13. Bölüm

13. BÖLÜM: VİRANE

talia lidya
lidyatalia

“Çektiğin acı kadar olgunlaşırsın diyorlar; Çürüdük bilmiyorlar. “ 3

(Cemal Süreyya)

 

FEVERAN

-

VİRANE

🕊️

 

Her günüm bir önceki güne oranla daha bir karanlık geçiyordu. Daha bir kanıyorum! Kendimi neye adasam onun içinde boğuluyorum. Hep bir dal arayışı içerisindeyim, halbuki kendimi sevsem bunların hiçbirine gerek kalmayacaktı. Çıkış biletim elimdeydi ama söz konusu kendim olunca hep bir geriye iteliyorum. İçimdeki tüm duvarlar yıkık ve rutubetliydi, ben görmeden hissetmeden biri gelse, viraneye dönmüş ruhumu onarsa, elimi tutsa…

İşte yine bir dal arayışı içerisine girdim.

Karşımdaki kadında takılı kaldım. Tek ses rüzgâr ve korna uğultularıydı. Kasvetli hava daha bir kederleniyordu. Anlamsız gözlerle etrafa bakıyorum. Bunca koruma ordusu bile şaşkınlık içerisindeydiler. Bu kadın her kimse, onu görmeyi beklemedikleri aşikardı. Ensesinde yaptığı topuzu, onu daha da asil kılıyordu. En şaşırdığım kısım ise Uluğ gibi gözlere sahipti. Orman yeşili gözler! Hata Uluğ’un kadın versiyonu da denilebilirdi. Duruşu bile Uluğ gibiydi. Ailesinden biri miydi acaba? Çünkü bu kadar benzerliğe başka bir açıklama yapamıyorum.

Gözleri dolu, dudaklarında ise yarım bir gülümseme vardı. Uluğ ise karşısında düşmanı varmışçasına, kadının gözlerinin içine bakıyordu. Aralarındaki husumette neyin nesiydi böyle? Her ikisinde de yüzlerinde, gözle görülecek bir acı vardı. Kadının gözünden bir yaş aktı, yarım gülümsemesinin üzerine kayıp düştü. Bu hasretin gözyaşıydı. İçimin burkulduğunu hissettim. Dik duruşunun altında, utanç duygusu da vardı. Bakışları her şeyi ele veriyordu.

Üç dakika boyunca sessizlik etrafı hâkimi altına almıştı. Kadın son kez Uluğ’a bakmış ve arkasına dönmüştü. Kadının koruması arabanın kapısını açmış, kadında binmişti. Araba çalıştığında, kadın oturduğu tarafın camını açmıştı, araba hareket etmeye başladı. Kadının bakışlarının adresi bendim. Ama bu sefer süzmedi tek gözlerimin içine baktı. Araba gözden kaybolduğunda, şaşkınca bakışlarımı etrafa çevirdim.

Vücudumun uyuştuğunu sezdim. Tıpkı Uluğ’un etki bıraktığı gibi bırakıyordu. Ötemde Uluğ, Arif ve Fuat hararetli bir şeyler konuşuyorlardı. Uluğ, Arif’e bir şeyler söylemiş Arif’te koşarak diğer korumaların yanına gitmişti. Arif ile korumalar bir araca binip kadının gittiği yöne doğru son surat halinde arabayla uzaklaştılar. Uluğ’un halen elleri titriyordu. Oldukça öfkeliydi! Fuat ile bir konu hakkında konuşuyorlardı, Fuat her ne söylediyse Uluğ’un kaşlarını çatmasına sebep oldu. Biraz yaklaşsam duyabilirdim belki ama cesaret edemiyorum.

Uluğ yüzünü sıvazlayıp başını gökyüzüne çevirdi. Bir süre sonra tekrar indirmişti. Ve bakışları beni hedef almıştı. Aklına bir şey gelmiş gibi yüzünü buruşturdu. Fuat’a bir şey demiş ve bana doğru adım atmaya başlamıştı. Neler dönüyordu ya? Bir sorun vardı. Ama ne? Uluğ bana olanlar hakkında bir şey söylemesi gerekiyordu? Bu işlerin içindeydim ama ben kapı baca bir şeyler dinleyerek öğrenebiliyorum.

Uluğ yanıma gelince, ilk konuşan ben olmuştu. “Neler oluyor Uluğ? Bana bir şey söylemelisin artık! Yüzünden anlaşılacağı üzere beni de alakadar eden bir durum var.” dedim, merakla.

“Seni alakadar eden bir durum yok. Sadece şu an hemen buradan gitmemiz gerekiyor. O yüzden de sana karşı mahcubum.” dedi, donuk yüzle. Nasıl ama ablam?

“Ama…” Devamını getirememiştim. Uluğ’un sesli bir şekilde yutkunduğuna şahit oldum.

“Biliyorum, ablan ama sana söz en kısa zamanda seni onunla kavuşturacağım Mihran. Söz veriyorum!” Sonlara doğru baskın bir ifade kullandı. Emin olamıyorum. Beni ablamla kavuşturacağına inancım yoktu. Ama ne diyebilirdim ki?

“Peki.” dedim düz ifadeyle. Uluğ elini koluma koyup güven vermek ister gibi bir tavır sergiledi.

“Ne pahasına olursa olsun Mihran, emin olabilirsin tamam mı?” dedi yumuşak sesle. Kolumu elinden kurtardım ve bir adım geriye gittim.

“Emin olamıyorum ama elimden de bir şey gelmiyor Uluğ…! Ablam gelmeden gidelim hemen.” dedim duygusuz sesle. Uluğ’un yüzünde bocalamışlık oturdu. Sözlerim onu kırmış gibiydi ama neden ki? Onca sözüme kırılmayıp neden ona inanmadığımı sarf ettiğim bu sözlere kırılmıştı ki? Anlamıyorum. Uluğ derin nefes alıp etraftaki korumalara bir işaret yapmış, ardından başıyla ilerlememin işaretini yapmıştı.

Arabaya yerleşmiş son sürat ilerliyorduk. Ara sıra dönüp ona bakıyorum ama o bir an olsun dönmemişti. Kırılmış mıydı? Pek kestiremiyorum. Neticede o Uluğ’du kırılamaz gibi geliyordu. Çantamda olan telefonu çıkartıp ablama kısa bir mesaj çektim. Bir dakikanın sonunda beni aramaya başlamıştı. Bende onu meraklandırmamak adına telefonu açtım. Bütün öfkesini kusmuş, bas bas bağırmıştı. Yirmi dakika boyunca tartışmıştık, yani yol boyunca. Biraz sakinleşmiş ve az da olsa iyi olduğuma ikna etmiştim. Ama yarın görüşmek için ısrar edip duruyordu. Yarım yamalak cevaplar verip onu geçiştirdim. Sonunda telefonu kapatınca rahat bir nefes aldığımı sezdim. Arabadan inmiş eve girmiştik. Tam yukarı çıkacağım da Uluğ kolumdan tutmuştu. Ne olduğunu soracakken, Uluğ’un sesi yükseldi.1

“Mert? “ Evin tüm duvarlarına sesi yankılanmıştı. Merakla ona bakıyorum ama Uluğ dönüp bana hiç bakmamıştı. O bakmadıkça öfkelenip, bende kırılıyorum. Mert, yanında Merve ile bahçeden içeri girmişlerdi. Uluğ’un bana bakmadığı gibi Merve’de bana bakmıyordu. Nedense bu tavırları beni zerre etkilemiyordu. İçimdeki bencil duygular izin vermiyordu.

“Niye bu kadar erken geldiniz? Bir sorun yok değil mi Uluğ?” dedi şüpheyle Mert. Uluğ kolumu bırakmış, cebine sokmuştu.

“Sonra anlatırım… Sen Doktor Selim’i çağır Mihran’ın pansumanını yapsın. Bu sayede de kontrol etmiş olur.” dedi düz bir sesle. Mert kısa bir süre bana dönmüş sonra bakışlarını çekmişti.

“Selim abi Fransa’ya seminere gitti. Şimdi Oğuz’da acilde yoğun çalışıyor, uğraştırmayalım çocuğu. Ben iki dakikaya hallederim.” dedi düşünceli sesle.

“Tamam sende o halde.” dedi ve yanımdan geçip odasına doğru gitti. Bana bakmasını bekledim ama istediğim olmadı. Neden bu kadar taktığımı bir türlü anlamadım? Mert şüpheyle Uluğ’a baktı, aynı şekilde Merve’de. Ardından bana tuhaf bir bakış atmışlardı.

“Ben gerekli malzemeleri getireceğim, sende odanda beni bekle Mihran.” dedi yine aynı naif tutuğu sesle. Gözlerinden bana kırgın olduğunu anlayabiliyorum ama o yine de çizgisi bozmak istemiyor gibi davranıyordu.

Dediğini yapıp kaldığım odaya yöneldim. Kaldığım odaya girmiş ardımdan da kapımı kapatmıştım. Kendimi yatağa bırakmış, derin bir nefes içime çektim. Aklıma gelen şeyle, hemen elimi sütyenimin içine atıp sakladığım notu yerinden çıkardım. Ardından ise hızlıca yorganımın altına sıkıştırdım. Ne olur ne olmaz pansumanım yapılırken düşer bir şey olur ve Mert görürse büyük sıçardım.

Bu notla ne yapacağım bir soru işaretiydi. Önümde iki seçenek vardı ve ben şu an karar aşamasındaydım. Zor, artık her şey daha da zor geliyordu. Aslında çok düşünmemeliydim ama dün akşam Uluğ’un dediği sözler aklıma geliyor ve karar vermemi engelliyordu. Kaosun tam ortasındaydım. Nereye dönsem kandı.

Kapım çalınınca kendimi topladım. Ve girmesini söyledim, Mert elinde kocaman bir çantayla gelmişti. Malzemeleri yatağa dizmiş ve yüz üstü uzanmamı söylemişti. Dediği yapıp uzanmıştım. On beş dakikada her şeyi halletmişti. Oldukça hafif bir eli vardı. Elbisemin fermuarını çekmiş ve çekilmişti.

“İyileşiyorsun.” dedi düz sesle ve malzemeleri toplamaya koyulmuştu. Bende yavaşça kendimi oturur vaziyete getirdim.

“Uluğ kolay kolay üzülüp kırılmaz! Ne oldu da senin yüzüne bakmayacak raddeye getirdin?” Malzemeleri toplarken konuştu.

“Belki de kırılıyordur da siz farkında değilsinizdir?” dedim bir kaşım havada iken. Eli havada kalmış, başını şaşkınca bana doğru çevirmişti.

“Uluğ’u bizden başka kimse tanıyamaz! Üzüldüğünde, kırıldığında, öfkelendiğinde de ilk biz anlarız Mihran.” dedi hoşnutsuz bir sesle. Dudaklarıma alaycı bir gülümseme kondu.

“Peki üzüldüğünü veya kırıldığını anladığınızda ne yapıyorsunuz Mert?” dedim, adını bastırarak söylemiştim. Kaşlarını daha bir çatmıştı.

“Pardon da bu seni neden ilgilendiriyor ki?” dedi Mert. Öfkelenmeye başlamıştı.

“Bak Mert ben düz biriyim ne hissediyorsam onu söylerim aynı şekilde ne görüyorsam da! Görüyorum tüm yükleri onun omzuna bırakmışsınız ve sadece kendi menfaatinizi düşünüyorsunuz. Uluğ sizin hayat sigortanız olmuş.” dedim dürüstçe. Gözlerini bir an olsun benden çekmedi. Donup kaldı, tepki bile vermedi.

“Herkesle empati kuran ve onları anlayan Mert bir tek Uluğ’a mı kör?” dedim yine aynı ses tonuyla. Şaşırmıştı ve bu şaşkınlığı sebebiyle elini nereye koyacağını bilemiyordu. Hızlıca yatağın üzerindeki çantayı almış ve ayağa fırlamıştı. Bütün tepkilerini donuk bir yüzle izliyordum.

“Ben aşağı iniyorum yarana dikkat et!” dedi kısık bir sesle. Vücudu bile dik değildi. Yürümeyi unutmuş gibi yamalak adımlar atıyordu. Odadan çıkıncaya kadar onu izledim. Hepsi kaçıyordu, sözlerim her birine dokunuyordu. Belli ki bugüne kadar kimse onlara tek bir söz söyleyememiş.

Yorganın altına koyduğum notu çıkartmış, avuç içime hapsetmiştim. Artık bir karar vermem gerekiyor. Uluğ’a güvenmiyorum ama güvenmek istiyorum. Nedenini bende bilmiyorum? İçimdeki ses ona güven diyordu. Aptal değilim, bunlar boyumdan büyük mevzulardı. Tek başıma kendimi ateşe atamazdım. Belki de bu notta yazılan telefon numarasının ardında benim asıl düşmanım yatıyordu. Hiçbir şeyi bilemezdim. Ama Uluğ güçlü biriydi ve belki de bu notu yollayan kişiyi bile tanıyor olabilirdi. Karşıdaki her kimse benim değil, Uluğ’un dişine göre biriydi. Uluğ’un ne iş yaptığını bilmiyorum ama tekin şeyler yapmadığı aşikardı.

Elimdeki notu yeniden sütyenimin arasına sıkıştırdım. Ve ayağa kalktım. Uluğ’un yanına gitmek istedim. Sanki bu kafa doluluğundan bir tek o kurtarabilir gibi geliyor. Muhtemelen odasındadır diye üst kata doğru adım attım. Üst katta tek bir oda vardı o da Uluğ’un. Katın yarısı oda diğer yarısı ise terastan oluşuyordu. Muhtemelen manzara olağanüstü gözüküyordur. Çünkü benim kaldığım odanın balkonundan bile muhteşem gözüküyordu. Merdivenleri aşıp katta adım attım. Her yer siyahtı. Yerdeki fayanstan, duvara, duvardan, kapıya hatta tavana kadar her şey siyahtı. Bu adamın siyah takıntısı nereden geliyor anlamıyorum? Alt katta da siyah hakimdi ama en azından tavana kadar değil.

Daha fazla kafa yormadan kapıyı tıklatmıştım. Bir süre ses gelmedi, tekrar çalacak iken Uluğ’un sesini duydum. Temkinlice kapıyı aralayıp, odaya adım atmıştım. Oda da Uluğ’u bekliyordum ama yoktu. Beni ilk karşılayan kocaman yatak oldu. Ve yatağın üstündeki tablo! Melek motifli, kanatlarından dökülen tüyleri ile oldukça ürpertici duruyordu.

“Buradayım.” Sesin olduğu taraf yani kapını arkasında kalan tarafa başımı çevirdim. Uluğ, Mert ve Merve terasta karşılıklı koltuklarda oturmuşlardı. Merve ile Mert oldukça şaşkınlardı. Yüzlerinde anlamsız bir mimik vardı.

“Iıı ben yanlış zamanda geldim galiba, kusura bakmayın.” dedim ve arkamı döndüm. Fazlalıkmışım gibi hissettiğim anlardan bir yenisi daha.

“Gel Mihran.” dedi Uluğ düz sesle. Sesinden soğukluk seziyordum. Bu da benim kırılmama neden oluyordu. Döndüm ve ona baktım ama o yine bana bakmıyordu.

“Yok ben sonra uğrarım, siz rahatınızı bozmayın.” dedim ve yüzümü çevirdim. Daha bir adım atmadan Merve’nin sesini duydum.

“Bizde kalkıyorduk zaten, şirkette görüşürüz.” dedi Merve ve adım seslerini duydum. Işık hızıyla Merve ile Mert el ele yanımdan geçtiler. Bende olduğum yerde bekledim. Hareket edemiyorum.

“Gireceksen gir, girmeyeceksen de kapıyı ardın da kapat.” dedi yine aynı soğuklukla. Bu tavrına karşılık buradan gitmem gerekiyordu ama içimden gitmek gelmedi. İçeri girmeye karar verdim. Ve kapıyı kapattım. Uluğ halen terasta sırtı bana dönük bir şekilde koltukta oturuyordu. Bir süre onu izledim. Ardından adımlarımı hızlandırıp karşısında olan koltuğa geçtim. Çekinceli bir tavırla onu izledim. Sanki onu kırmış olamam büyük bir suçmuş gibi boynum bükülüyordu. Elinde tutuğu sigarayı dudaklarına değdirtmiş ve içine iki kere çekmişti.

“Neden geldin?” dedi ansızın. Ayak ayak üstüne atıp arkama yaslandım.

“Gelmemeli miydim?” dedim merakla. Bana bir türlü dönmeyen orman vadisi gözler, gözlerimi hedef almıştı. O gözleri okumayı çok isterdim. Çünkü bunlar alelade bakışlardan ibaret olamazdı. Fakat tek okuduğum bir şey varsa bana kırgın olduğuydu.

“Neden bana kırgınsın?” dedim gözlerinin içine bakarak. Gözlerinde hiçbir değişiklik olmadı.

“Nereden çıkardın bunu?” dedi düz sesle.

“Hissettim!” dedim dürüstçe. Yine bir değişiklik olmadı. Cevap vermesini beklemeden tekrardan konuştum.

“Saçma değil mi bu? Oysaki bana kırılmaman gerekiyor, hepi topu iki haftadır birbirimizi tanıyoruz. İnsan değer verdiği kişiye kırılır diye biliyorum.” dedim, sabahtan beri beni kurcalayan soruyu sordum. O düz bakan gözleri, gitmiş yerini şaşkınlığa almıştı. Kocaman yutkundu.

“Ben kırılmam!” dedi yine aynı soğuklukla. Yüzümde alaycı bir tebessüm oluştu. Uluğ’un bakışları dudaklarımı hedef aldı.

“Bunu derken bile kırgınsın Uluğ!” dedim ve devam ettim.

“Hani sen yalanı sevmezdin, ne oldu o dürüst adama?” dedim öne doğru eğilerek. Kolunu dirseğine yasladı ve bana doğru eğildi.

“Mihran öteye git, ben kimseye kırılmam diyorsam kırılmam!” dedi kaşları çatık bir şekilde. Belli ki iyice bu konu içini yiyip bitirmişti.

“Sana güvenmiyorum Uluğ?” dedim. Sözlerinden ziyade sitemle sözlerimi sarf ettim. Bezmişçesine bir nefes verdi.

“Net nedenini söyle Mihran!” dedi öfkeyle. İsmimi zikreder gibi söylemişti.

“Senin için yabancıdan ibaretim. Şayet bir gün seçim yapmak zorunda kalırsan, ilk beni ateşe atacağından hiç şüphem yok! O yüzden de değil sana güvenmek, anlamak bile istemiyorum.” dedim emin bir şekilde. Ne kadar emin gibi gözüksem de bir yanımın ona güvendiğini ondan yana olduğunu seziyordum. Ve bunu hissetmek beni korkutuyordu. Yüzünde anlaşılır bir kırıklık vardı.

“Beni tanımadığından dolayı böyle düşünmen normal. Ben çok kez seçimler arasında kaldım Mihran, ama hiçbir zaman bir tarafı seçmedim!” Düz bir sesle konuştu. Bu dediğine anlam veremedim. Bu ne demek oluyordu?

“Genellikle o seçimi önüme koyanı yok ettim! Nasıl mı?... Düşmanımı tanıyorum, bir sonraki atacağı adımları bildiğimden önlemimi alıyorum. Demem o ki asla bir seçenek haline gelmeyeceksin, endişe etme!” dedi duygusuz bir sesle. Bu biraz içimi soğutsa da korkuyu da beraberinde getirmişti.

“O halde o notu yollayan kişiyi de tanıyorsun demek oluyor?” Sabahtan beri içimi kemiren o soruyu sordum. Uluğ sigaradan son bir nefes içine çekmiş ve sehpanın üzerinde olan kül tablasına bastırıp bırakmıştı.

“Biliyorum!” dedi net sesle. Nasıl? Ciddi miydi? O halde bana yollayan kişiyi de biliyor anlamına geliyordu.

“Ama sen, nasıl... Yani Korcan’a bulması emrini verdin. Bilsen neden böyle bir şey yapasın ki?” dedim oldukça merakla. Bütün hareketlerimi detaylıca inceliyordu.

“Bazen birilerinin bir şeyi bilmemesi onların yararına Mihran. Boyunlarından büyük işlere kalkışmamaları gerekir!” dedi gözlerimin içine bakarak. Başkasından bahsediyordu ama bana ders verme niteliğindeydi. Sesli bir şekilde yutkundum.

“Portekizce de bir söz vardı. O ne anlama geliyor peki? Neden söylemekten kaçındın?” dedim her şey yolundaymış gibi.

“Bugün ne çok soru soruyorsun kıvırcık? Bence artık yeterli!” dedi rahatsızca.

“Sanki tüm sorularıma cevap verdin de! Her cevabın her sözün ucu açık soru gibi.” dedim hazzetmeyen sesle. Yine aynı duygusuz bakışları üzerimdeydi.

“Sen mafya mısın?” dedim merakla. Hayret dolu bir yüze büründü.

“Neyim, neyim?” dedi hayretle.

“Mafya.” Tüm ciddiyeti gitmiş yerine samimi bir kahkaha gelmişti. Bu sefer şaşıran taraf ben olmuştum. Yanlış bir şey dedim mi diye düşünüyorum ama bulamıyorum.

“Hiç güleceğim yoktu.” dedi gülüşlerinin arasında. Oldukça bozulmuştum.

“Ya niye gülüyorsun, ben gayet ciddiyim Uluğ?” dedim bozulmuş sesle. Gülüşleri kesilmiş tebessümü dudaklarında asılı kalmıştı.

“Bir de ciddiyim diyor...” dedi başını gökyüzüne kaldırarak. Geri indirip, bakışlarını bana yöneltti.

“Kaçıncı yüzyıldayız Mihran? Mafya mı kaldı Allah aşkına?” dedi halen alaycı tavırla. 1

“Nesiniz o zaman? Kovboyculuk oynamadığınız kesin!” dedim aynı merakla. Kendini toparladı, ciddi bir tavır aldı.

“Mafya’nın devri bitti, yerini ise derin devlet aldı. Arasındaki fark ne diye soracaksan da mafya haraç alır, derin devlet o haracı alacak elemanı yetiştirir!” dedi ciddi tonla.

“Ben burada bir fark göremiyorum. İki tarafında varmak istediği yer aynı! Her iki tarafta kendi çıkarları doğrultusunda yürüyor. Sadece daha modernleşmiş bir isim konulmuş!” dedim düşüncemi belirterek. Göz bebeğinin parladığına şahit oldum.

“Mafya devlete ve dünyaya bulaşmaz Mihran… Ama derin devlet bizzat dünyayı yöneten alt güçtür! Devlet onlarla birlikte hareket eder, asla onları karşılarına alamazlar! Ama dediğin gibi herkes çıkarları doğrultusunda bu yolda, kimse baba hayrına yapmıyor bunu.” dedi, sohbeti sevmişti. Oldukça keyif aldığını dudaklarındaki hazdan alabiliyordum.

“Fil ile fil avcısı hikâyesi gibi yani?” dedim düşünceli tavırla. Yüzünde bir tebessüm oluştu.

“Sen bu hikâyeyi nereden biliyorsun?” dedi merakla.

“Dedem küçükken hep böyle hikayeler anlatırdı.” dedim. Yine aynı huzur yüzüne oturmuştu.

“Küçükken,” Mırıltı halinde olan sesi bana kadar ulaşmıştı. Sadece başımı sallayabilmiştim.

“Küçük bir Mihran kulağa hoş geliyor.” dedi dudaklarında olan tebessümle. Bu sefer ben bakışlarımı dudaklarına indirmiştim. Takılı kaldım! Terlediğimi hissettim. Sesli bir şekilde yutkundum. Sanki boğazımda bir şey takılı kalmış gibiydi. Bugün bana neler oluyordu? Kendime gelmeye çalıştım.

“Neresi hoşuna gitti ki? Onu tanımış olsan öyle demezdin!” Sonlara doğru sesim hüzünlü çıktı. Hiçbir tepki vermedi. Öylece bana bakmakla kaldı.

“Yine biri daha desene… Çocukluğundan nefret eden biri daha! Hiç mi yok çocukluğunu seven?” dedi gözlerimin içine bakarak. Konu değişmeliydi. Hem de derhal!

“Lafı saptırma, daha ne iş yaptığını söylemedin. Bunu söylemek bu kadar zor olmamalı!” dedim konudan bağımsız. Konuyu değiştirmek istediğimi anladı. Ve bana ayak uydurdu.

“Sen ne iş yaptığıma neden bu kadar takıldın? Onu de bakayım?” dedi şüpheyle.

“Takılmam normal değil mi Uluğ? Durmadan bir konular hakkında konuşuyorsunuz, yok operasyonmuş, bir de değişik ismi olan bir adam var. Neydi…. Hıı evet Kimyadandı, Tersiyer diye biri. Hem böyle bir isim mi olur Allah aşkına! Benim bildiğim bir Tersiyer var, o da Tersiyer tepkimeleri! Değişik çok değişik!” dedim hayret ve ciddi bir tonda. Uluğ gülecek gibi oldu ama kendini tutu.

“Bir de hayvan türünden olanı var. Kimyadan değil hayvan türünden yola çıkarak bu ismi koymuş kendileri.” dedi keyifle. Aklına her ne gelmişse bir anda yüzünün asılmasına sebep oldu.

“Bir daha o adamın ismini ağzına alayım deme Mihran! Sakın, anladın mı?” dedi hoşnutsuz sesle.

“Anladım demem bir daha.” dedim uysal sesle. Şaşkınlıkla bana döndü. Gözlerimden bir şeyleri anlamaya çalıştı. Ardından tüm bedenimi süzdü. Kim olduğumu teyit etmeye çalışıyor gibiydi.

“Demez misin gerçekten?” dedi halen aynı şaşkınlıkla. Bu tavrı beni eğlendirmişti.

“Yok demem.” dedim aynı umursamazlıkla. Onunla uğraşmak artık bana keyif vermeye başlamıştı. Hayretler içerisinde bana bakmaya devam etmişti.

“Allah Allah halbuki senin inatla söylemen ve ‘bana emirde bulunamazsın’ demen gerekirdi. Hayret gerçekten de hayret!” Bu tavrına daha fazla kayıtsız kalamadan gülmeye başladım. Dik dik bana bakıyordu. Yüzünün aldığı şekli görünce daha da gülesim geliyordu.

“Sana da alay konusu olduk… Çok güzel, bravo, süper ya!” dedi ve ayağa kalktı. Onun kalkışıyla bende kalktım. Daha fazla gülmemek için kendimi tutuyordum. Terastan, odaya girmişti. Uluğ’un kolundan tutup önüne geçtim. İlk önce tutuğum koluna ardından bana bakmıştı.

“Şaka yaptım tamam ama çok komik gözüküyordun o yüzden. Yüzün falan…” Demeye kalmadan kendimi tutamamış tekrardan gülmeye başlamıştım. Bakışları değişmiş, dudaklarıma hedef almıştı. Ama ben halen kendimi gülmeden alamıyordum. Ne olduğunu daha kavrayamadan Uluğ beni belimden tutup kendine yaslamıştı. Bu hareketi, değil gülmemi nefesimi kesmeye yetmişti. Yüzünü yüzüme yaklaştırdı.1

Kokusu vücudumu sarıyor ormanın esintisini beraberinde getiriyordu. Bu kokuya mest oluyorum. Aralık olan dolgun dudakları beynimi uyuşturuyordu. Kendimi zapt edemiyorum. Beni ona çeken bir güç vardı. Hiç böylesine hislerle tanışmamış ruhum adeta çırpınıyordu. Her şeyiyle içime işlenmiş gibi. Onun için yaratılmışım gibi. Benim için yaratılmış gibi. Göz bebekleri yeşilin en koyu halini almıştı. Dudaklarımızdan çıkan nefes birbiriyle dans ediyordu. Aramızdan santimler vardı. Avuç içlerimin uyuştuğunu sezdim. Ayaklarımı bile hissedemiyorum.

Bugün bu ikinciydi. Sabahınkini daha atlatamamışken yeni bir tanesiyle baş etmek oldukça zor olacaktı. Tek ben böyle hissediyor olamazdım. Onun da böyle hissediyor olması gerekiyor. Yoksa adaletsizce olurdu. Her şeyden emindi, duruşu bile dikti. Oldukça dirayetliydi. Ben ürkek bir şekilde ona bakarken onda değişen bir şey olmamıştı. Sır vermek ister gibi, kulağıma yanaştı. Saçlarım sakalarıyla karışmıştı.

“Tüm ruhumla hissediyorum… Uçuruma sürükleniyoruz. Bakışlarına ve gülüşlerine sahip çık Mihran Uluöz!” dedi boğuk sesle. Başımı biraz geriye çekerek, aynı yüz hizasına getirdim. Tüm yüzünü inceledim.

“Tüm benliğimle hissediyorum… Uçurumun ta kendisiyiz! Aklına ve kalbine sahip çık Uluğ Köksoy!” ikinci ismini söylememiştim. O isimden nefret ediyordu. Bunu tüm uzuvlarımla hissediyorum. Kim o ismi telaffuz ederse kirpikleri titriyordu. Bunu bir tek ben mi görüyorum, işte buna cevabım yoktu. Fark etti, yaptığım şeyi fark etti. Gözlerini kıstı, yer kalmamış gibi beni kendine daha bir çekti. Bu eylemi karşısında kalbim depar atmaya başladı. Sert bedenini hissetmek, farklı adını bilemediğim şeyler hissetmemi sağlamıştı.

“Bilerek yapıyorsun değil mi? Çünkü bunun başka bir açıklaması olamaz!” dedi sert soluklar vererek. Öfkeliydi. Kendimi toparlamaya çalıştım.

“N-eyi bilerek yapıyorum?” dedim kekeleyerek. Akli yetimi kaybetmek üzereydim. Neler oluyor? Vücudum ile aklım ayrı taraflara çekilmiş gibiydiler. Konuşmayı unutmak üzereydim. Bu baskı bir anda üzerimden kalkmıştı. Uluğ, elini belimden çekmiş bir adım geriye gitmişti. Bende bir adım gitmek istedim ama ayaklarım resmen boşluğa gitmiş gibi büküldüler. Düşmek üzereydim ki Uluğ tekrardan beni tutu. Ve sesli bir şekilde kahkahalar atmaya başladı. Bu utançla başımı göğsüne saklamaya çalıştım. Kahkahaları giderek artıyordu. Gülüşlerinden dolayı göğsü inip kalkıyordu. Sinirle göğsüne vurdum, daha da güldü. Bu sefer art arda omuzlarına vurdum. Üsten gülerek bana baktı.

“Bak bırakırım ha! Bu omuzlara ellemek için can atan sırasıyla kadın var. Salarım hepsini üzerine görürsün gününü!” dedi halen gülerek. Asıl şimdi ben ona gününü göstereceğim!

“Neredeler ben niye göremiyorum şu kızları? Gördüğüm kadarıyla da kapının önü gayet sakin. Zaten sana âşık olan kızçeler de muhtemelen aşko kuşko tiplerdendir… Gülmeyi de kes sinirlerim ile oynuyorsun!” öfkeyle art arda göğsüne vurdum. Belimde olan ellerini çekmiş, göğsüne vurduğum ellerimi avuç içine hapsetmişti. Gülmesi bir an bile kesilmemişti.

“Ne tipler ney?” dedi kahkaha atarak. Bu tavrı az kaldı bana da bulaşacaktı.

“Aşko kuşko tipler.” Der demez bende bu dediğime gülmeye başladım. Gülüşlerimiz birbirine karışmıştı.

Bu koca evrende iki yabancı gibi yok olmanın direnişini sergiliyorduk.

Tebessümlerimiz savaşın habercisiydi.

Kendimi toparlamaya çalışarak, ellerimi ellerinden çekmeye çalıştım. Beni anlamış ve sesini temizleyip, bir adım geriye gitti. Her güldüğümüzde sanki bir suç işlemiş gibi kabuklarımıza çekiliyorduk. İşte şimdi o andaydık! Onun geri çekilmesi sadece gülüşümü değil gönlümü de dağıtmıştı. Mahsun bakışlarını tüm yüzümde gezdirmişti. Dudaklarını diliyle ıslatmıştı.

“Ben duşa giriyorum ardından dışarı çıkacağım. Bir sorunun veyahut bir isteğin olursa Arif’e veya Aysel Hanım’a söylemen yeterli.” Tok sesle konuştu. Gözümü gözünden çekemiyordum.

“Evde kimse yok mu?” dedim merakla.

“Hayır yok! Akşam bir lansman gerçekleştirilecek o yüzden herkes şirkette.” dedi açıklamak istercesine.

“Uluğ bir şey soracağım?” Derin nefes alarak aceleyle konuştum. Bir kaşını çatmış merakla yüzüme bakmıştı.

“Ben halen bu evde tutsak mıyım?” Söylediğim şeye ben bile garipsemiştim. Tuhaf ve anlamsız bir yüze bürünmüştü. Ama birkaç saniye sonra yüzü donuk bir hal almıştı.1

“Değilsin Mihran, istersen gidebilirsin ama…” Demiş ve umutsuzca kirpikleri titremişti. Sözlerinin devamını can kulağı ile dinlemeye koyuldum.

“Ama…” Diye bir soru yönelttim.

“Yaşatmazlar seni bir yangının ortasındasın ve en güvenilir yer yanım.” Benim adıma üzülüyordu. Bunu vurulmadan önce söyleseydi bir tarafımla gülerdim. Ama işler değişmişti. Ve ben korkuyordum.

“Yanımda yaşarsın diyorsun peki buna yaşamak denir mi?” En az onun kadar çaresiz bir ses tonu ile konuştum. Sessizlik koca bir dağ oldu aramızda. Bu sözlerime de kırıldığını sezdim.

“Git Mihran!” Tek bir cümle kurmuştu. Soğuk bir tonla.

“Tolga’yı öldürüp öldürmediğimden bihabersin nasıl olurda git diye biliyorsun?” Onun gibi soğukkanlı olamıyordum.

“Öldürmüş olabilirsin ama bu işin altında daha büyük kişiler var. Ve benim derdim onlarla seninle değil!” Demiş net bir ses tonu ile.

“Peki şimdi dışarı çıksam, bir dolaşsam buna müsaade var mı?”

“Bir yere mi gitmek istiyorsun?” dedi şüpheyle.

“Hayır bir yerden gitmek istiyorum,” Emin bir şekilde konuştum. Söylediğim şeyi anlamıştı.

“Biraz da olsa bu evden uzaklaşmak iyi geliyor. O yüzden sen şirkette gittiğin vakit bende kahrolası bu evden çıkacağım!” Ona olan öfkem pusu kurmuş hazırda bekliyordu. Biraz yumuşamış olmam bana yaptıklarını unutturmuyordu. Hep bir yerimde kendini belli ediyordu. Sesli bir nefes vermişti.

“Az önce ne anlattım ben gitmek istiyorsan git ama kalacaksan da benim kurallarımla hareket etmek zorundasın! Tek başına adımını attığın an leşini kapımın önüne atarlar anlamıyor musun?” Öfke dolu bir tavırla haykırmıştı.

“Can benim canım, öleceğim korkusu ile yaşadığımı mı sanıyorsun!” Her şey üzerime üzerime geliyordu. Uluğ uzun bir süre kendini sakinleştirmeye çalışıyordu

“Peki… Bu evden bu kadar uzaklaşmak istiyorsan benimle şirkete gel, sonra eve geri dönersin. Kusura bakma ama şu an elimden sadece bu gelebilir.” dedi düz bir sesle. Çözüm arayışı içerindeydi. Ve ben kendimi tıpkı şımarık bir kız çocuğu gibi hissetmiştim. Yorgundu. Bu nefes alamayışından anlamıştım. Yükü beni durgunlaştırıyordu. Onun değil de benim sırtımda binlerce ton varmış gibi geliyordu. Halbuki yükü olup olmadığından bile bir haberdim. Açıkçası şu an diretmeyi ve baş kaldırmayı çok iyi bilirdim lakin onun üzerine gidip bir yeni yükler taşımasına gönlüm el vermiyordu.

“Peki, öyle diyorsan öyle olsun.” dedim sessizce. Uzunca bana baktı ve sesini temizledi.

“Bana beş dakika ver. O sırada sende beni aşağıda bekle, olur mu?” Sadece başımı sallayarak onayladığımı belirttim. Ardından odadan çıkıp salondaki koltukta oturur vaziyete onu beklemeye koyuldum. Uluğ aşağı indiğinde hiç vakit kaybetmeden arabaya yerleşmiş, arkamızda sürü korumasıyla ilerlemeye başlamıştık. Kocaman binaların olduğu bir yere gelmiştik. Onca bina arasında dikkat çeken tek bir bina vardı. O da karşısında durduğum binaydı. Hiç böylesine devasa bir bina ile karşı karşıya kalmamıştım. Bina camından, duvarına kadar her şeyiyle simsiyahtı. Altın rengiyle işlenen harfler ise kime ait olduğunu an be an gözler önüne seriyordu. ÇEBİ Holding. Arabadan indiğimden beri gözümü bu binadan alamıyordum. İlk kez böyle bir yere geliyordum ve şaşırmam oldukça doğaldı.

Uluğ’un bana seslenmesiyle ona doğru gittim. Birlikte içeri girdik. Binlerce takım elbiseli kadın ve adamlar resmen saygı duruşuna girmişti. İşte buna şaşırmadım. Uluğ’u kim görse put kesiliyordu. Bu adam ne yaptı da bu saygınlığı kazandı? Bir türlü idrak edemiyorum. Her adımımızda herkes olduğu yerde duruyor ve selam veriyordu. Biz geçtikten sonra yollarına devam ediyorlardı. Sanki onun önünde nefes almak bile saygısızlık gibiydi. Girer girmez yanımıza bir adam gelmiş Uluğ’a anlamadığım bir konu üzerinde bilgilendirmeler de bulunuyordu. Altın sarısıyla kaplanmış bir asansöre binmiş ve otuz sekizinci kata doğru çıkmaya başlamıştık. Asansörden inmiş siyahın hâkim olduğu bir hole giriş yapmıştık. Holün bitiminde ise yüzlerce masa ve oradan oraya koşuşturan insanlar vardı. Merakla etrafımı gözlemliyordum. Burası farklı bir evrendi. Hiç tanıdık gelmeyen ve benim yabancı olduğumu hissettiren bir yerdi.

Uluğ’un odasına girmiş, masasını karşısında bulunan koltuk takımının üzerine oturmuştum. Uraz ile Merve’de gelmiş masanın etrafında bir yığın evraklar arasında konuşuyorlardı. Hiç böyle bir tabloya şahit olmamıştım. Özelikle Uraz’ın bu ciddi tavrına oldukça şaşırtıcıydı. Beni ilk gördükleri zaman üfleyip püflemişlerdi ama umursamamıştım. Önümde duran kataloğa sıkınca bir bakış attım. Sonra aklıma gelen şeyle çantamda duran telefonu elime aldım. Telefonum dinleniyordu o yüzden Uluğ’a haber verme gereksinimi duymadan Asaf’ın numarasına tıklayıp sohbetine girdim. Onunla konuşmaya ihtiyacım vardı. Bu stresten ondan başka kimse kurtaramazdı. Aslında Nazlı’yı da arayabilirdim ama başıma gelenlerden birazda olsa onu suçlu buluyordum. O yüzden onunla bir süre daha konuşmak istemiyorum, belki de hiç.

Nasıl başlayacağımı bilemiyordum. Parmaklarım titrek vaziyete klavyeye gitti. Her şey yolundaymış gibi -Selam. (13:00) yazdım. Sanki bu anı bekliyormuşçasına, mesajın gitmesiyle Asaf çevrimiçi olmuştu. Mesaj yazma gereksinimi duymadan direkt beni aramıştı. Telefon melodisi odayı doldurunca tüm bakışlar beni bulmuştu. O korkuyla aramayı reddettim. Uluğ bir kaşını havaya kaldırmış şüpheyle bana bakıyordu.

“Bu yine bir boklar karıştırıyor... O telefon dinleniyor Mihran Hanım haberin olsun!” dedi Uraz uyarı tonunda.1

“Söylememiş olsan bilemeyecektim zaten Uraz Bey, sağ ol var ol yaa!” Alaylı sesle konuştum. Başka bir şey demeden başımı telefona indirdim ve Asaf’a tekrardan mesaj attım.

-Şu an müsait değilim Asaf. Şimdilik sadece yazışabiliriz ama ilk fırsatta seni arayacağım. (13:06)

-Ne demek müsait değilim Mihran? İyi misin? Biri seni zorla yanında mı tutuyor? Kaç zamandır neredeydin Allah aşkına? Nezarethaneden seni nasıl bıraktıklarını düşünürken bir de anlamadan ortadan kayboldun. Birileri seni kaçırdı mı bebeğim? Hadi bana yerini söyle de artık rahat bir uyku çekeyim. Bu vicdan denilen ilet yakamı bir türlü bırakmıyor be çiçeğim. Çıplak gözle seni görüyüm başka hiçbir şey istemiyorum. (13:08)

-Hayır endişe etme. Ben gayet iyiyim sadece uzaklaşmaya ihtiyacım vardı. Biliyorsun ağır şeyler yaşadım ve kendimi toparlayıp okula öyle başlamam gerekiyordu. O yüzden herkesten uzakta bir yerde tatil yapıyorum. Aklın bende kalmasın lütfen. (13:11)

-Pardon da sen hangi parayla tatil yapıyorsun? O barda çakma çantanın içindeki iki yüzlükle mi? Sen beni keriz mi sanıyorsun Mihran! Bak bir şeyler dönüyor farkındayım, karakola gidiyorum ve diyorlar ki o dosya kapandı. Nasıl kapanır diyorum, başsavcının emri bu yönde bizim bir bilgimiz yok diyorlar! Sence de bir anormallik yok mu? Bana hiçbir şey anlatmak zorunda değilsin, kendini bu yüzden zorlama, sadece her ne bok dönüyorsa senin yanında olmak istediğimi söylüyorum. Çünkü sana karşı kendimi borçlu hissediyorum. Borcumu ödememe izin ver marul kafa. (13:14)

Bu çocuk benim aklımı karıştırıyordu. Hiçbir şey sorgulamadan yanımda durmak istediğini söylüyordu. Bu yolda birine ihtiyacım vardı. Akıl alacağım veya yorulduğumda başımı omzuna yaslayacağım biri lazımdı. Ama bencilce olmaz mı? Ya benim yüzünden başı yanarsa ya düzeni bozulursa? Bunu riske atamazdım. Bu benciliği yapamam!

-Saçmalama Asaf, kafanda da kurma! Hem zaten kötü günler için yanımda para vardı, merak etme sen. Ben kendimi iyi hissedince gelirim seni görmeye. Ama şu an keyfim gayet yerinde tamam mı aklın bende kalmasın pamuk oğlan. (13:22)

-Mihran…😔 (13:23)

-Gerçekten de iyiyim… İnan lütfen. (13:24)

-Sana kıymalarına izin vermeyeceğim. İçimde çok kötü bir his var. Bu his uyumama engel oluyor. Asıl sen bana inan yanına geleceğim Mihran. (13:27)

Asaf’la tanışıklığımız çok olamamıştı ama sanki bir büyümüşüz gibi birbirimize öyle bağlıydık. Hatta bana bir keresinde vefat eden kız kardeşine tekrardan kavuştuğunu söylemişti. Kız kardeşi iki yıl önce trafik kazasında vefat etmişti. Ondan bahsederken hep gözleri doluyordu. Bu durum beni oldukça üzüyordu.

Sesli bir nefes bıraktım. Sanki duvarlar üstüme, üstüme geliyordu. Son bir mesaj attım ve telefonu kapattım.

-Sonra tekrardan konuşuruz Asaf, kendine dikkat et lütfen! (13:33)

Başımı onların tarafına doğru çevirdim. Merve masanın bir kenarında oturmuş elinde bir kalemle bir şeyler karalıyordu. Uraz ise telefonda biriyle İngilizce dili ile konuşuyordu. Uluğ’a döndüğümde ise bir elini sakalına götürmüş düşünceli bir biçimde kaşıyıp, gözlerini bana dikmişti. Odanın kapısı sinir havliyle açılmıştı. Mert ile Korcan öfkeyle etrafa bakış atmışlardı. Beni gördüklerinde sinirle solumuşlardı.

“Hıı tam zamanlama desene Can! Mihran Hanım da burada olduğuna göre bize bir açıklama yapar!” dedi Mert öfkeyle. Herkes şaşkınlıkla ona döndü. Uluğ oturduğu yerden dikleşti.

“N’ oluyor lan!” Demiş midesi bulanırcasına.

“Ne açıklama yapacakmışım ben size?” dedim anlamsız bir sesle.

“Mesela odaya kadar Tolga’yla kendi isteğinle gittiğinin açıklamasını yapabilirsin!” Gelmiş önümde bulunan sehpanın üzerine oturmuştu. Ardından Uraz gelmiş dik dik bana bakmaya başlamıştı.

“Lafı uzatıp da benim ayarlarla oynama Mert!” dedi Uluğ. Yanıma gelmiş beni kolumdan tutup yanına çekmişti. Bu hareketi Mert’i çıldırtmaya yetmişti.

“Al ve izle bu çok koruduğun kızı!” Demiş ve elinde olan telefonda bir şeyler kurcalayıp Uluğ’a doğru çevirmişti. Hepimiz toplanmış telefona odaklanmıştık. Önümde o gece vardı. O gece o odaya Allah’ın gönderdiğini sandığım adamla oldukça yakın bir şekilde yürüdüğümün videosu vardı. Bu görüntü midemi bulandırmıştı. Hemen gözlerimi çekmiş ve bu görüntülere kendimi maruz etmekten kurtarmıştım. 1

“Kaçırma gözlerini kaçırma iyi bak! Hani… Ulan ağzıma alamıyorum, bu adam hani seni taciz etmişti? Taciz edilen böyle sarmaş dolaş odaya gider mi? Yeminle aklımı kaçıracağım artık!” dedi Mert sinirle. Hiç hatırlamadığım birkaç sahne zihnimde canlandı. Bana yardım etmek istemesi, belimi kavrayıp beni kendine yaslaması ve en önemlisi benim rahatsız olmam fakat bütün bunların karşısında vücudumun uyuşmuş olması… Zihnimde canlanan sahneler nefesimi kesmişti.1

“Nereden geldi bu video Mert? Hani tüm kameralar parçalanmış, sistem arızalanmıştı?!” dedi Uluğ dişlerinin arasında.

“Odam da masanın üzerine bu telefonu bırakmış piç! Cesarete gel!” dedi Mert tükürerek.

“Kimmiş?” dedi Uluğ öfkeyle.

“Korkusuzca odama girmiş kameralarda anbean gözüküyor. Hatta dalga geçer gibi kameraya öpücük atıyor şerefsiz!” Diye soludu Mert.

“Adamları peşinden yolladık birazdan haber alırız.” Diye ekledi Korcan.

“Evet kardeşim kafandaki soru işaretleri bittiğine göre artık birini cidden bir sorguya çekmemiz gerekmiyor mu?” Nefret gözlerle bana bakarak konuştu Uraz.

“Sorguya çekilecek bir tarafı yok! Sarhoştu nokta. Nerede ne yaptığının hiçbir önemi kalmıyor.” Arkasına dönmüş yeniden koltuğa oturmuştu.

“Bu kadar mı yani? Sen… Sen nasıl bu kadar, bu kıza güvene bildin Uluğ? Hem de bize bile güvenmezken.” dedi Mert hayretle. Açıkçası bende hayret ediyorum. Bana karşı çok sakin ve uysaldı. Kafasında bir planı varmış gibi hareket ediyordu. Ve ben giderek tedirgin olmaya başlamıştım. Gözlerini gözlerime hapsetti ve uzunca bana baktı. O gözler bana bir şey anlatıyordu. Fakat ben bir türlü anlayamıyorum.

“Güvenilir biri olduğunu düşünüyorum! Sence yanılıyor muyum Mihran?” dedi derin bir sesle. Öylesine sormamıştı, bir cevap istiyordu.

“Bir tanıdık bana şöyle demişti; Kendin için herkesi harcayacak bir bünyen var. Karar senin!” Bana güvenmemeliydi çünkü arkasına döndüğü an onu sırtından vuracaktım. O güveni ben vermemeliydim çünkü ona karşı merhamet etsem de ona asla acımayacaktım. Belki de ağlaya ağlaya onu vuracaktım. Yani bana yakışanı yapacaktım. Ve tek bahanem ise kendim için olacaktı.

“Kendi ağzı ile bunu söylüyor, daha ben ne söyleyeyim! Buna da bir şey dersin artık!” dedi Uraz öfkeyle. Gözlerinde hiçbir değişiklik olmamış, sanki bu sözleri söyleyeceğimi biliyor gibiydi. Uluğ ise bana farklı bir bakış atmıştı. Bir manası vardı bu bakışların. Be ben kendimi yemiştim. Meraktan delirecek seviyeye gelmiştim. Etrafı saran Korcan’ın telefon sesi olmuştu. Benim için ise nefes alacak bir zaman oluşmuştu. Gelen aramayı cevaplamış ve kulağına koymuştu.

“Ne oldu, yakaladınız mı adamı?” Diye sordu rahat biçimde. Muhtemelen bu telefonu bırakan adamdan bahsediyordu. Her ne söylendiyse kaşlarını çattı.

“Nasıl olmuş bu?” dedi hayretle. Odanın kasveti beni germişti. Herkes pür dikkat Korcan’ı dinliyordu. Karşıda söylenilen şeyle Korcan bakışlarını Uluğ’a yöneltmişti.

“Tamam siz mekâna götürün, ellemeyin de biz incelemeye geleceğiz.” Demiş ve telefonu kapatmıştı. Kimse sormadan anlatmaya başlamıştı.

“Adamı bulmuşlar,” dedi Korcan nefes vererek.

“Eee?” devamını getirmesi için konuştu Merve.

“Esi adam ölmüş! Yani ölü bulunmuş, Arif’in dediğine göre çok yakından isabet edilmiş ve yanında da bir silah varmış. İntihar gibi gözüküyor.” dedi sıkıntıyla.

“Sikerler böyle işi!” Diye bağırdı Uraz. Uluğ bile ellerini iki başının arasına almıştı. Giderek canları sıkılmaya başlamıştı.

“Kedinin fareyle oynadığı gibi bizimle oynuyorlar. Sadece istediklerini öğrenebiliyoruz, artık bu işin boku çıkmaya başladı!” Gerçekten de bu her kimse hem zeki hem kurnazdı.

“Bu her kimse bütün suçu benim üzerime yıkmaya çalışıyor gibi, ama neden? Yani anlayamıyorum, ben kim olduğunu bile bilmiyorum ki!” dedim stresle.

“Belki biliyorsundur da hatırlamıyor olabilirsin ha Mihran Hanım!” dedi Uraz imayla. Hiç umursamadan onun üzerine yürüdüm.1

“Senin benimle alıp veremediğin ne, onu desene? Bana sataşmak hoşuna mı gidiyor?” dedim öfkeyle.

“Belki de Tolga’yı öldüren sensindir! Ben niye kardeşimin katiline müsamaha gösteriyim ki? Bu salaklar gibi aptal mıyım?” Diğerlerini kastederek konuşmuştu.

“Uraz kendine gel artık Allah aşkına!” Diye bağırdı Merve.

“Doğru, belki de onu öldüren benimdir! Durma kardeşinin katilini öldürsene, ama ben sana söyleyeyim zerre beni bununla korkutamazsın!” dedim, onda olan öfke bende de mevcuttu.

“Mihran bu destursuzluğun nereden geliyor bilmiyorum ama giderek senden şüphelenmeye başlıyorum. Her şeye burnunu sokman, kapı baca bizi dinlemen beni arkandakine güvendiğin kanısına itiyor. Ben seni uyarıyorum, umarım yanlış bir yolda değilsin yoksa…” Mert’in sözünü kestim.

“Yoksa ne Mert? N’ olur desene sen bir?” dedim şüpheyle.

“Hiçbir şey olamaz! Ben istemedikçe kimse hiçbir şey yapamaz! Kesin artık bu mevzuyu başımı ağrıttığınız yeter! Uraz ile Korcan gidin şu adama bir bakın, neyi var neyi yok diye. Mert sende Merve’yle akşamki lansmanın son kontrollerini yapın. Beş saniyeniz var kaybolun!” dedi itiraz istemeyen bir sesle. Merve hariç hepsi bana öfkeyle bakarak odadan çıkmışlardı. Uluğ başını arkaya atmış, gözlerini kapatmıştı. Kararımı vermiştim! Ne yapacağımı artık biliyordum. Buradan çıkmam gerekiyordu.

“Lavaboya gideceğim.” dedim huysuz sesle. Uluğ gözlerini açmış ve uzunca bana bakmıştı. Kendini dikleştirip masanın üzerinde olan telefona uzanıp birini aramış ve anlamadığım bir dilden iki kelime etmiş ve kapatmıştı. İki dakika sonra kapı tıklatılmış ve içeri Uluğ’un sekreteri olan Aisha gelmişti. Yabancıydı ve herkeste onun dilinden konuşuyordu. Fakat derdini anlatabilecek de bir Türkçesi vardı.

“Aisha, coimhdeacht Mihran go dtí an leithreas. Ná bain do shúile uaidh! Agus ná déan dearmad cad a labhair muid faoi!” Uluğ’un ne dediğini anlamadım ama pürüzsüz bir biçimde konuşması oldukça etkileyiciydi.

“Ar ndóigh, a dhuine uasail, mar is mian leat.” Sekreter kız da bir şeyler söylemiş ve bana dönmüştü.

“Lavaboya kadar seninle eşlik edecek.” Başıma birini dikecek tabii, maazallah bir şey yaparım! Olmadı belki de kaçardım değil mi?

“Korkma, korkma kaçmam!... İstesem de yapamam zaten değil mi?” Alay barındıran bir sesle konuşmaya özellikle dikkat ettim. Gözlerini devirip, sesli bir nefes verdi. Arkamı dönmüş kapıyı açıp çıkmıştım, arkamdan da Aisha gelmişti. Onu takip ederek, lavaboya kadar geldik.

İkimizde içeri girince etrafa göz attım, fakat kimseyi göremedim. Bomboştu! Bu durum canımı sıktı. Bir telefon bulmam gerekiyordu. Aisha’nınki olmaz, muhtemelen Uluğ’a haber verirdi. Daha fazla dikkat çekmeden lavaboya geçmiş işimi halledip çıkmıştım. Ellerimi yıkarken aynadan Aisha’ya baktım. Rujunu tazeliyordu. Ne yapabilirim diye düşünürken birden telefon çaldı. Aisha arka cebinde olan telefonu çıkartıp bakmış bir şey demeden arkasına dönüp lavabodan dışarı çıkmıştı. Bu benim için bir fırsat olabilirdi. Fakat kimse yoktu, birinden telefon istemem lazımdı. Stresle lavabonun içinde volta atmaya başlamıştım. Adrenalin seviyem yükselmişti. Alnımdan terler akmaya başlamıştı. Tırnaklarımı yemeden duramıyordum. Kapının kapatılmasıyla irkilmiştim. Tanımadığım sarı saçlı bir kadın lavaboya girmişti.

“Sizi korkuttuysam kusura bakmayın lütfen.” Naif tutuğu bir sesle konuştu. Yanlış görmüyorum değil mi?

“Iııı yok sadece dalmıştım, siz kusura bakmayın lütfen.” dedim nazik tutmaya çalıştığım bir sesle. O da karşılık olarak tebessüm edip lavaboya girmişti. Musluğun yanına çantasını bırakmıştı. Çıkınca ondan telefon isteyecektim. İnşallah o sıra Aisha gelmezdi. Tek duam buydu. Üç dakika sonunda lavabodan çıkmıştı. Oldukça hızlıydı. Elini yıkamak için musluğu açmıştı.

“Sizden bir ricada bulunabilir miyim acaba?” dedim ansızın. Musluğu kapatmış elini selpakla kuruluyordu.

“Yapabileceğim bir şeyse elbette buyurun.” dedi aynı naif haliyle.

“Telefonumu evde unuttum da sizinkini kullanabilir miyim?” dedim tebessümle. O da karşılık olarak bana gülümsemişti.

“Elbette kullanabilirsiniz.” Demiş ve çantasından telefonu çıkartıp bana uzatmıştı. Sanki cennetin anahtarını bana uzatmış gibi hevesle elinden aldım. Telefonla birlikte biraz uzaklaşıp arkamı dönmüştüm. Kapı arkamda kalmıştı.

“Ben kapının dışında olacağım siz rahat rahat konuşun.” Demiş ve kapı açılma sesi kulağıma ilişmişti. Sütyenimin arasında sakladığım kâğıt parçasını çıkartmıştım. Ve tiksintiye nota baktım. Derin bir nefes aldım, vakit kaybetmeden de yazılan numarayı tuşladım. Titreyen parmaklarla arama tuşuna bastım. Çağrı başladığında telefonu kulağıma götürmüştüm. Kalbim ağzımda atıyordu. Tedirginlikle tırnaklarımı yiyordum. Adeta beynim çınlıyordu. İlk çalışta telefon açılmıştı. Boğuk bir erkek sesi kulağıma geldi.

“Bende senin aramanı bekliyordum!” Demişti. Bu insan sesi değildi. Oldukça kalın bir sesti. Bu da ne demekti. Bu numarayı nereden biliyordu? Nasıl bu kadar emindi benim olduğuma? Daha ben ne tepki vereceğimi bilmeden telefon kulağımdan çekilip alınmıştı. Korkuyla arkama döndüm. Görmekten en çok korktuğum o yüz şu an karşımdaydı. Bayılmanın eşiğindeydim! Arkada bana telefonunu veren kadın ve Aisha vardı. Neler oluyor burada? Bana öfkeyle bakmaktan ziyade gözlerinde bariz bir kırıklık vardı. Yeşilliği beni viraneye çeviriyordu. Korkmuştum! Bunca olana rağmen her zaman cesaretim ayağa kalkmıştı fakat şu an… Şu an!1

“Açıkçası bu kadar erken olacağını tahmin etmiyordum! Akıllı sanırdım seni, sende şaşırtmadın beni!” dedi yarım bir gülümsemeyle. Ne hissedeceğimi ve ne tepki vereceğimi bilemediğim bir evredeydim.

“Halbuki çok da şans tanımıştım sana, kimseye tanımadığım kadar hem de!” Sesine yansıyan kırıklık içimde bir yerlerde bir şeyleri parçalıyordu. Gözlerimi gözlerinden alamıyordum. Yeşilin en koyu hali beni kendine çekiyordu. O da gözlerini gözlerimden çekemiyordu. Sanki son kere onun bu merhametle bulanmış gözlerine bakıyormuşum gibi takılı kalmıştım.

“Hiç mi anlamadın, her sözümde seni uyardığımı? Hiç mi anlamadın ki, ilk fırsata sırtımdan vurdun?” dedi, bir adım atıp tam dibimde durdu. “Oysa rahat bir alanda yaşa diye ne çok kafa patlatmıştım!” Kendi kendiyle konuşuyordu. Benden hiçbir cevap beklemiyordu. Zaten verecekte bir cevabım yoktu ya! “Biliyor musun… Masum bakan gözlerin vicdanımı yeniden dirilmişti... Bir türlü içimdeki sesi susturamıyordum. Geçmişte yaptığım hatayı bir daha yapmamaya yemin etmiştim! Kendimle verdiğim bu savaşı kazanmak için ne kadar uğraştığımı bilemezsin! Ama meğerse ben zaten çoktan kaybetmişim…” Hiç bu kadar içten olduğu bir ana tanıklık etmemiştim. Hissettiklerini duymak ürpermeme neden olmuştu.

“Ben… Iııı… Şey…” Bir şey demek geldi içimden ama bir türlü ağzımdan çıkamadı.

“İçimdeki ses sana yaptıklarımın mislisini yapacağımı söylüyor. Daha bu sabah bunu söylemiştim, hatırlıyor musun? Hislerimin kuvvetli olduğunu biliyordum da bu kadar güçlü olduğunu… İşte bunu bilmiyordum!” dedi sessizce. Bende aynı sessizlikle ona soru sordum.

“Neden bu kadar şaşırıyorsun? Dost muyuz ki biz seninle… Bana tutsak hayatı yaşatıyorsun! Elbette ilk fırsatta sırtından vuracağım, başka ne bekliyorsun ki?” dedim buğulu gözlerle. Sözlerim ile hissettiklerimin arasında uçurumlar vardı. Çenesini sıkmaya başlamıştı. Sözlerim onu kızdırmıştı.

“Ulan ben mi sana tutsak hayatı yaşatıyorum! Doğru dost değiliz ama benim düşmanımda değilsin, o kıt beynine sok şunu artık! Unutuyorsun galiba benim kuzenim öldü. Öyle ya da böyle öldürüldü anladın mı? Ve sen öyle ya da böyle o gecenin tek tanığısın! Aaa tabi suçlusu da! Elini kolunu sallayarak umuyorum ki etrafta dolaşmayı düşünmüyorsundur! Şimdi dersin, beni adalete teslim etseydin diye! O öyle olmuyor Mihran Hanım, eğer ki sen içerde olsaydın yaşayacağını mı sanıyorsun? Benim düşmanım arkasında bir kuşun bile yaşamasına müsaade etmez! Bir nevi hayatını kurtarmış oldum. Daha dün karar vermedik mi lan… İyileş, kimsenin olmadığı bir eve çıkacaksın, korumaları bile etrafında görmeyeceksin, uzaktan seni izleyecekler diye daha dün konuşmadık mı Allah aşkına söyler misin Mihran! Ne gerek vardı, karşıma çıkıp bu notu bana yollamışlar Uluğ demek bu kadar zor olmamalı! Aptal mısın kızım sen?” Öyle bir nefesiz bir şekilde bağırmıştı ki bedenim titremişti. Aisha ve o kadın, Uluğ bağıramaya başladığında koşarak dışarı çıkmışlardı. Tam bir şeye diyecekken, o daha sakin bir tonda konuşmaya başladı.

“Dün akşamdan beri yanıma gelmeni bekliyorum. Bir ümit gelir ve bana notu gösterirsin diye bekledim. Her kelimemde seni uyardım. Halbuki kendimde öğrenip senden o notu alabilirdim… Ama bekledim. Neyi beklediğimi bile bilmeden…! Oysa bakacak olursak sana güvenmiyordum bile!” Sesindeki tonlama bile pişman olmama yetmişti. Yine de kendimi ezik duruma düşürmemek için sesimi temizleyip başımı dik tutmaya çalıştım.

“Güvenmediğin biri için ne çok kendinle savaş vermişsin sen öyle! Yazık olmuş gerçekten!... Senin adına üzüldüm.” Umursamaz laflarım tek onu değil beni de incitmişti. Yüzündeki değişimi anbean şahit oluyordum. Öfkesi ve kırgınlığı birleşmişti. Alnındaki damar kendini belli etmeye başlamıştı bile. Bu gergin halleri beni de geriyordu. Gerilmekte bir kenara korkuyordum.

“Notu ver!” dedi çenesini sıkarken. Sesli bir nefes bırakarak avuç içimde sakladığım notu ona uzattım, o da gözlerini benden bir an olsun almadan notu elimden çekip almıştı.

“Bundan sonra başına gelecek olanların bir tek sebebi sensin! Sakın ola suçu bana atmaya kalkma!” dedi öfkeyle. Bir adım arkaya gitmişti.

“Şimdi düş önüme!” Bir ümitte olsa bekledim. Haklısın, bunu yapmakta haklısın demesini bekledim. Aynı onun beni beklediği gibi… Bana bakmıyordu, gözleri lavabonun aynasına sabitlenmiş geçmemi bekliyordu. Mahsun bakışlarımı ondan çekip yorgun bir nefes bıraktım. Başım önümde eğik bir şekilde adım attım. Lavabodan çıkmış koridora doğru ilerliyordum, Uluğ’da peşimdeydi. Koridorun sonunda sağda bulunan bir odadan Merve çıkmıştı. Bizi görünce durdu.

“Uluğ, nereye böyle birazdan son toplantı olacak?” dedi kaşları merakla çatıldı. Uluğ yanımda durmuş en korkutucu haliyle Merve’ye bakıyordu. Merve’de bunu fark etmiş olacak ki direk bakışlarını bana yöneltti.

“Siz halledin ben katılmayacağım, akşamki lansmana da geç gelirim.” dedi dişlerinin arasında.

“Mihran’ı nereye götürüyorsun? Bir sıkıntı mı var?” Endişeli bir sesle konuştu. Bakışlarını tekrardan bana çevirip kaşlarını kaldırdı. Bu iyi misin demekti. Tereddütle bakışlarımı ondan kaçırdım.

“Seni ilgilendiren bir durum yok! Etrafı da velveleye verme sakın!” dedi uyarı tonunda. Aralarında sözsüz bir konuşma geçti.

“Umarım pişman olacağın bir şey yapmasın kuzen!” Uluğ baş işaretiyle geçmemi söyledi. Bir an beklemeden önünde yürümeye başladım. O da peşimdeydi. Telefonda birileriyle konuşuyordu ama iki kelimeden öte bir konuşma değildi. Halet, hazırla, on dakikan var! Emir kipi cümleler yani. Bu beni daha da korkutuyordu. Asansöre binmiş zemin kata inmek için düğmeye basmıştı. Benimle hiçbir şekilde göz göze gelmiyordu. Yemin etmiş gibiydi! Oldukça düşünceli ve emin duruyordu. Bu duruşu beni çaresiz bırakıyordu. Elimi kolumu bağlamıştı.

Şirketten çıkmış arabaya binmiştik. Direksiyonu sıkmaktan parmakları morarmaya başlamıştı. Oldukça öfkeliydi. Bu öfkesi beni tedirgin ediyordu. Bir şey demek geliyordu içimden ama cesaret edemiyordum. O umursamaz tarafım gitmiş en çıplak ruh halim bas bas bağırıyordu. Uluğ bana bir ceza verecekti ve bu ceza muhtemelen zaaflarımdan bir tanesi olacaktı. Çünkü onun ceza anlayışı her zaman zaaflar oluyordu. Aslında bunu bilmek beni korkutandı. Çünkü bir yeni acılarla baş edemezdim. Vurulduğumdan beri verilen ilaçlar sayesinde düzgün bir uyku çekmeyi başarmıştım. Fakat bugün yaşayacaklarım yüzünden yeniden uykuya hasret kalacakmışım gibi geliyordu.

“Yeniden beni zaaflarımdan mı vuracaksın?” dedim çaresizce. Bir anlık yan gözle bana baktı. Ama o da saniyelikti. Derince nefes aldım. Ve camı açtım.

“Öyle bir şey yapacaksan söyle kendimi hazırlayayım,” Hayır bunu dememeliydim. Çünkü hiçbir şey beni bu duruma hazırlayamazdı. Yapmamasını söylemeliydim ama bunu söylemek sanki ona itaat ediyormuş kanısına götürüyordu. Bunca asırdır olan dirayetimi ve yıkılmayışlarımı bir kenara attım. Kimsenin eğdiremediği başımı eğdim.

“Yalvarırım uykularımı kaçıracak bir yeni acılar serpme ruhuma! Uluğ dayanamam, lütfen…” dedim gözümden istemsiz bir yaş aktı. Başını hızlıca bana çevirdi. Göz bebeği kızarmıştı. Kaşlarını çatmaktan alnında kırışıklıklar çıkmıştı. Gözünü benden ayırmadan frene basmıştı. Bu tepkisi beni daha da korkuttu. Öfkeyle kemeri çıkartıp atmıştı. Kapıyı açmış sertçe geri kapatmıştı. Arabanın önünden dolanıp benim kapımı hızlıca açmıştı.

“İn arabadan!” dedi çenesini sıkarken. Hiçbir tepki veremedim. İçim titriyordu. Hareket etmediğimi görünce, kemerimi öfkeyle söküp atmış ve sertçe beni kolumdan tutup arabadan indirmişti. Öfkeyle de kapıyı kapatmıştı. Kolumu acıtmıştı. Halen de tutuyordu. Dolu dolu gözlerle ona bakıyordum. O da öfkeyle soluyordu. Kolumu var gücü ile savurarak bırakmıştı. Kendi etrafında dönüp, yüzünü sıvazladı.

“Ne hesaplamıştın Mihran?” Haykırışı geri adım atmama neden oldu.

“Kendini biraz benim yerime koysan, olmaz mı?” dedim sessizce. Geldi tam dibimde durdu.

“Koymadığımı nereden çıkardın?” dedi aynı fevri haliyle. Bakışlarımı yere indirdim.

“Senin hissettiklerini tam anlamıyla anlamak için ne kadar kafa yorduğumu bilemezsin! Şu an seni parçalara ayırmak istiyorum. Pusuda bekleyip ilk fırsata sırtımdan vurmaya çalıştığın için senden tiksiniyorum. Mide mi bulandırıyorsun!” dedi yüzünü ekşiterek. Hayretle ona baktım. Bu kadar yoğun duygular hissettiğini duymak beni daha da şaşırtmıştı. Ama en çok da bu sözlerden dolayı kırılmıştım.

“Oysa öyle saf salak bir kız da değilsin, ne oldu da böyle bir hataya düştün? İyi olduktan sonra olabildiğince rahat bir alanda yaşaman için de konuşmuştuk. Uraz, Mert, Merve hepsine karşı da seni koruyordum. Söz ettirmiyordum, ne oldu da bir anda kendin için kaçış yolu aramaya başladın? Hayır yani anlamıyorum kendini nasıl bir tehlikeye attığının da mı farkında değilsin! O adamın kim olduğunu bile bilmiyorsun senin için kurduğu oyundan bihabersin, nasıl böyle bir risk alabildin çözemiyorum. Ben bir türlü çözemiyorum!” Adeta çıldırmış gibiydi. İstemsizce gözümden yaşlar akıyordu. Bağırması artık canımı yakmaya başlamıştı. Tıpkı babamın bağırdığı gibi bağırıyordu. O da hep benden midesinin bulandığını söylerdi.

“Mert’in, Uraz’ın hatta Korcan’ın bile, Tolga için bu kadar üstüme geldiklerini görünce elimde olan tek çıkış biletini kullanmak istedim. Korunmasız hissettim Uluğ, yanımda hiç kimse yok görmüyor musun? Beni benden başka kimse kurtaramaz! Çıkmazdayım işte anla!” dedim daha çok ağlayarak. Bugün en zor günlerimden bir tanesini yaşıyordum.

“O boş boş konuşan adamlar yüzünden yani, öyle mi?... Sen daha kavrayamadın mı, benim isteğim olmadan bir bokun bile yerinin değişmeyeceğini daha anlamadın mı? Biliyor musun Mihran, ben seni gözümde epeyce büyütmüşüm.” dedi hayıflanır şekilde. Uluğ her öfkelenip bağırmaya başladığında neden önüme babam geliyordu?

“Onlar senin dostların, onları dinlemeyip beni mi dinleyeceksin? Hem işin sonunda benim suçlu olduğumu öğrenirsen bana madalya takacak halin yok ya! Muhtemelen ölüm emrimi vereceksiniz, kardeşlerini çiğneyip beni yaşatamazsın! Hem neden yapasın ki?” dedim yaşlarım dur durak bilmeden. Tiksintiyle beni süzdü.

“O gün geldiğinde ilk kurşunu kafana ben sıkacağım, kimseye bırakmayacağım bunda emin olabilirsin Mihran Uluöz!” dedi aynı öfkesiyle. Bu bakışları onu ilk gördüğüm bakışlarla aynıydı. Boğazıma yapışıp, bana abimi hatırlattığı gün, dün gibi aklımdaydı. Aradan sadece iki hafta geçmiş fakat ben Uluğ’la sanki yıllardır tanışıyormuşum gibi hiç yabancılık çekmiyordum. Beni korkutan da buydu aslında.

“Şimdi yapsana, kendini de beni de bu ıstıraptan kurtar! Hadi Uluğ durma, yalvarırım sana durma! Çünkü benim dayanacak ne gücüm ne de dermanım kaldı. Dediğin doğru çıktı, ölmek insana verilmiş bir ödül! Yalvarırım beni cezalandırma artık, kendimi öldürmeye cesaretim yok… Ama senin var. Bu ödülü bana ver, hak etmemiş olmama rağmen bunu ver.” Acı çeke çeke haykırdım. Otoban da geçen araba sesleri bile sesimi bastırmaya yetmedi. O öfkeyle yeniden ellerim boğazıma gitti. Kanayacağını acı çekeceğimi bile bile tırnaklarımı derime geçirdim.

“Bunun için miydi? Karnındaki izler, her geçmişi hatırladığında kendini boğmaya kalkman hepsi öylesine geberip gitmek için miydi? Tırnaklarınla kazıya kazıya huzura kavuşman gerek Mihran Hanım. Öyle yağma yok dayanamıyorum deyip ölmeyi dilemek… Dayanamıyormuş bak hele ya, ne acı…” Öyle bir bağırmıştı ki korkudan ellerimi boğazımdan çektim. Acılarımı küçümsemesi son damla olmuştu.1

“Sen asıl önce kendine bak!” Öfkeyle soludum. Bu tepkime kaşlarını çatıp, anlamsız bir bakış attı. “Daha acılarını bile dile getiremiyorsun! Ben bari içimdeki zehri kusabiliyorum, ya sen? Bir uzaklara dalman, bir boynunu bükmen… Ne o Mirza Köksoy dayanamıyor musun? Yoksa… Kolundaki o yarayı görmemek için mi hep uzun kol giyiyorsun? Yaşayarak huzuru bulabildin mi de sen bana dil uzatıyorsun?” Sinirle omzuna bir tane geçirecektim ki iki kolumu da tutup kendine doğru çekmişti. Tüm öfkesini kolumu tutuşundan anlamıştım. Burnundan soluyordu.1

“Dönüp dolaşıyoruz yaralarımızı kanatıyoruz. Zaafından vurmamam için az önce yalvarırken, şimdi senin benden ne farkın kaldı Mihran? Beni sakinleştirmen gereken yerde daha da delirttiğinin farkında mısın?” dedi dişlerinin arasında. Kollarımı bırakmazsa kırılacaklardı. Acı dan gözlerim dolmuştu.

“Neden deliriyorsun ki? Aisha’yı ve o kadını ayarlayan, beni oyuna getiren sen değil misin? Önceden belli ki öngörmüşsün ki bana bu tuzağı kurdun, haksız mıyım?” dedim dolu gözlerle. Ama halen kollarımı bırakması için bir şey yapmamıştım.

“Doğru sana oyun oynadım ama senin bu oyuna geleceğin aklımın ucunda yoktu… Aklımdaydı aslında ama reddediyordum. Çünkü gerçekten de bu kadar aptal olacağını düşünmüyordum. Bunu yapacağına bir itimadım yoktu Mihran Hanım. Beni öfkelendiren de bu!” Gözlerini gözlerimden ayırmadan öfkeyle soludu.

“Herkes senin gibi yürüyen zekâ değil, iltifat bekliyorsan da buyur al Uluğ Bey! Hem benim yerimde kim olsa attığım adımları atardı. Öyle çok büyütme! Farkındaysan senin tüm ailen, arkadaşların yanında, benim ise kimsem yok. Hal böyle olunca da danışabileceğim, akıl alacağım bir yakınım olmuyor, doğal olarak da bende aklıma ilk geleni uyguluyorum! Yeterince açıkladığımı düşünüyorum, şimdi kollarımı bırak canımı yakıyorsun.” Rahatsızca ellerimi çekmeye çalıştım. Sanki Uluğ o ana kadar kollarımı tutuğunun farkında değil gibi şaşkınlıkla ellerine bakmıştı. O şaşkınlığı ile ellerini kollarımdan ayırmıştı. Acıyan kollarımı ovuşturmaya başladım. Belli oldu, iz kalacaktı.

“Etrafımda olmaları yanımda oldukları anlamına mı geliyor? Bu konudan bu kadar mustaripsen söyleseydin hallederdik. Arkadaşsa, arkadaş getiririz. Umarım ki etrafında güvendiğin adam olunca aklını iyi yönlendirebilirsin.” dedi yine aynı yüz ifadesiyle. Yüzünü buruşturmuş, benden midesinin bulandığını anbean gösteriyordu.

“Çektiğimiz acıları, geçmişte yaşadığımız travmaları sormadan, hatta neler yaşadığımızı tam anlamıyla bilemeden bu kadar birbirimizi paramparça edebiliyoruz. Bilsek ne olurdu diye düşünmeden edemiyorum. Onca kalabalığın içerisinde ne kadar yalnız kaldığını görüyorum ve bunu görmemezlikten gelemiyorum. Sana kör olanların, nasıl bu kadar duyarsız kaldığını da kestiremiyorum. Öfkelisin Uluğ ama bana değil kendine! Seni bu hale getirenlere! Ben yanlış bir şey yapmadım bunun sende farkındasın. O yüzden bana hiçbir ceza vermeyeceksin! Verirsen, benim o ilk tanıdığım adamı öldürmüş olursun!” dedim içimdekileri ona kusarak. Kaşlarını çattı. Anlamaz bir yüz ifadesine büründü.

“Senin ilk tanıdığın adam?” Bocalamıştı. Bu da sesini kontrol etmediğinden anlamıştım. “Doğruluk için kendi öz amcaoğlunu hiçe sayacak adamı kastediyorum. Benim tanıdığım o adamı öfkesi hükmedemez. Onun adalet anlayışında yanlış yapana ceza var.” Emin bir şekilde konuştum. Dediklerim aslında doğruydu. Kalbinden vurduğumdan beridir daha temkinli adımlar atmaya çalışıyordu. Bir şeylerin eksik olduğunu anlamış ve durulmuştu. Bu da gerçekten de hakkı aradığının göstergesiydi.

Ne diyeceğini ne yapacağını bilemedi. Kafası karışmıştı. “Dediklerin doğru ama senin konun farklı… Ben bana öğretileni uygularım şayet sana bir ceza vermesem yeniden tekrarlayacaksın. En iyi bildiğim ceza yöntemi ise zaaflardır. Çünkü zaaflar, en büyük güçsüzlüğümüzdür ve güçsüz biri itaat etmeye mahkumdur Mihran!” Söylediği her kelimede o da emin değildi.

“Neden herkesin sana itaat etmesini istiyorsun Uluğ? Bunu yaparak neyi kazanıyorsun?... Üzgünüm ama bende bu olmayacak! Çünkü neden biliyor musun? ...” Dudağımda küçümseyici bir tebessüm oluştu. Uluğ’un bakışlarının adresi dudağımdaydı. “Zaaflarımdan vurduğun zaman doğru uykularımı kaçırıyorsun, geceler boyu uyuyamıyorum ve acı çekiyorum. Fakat sana karşı öfke ve kinimde artıyor, bu da sana itaat etmek yerine bende baş kaldırıyı getiriyor.” dedim tam dibinde durarak. Dudağımda olan bakışlarını saçlarıma çıkarmıştı. Bir süre orada dolandı, ardından gözlerimi delmek istercesine bakışlarımızı buluşturdu.

Eli usulca yüzüme gelen bukleyi kavradı. Parmakları arasındaki bukleyi geriye doğru iteledi. Ne yaptığını anlayamadım. Göğsüme uzanan saçlarımı da geriye doğru attı. Ve dudaklarını konuşmak için ıslattı. Ne diyeceğini beklerken aramıza telefon melodisi doldurdu. Uluğ’un telefonu çalıyordu. Bir süre daha benimle oyalandı ve söyleyeceği sözleri yuttu. Arka cebinde olan telefonu çıkarttı ve ekrana baktı. Arayan her kimse bir adım geriye gitti ve telefonu açıp kulağına koydu.

“Söyle güzelim.” Zoraki neşeli bir ses tonu çıkarmaya çalıştı. Bu beni epeyce şaşırtmıştı. Kim ki bu? Sevgilisi falan mı acaba? Ama ben hiç görmemiştim ki? Aklıma hiç böyle bir ihtimalde gelmedi. Uluğ’un bir gözdesi olacak öyle mi işte buna şaşırırım. Aptal mısın sen Mihran hem olsa bundan sana ne ki, yani seni ne ilgilendirir değil mi? Güzelim kelimesi de hiç ağzına yakışmadı.

“Ne istiyorsun Açelya?” Uluğ’un öfkeli sesi kulağıma ilişince irkildim. Az önceki halinden eser yoktu. Neler oluyor bu aşağılık sitede? Gülmemeliyim… Gülmemeliyim! Kendine gel Mihran!

“Bu kadar düşmüş olamazsın! Eğer telefonlarını açmıyorsam seninle konuşmak istemediğimdendir! Ve bir daha da Lila’nın telefonundan bana ulaşmaya kalkma!” Öyle bir bağırmıştı ki ben bile korkmuştum.

“Aklından bile geçirme derim… Akşam tabi ki de seninle lansmana gitmeyeceğim Açelya! Bir haftadır beni bunalttın. Bu sana son ikazımdır amcamın kızı demem haddini bildiririm! Hem Tolga senin abin değil mi, sence senin orada olman yakışı kalır mı? Sana nasıl müsamaha gösteriyorlar anlamıyorum! Gece seni lansman da görmeyeceğim, bu da son sözüm!” Demiş ve öfkeyle telefonu kapatmıştı. Tolga’nın kardeşiyle konuştuğunu duyduğum da bedenim adeta uyuşmuştu. Bu duruma nasıl dayanırım işte bunu bilemiyordum.

Birgün tüm ailesi tam karşımda duracaklardı. Ve benden hesap soracaklardı. O gün nasıl ayakta kalırım, neye tutunurum bilemiyorum. Belki de o zamana kalmadan göçüp giderim bu diyarlardan. Tek umduğum buydu! Çünkü bir annenin ahını, bir kardeşin öfkesini alacak bende güç kalmamıştı.

Hayatın içerisinde beyhude gibi dolanıp duruyorum. Kendimi içimde güçsüzlükle savaşırken tüketiyorum. Viraneye dönmüş ruhumun canlandığını seziyorum. Ve bu sezgi içimdeki ormana su veriyordu. Bazen bir anlıkta olsa gözümü kapattığımda tüm kirli düşüncelerimin tuzla buz olmasını diliyordum. Bir boşlukta kalmak istiyorum. Hayır bir boşluk olmak istiyordum aslında. Çünkü içimdeki bu acımasız ve bencil duyguların artık etrafımda olanlara zarar verdiğini görüyordum.

Tüm çabalarımın sadece bir yorgunluktan ibaret olduğunu görüyordum. Ve bu öngörüş beraberinde vazgeçişi de getiriyordu.

Geçmeyecek bir yara için ağlamak ne çare?

                                                   

-BÖLÜM SONU-

 

Bölüm sonu sözü…

“Biri gelir seni sen eder, biri gelir seni senden eder.”

(Şems-i Tebrizi)

 

-Bölümü nasıl buldunuz? Umarım ki keyif almışsınızdır. Gelecek bölüm ile ilgili tahminleri alayım bakalım.1

-Uluğ Mirza?1

-Mihran?1

-Mert?1

-Merve?1

-Uraz?1

-Korcan?1

-Aisha Horvath?1

-Açelya?1

İletişim bilgileri…

Instagram/ feveranofficial

Twitter/ Dilayybaskin

 

 

Bölüm : 26.01.2025 01:41 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...