. Yüzünde hiçbir mimik oynamadı. Sanki kıvırma, ne bok yiyorsan dökül der gibi bakıyordu. Ve bu bakışlarının altında kasılmadan edemiyorum.
“Onu kastetmediğimi sende biliyorsun Mihran, ne var o kâğıtta?” dedi uzatmak istemezcesine. Yalan söylemeliydim. Başka çarem yoktu.
“Annemin cebime sıkıştırdığı basit bir not, hepsi bu kadar. Ne diye uzatıyorsun?” İstemsizce sesimi yükseltmiştim. Hem de ondan hazzetmediğimi belli edercesine. Bu tepkim kaşlarını çatmasına sebebiyet vermiş ve bütün yüzümü detaylıca incelemeye koyulmuştu. En son gözlerimde durdu ve bir şeyleri anlamaya çalışmak ister gibi gözlerimin en derinine baktı.
“İyi misin sen? Az önce gayet de güzel konuşuyorduk, ne oldu da ilk tanıştığımız bakışlarını bana yöneltmene neden oldu? Basit bir not ise niye tedirgin bir yüzle karşılaştım ben?” dedi bir şeyleri çözmek ister gibi.
“Ne alakası var, anlamıyorum. İki kelam ettik diye bana yaptıklarını unutacak kadar aptal değilim! Ve birinin beni sorguya çekmesinden de nefret ederim. Senin yüzünden ben bu yatağa, bu eve bağlandım, sıkıntıdan patlamak üzereyim. Sayen de bu yatakta çürüyeceğim. Sence de yüzümde tedirginliğin olması normal değil mi Uluğ?” dedim gerçekleri yüzüne vurarak. Aslında yalan söylemiyorum, hepsi doğruydu. Fakat şu anki gündemden uzaklaşmak için bu doğruları öne sürmem gerekiyordu.
“Farkındayım ama bunların şu anki olayla bir ilgisinin olduğunu düşünmüyorum! Mihran, o kâğıdı görebilir miyim?” dediklerim hiçbir işe yaramamıştı. Yalan söyleyip, söylemediğimi anlıyordu. Nasıl başarıyor bilmiyorum ama sanki beni, benden daha iyi tanıyordu. Bir şey yapmam gerekiyor, bir şey… Aklıma gelen fikirle, hareket ettim. Ani hızla ayağa kalktım ve bu kalkışım oyunken gerçeğe dönüştü. Sırtıma giren ağrıyla, ağzımdan bir nida kaçtı. Uluğ hızlıca yanıma gelmiş ve beni belimden tutmuştu.
“Kafayı mı yedin sen, ne yaptığını sanıyorsun? Kendine dikkat et biraz, farkında mısın bilmiyorum ama yaralısın.” Sinirle bu sözleri sarf etmiş ve beni yatağa oturtmuştu. Arkamda olan yastığı dikleştirip rahat bir şekilde yaslanmamı sağlamıştı. Oldukça yakınımda duruyordu. Bu yakınlık avuçlarımın terlemesine sebep oluyor.
“Sinirlerimi bozuyorsun, sonra da sakin olmamı bekliyorsun. Sana annemden bir not dememe rağmen, arkandan bir iş çevirebilirmişim gibi ısrarla notu görmek istiyorsun Uluğ! Seninle tartışacak gücüm yok, rica etsem odadan çıkar mısın?” dedim kırgın rolü yaparak. Yüzünde salisesinde maskenin indiğini gördüm. Detaylıca bütün yüzümü incelemeye başladı.
“Hislerim her zaman beni doğruya götürür Mihran. Sadece bir tehlikenin olduğunu sezdim amacım seni kırmak değildi.” Kendini açıklamak ister gibi konuştu.
“Tamam, yeterince yoruldum bugün. İzin verirsen dinlenmek istiyorum.” dedim bitkin bir sesle. Oldukça iyi rol yaptığımı fark ettim. Yüzü düşünür bir hal aldı. Kafası karışmıştı fakat diretmek istemiyor gibi bir tavır sergiledi.
“Peki sen bilirsin… Ama sana bir uyarıda bulunmak istiyorum,” Demiş ve iki ellini de ceplerine sokmuştu. Nefes alışverişiyle göğsü inip kalkmıştı.
“Karşımda olma Mihran, kimseye sızlamayan şu kalbim senin için merhamet etmeye başlamışken bunu bize yapma! Bir şey yaparken lütfen bu dediklerim aklına gelsin ve öyle hareket et, olur mu?” Tane tane, göz bebeklerimin içine bakarak söylemişti. Son kez bakmış ve makyaj masasının üzerindeki su bardağını alıp tam dibimde duran komidinin üzerine bırakmıştı. Yakınımda olan bedenini bir süre orada bırakmış, ardından hızlıca odadan çıkmıştı.
Gidişiyle bütün kelimeleri beynimde çınlamaya başladı bile. Sanki geleceği görüyor gibi konuşmuştu. Başımı komidine çevirdim, bıraktığı suda takılı kaldım. Ardından ikiye katladığım kâğıt parçasını geri açtım. Göğsümün üzerine bir öküz oturmuş gibi nefes alamadığımı hissettim.
“Çok büyük bir oyunun içerisindesin Mihran! Kurtlar sofrasının merkezindesin ve gözünü açmazsan yem olacaksın. Yanındaymış gibi görünenler asıl karşında olanlar. Karşında olanlar ise tam yanında olanlar. Gözünü aç, sana yaklaşacaklar ve dost olmak isteyecekler sakın izin verme! Acımadan seni yem edecekler! Uluğ Mirza Köksoy büyük bir savaş başlattı ve seni yem olarak kullanacak! Kendini yedirtme! Ve sana bir şeyi iletmek isterim, O coração é uma armadilha, não se renda! Aklındaki soru işaretlerini gidermek istersen aşağıdaki numaradan bana ulaşabilirsin.”
Kafam allak bulak olmuştu. Yolumu bulamıyorum. Çıkmazdaydım. Ne dostum belli ne de düşmanım! Meczup gibi dolaşıyorum. Ellime telefonumu alarak arama motoruna girdim ve son yazılan kelimeleri yazdım, Portekizce diline ait olan kelimelermiş ve manası; Kalp tuzaktır, teslim olma! Ne demek isteniyor, buradan ne gibi bir mesaj alabilirdim ki?
Bu düşüncelerle bedenimi boğmak istemiyorum. Yeterince hayatım berbatken daha da kendimi yormak istemiyorum. Elimde duran kâğıt parçasını tekrardan yastığımın altına koydum. Başka hiçbir yere saklayamazdım. Zor olacağını bile bile başımı yastığa koydum. Sırtıma dikkat ederek rahat bir pozisyon aldım. Tek kurtuluşum olan uykunun kucağına kendimi bıraktım.
Sabahın ilk ışıkları odaya doğmuştu. Işık hüzmeleri gözümü kamaştırıp, uyanmamı sağladı. Saatin kaça geldiğini bilmek için komidinin üzerindeki çalar saate baktım. Saat, 8’i geçmek üzereydi. Temkinli bir şekilde yattığım yerden doğruldum. Yavaşça ayağa kalktım ve lavaboya doğru gittim, sırtım biraz zorluyordu ama öyle dayanılmayacak bir ağrı yoktu. Lavaboya geçip tüm işlerimi hallettikten sonra odaya geri döndüm. Terlediğimi fark ettim, üstüme yapışan tişört bir hayli beni rahatsız etmişti. Dikkatli bir şekilde kıyafet dolabına doğru gittim. Kapağını açıp içinden yeni bir tişört çıkartım. Altımda da bir şort vardı. Dün Merve giydirmişti. Bu birkaç günde her şeyimle ilgilenmişti. Her ne kadar istemesem de zorla yanımda olmuştu. Yatağa yeni çıkarttığım tişörtü attım ve dolabın kapağını kapattım.
Tişörtümün eteklerinden tutup, göğüs hizama kadar temkinlice kaldırdım. Tam başımdan çıkartmak üzereydim ki kapım destursuzca açılmıştı. O telaşla tişörtümü geri indirdim. Ve gelen kişiye baktım. Uluğ gelmiş ve arakasına dönmüştü.
“Kusura bakma kapıyı çalmam gerekiyordu. Müsait misin? Döneyim mi?” Demişti. Tuhaf hissetmiştim, nedenini bilmeden.
“Evet dönebilirsin.” dedim. O da hemen dönmüş ve üstüme bakışlarını çevirmişti. Bir şey aklına gelmiş gibi kaşlarını çatmıştı. Ardından bakma işini halledince gözlerime çıkmıştı.
“Neden kendini yoruyorsun? Merve’yi ya da bir çalışanı çağırsaydın ya?” Demiş ve kaşlarını çatmadan edememişti.
“Kendim hallederim, size ihtiyacım yok! Hem iyileştim sayılır.” Mahcup bir ifade ile konuştum. Bu elimde olmadan gerçekleşen bir durumdu. Bakınmaya muhtaçmış gibi olmak sinirlerimi bozuyordu. Uluğ’un yüzünde farklı şeylerin geçtiğini gördüm. Derinlemesine bana bakmaya başladı.
“Muhakkak halledersin de daha iyileşmedin ve bizim yüzümüzden bu durumdasın o yüzden sana bakmakla yükümlüyüz. Merve’yi çağırmaya gidiyorum, bekle sen hemen dönerim.” Demiş ve arkasına dönmüştü.
“Gerek yok diyorum Uluğ, neden anlamıyorsun? Üç gündür yeterince Merve her şeyimle ilgilendi istemiyorum artık! Anlayışla karşıla lütfen.” dedim itiraz kabul etmeyen bir sesle. Gerçekten de artık bu durumdan rahatsız oluyorum. Uluğ durmuş ve tekrardan bana doğru dönmüştü.
“Peki yardımcılardan birini çağırsam?” Demiş düşünceli bir sesle. Ben mi anlatamıyorum yoksa o mu anlamak istemiyordu?
“İstemiyorum diyorum Uluğ! Çık sen ben kendi işimi kendim hallederim.” dedim sitem edercesine. Kaşlarını daha bir çattı ardından düşünceli şekilde her yerime bakmıştı.
“Olmaz, izin veremem Mihran! Daha tam iyileşmedin, yarana zarar verebilirsin. Birinin sana yardım etmesi gerekiyor, o yüzden birini seç onu getireyim.” Öfkelenmeye başlamıştı fakat ben daha bir öfkeleniyordum. İstemiyorum diyorum daha ne diye diretiyordu ki.
“Bu kadar meraklıysan gel sen giydir, hadi gel… Gel!” dedim o sinirle.
“Benim için hiç fark etmez, yeter ki sen yapma!” Demiş ve bana doğru gelmeye başladı. Ben sinirle o sözleri söylerken o ciddiye almıştı. Tam ağzına bir çakasım vardı. Böyle ağzı burnunu yer değiştirsem, içim soğuyacaktı.
“Uluğ…. Haberin olsun, ben ciddi derece sinirlenmeye başlıyorum.” dedim sakin olmaya çalışarak. Uluğ tam dibimde durmuş, anlamsızca bana bakıyordu. Dudaklarında beliren o tebessümü parçalamak istiyorum.
“Yalnız bir şey diyeyim mi, sinirlenince baya bir ketum oluyorsun. Biz yabancı değiliz, ortak sayılırız, böyle yaparsan insanlar senden kaçar, bak demedi deme!” Eğlenen bir sesle konuştu. Bir de utanmadan dalga geçiyordu.
“Ortak mı? Ne ortağı be?” Çirkef bir sesle konuştum.
“Kader ortağı… Kader! Onu bunu boş ver de gel seni hemen giydirelim. Bakmamı istemezsen gözümü kapatırım.” Demişti tatlı bir tonlamayla.
“Ama bak bakmayacaksın tamam mı? Yoksa o gözlerini oyarım!” dedim onu korkutmak istercesine işaret parmağımı yüzüne doğru salladım. Uluğ’un yüzünde huzurlu bir ifade geçti. Ardından havada asılı olan parmağımı avcunun içine almış ve indirmişti.
“Sakin ol sapık değilim!” Yatıştırıcı bir sesle konuştu. Bugün nedensizce ona kızasım yoktu. Durulmuştum, sakinleşmiştim. Gözünü kapatmış ve tişörtümün eteklerinden tutmuştu. İstemsizce kalbim çok hızlı atmaya başladı. İncitmekten korkar şekilde tişörtü yavaşça yukarı doğru çekiyordu. Yara olan yere gelince yaraya değmemek için tişörtü dış kısama doğru çekti. Bende ellerimi yukarı doğru kaldırdım. Sonunda başımdan tişörtü çıkarmayı başarmıştı. Tişörtü yatağın üzerine bırakmıştı. Bende rahat bir nefes aldım. Neden kendimi bu kadar kastığımı bende bilmiyorum. Uluğ gözünü açmış ama bakışları arkamda olan duvardaydı.
“Giyeceğin tişört nerede?” dedi düz bir sesle. Yatağın üzerine koyduğum tişörtü elime aldım ve ona uzattım. O da hiç beklemeden elimden almıştı. Gözlerini bir an olsun vücuduma değdirtmemişti. Tişörtü başımdan geçirmiş, bende ilk önce sol kolumu kaldırmış ardından sağ kolumu kaldırıp geçirmiştim. Tam göbeğime gelmişti ki öylece durduğunu fark ettim. Dolapta olan bakışlarımı ona yöneltim. Bir an vücuduma değmeyen gözleri, şu an karnımın üzerindeydi. O refleksle benim de bakışlarım oraya gitmişti.
Yıllardır bedenimde olan yara izleri bana selam vermişti. Onlarla yaşamaya, onları görmeye alışıktım fakat bir başkası bunu nasıl karşılardı? İşte bu sorunun cevabı bende yoktu. İlk kez bir yabancı bu izlerimi görmüştü. Tek gören ablam ile annemdi. Mesela dışarıdan bakılınca nasıl görünüyordu? Bunlar ne zaman da oldu dese, vereceğim hiçbir cevap yoktu çünkü hatırlamıyorum. Yediğim herhangi bir dayaktan geriye kalan izlerdi, o kadar…Sadece o kadar.
Ürkek bakışlarımı Uluğ’a çevirdim. Soracağı soruları sabırla bekledim. Avucunda olan tişörtün eteklerini bırakmış, yavaşça bakışlarını benim bal renginde olan gözlerime çıkartmıştı. Orman vadisi gözleri beni darmaduman etmeye yetiyordu. Gözleri bana bir şeyler anlatıyordu fakat ben okuyamıyorum. Bir şey fark ettim kimsede fark edemediğim ama fark etmek istediğim tek bir şeyi gördüm. Anladı! Uluğ Mirza Köksoy beni anladı! O beni duyuyor…Tek istediğim şeydi, birinin beni anlayıp duyması, tek istediğimdi! Kalbim yerinden çıkacağını sandım, öyle hızlı atıyordu ki…
“Kahvaltı için gelmiştim, sen hazırlan sonra da aşağı inersin olur mu?” dedi her şey yolundaymış gibi. Ne bir soru sordu ne de beni yadırgadı. Onu tanımak için can atan tarafım ayağa kalkmıştı. Verdiğim tek cevap başımı sallamaktı. O da karşılık olarak başını sallamış ve bir adım geriye gitti. Gözlerime derinlemesine bir bakış attı. Bu bakışı beni rahatsız etmedi çünkü ne acınası ne de zavallıca bir bakıştı. Merak bile yoktu o gözlerde, her şeyi biliyormuş gibi bakıyordu. Sen anlatma ben anladım der gibi…
Uluğ, arkasına dönmüş kapıyı açıp odadan çıkıp gitmişti. Ben ise sersemce kapanan kapıya bakıyordum. Kim olsa sorar, merak ederdi ama o sormak bir kenara sanki hiç o yaraları görmemiş gibi davranmıştı. Derin bir nefes aldım ve gözlerimi kapattım. Her şey üst üste gelmişti. Dün akşamki not bu sabahki izler hepsi üstüme üstüme geliyordu. Yaşamak için kendime sebepler arıyorum ama yanıt alamıyorum.
Gözlerimi yeniden açmış ve birbirine girmiş saçlarımı karıştırdım. Ardından bozulmuş olan topuzumu çözüp, at kuyruğu şeklinde tekrardan bağladım. Dağılmış yatağı da düzeltim. Dün yastığın altına sıkıştırdığım notu zorlukla avcuma almış, elimde düşmanım varmış gibi sıkmıştım. Derin bir nefes alıp kimsenin görmemesi için sütyenimin arasına sıkıştırdım. En sonda ise komidinin üzerindeki telefonumu almış ve odadan çıkmıştım. Üç gün sonra bu odadan ilk dışarı çıkışım. Koridor da korumaya dair hiçbir şey yoktu. Üç gündür odadan çıkmadığım için neler olduğunu kestiremiyorum.
Yavaş bir şekilde salona inmek için yürümeye başladım. Merdivenleri aşıp salona adım attım. Burada da kimsecikler yoktu, yemek masası da boştu halbuki Uluğ kahvaltının hazır olduğunu söylemişti. Ben bu şekilde düşünürken mutfaktan sesler gelmişti. Acaba orada mı kahvaltı edecektik? O merakla mutfağa doğru adım atmaya başladım. Yaklaştıkça konuşmalar daha net gelmeye başladı.
“Geliyor, geliyor hazırlanın!” Mert’in sesi kulaklarıma ilişti.
“Nefes alamıyorum ulan gencecik yaşımda öleceğim!” Korcan’ın boğuk sesi etrafa yayıldı. Neler oluyordu? İyice meraklanmaya başladım. O merakla hızlıca mutfak kapısına yetişip kapıyı açtım.
Herkes aynı ağızda bağırınca irkilip bir adım geriye gittim. Bulaşık makinesinin kapağı bir anda açılmış içinden konfeti patlatan bir adet Korcan çıkmıştı.
“Happy brithday to you Mihran…. Happy brithday to you Mihran…” Uluğ ve Uraz hariç hepsi tek ağızda bunları söylüyorlardı. İdrak kabiliyetimi kaybetmek üzereydim. Merve’nin elinde doğum günü pastası ile en samimi gülüşüyle bana bakıyordu. Korcan, bir konfeti daha almış onu patlatmaya çalışıyordu, Mert ise alkışlayıp bas bas doğum günümü kutluyordu. Uraz yeter bitirin de pastayı yiyelim diye bağırıyor, Uluğ ise tepkisizce arkasındaki duvara yaslanmış kollarını göğsünde bağlamış, pür dikkat vereceğim tepkiyi bekliyordu. Ben mi? Ben içten içe titriyorum. Öfkem bedenimi esir etmiş, yıkıp yok etmek için isyan bayraklarını salıyordu.
Yüzüme bir tükürük gelmişti. On altıncı yaşımda yediğim o tükürüğü bugün de yemiştim. O kınayan ve tiksindirici bakış bugün de karşımdaydı.
25 Ağustos Mihran Uluöz’ün matem günüydü, peki neden herkes çok mutluydu?
Ağıtların yakılması gerekirken, neden herkes kına yakıyordu?
Merve tam karşımda durmuş yirmi bir mumu yanan pastayı yüz hizama doğru getirmişti. Yüzündeki tebessüm ile bana bir şeyler söylüyordu. Fakat ben duyamıyorum çünkü kulaklarım çınlıyordu. Göz bebeklerim cayır cayır yanıyordu. Öylesine nefretle bakıyordum ki, sanki karşımda Azrail’im vardı. Bütün gücümle elinde tutuğu pastayı yere savurdum. Öyle ki öfkeme hâkim olamayıp yerde parçalanmış pastaya ayağımla bir tekme daha attım. Ayağım hepsi pasta olmuştu ama umurumda bile değildi. Bütün uğultular kesilmiş hepsi hayretle verdiğim tepkiye bakıyordu. Vücudum bu ani öfkeye yenik düşmüş ve yaşlarını salmıştı. Tüm acımla Merve’nin üzerine yürüdüm. Her adımımda o da geriye gidiyordu.
“Y-apma! Sakın bir daha yapmayın!” Hıçkırıklarımın arasında zar zor kurduğum bu kelimeler oldu. Merve anlamsız gözlerle bana bakıyordu. Dizlerim titriyordu, saç diplerimin uyuştuğunu hissetim.
“Ne oldu Mihran? Kaç gündür Merve senin için uğraşıyordu ama gerçekten de uğraşıyordu. Herkesten çok seni düşünüyordu, o bunu hak etmedi. Çok büyük bir ayıp ettin!” dedi Mert kınayan bakışlarla. Hepsini parçalara ayırmak istiyorum. O notta yazılanlar beynimde bir kez daha çınladı.
“Ben sizden böyle bir şey istediğimi hatırlamıyorum! Dostum olsanız benim neden doğum günü kutlamadığımı, neden bugünden nefret etiğimi bilirdiniz. Bil-bilmediğiniz bir günün kutlamasını yapamazsınız! Anlıyor musunuz?” Hıçkırıklarımdan nefesim kesiliyor ve konuşmama engel oluyordu.
“Doğum günü ya, basit bir gün ne gibi bir problemin olabilir ki bugün için? Dramalar kraliçesisin gerçekten, dünya senin etrafında dönmüyor! O pastayı Merve kendi eli ile yaptı, sana yaptıklarını telafi etmek için uğraşırken senin bu tavırların tam bir ergence.” Korcan öfke dolu sesi ile bağırmıştı.
“Siz malsınız oğlum, ben dedim daha ne idüğü belli değil Tolga’nın katili bile olabilir ama siz o Saye’ye benziyor diye onda yaptığınız hataları yeniden yapmamak için abuk sabuk bir saçmalığa giriştiniz. Kız da suç yok sizde beyin yok!” Uraz öfkeli ve sitemli sesi ile herkese hitaben konuştu.
“Biz insanız Uraz ama belli ki o insanlıktan nasibini alamamış!” Mert bile tırnaklarını çıkarmıştı. Bile diyorum çünkü karakteri bakımından nazik bir adamdı.
“Merve’nin üzerine yürüdüm diye hepiniz pençelerinizi nasıl da çıkardınız ama? Tek bir yanlışım da beni öldürecek adamlarsınız, siz kim oluyorsunuz da doğum günümü kutlama cüretinde bulunabiliyorsunuz?” dedim acıyla kavrulmuş bir hüzünle. Oysa bu birkaç günde gerçekten de beni sevdiklerini düşünüyordum. Yalandı! Ben sevilemezdim ki, iğrenç bir mahlukattım. Bunca yıl bana bu şekilde davranılmıştı, şimdi mi değişeceğini inandım. Salaktım gerçekten de salaktım!
“Bana yaklaşmayın! Benden uzak durun! Dostunuzmuşum gibi benimle ilgilenmeyin! Uraz’ın da dediği gibi belki de Tolga benim elimde olan silahtan çıkan kurşunla öldü! Bana her merhamet edeceğiniz de bunları aklınıza getirin çünkü sizler unutmak üzeresiniz!” dedim acımasızca. Düşman topluyordum, benimle dost olmak isteyenleri bile kendime düşman ediniyordum. Ben sevilmemiş bir kızdım ve bundan sonra da kimsenin sevmesini istemiyorum.
Dizlerim titriyor, bedenimi taşıyamıyorum. Gözümden akan sıcak yaşlar durmuyordu. Kötüydüm, o gün karşımdaydı! Babamın bağırışı kulaklarımdaydı.
“Bir Meyra kadar olamadın! Neden ölmüyorsun ha…”
“Her doğum gününde sana lanetler okuyorum. Ama halen yaşıyorsun!”
“Ucube, katil…. Kardeş katili! O gün niye kendini öldürmedin ki? Niye kendini gebertmedin ki, geri zekâlı…”
Unutamam, bana sarf ettiği hiçbir sözü unutmadım. Babam beni dövmezdi, dokunmazdı bile ama hep dövmekten beter sözler söylerdi. Keşke dövse dediğim anları hatırlıyorum.
Nefes alamıyorum!
Canım yanıyor!
Yaşarken ölüyorum!
Kurtarın beni, biri beni bu cehennemden kurtarsın!
Omzuma bir el kondu. Elin sahibine baktım. Orman vadisi gözler endişeyle bana bakıyordu. Muhtaçlık hissiyle ona baktım. Ondan şefkat isteyen yanım bas bas bağırıyordu.
“İyi misin?” dedi merakla. Değilim, hiç iyi değilim! Artık yaşamaktan yoruldum.
“A- ayaklarımı hissedemiyorum.” dedim aciz bir mırıltıyla. Yüzünde hiç görmediğim bir üzüntü geçti. Kaşlarını çatmış gözlerimin en içine bakıyordu. Orman vadisi o gözler lav halini almıştı. Acınası şekilde değil kederle bakıyordu. Bunu dememle bir an beklemeden, bir kolunu bacaklarımın arka kısmına koymuş bir diğerini ise belime sabitlemişti ve beni kucağına almıştı. Hıçkırıklarımın ardı arkası kesilmedi. Kollarımı boynuna dolayıp, başımı boynuna gömdüm. Ağlama krizine girmiştim. Çünkü kendime hâkim olamıyordum.
“Ulan sen ne yapıyorsun? Merve’yi ne halde koydu görmedin mi? Aklın nerede Uluğ?” Arkadan Uraz bas bas bağırıyordu. Uluğ hiç aldırış etmeden mutfaktan çıktı. Bir an olsun başımı boyun girintisinden çıkaramadım. Vücudum titriyor yaşlarım ise bir türlü durmuyordu. Hiç bu kadar birine muhtaç olduğumu hatırlamıyorum. Yaramın altında, belimde olan eli varlığını hatırlatırcasına okşuyordu.
Merdivenlere yetişince Uluğ daha temkinli davranıp yavaşça her basamağı aşmaya başladı. Kokusu beni sakinleştirmeye yetiyordu. İç çekişlerim azalmış fakat ağlamamı durduramıyorum. Merdivenler bitmiş, kaldığım odanın katına yetişmiştik. Koridorun bu kadar sessiz olduğuna tanıklık etmemiştim. Her şey susmuş gibiydi. Bu fırtına öncesi sessizlikti. Başka açıklaması olamaz! Tükendiğimi hissediyorum. Bir umut ışığı olmalı yoksa bu şekilde yaşanılmazdı!
Uluğ durunca, başımı boyun girintisinden kaldırdım. Kaldığım odaya yetişmiş, dirseği ile kapı kolunu açıp içeri girmiştik. Ardından ayağı ile geri kapatmıştı. Makyaj masasının yanından geçip yatağa varmıştık. Uluğ sakince beni yatağa bırakmıştı. Çekileceği vakit, saçımın yaka düğmesine dolandığını fark ettim. Ama iş işten geçmişti. İstemsizce ağzımdan bir nida kaçmıştı. “Ağğğ!”
“Tamam dur sakin ol! Çözüyorum!” dedi Uluğ telaşla. Bir türlü dinmeyen gözyaşlarım artmış sesli ağlamalara dönmüştü. Neden bu kadar acizce davrandığımı bilemiyorum. Aslında biliyorum! Bugün bana babamın olmadığını hatırlatan bir gündü! Ve bunu hatırlamak bile beni altüst etmeye yetiyor.
“Mihran bak çözüldü hiçbir sorun yok. Artık biraz sakin olur musun?” Yatıştırıcı bir ses ile konuştu. Saçım çözülmüş ama halen saç tutamım elindeydi.
“Hayır çözülmedi!” dedim kırık bir sesle. Anlamsız bakışlarını üzerimde gezdirdi. Titrek nefesim, yüzüne çarpıyordu.
“Hiçbir bokun çözüldüğü yok! Yine aynı şeyi yaptın, saçımı çektin. Nefret ediyorum! Saçıma biri dokununca cinnet geçiriyorum. Artık bana fiziksel şiddette bulunmayı kesin! Kesin artık lütfen!” Bütün öfkemi atarcasına bağırdım. Uluğ yutkunmaya çalıştı ama başarılı olamadı. Elinde tutuğu saç tutamı elinden kayıp düşmüştü. Kendimde değildim ve bunun farkındayım.
“Sen iyi değilsin!” dedi, acıyan gözlerle bakıyordu. Delirdiğimi düşünüyordu, haklıydı deliriyorum.
“Evet doğru iyi değilim ama senin yüzünden iyi değilim Uluğ! Beni neden savaşın ortasına getirdin ki? Benim yeterince zor bir hayatım varken bana bunu neden yaptın?” içimde ukde kalanları bir bir sıraladım. Sanki karşısında düşmanı var gibi benden uzaklaştı.
“Bende böyle olmasını istemezdim.” Ne diyeceğini o da bilmiyordu.
“Herkes sadece ağzından çıkacak tek bir söze bakıyor, sen istemeseydin ben burada olmazdım!” dedim inat bir sesle. Gözlerime daha derin baktı.
“İyi bir adam değilim, biliyorum. Senin böyle biri olduğunu bilseydim kendimi sana asla göstermezdim!” dedi mahcup bir ifadeyle.
“N-asıl?” dedim titrek vaziyetle. Gözyaşlarım halen dinmek bilmiyordu.
“Yaralı…” dedi ses tonunu düşürerek. Öne doğru uzanıp yüzümü yüzüne yaklaştırdım. Ne yaptığımı anlamaya çalışıyordu. Ondan nefret ettiğimi en içten şekilde görmesini istiyordum.
“Beni kaçırdığın da tüm yaşantımı biliyordun ve yaşadıklarımın sebebi benmişim gibi geçmişimi önüme seren ve dalga geçende sendin şimdi bu neyin dramı Uluğ, ne değişti söylesene?” Öfkeyle harmanlanmış gözlerle ona bakıyorum. Beni göz hapsine almıştı. Beni ona çeken bir şeyler vardı. Sanki saatlerce, günlerce gözlerine bakabilirim gibi geliyordu. İnsan nefret ettiği, düşmanı bildiği bir adama sıkılmadan bakabilir miydi ki? Aynı yaptığımı o da yapmıştı. Öne doğru eğilmiş yüzünü yüzüme yaklaştırmıştı.
“Ne değişti değil neyi hatırlamama sebep oldun!?” dedi emin bir sesle. Merak dürtüm alevlenmişti. Elimin tersiyle akan gözyaşlarımı sildim.
“Neyi hatırlamana sebep oldum?” dedim merakla. Yüzünden bir şey anlayamıyorum. Bakışları bile duygusuzdu.
“Boş ver,” Yüzünü balkon tarafına çevirmiş ve uzaklara dalmıştı. Güneşin güzelliği gözlerine yansıyordu fakat gözlerine yansıyan güzellik bile yüzündeki kederi gizlemeye yetmiyordu.
“Çenemin titremesinden nefret ediyorum,” dedim dur durak bitmeyen yaşlarla. Uluğ başını benim tarafıma çevirmişti. Bakışları çenemdeydi.
“Saçlarımdan da nefret ediyorum, hep olur olmadık yerlere takılıyorlar, bu durum canımı yakıyor.” Dizlerimi karnıma doğru çekmiş kollarımı etrafına sarmıştım. Bu sıcağa rağmen üşüyordum! Bu seferde bakışları saçlarıma değmişti.
“Canımı yakan her şeyden nefret ediyorum,” Ağzımdan kaçan hıçkırığa mâni olamadım. Kaşlarını çatı.
“En çok da bu aydan nefret ediyorum,” Titreyen çenemi dizimin üzerine sabitlemeye çalıştım. Gözlerini gözlerime sabitledi.
“Bu ayı anan herkesten de nefret ediyorum!” Aklıma gelen anılarla bağıra bağıra ağlamaya başladım. Canım yanıyor, bu öylesine bir acı değildi. Bir anda iki büyük kol beni sarmalamıştı. Sevgiye aç ruhum bu tepkiye sadece daha çok ağlayarak verdi. Uluğ saçımı okşuyor ve kulağıma sakin olmam için bir şeyler mırıldanıyordu. “Şşşş!”
“Küçük bir çocuğun ne gibi bir suçu olup ailesi tarafından sevilemez ki Uluğ?” Yıllarca aklımda gezinen soruyu sordum. Saçımda gezinen eli durmuş, telkinlerde buluna dili lal olmuştu. Cevap vermesini beklemiyordum ama o verdi.
“Belki de doğması suçtur, hiç var olmaması lazımdı.” dedi düz sesle. Tekrardan saçımı okşamaya başladı.
“Peki doğması suç olan birini neden dünyaya getirirsin ki, çok bencilce değil mi?” dedim ağlamalarım halen yerini korur iken.
“Belki de onlar da bu kadarını hesap edememişlerdir, belki de bilmiyorum…. Mihran seviyorlardır ama gösteremiyorlardır olamaz mı?” dedi Uluğ kederle. Kendine bir şeyler kanıtlamak ister gibi konuşuyordu.
“Neden o halde diğer çocuklarına gösteriyorlar da bir diğer tek kalan çocuğuna göstermiyorlar… Bu çok saçma Uluğ!” dedim anlamsızca. Sessizliğe gömüldü, kollarını bedenimden ayırdı, bakışlarını tekrardan balkona çevirdi. Yüzü kederle sırtı ise yükle dolmuş. Dert denizinde çırpındığını gördüm.
Gördüm ve mahvoldum.
Mahvoldum ve tükendim.
Acısı acımla karışmış, derdi derdime ortak olmuştu.
Ne kadar yaşadıysam bir o kadar yalnız kaldım.
Ne kadar yaşadıysa bir o kadar yalnız kalmış.
“Geçmiş bir gün yakamızı bırakır mı sence?” İstemsizce aklıma gelen soru dilime vurmuştu. Sorumla birlikte başını benim tarafıma çevirmişti. Hiç sormamam gereken bir şeyi sormuşum gibi kaşlarını çatmıştı.
“Ne alaka bu şimdi?” dedi ters bir ifadeyle.
“Hani bana yaralı diyorsun ya?” dedim ve sustum.
“Eeee?” diye karşılık verdi. Ne diyeceğimi biliyor ve canı sıkılıyor gibiydi.
“Sende en az benim kadar yaralısın Uluğ? İnkâr edecek gibi duruyorsun, etme çünkü inanmam!” dedim emin bir şekilde. Kaşlarını daha bir çatmış ve ayağa kalkmıştı.
“Çok boş konuşuyorsun! Konuşma!” dedi ters ifadeyle. Yavaşça bende ayağa kalktım ve karşısında durdum.
“Neden sen insan değil misin? Üzülemez veya ağlayamaz mısın?” dedim ima kokan bir sesle. Sinirleri bozulmuştu, bu bir metre öteden bile anlaşılabilirdi. Çenesini sıkıyordu. Ama anlayamıyorum! Neden bu kadar öfkelendiğini kavrayamıyorum.
“Bir çalışan çağıracağım, ayağını temizlesin ardından da giyinmene yardımcı olur. Tek isteğim sakince bekle!” dedi öfkeyle. Başka bir konu açıp diğerini kapatmıştı. Aslında kendinden kaçıyordu, görebiliyorum. Ayağıma bakınca tümden pasta ile bulandığını görmüştüm.
“Neden üstümü giyinmem gerekiyor? Zaten gün boyu bu yataktayım.” dedim umursamaz bir tavırla.
“Bu yatakta çürüyeceğim demedin mi? Bende çürümüş et kokusundan pek hazzetmem, o yüzden biraz dışarı çıkalım.” dedi, halen gergin olduğu her halinden belliydi. Yok bu sefer gerçekten de ağzına bir tane geçirecektim.
“Lütfettiniz Uluğ Bey!” dedim imalı bir sesle.
“Ederiz mühim değil,” dedi oldukça rahat biçimde. Ve devam etti.
“Birazdan bir çalışan gelecek onu bekle yerinden hareket etme!” dedi, cevap vermemi beklemeden arkasına döndü ve odadan çıktı. Daha fazla ayakta kalmaya dayanamamış kendimi yatağın bir ucuna bıraktım.
21 yaşına girmiştim. En kötü yaşım diyemiyorum çünkü daha kötü yaşlarım aklıma geliyor. En ağır vahşeti hep ağustos ayında tadıyorum. Sanki bu ay benim lanetimmiş gibi hep bir karanlık geçiyordu. Bu yüzden aslında bu aydan korkuyor ve nefret ediyorum. Biri değil bu ayı kutlamak anmasını bile istemiyorum.
Aradan geçen on dakikanın sonunda evin yardımcısı Aysel abla ve onun yanında Lale gelmişti. Lale 22 yaşında ve aşçılık okuyordu. Hem parasını kazanmak hem de iş tecrübesini edinmek için mutfakta çalışıyordu. Öncelikle ayağımda olan kurumaya yüz tutmuş pasta parçacıklarını temizlemek için beni banyoya götürmüşlerdi. Oradaki iş bitince gardırobun önünde bana kıyafet bakıyorlardı.
“Kuzum dışarısı çok sıcak, yaran da zarar görmesin, bak bu efil efil elbiseyi bence giy.” dedi Aysel abla tatlı bir edayla. Elbisenin üzeri limon desenleriyle dolu, dizimin iki karış üzerine gelen tam bir yaz elbisesiydi.
“Fark etmez Aysel abla.” dedim yumuşak tutmaya çalıştığım bir sesle. Aysel abla elbiseyi yatağın üzerine bırakmış ve üzerimdekileri çıkartmaya başlamıştı. Yanlışlıkla yarama dokununca ağzımdan istemsiz bir acı nida firar etmişti. Acıyla gözüm dolmuştu. Aysel abla üzüntü ve mahcup ifadeyle özürlerini sıralıyordu. Ne kadar sorun olmadığımı ona söylesem de kendini kötü hissetmekten geri kalmıyordu. On beş dakikanın sonunda Aysel abla kendine gelmiş bende hazır vaziyeteydim. Lale, ben ve Aysel abla odadan çıkmış, solonu birbirine bağlayan merdivenlere gelince duyduğumuz seslerden duraksamak zorunda kalmıştık. Uluğ’un düz sesle söylediği kelimeler üst kata kadar geliyordu.
“Ben hepinizi uyardım ve size zaman tanıdım. Sana söylediğimde Merve ile Korcan’ı al ve git dediğim de gidecektin Mert. Sen gitmek yerine kalmayı tercih ettin, bu ne demek her şeye rağmen yanındayım demek, o yüzden şimdi o güzel çeneni kapatacaksın. Bundan sonra gitmek isteyende gidemez. İlla gideceğim diyeni de düşmanıma bırakmam bizzat kendim öldürürüm.” dedi sakin bir sesle. Kim nereye ve niçin gidecekti? Neler dönüyordu?
“Peki sana bir sorum olacak kuzen? Tabii cevabını verecek bir yüreğin varsa?” dedi Merve tehlikeli sesle. Uluğ’dan hiçbir ses çıkmamıştı. Merve onay almışçasına tekrardan konuşmaya başlamıştı.
“Bize, kimseye merhamet etmeyen ve gözünü kırpmadan herkesi ezecek kadar acımasız olan Çebilerin tek torunu… Neden daha tanıyalı birkaç gün olduğu bir kıza merhamet eder oldu? Ne oldu da o kızın gözlerindeki acıya bedeni tepki verir oldu? Biz kardeştik ya hani? Daha az önce üzerime yürüdü, yanımda duracağına kızı kucağına aldın? Şimdi benim sana kırılmam gerekmiyor mu Uluğ?” dedi kırgın ve sitem eden sesle. Peki ben neden öfkeleniyordum? Neden şu an Merve’ye saldırmak istiyordum ki?
“Peki ben Merve? Benim de size kırılmam gereken konular yok mu?” dedi yine aynı duygusuz sesle.
“Ne gibi kardeşim ne yapmışız ki biz?” dedi Uraz merakla. Aradan geçen dakikalar etrafın kasvetini artırıyordu. Sanki sessiz bir savaşa girmiş gibilerdi. Merdivenin ucundaydık ve ne yaptıklarını göremiyordum. Eğilirsem görürdüm aslında ama işimi tehlikeye atmak istemiyordum. Aysel abla dinlemek istememiş ve gitmişti, yanına da Lale’yi almıştı.
“Muhakkak ki bir planın vardır. Ne yapacağız şimdi?” dedi Korcan oldukça ciddi bir sesle.
“Saçmalama Can biz bu işte yokuz!” dedi Merve öfkeyle bütün evin duvarları yankılanmıştı.
“Kusura bakma Merve bana olan endişeni anlayabiliyorum fakat Mert kabul etmiş ve bizi götürmek için bana söyleseydi bile kabul etmezdim. Çünkü kendimi bildim bileli Uluğ benim babamdır, benim için verdiği hiçbir fedakarlığı unutamam, sizler unutuyorsunuz ama ben unutmam! Uluğ’un davası benim de davamdır!” dedi Korcan net bir biçimde.
“Bu oyuncak değil geri zekalı, ben böyle bir şeye asla izin vermem!” dedi Merve öfkeyle. Halen neler olduğunu çözmekte zorlanıyorum.
“Bir şey der misin Uluğ? Lütfen!” dedi Merve titreyen sesle. Yine bir süre sessizliğin sesini paylaştılar.
“İstediğin her şeyi ben yaparım. Bu savaşta da varım, ne gerekiyorsa o ama Can’ı buradan uzağa gönder lütfen!” dedi ağlamaklı bir sesle. O cesur, korkusuz kız Korcan’a bir şey olacak korkusuyla sesi titriyordu. Aralarındaki bağı çözemiyorum. Merve ile Korcan anne ile oğul gibiydi. Merve herkesi kaybetmeyi göze alabilirdi fakat Korcan’ı kaybetmeyi asla kabul edemezdi. Bunu görüyorum.
“Merve!” dedi Mert ve Korcan aynı ağızla.
“Olmaz böyle bir şeye asla izin vermem beni öldürmen gerekiyor, anlıyor musun?” Titreyen ve öfke dolu sesle.
“Merak etme en az senin kadar bende Can’ı düşünüyorum. Her şeyi hesaba katım, kimin nereye gideceğini de belirledim Merve. İçin rahat olsun!” dedi yine aynı duygusuz ifadeyle.
“Çocuk değilim, yeter artık! Canımı sıkıyorsunuz, bir şey oluyor anlamadan uykudayken beni ıssız bir adaya gönderiyorsunuz. Ben sizin çantanız da taşıdığınız bir eşya değilim!” dedi Korcan sitem edercesine. Aslında en küçükleri olduğundan kaynaklanıyor bu durum. Çok da naif bir yapıya sahipti. Çıplak gözle bile fark edilirdi.
“Bu sefer farklı, güvenli bir yerde olacaksın ve senin siber zekanla bize yardım edeceksin. Her şeyden ilk önce senin haberin olacak ve tüm planı sen yöneteceksin. Tabii bunlar güvenli bir bölgede gerçekleşecek!” dedi Uluğ emin bir sesle. Ne siber zekasından bahsediyor?
“Nasıl? Anlamadım, şimdi sen bu büyük operasyonu benim yönetmemden mi bahsediyorsun? Ama bunca zaman böyle bir şey yapmamıştın.” dedi Korcan yarı heyecanlı bir sesle. Ne operasyonu, bunlar nasıl işlerle uğraşıyorlardı.
“Yapmamıştım doğru ama artık büyüdün ve asi bir çocuğa dönüştün. Seninle de karşı karşıya kalmak istemiyorum Can, al bak nasıl bir işin içindeyiz.” dedi tıpkı bir baba edasıyla.
“Ohh be, şimdi görsünler panterin intikamını!” dedi Korcan heyecanla şakıdı.
“Ama güvenli bir yerde olacak değil mi?” dedi Merve huzursuz bir sesle. Halen tedirgindi.
“Sence Merve?” dedi Uluğ imayla.
“Belli ki sen tüm planı kafanda kurmuşsun. Bize de itaat etmek düşer, dediğin gibi ben gitmeyerek zaten her şeye boyun eğdim. Açıkçası gitmek de gelmedi içimden. O yüzden ölümse ölüm, yaşamaksa yaşamak kardeşim her türlü yanındayım.” dedi Mert emin sesle. Çok büyük bir savaşa hazırlanıyor gibiler.
“Eee madem her şeyi düşündün o zaman Mihran’ı da gebertip, kurtulalım. Ayak bağı olmamış olur, bir de onunla mı uğraşacağız!” dedi Uraz iğrenç sesiyle. Söylediği her laf beynim de çınladı. Bu adamın benimle ne gibi bir derdi vardı? Anlamıyorum, onu tanıdığımdan beri benden hiç hazzetmemişti. Öfkeyle tam bir adım atıp salona ineceğim vakit Uluğ’un gür sesi yankılanmıştı.
“Ağzından çıkacak her lafa dikkat et Uraz! Mihran benim sorumluluğum da ne yapıp yapmayacağıma bir tek ben karar verebilirim!” Bağırışı tüm evi inletmişti. Bu kadar öfkelenmesi beni bile şaşırtmıştı.
“Sana hatırlatırım Tolga öldü! Kardeşim öldü benim. Belki de katili şu an yukarıda, bizimle yaşıyor. Sen buna ne çabuk alıştın Uluğ? Ben geceleri bu kız ile aynı çatı altındayım diye uyumuyorum, Tolga’ya ihanet ediyorum gibi geliyor. Siz nasıl uyuyorsunuz? Sizin gözünüze nasıl uyku giriyor, nasıl olurda bu kıza merhamet edebiliyorsunuz?” dedi Uraz öfkeyle. Çünkü ben senin için yanıp tutuşuyordum geri zekalı! Çünkü ben senin aşkından deli divane olmuştum! Madem bu kadar canın sıkılıyor git bu evden, zorla tutmuyorlar ya!
“Sence onun Tolga’yı öldürme ihtimali var mı Uraz, ha öldürdü diyelim, zamanı gelince de gereken ceza kesilir! Şimdi hiçbir şey belli değil, uyuyamıyorsan da git başka yerde zıbar. Zaten Mihran iyileştikten sonra başka bir eve yerleştireceğim kimse de onun bir daha yüzünü göremeyecek!” dedi aynı öfkeyle. Özellikle son cümleleri söylerken rahatsızlığı sesine yansımıştı. Nedensizce mutlu olmuştum. Belki de bu evden kurtulacağımdan dolayı olabilir.
“Ben anlamadım. Ona nasıl güvenebiliriz ki? Ya ajansa ya Tersiyer’in ve Davis’in adamıysa, bu da olmadı ya kaçarsa Uluğ?” dedi Uraz hayretle. Var ya ağzının ortasına bir tane geçirmek istiyorum. Yoksa içim soğumayacak.
“Siz değil benim güvenmem yeterli. Sorgulama ve kurcalama, ne isteniyorsa onu yap Uraz!” dedi Uluğ aynı öfkeyle. Neden bu kadar sinirlendiğini anlamadım. Konuşmanın başında umursamaz bir sese sahipti ne oldu da bu kadar öfkelenmesine sebep oldu?
“Umarım güvendiğiniz dağlara kar yağmaz Uluğ Bey!” dedi Uraz ima dolu bir sesle. Bu iması bana sinirden başka bir şey vermemişti.
“Kapatın artık şu konuyu, daha önemli bir konu var. Not? Saldırı yüzünden arada kaynadı.” dedi Mert stresle. Ne notu ki?
“O notu hatırlıyorsan tekrar etsene Mert?” dedi Korcan düşünceli sesle.
“Şöyle diyordu; ‘Benden bir dost yardımı, Tolga uyuşturucuyu isteyerek içmedi! Hiçbir şeyin de farkında değildi, Tolga bu oyunda kurban edildi. Fakat o gece kurulan oyun da ani bir değişikliğe gidildi ve oyunu kuranlar ellerini kana bulamadan planı işleme koydular. Çebi, en yakının da olana bile güvenme! Sana dışarıdan bakan bir göz olarak da şunu iletmek isterim… O coração é uma armadilha, não se renda!” dedi Mert sakin bir sesle.
Son söylediğinden bir şey anlamadım çünkü farklı bir dildi ve ben bu dili bilmek bir kenara hangi dil olduğunu bile bilmiyorum. Cümleler yabancı da değil aslında. Bana gönderilen nota yazılanlar olabilir mi diye düşünmeden edemedim. Eğer öyleyse aynı kişi bu notları yollamış oluyor ama olmaya da bilir. Gerçekten başım allak bulak oldu. Tolga Köksoy uyuşturucu isteyerek içmemiş miydi? Öyle bir şey olabilir miydi? O gece biri bize büyük bir oyun kurmuştu ama neden? Tolga’nın düşmanı olması doğal bir şeydi ama benimle ne dertleri vardı?
“Aga bu son Portekizce de söyledikleri ne? Sen ile Merve bu dili biliyorsunuz? Geçenlerde arada kaynadı, cevap vermekten kaçındınız. Bir şifre falan mı vermiş?” dedi Uraz merakla. Portekizce dilli mi? Bir süre kimse ses vermedi. Bu bir tesadüf olamazdı. Bu iki notu yollayan aynı kişiydi ve her şeyi biliyordu. Bizim bilmediklerimizi bile ya da oyun oynuyordu. Fakat asıl amacı neydi? Tamam belki Uluğ’un düşmanıdır ama benimle ne gibi bir sorunu olabilirdi ki? Bu iş çok pis bir yere gidiyordu. Ben kimseye güvenmiyordum buna Uluğ’da dahil! Ve güvenmediğim bir adama nasıl olurda o notu gösterebilirdim ki? Benim yararıma mı yoksa zararıma mı olacak bilemiyorum.
“Önemsiz bir şey, zırvalamış işte!” dedi Uluğ umursamaz sesle. Bu durum oldukça beni meraklandırmıştı. Cümle bana gönderilenle aynıysa, kalp tuzaktır, teslim olma! Demek. Peki neden bu sözü Uluğ ile bana yoluyordu ki? Peki Uluğ neden manasını söylemekten kaçınıyordu? Yoksa orada ne demek istediğini anladı mı?
“Can sen bir şey bulamadın mı? Bu notu kim göndermiş veya konumu neresi herhangi bir ipucu?” dedi Uluğ düz sesle.
“Araştırdım tabii, gönderen İstanbul’dan gözüküyor. Ama şöyle bir şey var, gösterilen konum yaşlı bir teyzenin evi…. Eğer teyze Faora’ysa bilemeyeceğim.” dedi Korcan alaylı bir sesle. İstanbul’dan mı? Yakınımız da olan biri mi acaba?
“Biraz daha araştırma yap sen, bir şey bulursan haber edersin,” dedi Uluğ sakin bir tonda. Ardından tekrardan devam etti.
“Neyse ne, bugünlük bu kadar kafa yormak yeterli. Mihran… Sende bizi dinlemeyi bırak da gidelim artık.” Kime diyor bu? Evde benden başka Mihran’da mı var? Eee ben neden tanımıyorum?
“Sensin sen, evde senden başka Mihran’da yok endişe etme!” Tekrardan konuşmasıyla yüzüm utançla kızardı. Allah beni kahretmesin, baştan beri onları dinlediğimin farkındaydı. İyi de nasıl olurdu? Oysaki başımı bile uzatmamıştım. Ayaklarım titreye titreye başım önümde bir şekilde merdivenlerden inmeye başladım. Hepsi benim görüş açıma girince, öylesine yan gözle baktım. Sanki suç işlemiş bir kız çocuğuydum. Uraz ile Mert ayakta duvara yaslanmış biçimde duruyorlardı. Merve ile Korcan’da koltukta yayılmışlardı. Uluğ’un tam arkasında kalmıştım, sırtı bana dönük bir şekilde koltukta oturmuştu.
“Casus gibi kız her yerden çıkıyor, bir de güvenmemiz isteniyor.” Uraz kendi kendine söyleniyordu. Fakat tüm söyledikleri de duyulmuştu. Onun iğrenç bakışlarına karşılık verdim. Hepsi bana nefretle bakıyorlardı ama Merve başını önüne eğmiş dönüp bakmamıştı bile. Suçlayıcı bakışları beni germiyordu. Çünkü hiçbiri benim hayatımda yeri yoktu. Uluğ ayağa kalkmış, bana doğru dönmüştü. Bakışları tüm vücudumda dolaşmıştı, yüzüne oturan şaşkınlıkla göz göze gelmiştik. Bu seferde tüm yüzümü incelemişti. Âdem elmasının inip kalktığına şahit oldum. Aramıza farklı bir an geçmişti. Bilinmez bir evrende bilinmez duyguların içerisindeydik. Bunu tüm yüreğimle hissedebiliyorum.
“Uluğ madem bizi dinlediğini biliyordun o zaman neden her şeyi açık açık konuşmamıza müsaade ettin ki?” dedi Korcan öfkeyle. Korcan’ın bana hiçbir kötülüğü olmamıştı ama sonuçta onlardan biriydi. O yüzden ona üzülemiyor veya mahcup olamıyorum, kusura da bakmasın, tabii isterse baka da bilirdi. Uluğ dönüp bakmamış, Korcan’ın söylediği hiçbir lafı da önemsememişti. Bana doğru gelmeye başladı.
“Gidelim.” dedi, halen aynı bakışları gözlerimdeyken. Yanımda durmuş başıyla ilerlemem için işaretini yapmıştı. Önünden geçip kapıya doğru ilerlemeye başladım. O da arkadan beni takip etmeye koyulmuştu. Arkadan oflama sesleri ve konuşma sesleri geliyordu. Benden hazzetmediklerini her fırsata gösterme içindeydiler. O oysaki daha bir saat önce benim için kutlama yapıyorlardı. Kapıyı açmış ve dışarıya adım atmıştım. Uluğ’da arkamdan gelip kapıyı kapatmıştı. Etrafta binlerce korumanın oluşu beni sıkmaya yetmişti. Yanımıza hızlıca Fuat gelmiş, elleri önünde bağlı bir şekilde Uluğ’un önünde durmuştu.
“Abi araba hazır, mekân da istediğin gibi gerekli güvenlikler sağlandı.” dedi, Fuat.
“Tamam siz arkadan takibe koyulun.” dedi Uluğ düz bir sesle. Belime elini koymuş ilerlemem için kafasıyla işaret yapmıştı. Hareket edip arabasının yanına varmıştık, Uluğ şoför koltuğunun yanındaki kapıyı açmış geçmem için kenara çekilmişti.
“Sırtına dikkat et, yaslama kendini.” Sesi kulağıma ilişince, yan gözle ona baktım. Kaşları çatık biçimde bana bakıyordu. Başımı geri çevirip sırtıma dikkat ederek koltuğa yerleştim. Tam emniyet kemerini almak için sapına elimi koymuştum ki, Uluğ elimin üzerine kendi elini koydu. Gözleriyle elimi geri çekmemi söylemişti. Bu adam konuşmadan da kendini anlatabiliyordu. Nasıl oluyor bilmiyorum ama bakışları her şeyi anlatıyordu ve sen sanki hipnoz olmuş gibi istediklerini yerine getirirken kendini buluyorsun.
Elimi geri çekip kucağıma bırakmıştım. Uluğ kemeri yerinden çıkarmış sağ kısmımda kalan yerine yerleştirmek için üzerime doğru eğilmişti. Kokusu beni farklı bir evrene götürmemesi için nefesimi tutmuştum. Evet gerçekten de tutmuştum çünkü ben onun kokusunu içime çekince Mihran olmaktan da çıkıyordum. Sonunda üzerimden bedeni çekilince rahat bir nefes almıştım. Kapıyı üzerime kapatmış, Fuat’a bir işarette bulunmuş ve arabanın önünden geçip şoför koltuğunun kapısını açıp, koltuğa yerleşmişti. Arabayı çalıştırıp hareket ettirmeye başlamış ve evin bahçesini arkamızda bırakarak evden uzaklaşmaya başlamıştık.
Bu evden uzaklaşmış olmam içimi huzurla dolmasına sebep olmuştu. Derin iç çekerek bir nefes aldım. Uluğ’un yana gözle bana baktığını hissettim.
“Mihran sana bir soru sorabilir miyim?” Huzursuz bir ses ile konuştu. Merakla ona döndüm.
“Elbette.” dedim. Direksiyon da olan bir elini kaldırmış sakalarını kaşımıştı.
“Aslında biraz tereddütteyim, kötü bir gün geçirdin, daha da seni incitmek istemem ama kafamdaki cevapsız soruları da bir tek sen giderebilirsin.” dedi düşünceli bir tavırla. Bakışlarını kısa da olsa gözlerime değdirtmiş ardından tekrardan yola çevirmişti.
“Sorabilirsin. Mühim değil Uluğ.” dedim rahat biçimde. Sırtımdan ötürü rahat edemiyorum. Dik duramamaktan kambura dönmüştüm.
“O gece,” Demiş ve susmuştu. Anlamıştım. Bakışlarını bana çevirmiş ve izin istercesine bakış atmıştı. Derin bir nefes alıp kendimi hazırladım. Bende cevap olarak gözlerimi yumuştum.
“Az buçuk bir şeyler hatırlıyorsundur…Tolga’yı son gören kişi de sensin. Onun davranışları, duruşu, hal ve hareketleri nasıldı?” dedi Uluğ zorla. O anları hatırlamamı istiyordu. Unutmak için bu kadar uğraş verirken. Bakışlarımı birbirine kenetlediğim ellerime indirdim. O anlara gittim. Balkonun önündeki çıplak bedeni önümde canlandı. O görüntüleri görmek istemeyen zihnim gözlerimi kapatmıştı.
“Hatırlamıyorum.” dedim sessizce. Ellerimin üzerine bir el kondu ama ben yine de gözlerimi açamadım. Dizlerimin üzerinde birbirini kenetlemiş ellerimi avuç içine hapsetmişti. Her daim soğuk olan ellerim onun sıcak eli arasında ısınıyorlardı.
“Sormadım say, at kafandan ve şu anın tadını çıkar. Ne de olsa o evden bir nebze de uzaklaşmış oldun.” dedi şefkatli bir sele. Gözlerimi açmış, ona dönmüştüm. Ara sıra yola bakıp bana dönüyordu. Yüzünü, tüm çehresini incelemeye koyuldum. Uzunca baktım ona. Benim onu izleyişime tuhaf bir bakış attı.
“Neden öyle bakıyorsun?” dedi merakla.
“Seni anlamakta güçlük çekiyorum,” dedim düşünür vaziyete. Ellini ellerimden çekmiş, aynayı düzeltmişti.
“Hep böyle miydin yoksa değiştin mi kestiremiyorum. Çünkü ilk tanıştığımız zamanlarda bana karşı olan tutumunu unutamıyorum!” Anlamsız sesle konuştum. Bakışlarını bana çevirmemişti.
“Unutma Mihran, unutma! Aklımdan bir an olsun çıkmıyor olanlar.” dedi Uluğ stresli şekilde. Bu sefer tuhaf bakan taraf ben olmuştum.
“Ben hiçbir şey yapmıyorum ki, varlığım sana olanları unutturmaya izin vermiyor. Ama sen bu unutma işini de belli ki iyice dert etmişsin!” dedim tespite bulunurmuşçasına.
“Sana bir itirafta bulunayım mı?” dedi düz bir sesle. Yan gözle bana baktı. Başımı sallayıp onay verdim.
“Hislerimin kuvvetli olduğundan bahsetmiştim. Ve içimdeki ses sana yaptıklarımın mislisini yapacağımı söylüyor. Vurulduğundan beri o sesi susturamıyorum.” dedi sıkın bir nefes havaya bıraktı. Söyledikleri düşündürücüydü.
“Peki bu durum senin neden canını sıkıyor ki?” dedim anlamsız bakarak. Öfkeyle bana bakmıştı.
“Mihran ben canavar değilim. Sen, herkes öyle görüyor olabilir ama bende sizler gibi üzülebiliyor veya birine merhamet edebiliyorum. Evet tuhaf ama gerçek!” dedi içindekileri dökercesine.
“Seni anlayabiliyorum ama seni anlamamam gerekiyor. Seni görüyorum ama sana kör olmam lazım. Seni duyuyorum ama sana sağır olmalıyım. Hatırlıyor musun bu sözleri Uluğ Mirza Köksoy?” dedim dalga geçercesine. Birkaç saniye gözlerini kapatıp geri açmıştı.
“Bu mu senin bir şey yapmıyor halin? Dilin keskin bir kılıç Mihran. Benim canımı yakmak için yaratılmış gibi.” dedi düz sesle. Bu sözlerine göz devirdim.
“Ne diyor büyük usta Ahmet Kaya; Hep sonradan gelir aklım başıma, hep sonradan, sonradan.” dedim gözlerim kapalı mırıldanarak. Camı açmış, bu sessizliğin tadını çıkarıyorum. Uluğ bir süre susmuş, bir ara dönüp bana baktığını sezdim.
“Ve bir diğer üstat şöyle der; Bir girdapta dönüyoruz, yaşamadan günümüzü. Deli gibi kutluyoruz yılbaşı doğum günümüzü. Doğuma da ölüme de çiçekler yoluyoruz.” Mırıldandığı kelimelerden sonra heyecanla gözlerimi açıp ona dönmüştüm.
“Cem Karaca,” dedim yüzümdeki tebessümle. Bende ki heyecanı o da sezmiş ve gülümsemişti.
“Severim.” dedi yan gözle bakarak.
“Benim de hayran olduğum bir sanatçı.” Dudaklarını büzdü, anladım dercesine başını salladı.
“İstersen aç, tüm şarkıları var.” Başıyla radyoyu göstererek. Hemen elim radyoya gitmiş ve şarkı listelerini incelemeye koyulmuştum. Uluğ’un mırıldandığı İşte Geldik Gidiyoruz şarkısına karar kılıp ona tıklamıştım. Tebessümle, yarama dikkat ederek arkama yaslandım. Bu hareketime Uluğ dönüp bakmıştı, yüzünde huzurlu bir tebessüm vardı. Dönüp bende ona gülümsedim. Yol boyunca Cem Karaca’nın şarkıları dönmüş adeta bize terapi etkisi olmuştu. Araba durmuş boğazın dibinde olan bir restoranda gelmiştik.
Arabadan inip, içine girdik. Fakat tuhafıma giden içerisinin boş olmasıydı. Belli ki bu Uluğ’un işiydi. Restoran sahibinin yönlendirmesiyle boğazın dibinde olan bir masaya geçmiştik. Ne önümüze menü gelmiş ne başka bir şey, dört garson hemen bize servis açmış önümüze kahvaltı türlerini dizmişlerdi. İşlerini hallettikten sonra hepsi ortadan kaybolmuşlardı. Uluğ ile kahvaltı etmeye başladık.
Aradan yirmi dakika geçince, ben doymuş vaziyete arkama yaslandım. Uluğ ile göz göze gelmiştik, elinde yanan sigarası ile bir kolunu oturduğu sandalyenin üzerine yaslamış, gözleri kısık bir şekilde bana bakıyordu. Ona tam neden baktığını soracakken, yanımdaki sandalyeye koyduğum çantamdaki telefonum çalmaya başlamıştı. Uluğ direk bakışlarını benden çekip çantama indirmişti. Çantama uzanıp içindeki telefonu çıkartım. Ekranda gördüğüm yazılarla elim ayağım birbirine dolanmıştı. Bakışlarım hemen Uluğ’u bulmuştu. Merakla bana bakıyordu.
“A-Ablam!” dedim zorla. Çatık olan kaşlarını indirmişti.
“Aç, ne duruyorsun?” demişti sakin tonda.
“Olmaz…Hayır buna hazır değilim!” dedim asla kabul etmeyen sesle. Yapamazdım!
“Annemi her şeye inandırabilirim ama ablamı asla! O beni herkesten daha iyi tanıyor. Bu telefonu açmam demek ona olanları anlatmam demek ve benim bu olanları anlatacak yüreğim yok aynı şekilde onun da dayanacak bir gücü yok!” dedim korkuyla.
“Peki onu böyle süründürmeye hakkın var mı Mihran? Ablanı İstanbul’a geldiğinden beri izliyorlar ve on beş gündür seni sokak sokak arıyor. Aç şu telefonu bari yaşadığını bilsin! Yine söylüyorum istediğin her şeyi anlatmakta özgürsün.” dedi Uluğ, bu halimden hoşnutsuz şekilde. Çağrı kapanmış ve ablam yeniden aramıştı. Doğru söylüyordu. İki haftadır benden haber alamıyor, kesin delirmiştir. Derin bir nefes aldım, titreyen elimle çağrıyı açmıştım. Korkuyla kulağıma götürdüm.
“Mih-, se…” Ablamın çatlamış ve şaşkın dolu sesini duymam bile gözlerimin dolmasına sebep oldu.
“Vefa te-telefon açık değil mi?” açtığıma inanmıyordu. Derin bir nefes alıp Uluğ’a baktım, gözlerini kapatıp sakin olmamı söylemişti.
“Abla!” dedim kısık bir sesle. Arkadan bir hışırtı sesi gelmişti.
“M-Mihran sensin değil mi?” dedi titreyen sesle.
“Evet benim.” dedim sesimi düz tutarak.
“Yaşıyorsun Allah’ım şükürler olsu…” Devamını getiremeden ağlamaya başlamıştı. Hıçkırıkları kalbimi dağlıyordu. Yutkunamadım.
“Eğer böyle ağlamaya devam edeceksen kapatacağım haberin olsun.” dedim yine düz sesle. Tekrardan hışırtılar oluşmuştu.
“Tamam, t-tamam iyiyim ben yeter ki sen kapatma!” dedi çatlamış sesle. İyi değildi, bu her halinden beli oluyordu. Fakat kendine geldiği an pençelerini çıkartacaktı. Tanıyorum onu.
“Sen neredesin, iyisin değil mi? Bir şeyin yok değil mi? Bana konumunu at, yanına geleceğim konuşacağız.” dedi toparlamaya çalıştığı sesle.
“Atmayacağım!” dedim, nasıl bu işten çıkacağım bende bilmiyorum. Uluğ tüm dikkatini elindeki telefona vermiş ama kulağı bendeydi.
“Anlamadım, o nedenmiş? Neler oluyor Mihran?” Hiddetle bağırdı. Sesi Uluğ’a kadar gitmiş olacak ki başını kaldırıp bakmıştı. Dediğim gibi pençelerini çıkartmaya başlamıştı bile.
“Bir şey olduğu yok, sadece seninle görüşmek istemiyorum.” dedim yine acımasız tarafımı ayağa kaldırarak. Başım belaya girse hep karşımdakini kırardım. Ve şu an aklıma gelen şeyi yapacak olmam, benim bile kırılmama neden oluyordu. Bir süre ablamdan ne ses ne de seda çıkmıştı. Şaşırmıştı. Uluğ ise elindeki telefonu masaya bırakarak tüm dikkatini, bana verdi.
“Bir türlü anlayamıyorum, o niye ki? Ben sana ne yaptım?” dedi korkan bir sesle.
“Bir şey yapmadın,” dedim duygusuz bir sesle. Bugün o kadar çok ağlamıştım ki gözyaşım tükenmişti. Yoksa şu an ağlamam gerekiyordu.
“Sorun da o ya abla sen hiçbir şey yapmadın!” Devamını getirerek. Yine sustu.
“Öyle ki senin bir şey yapmayışın, beni sana düşman kıldı!” dedim yine acımasız bir sesle. Tüm gücümle masa örtüsünü sıkıyordum.
“O yüzden daha fazla İstanbul’da kalma ve beni arama ben gayet iyiyim. Kendi başımın çaresine bakıyorum. Bunca yıldır bana kördün, şimdi de bu körlüğe devam et ve git!” Canımı ve canını yakacak sözleri söyledim. Canını yakmıştım ve bu beni kahrediyordu.
“Ben…Benim elimden bir şey gelse sana yardım etmez miydim Mihran? Neden eski mevzuları açıyorsun ki? Hem de bugün?” dedi sonlara doğru sesi kısılmıştı. Biz hiç olanlar ve bana yapılanlar hakkında konuşmamıştık. O yüzden oldukça şaşırıyordu.
“Ne var bugün de abla, söyler misin? Bugünü özel kılan ne ki!” Öfkelenmeye başlıyordum.
“Hadi söyle! Durma bir şey söyle!” dedim bağırarak. Yine ses yoktu.
“Ya da sen zahmet etme ben sana söyleyeyim, bugün beni dünyaya getiren adam yüzüme tükürdü! Bana lanetler okudu, peki ne için; ölmem için, bugün benim öz babam ablam ile beni kıyasladı. Onun gibi olmadığım için küfürler sıraladı. Abla bugün benim babam yüzüme doğru tükürerek bana kardeş katili dedi. Ben bugün babam beni dövseydi de o sözleri söylemeseydi diyerek o duvarın dibinde sabaha kadar ağladım. Peki sen neredeydin Abla?” dedim, gözlerim dolmuş ama bir gözyaşı akmamıştı. Kesik nefesler aldığını işitiyordum.
“Mi-Mihran…Sana ne oldu böyle? S-en hiç bu konuları konuşmazdın. Başına ne geldi, yerini söyle sakince konuşalım.” dedi titreyen sesle. Ona uzun zamandır öfkeliydim ama çokça da özlemiştim. Hayatımın çok güzel olduğunu bileceklerdi fakat darmadağın olacaktı. Tepeden tırnağa kirli olacaktım ama onlar aklanıp paklandığımı sanacaklardı.
“Başıma hiçbir şey gelmedi sadece gözlerim açıldı. Doğru bu konuları hiç seninle konuşmadım çünkü neden biliyor musun? Sen farklı bir ülkede sorunsuz, dertsiz tasasız okulunu oku bitir eğlencene devam et diye ben bir an bile konuşmadım. Ama sorun benim anlatıp anlatmamam değil abla, sorun senin sormaman! Her konuşmamızda gün içinde yaptıkların ve Vefa abiyle olan kavgalarınızı konuşuyorduk ardından da kapatıyorduk ama bir gün bile benim neler yaptığımla ilgili konuşmadık. Ve ben bunu bir gün bile sorun etmedim. Ta ki İstanbul’a geldim benim değerim o zaman anlaşıldı, çünkü o an anladın işlerin çığırından çıktığını…Abla beni ne ara ne de sor, yıllardır yaptığını yap yani. Ben gayet iyiyim vicdanını rahatlatmak için buralara kadar geldiğini ikimizde biliyoruz. Vicdanın rahat etsin benim keyfim yerinde!” dedim düz tutmaya çalıştığım sesle. Bu sözler bana tokat etkisi yaratmıştı.
“Sen ne biçim sözler kullanıyorsun böyle Mihran? Ne kadar da acımasızlaşmışsın, herkesten daha iyi tanıyorum seni! Başına bir şey geldiği vakit, etrafındakiler senden uzaklaşsın diye böylesine acımasızlaşırsın ve şu an bu koca şehirde yetimsin! Bana çabuk kahrolası o yeri söylüyorsun! Anladın mı her kim sana ne yaptıysa da bana söyleyeceksin anladın mı beni? İnat edip söylemezsen o zaman benim yapacaklarımı izlersin!” dedi haykırarak. Kalbimde bir kor var durmadan harlanan.
“Abla git!” tek diye bildiğim bu sözler oldu. Uluğ’un telefonu çalmış konuşmak için masadan uzaklaşmıştı.
“Gitmeyeceğim! Gideceksem de seni görmeden gitmem!” dedi inat sesle. Ne yapacağımı bilmiyorum.
“Abla lütfen git!” dedim son kere deneyerek.
“Neden Mihran, neden ablacım? Benim gitmem neyi değiştirecek? Kurban olayım sana ya iki haftadır çürüdüm. Evet kendi hayat akışıma kapıldım ve evet seni unuttum. Allah’ta benim belamı versin ama benim kardeşimsin canın yansa canım yanar. Tam iki hafta önce içime bir acı düştü, bu acı iki haftadır harlanıyor. Yalvarırım sadece seni görmek istiyorum. Sonra git dersen gideceğim.” dedi ağlayarak. Gözümden bir yaş aktı bu yaş içimi dağladı. Uluğ, telefonu kapatıp masaya oturmuştu. Kaşları çatık bir şekilde bana bakıyordu.
“Sadece on dakika ama,” dedim istemeyerek. Arkadan bağırış sesi geldi. Vefa abinin sesini duydum.
“Tamam… Tamam sen nasıl istersen o, yeter ki göreyim.” dedi heyecanlı ve ağlak sesle. Aklıma Uluğ geldi. Acaba izin verir mi? Bakışlarımı ona yöneltim. Tam sessizce ona soracakken, gözlerini yumup, başını olumlu anlamda sallamıştı. Onda takıldım.
“Sahilde buluşalım.” dedim düz sesle.
“Hangi sahil?” dedi heyecanla.
“Bebek.” dedim yine aynı düzlükte. Telefonu kapatıp, masaya fırlatmıştım. Stresle başımı iki elimin arasına aldım. İki dakika boyunca böyle kaldım. Su sesinden başka hiçbir şey yoktu. Ve bu sessizlik mesken tutmuş ruhuma ilaç gibi geliyordu. Derin bir nefes alıp başımı kaldırdım. Stresle bakışlarımı etrafa çevirdim. Uluğ Hareketsizce oturmuş gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Yine bir şeyler sormasını bekledim ama yine beklediğim olmadı.
“Kalkalım istersen?” dedi düz bir sesle. Başımı sallayıp yavaşça masaya attığım telefonu almış ardından çantamı da alarak ayağa kalkmıştım. Uluğ’da ayağa kalkıp önden ilerlemem için yerinde durmuştu. Önünde yürümeye başlayıp çıkışa doğru ilerledim. Binlerce korumanın arasından geçmek oldukça rahatsız ediciydi. Restorandan çıkıp görüş açımda olan arabaya doğru adımladım. Arkamda Uluğ ve onu arkasından da korumalar geliyordu.
Arabaya yetiştiğim de koruma kapıyı açmıştı. Sırtıma dikkat ederek yerimi aldım. Daha ben uzanmadan Uluğ gelmiş kemeri yerinden çıkartıp yerine takmıştı. Takarken de dönüp yüzümü incelemişti. Düşünceli bir tavrı vardı. Kapıyı kapatmış Fuat ile arabanın önünde bir şeyler konuşmaya başlamıştı. Fazlasıyla düşünceliydi. Aslında evden çıktığımızdan beri bu tavır içerisindeydi. İster istemez bende şüpheyle ona bakıyordum.
Üç dakikanın sonunda Uluğ koltuğa yerleşmiş ve arabayı çalıştırmıştı. Dönüp bana bakmamış, kaşları çatık bir şekilde arabayı sürüyordu. Yirmi dakikanın ardından bu kasvetli hava sona ermişti. Kaldırımın kenarına arabayı park etmiş ve kemerini çözmüştü. Kapıyı açıp çıkmıştı. Bende kemeri çözüp, kapıya yöneldim. Ama benden önce Uluğ kapımı açmıştı. Temkinlice araçtan indim. Uluğ’la birlikte yürüyüp eşsiz boğazın karşısında duran banka oturduk.
Boğazın kokusunu içime çektim. İlk geldiğim günü anımsadım, ah kine ah. Oysaki ne umutla gelmiştim. Hele ki kaydımı yaptığım zaman, içim içime sığmamıştı. Öyle bir boşluktayım ki, sözler kifayetsiz kalır. Zamanında yaprağa kızardım, neden kendisini rüzgâra teslim ediyor diye. Şimdi onu daha iyi anlıyorum, yaprak kendini teslim etmiyordu. Gücü kabulleniyordu, çünkü başkaldırmanın birer zaman kaybı olduğunu o da biliyordu.
“Elbise güzelmiş,” Uluğ’un sesini duyunca ona döndüm. Bakışları üzerimdeydi. Söylediği kelimeler kafamda yankılandı.
“Anlamadım?” dedim gözlerinin içine bakarak. Bakışları saçlarıma çıkmıştı. Rüzgâr saçlarımı hoyratça bir o yana bir bu yana savuruyordu.
“Elbise diyorum güzel.” dedi tekrardan. Tuhaf bir şekilde ona bakmaya başladım.
“Ne alaka şimdi?” dedim anlamsız bir yüzle. Dik dik bana bakmaya devam ediyordu.
“Belli ki Merve seçmiş, onun seçimleri her zaman güzeldi.” dedi ciddiyetle. Bu tavrı nedensizce hoşuma gitmişti. Yüzümde beliren tebessümle konuştum.
“Sen bana iltifat etmeye mi çalışıyorsun?” dedim imayla. Bu sefer bende olan tebessüm ona da sıçramıştı. Güneş ışınları yüzüne yansıyor, yüz hatlarını öne çıkarıyordu. Orman vadisi gözleri insanı içine çekiyordu.
“Ne alaka, ben elbiseye diyorum.” dedi gülerek. Bu tavrına bende gülmeden edememiştim.
“Önemli olan elbise değildir Uluğ Bey, onu taşıyandır derler.” dedim özgüvenli bir edayla. Uluğ ban doğru eğilmiş, yüzünü yüz hizama getirmişti. Ani hareketinden ötürü nefesimi tutmuştum.
“Öyle mi Mihran Hanım?” dedi etkileyici bir sesle. Kendime gelerek derin bir nefes aldım. Onun yaptığını yaparak bende yüzümü ona yaklaştırdım. Ve tatlı bir edayla konuştum.
“Öyle tabii Uluğ Bey!” dedim dudaklarımdaki gülümsemeyle. Bakışları dudaklarıma inmişti. Tekrardan nefesimin kesildiğini sezdim.
“Güzel olmuşsun… Her zamanki gibi!” dedi, bakışlarını gözlerime çıkarmış, derince bakmaya başladı. Neler oluyordu? Rüzgâr bile esmeyi unutmuştu. Zaman durmuş, evren susmuştu. Kalbim yerinden çıkıyordu. Bu adama karşı olan kalp çarpıntım da neyin nesiydi? Durmadan onda takılı kalıyorum ve bu durum artık sinirlerimi bozmaya başlamıştı.
Uluğ bir an kendine gelerek, bakışlarını etrafa çevirdi, istemsizce bende çevirdim. Fuat ve Arif şaşkınlıkla bize bakıyordu. Uluğ, onlara bakınca hemen başlarını farklı yerlere çevirmişlerdi. Uluğ iki kere art arda öksürmüştü. Bunu kendine gelmek için yaptığını anlamıştım. Gergince oturduğu yerde hareket etti. Ben mi? Ölüden farkım yoktu çünkü hareket kabiliyetimi kaybetmiştim. Kendime gelmek adına derince nefesler almaya çalıştım. Anca beş dakikanın sonunda kendime gelebilmiştim. Bu havanın bir şekilde dağılması gerekiyordu. Aklımda yer edinen sorulardan bir tanesini zorda olsa ona yöneltim.
“Tolga’nın kendi iradesi ile uyuşturucuyu içmemiş olması neyi değiştirir?” dedim yutkunmaya çalışarak. Yavaşça Uluğ başını benim tarafıma çevirdi. Kendine çoktan geldiği belliydi.
“Çok şeyi değiştirir…Hem de çok şeyi Mihran!” dedi ciddiyetle. Merakla kaşlarımı çattım.
“Ne gibi mesela?” dedim sakince. Başını boğaza çevirip titrek bir nefes bıraktı.
“Güvendiğim adamın, hiçbir yere gitmediğini bileceğim. Bedeni yanımda olmazsa bile ruhunun yanımda olduğunu bilip güç alacağım. Onu kader değil de şeref yoksunlarının katlettiğini bileceğim. Bunlar olursa tüm kurduğum planın yıkılması, yerine vahşetin gelmesi demektir.” dedi sonlara doğru öfkeyle dişlerini sıktı. Tüm dediklerini düşündüm, her şeyi kafamda tartım.
“Onu çok sevdiğin her halinden belli.” dedim zorlukla. Halen bakışları boğazda iken. Kirpiklerinin titrediğini gördüm. Bu benim oldukça canımı sıkmıştı.
“Çok ölüm gördüm ben Mihran. Çok kişi kollarımda can verdi. Bunlar en yakınlarım olanlar. Hepsinin yeri bende ayrı. Tolga’da benim kardeşim! Kardeşimdi… Bir büyümemiş olmamız, aynı kanı taşımadığımız anlamına gelmiyor.” dedi öfkeyle. Kafasında birtakım şeyler dönüyor ve bunlar onun sinirlenmesine sebep oluyordu. İçimdekileri kusmanın vakti gelmişti.
“Peki kardeşin, isteyerek veya istemeyerek birine zarar verse yine kardeşin olur mu Uluğ?” dedim dürüstçe. Bakışlarını bana çevirdi. Bakışları dikti, tıpkı vücudu gibi.
“Şayet kardeşim bildiğim adamın ondan güçsüz birine zarar vermişse ve diyelim ki hayataysa, emin ol ilk kurşunu ben sıkardım. Ama ölmüşse, hiç doğmamış sayarım. Onun için kılımı kıpırdamam!” dedi emin bir sesle. Bu dediğime gülesim geldi.
“Oysaki sende aynı şeyi yapmıştın. Kendini de vursana o halde!” dedim alayla. Kaşlarını çatmıştı.
“Sen güçsüz değilsin Mihran! Suçsuzda değilsin! Adını koyamadığım bir karanlığın var. O gece öyle ya da böyle bir şeyler yaşandı. Seni tanıdıkça vuramadın diyemiyorum çünkü hayatın sana sunduğu bir kötülüğü içinde barındırıyorsun. Kendin için herkesi harcayacak bir bünyen var. O yüzden kendini zavallı olarak gösterme çünkü değilsin!” dedi kendinden emin bir sesle. Bu kadar belli ettiğimi bende bilmiyordum. İçimdeki kötülüğün farkındaydım ama bir başkasından bunu duymak tuhafıma gitmişti.
“Peki o halde şöyle soruyum sana, her şekilde o uyuşturucu onun bedenindeydi, peki Uluğ burada benim ne suçum var? Kafamın içinde bir türlü unutamadığım sahneleri kim silecek? Arabada sordun ya, hatırlıyor musun bir şeyler diye sen bana hiç unutabildin mi diye bir sorsana? Silik sahneler, vücudumu diken diken eden o ten…” Devamını getirememiştim. Öylece bakmakla kaldı. Avuç içlerime tırnaklarımı geçirmiştim. Kanayacağından hiç şüphem yoktu.
“Unutmak en kolayı, zor olan hatırlayamadığın bir yaranın acısını hissetmek.” dedi düz sesle. Elimin üzerine, elini koydu ve elimi avcunun içine hapsetti. Yaptığı eyleme anlam veremedim. Parmaklarımı tenimden çekince anladım.
“Her yara kolay oluşur ama iyileşmesi zordur. İzler aynaya bakmamıza engel olanlardır Mihran. Aynalara kendini küstürme!” dedi yumuşak bir sesle. Kolunda olan yara aklıma geldi ve aynalara bakmadığını söylemişti.
“Sen başarabildin mi Uluğ?... Aynalara korkusuzca bakabildin mi de benim yapmamı söylüyorsun?” dedim titrek bir nefes bırakarak. Sustu, başını yere indirdi.
“Senin hikayen ne Uluğ? Hayatın silesini yemişsin bu her halinden belli! Hatta sana şöyle söyleyeyim, bazen senin yanında kendi acılarımı yaşamaya utanıyorum. Suskunluğun, uzaklara dalışın ve her şeye rağmen güçlü kalışının altındaki yaşanmışlıkları duymaktan korkuyorum.” dedim uzun süredir aklımda yer edinenleri sıraladım. Şaşkınlıkla başını kaldırdı. Uzunca gözlerime baktı.
“Beni mi merak ediyorsun? Yaşadıklarımı bilmemene rağmen, yaşadığım şeyleri düşünüp bana üzülüyor musun?” dedi hayretle.
“Belki tuhafına gidecek ama bugüne kadar kimseyi etmediğim kadar seni merak ediyorum. Ve bana yaşattıklarına rağmen bir türlü susturamadığım sana karşı bir merhametim var. Fakat bu durum giderek canımı sıkmaya başladı, bilesin!” dedim sonlara doğru stresle konuştum. Kaşlarını çattı ve tuhaf biçimde yüzümü inceledi.
“Mihran… Aynı duygular içeresindeyiz desem sana… Ve bu durum benim canımı sıkmaktan öte korkutuyor desem!” dedi halen yüzümü incelerken. Onun da bu şekilde hissettiğini çok önceden anlamıştım zaten, o yüzden şaşırmadım.
“Sana bir sorum olacak?” dedim ve sustum. Başını sallayıp onay verdi.
“Saye’ye benzediğim için mi bu merhametiniz? Zafer Usta’nın beni ilk gördüğündeki tepkisini hatırlayınca, bir de Uraz’ın beni kaçırdığındaki şaşkınlığı birleşince bu kanıya vardım. Aaa tabi Emir denilen adamın gelip imalarda bulunması cabası tabii!” dedim düşünceli bir sesle. Oldukça şaşırmıştı. Bakışlarını tekrardan boğaza çevirdi. Yine düşünceli bir hal aldı.
“Benzemiyorsun!... Ona kimse benzeyemez!” dedi öfkeyle. Bu tavrı beni meraklandırmıştı.
“Kim ki o?” dedim istemsizce. Nefretle harmanlanmış bir yüzle bana döndü. Bu soruya öyle öfkelenmişti ki suskunluğa gömüldüm. Kimse onu soramazmış gibi, kimse onun adını ağzına alamazmış gibi davranıyordu.
On dakika boyunca suskunluğumuzu korumaya devam ettik. Benim aklımda ablamla konuşacaklarımız geliyor ve bu durum canımı sıkmaktan başka hiçbir işe yaramıyordu. Uluğ iki kolunu arkadaki banka yaslamış, başını arkaya yatırıp gözlerini kapatmıştı. On dakika boyunca bu şekildeydi. Yorgunluğu bir vücut halini almıştı. Bunu tek ben mi görüyorum, bilmiyorum ama kimsenin onun bu halini umursadıklarını düşünmüyorum.
Koruma olan Arif bir anda yanımızda belirince tedirgin olmuştum. Arif, Uluğ’un yanına yanaşıp kulağına bir şeyle fısıldadı. Her ne söylediyse Uluğ gözünü açmış, rahatsızca yerinde kıpırdanıp kendini toplamasına neden oldu. Uluğ bakışlarını Arif’e çevirip, sözsüz bir konuşmaya girdiler. Arif kaşlarını aşağı yukarı kaldırıp indirmişti. Benim arkamda bir yere işaret etmişti. Uluğ ile ben refleks olarak o taraf dönmüştük. Oldukça lüks bir aracın önünde, şık ve alımlı, sarı saçlı orta yaşlarda olan bir kadın Uluğ’a bakıyordu. Kırklı yaşların sonlarında olduğu belli fakat bu dış görünüşünden belli değildi. Bakışlarını iki saniye bana indirmiş ve beni süzmüştü. Ardından tekrardan bakışlarını Uluğ’a yöneltti.
Uluğ’a döndüğümde ayağa kalmış öfkeden ellerinin titrediğine şahit oldum. Yüzü kıpkırmızıya dönmüştü. Kimdi ki bu kadın? Onu böylesine öfkelenmesine sebep olan bu kadın da kimdi? Ellerinin titrediğine ilk defa görüyordum. Öfke ve acı bir aradaydı. Kadının yüzüne yansıyan keder belini büküyordu. Gözleri dolu dolu, dudaklarındaki tebessüm ise vuslatın habercisiydi.
Gücüm artık yetmiyor! Daha ne söylemem gerekiyor bu söz üstüne? Başka bir dünya da yok ki? Uslanmaz bir avare gibi gezmekteyim. Harabeye dönmüş her bir yanım! Beni kucaklayacak bir dağ arıyorum, arıyorum… Fakat bulamıyorum. Ömrümü sevgi arayarak tükettim.
Pare pare tükettim!...
-BÖLÜM SONU-
Bölüm sonu sözü…
“Mum olmak kolay değildir. Işık saçmak için önce yanmak gerek!”
(Mevlâna Celaleddin-i Rumi)
-Mihran?
-Uluğ Mirza?
-Uraz?
-Mert?
-Merve?
-Korcan?
-Meyra?
-Vefa?
-Saye?
-Bölümü nasıl buldunuz? Umarım keyif almışsınızdır. Bölüm ile ilgili merak ettiğiniz her şeyi buraya bırakın lütfen.
İletişim bilgileri…
Instagram/ feveranofficial
Twitter/ Dilayybaskin
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.24k Okunma |
323 Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |