
“Dalgaların çarpıp kırıldıkları yüksek bir kayaya benze. O, hiç sarsılmadan dururken köpüren sular, sakinleşmek için yine ona gelirler.”
(Marcus Aurelius)
FEVERAN
-
VERYANSIN
🕊️
Soğuk gecelerde her zaman benliğim yanımda olmuştu. Tüm ezikliğime ve çaresizliğime derman olan, o veryansın gecelerdi. İçime attığım tüm çığlıkları hiçbir zaman dışa vuramamıştım. Oysa mavi gök kadar engin bir ruha sahiptim. Kendimi asla küçük görmüyordum ve hiçbir zaman da görmeyecektim. Fakat kendimi küçük görmemem nefret etmeme engel olamıyordu.
Nefret etmemdeki en büyük etken ise babamdı. Oysa tüm travmalarımın sebebi abim olacak şahıstı. Ama nedense benim ona ölesiye bir kinimin olmadığını fark ettim. Biraz kafa yorunca bu olanların tek sorumlusu babam olduğunu gördüm. Babam izin vermeseydi oğlu bana dokunamazdı, babam engel olsaydı kimse beni ezemezdi. Bir kızın kaderini babası yazarmış! Bunu daha iyi anladım.
Kendimi savrulan bir yaprağa benzetiyorum. Rüzgâr beni nereye savurmak istese oraya doğru yol alıyordum. Ne ortada aidiyetim kalmıştı ne de kendimi adayacağım bir yer! Desem ki bir atlı gibi, var olsam dağlarda, uçsuz bucaksız diyarlarda. Meltemin esintisi sarsa bedenimi özgürlüğe aç ruhumu doyursam bu uğurda. Değerdi, her şeye değerdi! Özgürlük…Ah özgürlük, kendimi bildim bileli tutkum olan!
Uluğ’la tartışmamızdan epey zaman geçmişti. O gün öfkeyle arabaya binip beni eve bırakmıştı. Ve ilk zamanlardaki katı kurallarını koymuştu. Odadan çıkmam yasak, elimdeki telefon alınmış ve başka bir eve çıkmam bir hayal olarak kalmıştı. Şaşırmadım, açıkçası çok da zoruma gitmedi. Yoksa alışıyor muyum? İşte bunu bilemiyorum. Ceza vereceğini düşünmüştüm lakin düşündüğüm gibi olmadı. Beni odaya kilitlediğinde son sözlerini söyleyip kapıyı çarpıp gitmişti.
“Sayende bir tabumu daha yıkmış oldum! Kendimin bile bihaber olduğum diğer bir yüzüm, gün yüzüne çıktı. Diliyorum ki bu yüz, felaketimiz olmaz!”
O günün ardından iki gün geçmişti. Ve bu iki günde sabahları erkenden çıkıp geceleri ise çok geç saate dönüyordu. Bunu nerden mi biliyordum? Kapımın önündeki adamlar her geldiğinde, “Uluğ Bey geldi, git raporu ver!” Diye söyleniyorlardı. Muhtemelen gün içinde ne yaptığımın raporuydu.
Ama bu günlerde oldukça yoğun olduklarını kestirebiliyordum. Onları balkonumun altında kalan masada konuşurken duymuştum, Masadakiler diye birileri varmış ve onların İstanbul’a gelmelerinin emrini verdiğini duydum. En çok tepki veren ise Mert’ti, “İyi düşündün mü? Kesin yani Masaya dönüyorsun, öyle mi? Bunca zaman sonra ve bundan sonra olacak olaylara rağmen!” Tam da bu şekilde Uluğ’a çıkışmıştı. Fakat Uluğ oldukça sakindi. Bu halleri benim de korkmama sebep oluyordu. Merve ise değişik bir soru sormuştu ve bu soru beni bile irkiltmişti!
“Uluğ? En yakınından en uzağına küçüğünden büyüğüne herkes zarar gördü. Ama sen hiçbir evrede soğukkanlılığını bozmadın. Şimdi ne değişti? Mihran vurulduğundan beri hal ve hareketlerin bize oldukça yabancı kuzen.”
Bu soru havada asılı kalmıştı. Çünkü bir koruma gelmiş ve Zafer babanın onları beklediğinin talimatını vermişti. Haliyle de hepsi kalkıp gitmişti. İşler giderek Arap saçına dönüyordu. Anlaşılan bu masadakiler diye bahsedilen kişiler oldukça tehlikeliydiler. Yoksa Merve ile Mert bu kadar tepki göstermezdi. Açıkçası bende merak ediyordum. Aklıma o askerlerle konuştukları geliyor ve içime büyük kuşkular düşüyordu. Kaç zamandır sadece bu mevzu dönüyordu. Kapı baca her şeyi öğrendiğim gibi tüm olanları da öyle öğrenmiştim.
Şimdi ise, odada yatağın içerisinde uyumaya çalışıyordum. Saat gecenin biriydi. Ve ben halen yatakta debeleniyordum. Sırtımda olan kurşun yarası ise iyileşmişti. Geriye ise bana bıraktığı bir iz kalmıştı. Bir türlü uyku beni tutmuyordu. Ve evde de kimse yoktu. Tabi koruma ve yardımcılar hariç. Evden çıkmadan önce Uraz’ı kapımın önünde telefonla konuşurken duymuştum. Bir toplantıdan bahsediyordu fakat oldukça geç olmuştu ve kimse halen gelmemişti. İçimde de bir türlü dinmeyen sıkıntı vardı. Bir şey olacak tedirginliği ile de uykunun kollarına kendimi bırakamıyordum.
Kafamdaki zehirli düşünceleri bir kenara atıp, başımı yastığa gömdüm. Uyku tüm yaraların ilacıdır. Yara bandı görevini üstlenir. Saklar ama tam anlamıyla iyileştiremez. Geçici de olsa uykunun bu görevine hayrandım. Sarmaşıklar dağılmış ve vücudum kendini huzura teslim etmişti. Usulca gözlerimi yumuştum.
Birinin bağırışı ile yatığım yerden adeta fırlamıştım. Kapımın önünde bir yaygara vardı. Hem de benim kapının. Kalbimin atışı kulaklarıma kadar geliyordu. Yataktan ani kalkmamla başım dönmüştü. Etrafı görebilmek adına gittim ve ışığı yaktım. Saatin kaç olduğunu anlamak için de komidinin üzerindeki çalar saate bakışlarımı yönelttim, saat dörde çeyrekti. Sesler daha net gelmeye başladı.
“Bu bir emirdir, derhal kapıyı açıyorsun!” Baskın bir kadın sesi kulaklarıma ilişti. Kimdi bu kadın ve benden ne istiyordu?
“Üzgünüm Açelya Hanım ama Uluğ Beyin emri olmadan böyle bir şey yapmaya yetkim yok!” Kapının önünde duran korumanın konuşmasıyla kim olduğunu anladım. Bu Tolga’nın kız kardeşi Açelya’ydı. Uluğ ile kavgamızda aramıza giren kişiydi. Orada öğrenmiştim. Neden gelmişti ki? Yoksa Tolga’nın ölümü ile ilgili olan bağlantımı mı öğrenmişti? Korktuğumu sezdim. Ellerim uyuşmaya başladı. Evet doğru, Tolga’nın ailesi benim kim olduğumu, hatta oğullarını kimin öldürdüğünü bilmiyorlardı. Uluğ’a güvendiklerinden dolayı sorgulama gereği bile duymamışlardı. Peki ben bunu nerden mi biliyordum. Korcan’ın dün telefonla biriyle olan konuşmasına tanıklık etmiştim. Ve bu sayede de bu bilgilere ulaşmıştım. Kendimi, mahallede her geçeni izleyen, evde kalmış Mobese teyze gibi hissediyordum.
“Uluğ Beyinizin haberi var elbette, aç şimdi kapıyı!” dedi öfke saçan sesle.
“Uluğ Bey şu an telefonda Açelya Hanım, size vermemi söyledi.” dedi bir diğer koruma.
“Hemen de yetiştirmişsiniz!” Diye soludu Açelya. Tam duymak adına kapıya kulağımı yasladım.
“Ne?” dedi Açelya çemkirerek. Uluğ’un sesi hoparlöre verilmişti ve bana kadar geliyordu.
“Sen beni delirtmek mi istiyorsun Açelya? Ne halt yemeye benim evime girersin! Bu destursuzluk da nereden geliyor?” Öyle bir bağırmıştı ki ses telleri halen, nasıl sağlam kaldığına anlam veremiyordum.
“Ben sana toplantıda sordum Uluğ, bu kız kim dedim ama sen ne yaptın? Bana bir cevap verme tenezzülünde bile bulunmadın. Bende kendi gözlerimle kızı görmeye geldim ve görmeden de gitmeyeceğim!” Beni görüp ne yapacaktı, orasını anlamadım.
“Sen kimsin, sen kimsin de ben sana hesap vereceğim. Sevgilim misin, karım mısın, nesin ulan! Derhal o kapıdan uzaklaşıyorsun Açelya. Ve onu rahatsız etmekten de kaçınıyorsun! Beş dakika da evde olacağım, geldiğimde seni orda görürsem, tüm alem şahidim olsun ki amcamın hatırı demem gerekeni yaparım!” Öfkeyle gürledi. Bu sözlerden sonra ben bile utanmıştım. Kim bilir o nasıl hissetmiştir.
“Daha ne yapabilirsin ki, bundan daha kötü ne yapabilirsin? Söylesene Uluğ… Kimseyi sevmezsin sanıyordum. O yüzden öyle rahattım fakat ona olan bakışını gördükten sonra… Hayır işte buna katlanamam!... Anlamıyor musun?” Ağlaya ağlaya bağırıyordu. Telefonun diğer ucundan araba gaz sesi geldi.
“Sen halen evde misin Açelya! Gebermek mi istiyorsun kızım, derhal evden çık!” Mert’in sesiydi bu. Ve oldukça endişeli geliyordu.
“Onu geberteceğim, ellerimde cesedini bulacaksınız!” Açelya öfkeyle solumuş ve kapımı art arda yumruklamıştı. Açelya’nın bu ani eylemiyle birkaç adım geriye gittim. Bugüne kadar ki bağırışları unuttun çünkü Uluğ öyle bir haykırmıştı ki kalbim korkudan depar atmıştı.
“Ona dokunan o kalın aklını sikeceğim Açelya, duydun mu lan beni? Yalvarsan da bu sefer sana merhamet etmeyeceğim! Kim alacak şimdi seni benim elimden… Kim alabilecek onu düşün!” Demiş ve telefon kapanmıştı. Daha ne olduğunu idrak edemeden kapım yeniden yumruklanmıştı.
“Beni duyduğunu biliyorum. Korkak gibi orada mı saklanacaksın? Kendi ellerimle seni geberteceğim! Ne buldu Uluğ sende, bende olmayıp sende olan ne onu göreceğim çık dışarı!” Belli ki kafayı yemişti. Aptal değilim ben, çıkıp da ne istediğini sormam! Hem mevzu benimle ilgili değildi asıl mevzu Uluğ ile arasındaydı.
“Sana diyorum duymuyor musun beni geri zekâlı! Bir cevap ver orada olduğunu biliyorum. Mahvedeceğim seni! Lime lime edeceğim!” Sesinin titremesinden ağladığını anlamıştım. Neden kendini bu kadar yıprattığını anlayamıyorum. Uluğ’a aşık belli fakat bu duygunun bu denli tehlikeli olduğunu çözemiyorum. Dedem bana aşkın hep büyüleyici tarafını anlatmıştı. Tehlikeli kısmına hiç değinmemişti. Bana bir halt etmeye kalkışırsa da o ellerini kırar münasip bir yerine monte ederdim.
“Yeter artık Açelya Hanım, iyiliğiniz için lütfen buradan gidin!” Korumanın ikaz dolu sesi yayıldı. Uluğ’dan bu sefer ben bile korkmuştum. Açelya’ya her ne yapacaksa iyi şeyler olmadığı kesindi. Kapım art arda defalarca kez yumruklanmıştı.
Vuruşlarını kesen ise alt kata ki Uluğ’un gürleyen sesiydi. Gelmişti işte! Nedensizce derin bir nefes almıştım. Sanki bu durumdan beni tek o kurtarabilirmiş gibi. Oysa beni bu odaya hapseden bizzat kendisiydi. Bu ne çelişkili bir mevzuydu.
“Demek ki halen buradasın! Güzel… Çok güzel!” Demiş ve herkes birden aynı ağızdan bağırmaya başlamıştı. Ne oluyor ya?
“Uluğ yeter yalvarıyorum, ölecek kız! Amcama nasıl izah ederiz… Lütfen şu an bırak bizzat ben dersini vereceğim!” Merve titreyen sesi ile konuştu. Uluğ ne yapıyordu böyle? Kafayı yiyeceğim! Açelya’dan ses seda yoktu, belli ki ona bir şey yapıyordu.
“Kardeşim yeri değil hadi bırak kurban olayım!” Uraz’ın bile sesi korkuyla çıkmıştı. “Uluğ Allah aşkına bırak amcama bu durumu anlatamayız. Bak sonumuz olur bu yalvarıyorum sana!” Mert’in çaresiz sesi içimi sızlattı. Daha fazla kayıtsız kalamadan kapıyı vurdum.
“Uluğ, lütfen açar mısın artık kapıyı! Korkuyorum!” İsteyerek sesim titretmiştim. Tabii ki de korkmuyordum, o kim ki ben ondan korkacaktım! Ama numara yapmıştım işe yarayacağını bile düşünememiştim. Öncelikle sessizlik hüküm kurmuştu ardından Açelya’nın öksürükleri kulağıma yetişti. Onu boğuyordu. İlk karşılaşmamızda beni boğduğu gibi. Ona karşı olan nefretim daha bir artmıştı.
“Yok et onu Merve, cezasını keseceğim güne kadar da gözüme gözükmesin!” Öyle bir ses tonuyla konuşmuştu ki karşıda kim olursa itaat ederdi.
“Tamam merak etme ben icabına bakacağım!” Merve öfkeyle soludu. Açelya’nın öksürükleri azalmış fakat tamimiyle bitmiş değildi.
“H-ayır, hayır benim konuşmam daha bitmedi!” Zar zor sesiyle Açelya itiraz etmişti. Kafayı mı yemişti bu kız? Bu çaba da neyin nesiydi böyle? Anlaşılan ölmek istiyordu.
“Geri zekâlı mısın Açelya? Kalk ayağa ve o çeneni kapa!” Uraz öfkeyle tısladı. Anlamadığım bir yaygara çıkmıştı. İtişme gibi bir şeydi.
“Bırakın beni,” Açelya öyle bir bağırmıştı ki tüm ev sesiyle dolmuştu. “Bana cevap vereceksin! O kız senin neyin Uluğ? Neyin oluyor ki sen ona öyle bakabiliyorsun? Bunca yıl ya… Bunca yıl bana böyle bak diye bekledim. Seni sevdiğimde daha şu kadarcıktım. Ama sen ne yaptın… Beni kardeşinden öte görmedin! Şimdi başkası gelmiş seni benden alacak öyle mi?” Ağlaya ağlaya bağırıyordu. Kendini ne kadar küçük gösterdiğinin farkında mıydı acaba? Şuurunu kaybetmişti, bunun başka bir izahı olamaz!
“Sen iki gündür durmadan neyin bakışından bahsediyorsun Açelya?” Uluğ oldukça sakin bir edayla konuştu. Ve ben onun bu tavrının ne manaya geldiğini gayet iyi biliyordum. Yine aynı bir hışırtı koptu.
“Al bak… İyi bak şu fotoğrafa insan öylesine birine böyle bakar mı?” dedi kindar sesle. İkimizin olduğu bir fotoğrafı gösteriyordu. Ne ara çekmişlerdi ve biz niye fark edememiştik.
“Demek o adam senin adamındı… Bak şimdi ilgimi çektin!” dedi Uluğ aynı sakinliği ile. Belli ki Uluğ o adamı fark etmişti, etmeseydi şaşırırdım zaten!
“Ama Açelya bu şimdi söylenir mi? Tam bir malsın kızım!” Korcan hoşnutsuz bir ses ile araya girdi.
“Konu gerçekten de bu mu Uluğ? Ben ne diyorum, sen ne diyorsun ya!” Sesi oldukça gür geliyordu. Ben bu Açelya’yı iyice merak etmiştim. Güçlü bir karakter mi yoksa zavallı mı çözemedim.
“Peki senin anlayacağın dilden konuşacağım…” Demiş halen sakindi. Bu sakinliği hayra alamete değildi.
“O benim… Sevdiğim kadın!” Oldukça yoğun bir ses tonuyla konuştu. Ne dedi ne dedi o? Yok ben kafamda kuruyorum. O öyle bir şey demez! Hem dememeli de zaten. “Yani sevgilim olur!” Ne sevgilisi be! Neyden bahsediyor bu adam? Kafayı mı sıyırdı, ne oldu buna böyle?
O öfkeyle ayağım ile kapya iki kere vurdum. “Yok öyle bir şey! Atıyor… Hem o benim tipim bile değil!” Sinir havli ile söylediğim bu sözlere iki kişinin kahkahasına sebep oldu.
“Hiç güleceğim yoktu!” Mert’in eğlenen sesi kulağıma yetişti. “Bunu sonraya bırakıyorum… Hatırlat güleceğim! Ama şimdi sizin bana açıklamanız gereken mevzular var; mesela siz ne ara işi pişirdiniz ve neden ben şu an herkesle bir öğreniyorum? Evet derhal cevap bekliyorum.” Korcan oldukça ciddi bir şekilde konuşmuştu.
“Korcan sen beni buradan çıkart, ben sana detaylı bir şekilde her şeyi anlatacağım.” Ona ayak uydurmak istercesine. Yoksa kimsenin kapıyı açmaya niyeti yoktu. “Valla mı?” dedi, heyecanla. Ben de karşılıklı olarak, “He valla!” dedim.
“Açın oğlum kapıyı! Hadi, acele edin!” dedi Korcan. Hemen ardından ise Uluğ olduğundan emin olduğum bir öksürük sesi geldi. Bu bir uyarıydı. Korcan tam kapımın dibine gelerek sessizce konuşmaya başladı.
“Kız Mihran seni şimdi çıkartamıyorum ama birazdan bu Açelya şırfıntısını postalayacağız o zaman birlikte oturup dedikodu yaparız olur mu?” dedi kapıyı okşayarak. Çıkardığı sesten anlamıştım.
“Defol Can!” dedim, bıkın bir edayla. Tabii unuttum Uluğ Beyimizin emri olmadan bu evde bir eşyanın bile yeri değişmezdi. Ne kadar da aptaldım! “Onu, bunu bırakında buna ne oldu böyle? Açelya kızım bir tepki versene, alo bak buradayız. Donup kaldı kız… Tabii şoka girdi. O da haklı bir yerde.” Uraz’ın sesi hayretle çıktı. Evet Açelya’nın sesi soluğu kesilmişti. Kim bilir hangi duygular içerisinde?
“Açoo kız, ne bu surat gerdeğe mi hazırlanıyorsun? Eğer öyle bir şey varsa söyle de biz de kendimizi hazırlayalım. En önemlisi de kara panterim kıymetlisini hazırlamamız gerekecek!” dedi Korcan oldukça ciddi tavırla.
“Oğlum benimkinin bu meseleyle ne ilgisi var?” Uraz da aynı ciddilikle sorusunu sormuştu. Bu Can da hep bel altı çalışıyordu. İnanılır gibi değil ama güldürüyordu.
“Libido abidesisin ya o bakımdan panterim, çok da şey yapma.” Demiş ve yine aralarında bir yaygara çıkmıştı. Bu ortamda bile kendileri için gülecek bir şey buluyorlardı.
“B-bu bu olamaz, s-sen sevemezsin ki kimseyi! Senin kalbinde sevgiye yer yok ki!... Vardı madem, neden beni kalbine sığdıramadın? Yoksa tek bana mı yoktu?” Sus pus olan Açelya titreyen sesle konuşmuştu. Ben bile kıza acımıştım. Belli ki Uluğ’u çok seviyordu. Hiç tatmadığım bu duyguya bana oldukça yabancıydım.
“Bu sözlerin benim mide mi bulandırmaktan öteye geçmiyor. Kaç defa senin yerine utanacağımı şaşırdım. Allah aşkına hiç sana ümit verdim mi Açelya? Ya da hiç sana o gözle baktım mı? Amcamın hatırına tüm yaptığın eylemlere göz yumdum ama bu defa ki bardağı taşıran son damlaydı!” Yine aynı sakinliği yerindeydi. Anladığım kadarıyla bu duygu tek taraflıydı. Açelya’yı asıl delirten de buydu.
“Mert uçağı hazırlatın ve konsolosluğa haber edin, bugünden itibariyle Açelya Köksoy ikinci emrime kadar Türkiye Cumhuriyetinden sınır dışı edilmiştir. Ve sadece benim emrim doğrultusunda yeniden ülkeye ayak basabilecek!” Öfke kokan sesi ile emrini verdi. Şaka mı yapıyordu bu adam? Buna yetkisi var mıydı? Eli bu kadar mı uzundu yani? İyice bu adamdan ürkmeye başlamıştım.
“Oha işte bunu beklemiyordum!” Korcan hayret dolu bir sesle konuştu. Gerçekten de bende bu kadarını beklemiyordum.
“Uluğ iyi diyorsun da Behçet amcaya bunu nasıl yapacaksın? Adam bir oğlunu kaybetti bir de kızından mı edeceğiz! Cezasını vereceğiz vermeyeceğiz demedik ki! Ama bu şekilde değil be kardeşim, hem Ahu ablayla nasıl baş edeceksin? Bunca sıkıntının içerisinde kendine yeni dertler çıkartıyorsun. Hele gel adam akıllı oturup bir düşünelim hal çaresini buluruz elbet!” Uraz’ın sıkıntılı sesi etrafa yayıldı. Bir şey anladıysam o da eğer Uraz ciddileşip konuyu halletmek için uğraşıyorsa oldukça büyük bir meselenin içerisindeyizdir.
“Ben söyleyeceğimi söyledim! Derhal dediklerimi yerine getirin!” Son sözünü söylemişti. Dönmeye niyeti yoktu.
“Hayır, olmaz… Bu kadarını da yapamazsın! Tüm bunlar o kız için mi? Onu elime geçirdiğim gibi geberteceğim, kızı böyle saklayarak koruduğunu mu sanıyorsun? Elbet bir yerde onu tek yakalayacağım bakalım o gün de elimden kurtarabilecek misin Uluğ Mirza Köksoy?” Bas bas bağırıyordu. Tüm sakinliği gitmiş yerine yeniden öfkesi gelmişti. Bağırışı zemini bile titretmişti.
“Sikeceğim böyle işi, Uraz derhal şunu buradan al! Herkes bu katı bir dakika içerisinde boşaltsın! Sen de anahtarı bana ver… Şimdi defolun gidin!” Korkudan kaç adım geriye gittiğimi sayamadım. Açelya bas bas bağırıyor, yakarışları bir türlü dinmiyordu. Ama sesi giderek kayboluyordu. Belli ki Uraz onu zorla götürüyordu. Ayak seslerinden herkesin aşağı doğru indiğini anlayabiliyordum. Sessizlik etrafı sarınca, kilit sesi kulaklarıma yetişti. Uluğ kapımı açıyordu. Bu durum beni gerse de güçlü durmaya çalıştım. Yatağın dibinde ayakta gerginlikle dikiliyordum.
İki gündür birbirimizi görmememize rağmen benim öfkem yerini koruyordu. O yüzden doğruca yatağın yanındaki komidine doğru gidip, üzerinde duran fil biblosunu elime aldım. Ve koşar adım kapının tam karşısında onun girmesini bekledim. Kapıyı açıp adım atmasının hemen ardından ise elimdeki bibloyu kafasına fırlattım. Fakat umduğumu bulamadım. Çünkü Uluğ öngörülü tepkisiyle kendini kurtarmıştı. Sert bir biçimde yere düşen biblo paramparça olmuştu. Başını yavaşça ona fırlattığım cismi anlamak için yere indirmişti. Aynı sakinliği ile de yeniden kaldırmıştı. Ben ise onu vuramadığım için üflüyüp püflüyordum. Vursaydım içimin yağları eriyecekti ama olmadı.
“Ne yapıyorsun sen Mihran?” dedi, anlamsız bir yüzle.
“Kafanı yarmak istiyordum ama olmadı. Kısmet başka zamana artık.” dedim, dudaklarımı büzercesine. Hayret dolu bir yüzle karşılaştım. Kafayı yediğimi düşünüyordu. Düşünebilirdi çünkü az kalmıştı.
“Tüh ne acıklı ama… Oysa kapının arkasında saklansaydın, girdiğim an kafama geçirebilirdin Mihran. Öğren bunları artık.” Bu adam bana benzemeye başlamıştı. İyi bari kaliteyi bilirdi.
“Öğreneceğim, öğreneceğim sen hiç endişe etme. Bende o iş!” dedim, dalga geçerek. Sonra dayanamayıp yeniden ona laf attım. “Ah ama sevgili olanların birbiriyle böyle konuşmaması lazımdı değil mi? Off bak şimdi utandım.” Oldukça şımarık bir tavır sergiledim. Renkten renge girdiğini anbean tanık oluyordum. Hayatım da tek keyif aldığım şeyi bulmuştum. Uluğ’u zort etmek. O yüz ifadesini görmek için her şeyimi verirdim.
“Sabır büyük bir sabır Mihran.” dedi, derin bir nefes alarak. “Bana da büyük bir sabır Uluğ... Sen ne yapıyorsun, senin asıl amacın ne söyler misin? Çünkü artık benim aklım senin eylemlerini anlamakta güçlük çekiyor da.” dedim ciddi bir tavırla. Kapıyı ardında kapatmış ve elinde duran kâğıt parçasını arka cebine koymuştu. Birkaç adım atarak benim tam karşıma geçmişti.
“Hangi eylemimi soruyorsun?” dedi, benim ciddi tavrıma karşılık o da ciddileşmişti. “Sende farkındasın demek ki, çokça şey yaptığının! Peki öyleyse sen kendini yormadan ben sana söyleyeyim… Öncelikle bu saçma sapan ergen sevgili olayını anlat.” dedim, yüzümü ekşiterek.
“O mesele çok da kale alınacak bir mevzu değil. Sadece Açelya’yı başımdan savmak içindi. O yüzden kafana takmanı önermem.” dedi, oldukça rahat bir biçimde. Aslında bende önemsememiştim fakat bir açıklama ihtiyacı kendimde hissetmiştim.
“Peki neyse bu konuyu atlıyorum,” Deyip bir adım ona yaklaştım. Saçları alnına doğru dökülmüştü. Sakal uzatmayı sevmiyordu biliyordum ama bu iki günde uzatmayı tercih etmişti. Dudağının yanındaki ben ise anbean gözler önündeydi. En dikkat çeken ise orman gözleriydi. Yorgunluğunu gözlerine ilk bakınca anlamıştım. “Benim bu hapis hayatım ne zaman son bulacak. Bu şekilde mi olacak? İlk günkü gibi yani,” dedim gözlerimi gözlerinden alamadan. Derin bir nefes alıp, gözleri ile tüm yüzümü taramıştı.
“Bunu sen istedin Mihran, ben değil!” dedi sakin bir tonda. Gözlerime hüzün çöktü.
Ben bu yaşlı dünyadan ne istemiştim? Oysa daha hiçbir şey dilememiştim. Kader adı altında sürükleniyordum. Sözde kader işte! Bu dünyanın benden bir alacağı vardı. Benim değil! Tüm evren beni veryansın etmeye itiyordu. Yok etmek için tüm tabiat bir hareket ediyordu.
“Ben ne istedim Uluğ? Ben mi dedim senin kuzenine gel bana saldır diye, ben mi istedim o lanet bara gitmeye, ben mi istedim kardeşimi öldürmeyi veya ben mi söyledim tanımadığım adamlara gelin beni sırtımdan vurun diye? Ben neyi istedim söyler misin? Yerim de kim olsa benim yaptığımı yapardı. Sen sırtından vurduğumu iddia ediyorsun, ben ise kurtuluş olarak adlandırıyorum. Beni bu şekilde cezalandıramasın!” Öfkeyle değil oldukça sakin bir tavırla konuşmuştum. Çünkü artık bu durum canımı yakıyordu. Dört duvar arasında hapis hayatı yaşamak oldukça beni bezdirmişti.
Uluğ’un da yüzüne bir hüzün oturdu. İki gün önce beni bu odaya kapattığında da bu hüzün vardı. Sanki yapmak istemiyor da mecbur gibiydi. Çelişkideydi, görebiliyordum. Ama ne hissettiği zerre umurumda değil, benim için önemli olan eyleme döktükleriydi. “Demek ki böyle olması gerekiyordu... Tanışmamız, bu evden yiyeceğin bir lokma ekmek varmış ki tüm bunlar oldu. En azından ben öyle düşünüyorum. Bak Mihran, beni iyi biçimde tanımadığını biliyorum. Yaşadıkların ortada bu durumdan bende haz almıyorum. Ama ben seni tanıdım ve senin mizacın hiç rahat oturmuyor, oturmayacakta. Bu yaptıklarım aslen senin iyiliğin için,” Demiş aynı sakinliği ile. Gardını indirmiş konuşarak bazı şeyleri çözmenin peşindeydi.
“Pardon da tam olarak neresi benim için iyiliğe giriyor? Çünkü ben göremiyorum da.” dedim dalgacı bir tavırla. Bakışlarını etrafa çevirip, yatağa doğru ilerlemiş, eliyle yatağı kontrol edip kendini yatığım yatağa bırakmıştı. Ben ise şaşkınlıkla onu izliyordum.
“Burası tam güneş almıyor gibi, boğucu bir havası var. Yatakta pek rahat değil. Memnun musun bu odadan? İstersen başka bir odaya geçebilirsin.” dedi oldukça ciddi tavırla. Konu nerden nereye gelmişti. Ben ne diyorum o ne diyor?
“Başka bir dünyaya geçmek istiyorum. Yani senin olmadığın bir yere. Yapabilirsen yap!” dedim ondan haz almadığımı açıkça göstererek. Alt dudağını öne doğru sarkıtıp, başını sallamıştı. “Konu sapmadan cevap verecek misin artık!” Bezmiş bir edayla söylendim.
“Sen o tanımadığın adamı arayarak ne olmasını bekliyordun Mihran? Hiç tanımadığın biri geliyor ve sana not bırakıyor, senden onu aramasını istiyor. Bu adamın çıkarı ney? Senden asıl istediğini bilmeden onu araman ne kadar mantıklı? Hangi uçuruma sürükleyeceğini bilsen, acaba yine de böyle destursuzca davranır mıydın çok merak ediyorum!” Ciddiyetle karışık azarlayan bir tavır sergiledi.
“Tanıyorsun onu, kimdi ve benden yani bizden ne istiyor?” Merakla sordum. Gözlerini kısıp uzunca bana bakmıştı.
“Kim olduğunu elbette ki biliyorum. Mesele seninle ilgili değil fakat senin bulunduğun yoldan bana saldırmaya çalışıyorlar. Ve sen akılsızlık yaptığın sürece de bunu başaracaklar.” dedi sıkıntıyla.
“Eee ne güzel işte, bu sayede topunuzdan bir kurtulmuş olurum!” Kindar sesim oldukça gür çıkmıştı. Kollarımı göğsümün altında bağlayıp, ayaklarımı sabırsızca yere vurmaya başladım.
“Biraz mantıklı düşün artık, bize olan nefretin sana oldukça pahalıya patlayacak. Eğer bize bir şey olursa, sana ne olacağını düşünebiliyor musun? Önce seni, ardından senin tüm aileni öldürürler. Neden biliyor musun? Seni arayacak bir kişi kalmasın diye!” dedi öfkeyle. Nasıl bu olabilirdi? Anlayamıyorum. Kavrayamıyorum.
“Ama… Ama benim sizinle hiçbir bağlantım yok ki. Sizi doğru düzgün tanımıyorum bile. Hata düşman bile sayılabiliriz, sonuçta dolaylı yoldan da olsa belli de olmasa sizden birini öldürmüş durumundayım. Niye aileme bana dokunmak istesinler ki çok saçma değil mi Uluğ?” İçimdeki korku sesime yansımıştı. Uluğ üzgünce bana baktı.
“Bak Mihran, istemeden bile olsa sen bu hayatın içine dahil oldun. Ve bu hayata dahil olan kimse öyle böyle cefasını çeker. Seni neden geri planda tutuğumu şimdi anladın mı? Neden biri eve geldiğinde senin odada kalmanı gözükmemeni istediğimi anladın mı? Sen gözler önünde olursan bu hayatı kabullendiğini ve aramızda olduğunu sanacaklar. Bu ihtimal bile onlar için yeterli. Eğer dediklerimi yaparsan günün sonunda sende bende adaletli bir şekilde yollarımız ayrılır. Seni kısıtlamak hadime değil fakat bana başka bir seçenek bırakmıyorsun.” Mantıklı konuşuyordu. İlk kez bu tavrıyla karşı karşıya gelmiştim. Bu anı değerlendirmem gerekiyordu. Hızlıca yanına gidip oturmuştum. Dizlerinde olan ellerini tutup avuçlarıma hapsettim. Bu tavrıma şaşkınlıkla karşılık verdi. Önce tutuğum eline ardından yüzüme bakmıştı.
“Uluğ bak, ben hayallerimi gerçekleştirmeden ölmek istemiyorum. Annemi, ablamı… Hatta babamı gururlandırmadan bu dünyadan göçmek istemiyorum. Özgürlüğe aşık biri olarak bu tutsaklık beni boğuyor. Bir çıkış yolu arıyorum, ararken de hata yapıyorum. Bu adamlar kim bilmiyorum açıkçası çok da merak etmiyorum. Ama bana bu hayatı sen sundun ve beni onlardan korumak sana düşüyor. Eğer bir gün benim ile ailemin başına onlar yüzünden bir şey gelirse iki cihanda yakan bir araya gelmesin. Kindar biriyimdir, seni asla affetmem!” Gözlerimin dolmasına mâni olamadım.
Yoğun bakıyordu. Beni kendine hapsetmek istercesine. Dudağını diliyle ıslattı. Sakince ellerini ellerimden çekti. Birbirine girmiş saçlarım göğsüme doğru sarkmıştı. Uluğ parmakları arasına bir tutam buklemi alıp oynamaya başlamıştı. Bu eylemi karşısında kalbim depar atmaya başlamıştı. Ne yaptığını çözemedim.
“Peki Mihran seninle gel adam akıllı oturup yol çizelim. Ne sen beni yor ne de ben seni ne dersin?” dedi, sakinleştirici bir edayla. Bir şey oluyordu, avuç içimin terlemesine, bir anda vücudumun alev almasına sebep olacak şeyler oluyordu. Yutkunmakta bile zorluk çekiyordum. Gözümü gözlerinden alamıyordum. Onun sadece bana değil herkese bu şekilde etkisi vardı. Kendimi bu düşünceyle ikna etme çabası içerisindeydim.
“İ-İyi olur, bende bu durumdan zaten bunalmıştım.” Zar zor konuşmaya çalıştım. Nedir bu bende ki etkisi? Bir türlü çözemiyorum. Parmakları halen saçlarımın arasındaydı. Ve ben ona elini çekmesini söyleyemiyordum. Belki de söylemek istemiyordum.
“Yolarımızın hemen ayrılmasını istiyorsan, öncelikle o gece olup bitenleri anlatmak zorundasın. Küçük bir detay bile yolumuza ışık tutabilir. Birbirimize yardımcı olursak yönümüz daha belirgin olur. Bu sayede olup bitenlerden de bihaber olursun. İlk fırsata bıçağı sırtıma saplayacaksan söyle de kendimi boşuna yormayayım. Bu camiadan kimseyi tanımıyorsun, her halinden bunu görebiliyorum. Uyum sağlayamıyorsun. O yüzden senden ricam sana uzatılan gülü diken olarak gör. Kimsenin çıkarsız sana o gülü uzatmayacağını bil ve öyle hareket et. Benden habersiz de bir iş çevirmeye de kalkma çünkü ben hissediyorum. Hissedince de seni sınavlara tabi tutmak zorunda kalıyorum. Sonra ise acı çekiyorsun. Etme ne sana ne de bana…” dedi sakin bir sesle.
“Sana güvenemiyorum… Sadece sana da değil kimseye güvenemiyorum.” Mırıltılı sesimle konuştum. Ellini saçlarımda çekmiş, anlamlı bir bakış gözlerine konmuştu.
“Güvenme Mihran sende güvenme… Güvenmek zorunda değilsin ki! Ama inan. İnan ki bu yolda yürüyecek halin olsun.” Demiş dudaklarındaki yarım gülümsemeyle. Benim de dudaklarıma umutlu bir tebessüm konmuştu.
“Bir gün her şey bitecek ama güzel bitecek. İnancım var, hem olmalıydı da! Bu yaşadıklarımı kötü bir tecrübe değil de iyi bir hatıra olarak kalmasını istiyorum.” dedim huzurlu bir edayla. Gözlerinin parıldadığına şahit oldum. “O yüzden sizinle planlı ve bilinçli bir şekilde yürümek istiyorum. Ama benden hiçbir şey saklamayacaksınız ve o Uraz denilen adamın pençelerini üzerimden çekeceksin. Hiç onunla uğraşamam!” dedim sonlara doğru öfkeyle soludum. Ağzından anlamsız sesler çıkarttı. Dudaklarını öne doğru büzdü.
“Uraz öfkeli bir adam benim gibi. Ben öfkemi az çok kontrol edebilirken o hiç edemiyor. Aslında tüm yaptıkları kendine açmış olduğu bir isyan. Bu onu elbette ki haklı çıkarmaz fakat ona karşı biraz anlayışlı olursan çok mutlu olurum. Onu çok fazla kale almazsan senin yararına olur. Ama merak etme diye belirtiyim onunla konuşacağım.” dedi yine anlayışlı tavırla. Bugün çok tuhaf bir gündü. Uluğ iyi değil gibiydi.
“Bugün sen bir değişiksin demedi deme,” Rahatsız bir ses ile konuştum. Tebessümü daha bir büyüdü.
“Hım… Nasılmışım?” dedi tatlı bir edayla.
“Az önce öfken yüzünden evi başımıza yıkacakken şimdi yavru bir kedisin… İtiraf et bu iki günde beni mi özledin?” Sonlara doğru gülerek sormuştum. O da bana eşlik ederek gülmüştü.
“Aynen hasretinden derbeder oldum, yandım divane oldum!” dedi küçük gülüşünün arasında.
“Hiç şaşırmadım… Hep karşılaştığım bir durum. O yüzden sana geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum.” Bile isteye cilveli bir tavır takındım. Bu tavrıma karşılık bir an durur gibi oldu. Göz bebeği büyümüştü. Onun bu tepkisi ister istemez benim de kabuğuma çekilmeme sebebiyet vermişti. Kendine gelmek adına oturduğu yerden kalkmış, bakışlarını balkondan dışarıya çevirmişti. Sesini temizleyip konuşmaya başladı.
“Birazdan kahvaltı hazır olur. İstersen üstünü giyinip bizimle eşlik edebilirsin.” Bana bakmayarak ve mesafeli bir sesle konuşmuştu. Kendimi toplayarak ayağa kalktım. Bu sözüne şaşırdım.
“Sizinle mi? Sorun olmasın, rahatsız olabilirler. Hem hiç sizinle, birlikte yemek yemedim.” Oldukça masum bir soruydu. Fakat Uluğ’un kaşlarını çatmasına neden olmuştu. Sesli bir şekilde yutkunmuştu.
“O da benim ayıbım olsun… Kimse de rahatsız olamaz!” Çok derin bakıyordu. Abartıyor olabilir miyim diye onu incelemeye koyuldum. Bu bakışlar öylesine olamayacağının kanısına vardım. Şefkatle bakıyordu.
“Ben şimdi iniyorum. Ardımdan gelirsin, olur mu?”
“Tabii olur.” dedim. O da başını sallayıp, arkasına dönmüştü. Kapıdan çıkmadan önce son kez bana bakmış ve kapıyı ardından kapatmıştı.
Bir şey oluyordu. Onda da bende de. Bu iki günde kendimi çok gaza getirmiştim. Kafasını kıracaktım. Bağıracaktım. Saldıracaktım. Ne oldu şimdi? Ona yavru kedi dedim, ya ben? Of gerçekten de bilmiyorum. Böyle onu yorgun görünce içimden kızmak gelmedi. Oysa bu düşünce bile ne kadar saçma değil mi? Göğsüme feci bir ağrı peyda etti. Acımın geçmesi umudu ile ovalamaya başladım. Kaç gündür Uluğ’u her düşündüğüm de bu ağrı kendini belli ediyordu. Anlayamıyorum ki neden? Her ağrı, her hastalık bize bir mesajdır. Bu neyin iletisi böyle?
Ağrımın geçmesiyle kendimi banyoya attım. Duş alıp kendime gelmem gerekiyordu. Yirmi dakika da duşumu almış ve üstümü giyinmişti. Altıma kot şort üzerime ise crop bir atlet giymiştim. Saçlarımı da şekillendirip kurutmuştum. Salık bir şekilde bırakmayı tercih etmiştim. Yüzüme ise bir nemlendirici sürmüş, makyaj adı altında ise dudaklarıma sadece parlatıcı sürmeyi tercih etmiştim.
Hazır olduğumda odadan çıkmıştım. İki gündür bu odada tıkıldığımdan dolayı istemsiz bir mutluluk belirmişti. Sakince Merdivenlerden inmeye başladım. Merdivenleri aştıktan sonra salona adım attım. Uluğ, Korcan ve Merve koltukta oturuyorlardı. Uluğ elinde olan tablete ciddiyetle odaklanmıştı. Korcan ile Merve de bir şey hakkında konuşup kahkaha atıyorlardı.
Sanki burada olduğumdan bihaber gibi Uluğ başını kaldırmış ve bana bakmıştı. Saçlarıma, yüzüme, dudaklarıma ve vücuduma bakışlarını yöneltmişti. Her baktığı yer sanki alev alıyordu. En son yüzümde bakışlarını durdurmuştu. Göz bebeğinin parıldadığını bu mesafeden bile görebiliyordum. Daha fazla bu streste kalmamak için onlara doğru ilerlemeye başladım. Bakışlarını bir an olsun benden almıyordu.
“Ooo biricik yengemizde geldi. Duşta alınmış sizi gidi sizi.” Korcan’ın sesi ile ona döndüm. O ne demişti az önce?
“Yalnız bak bu iyiydi!” Merve’nin kahkahası ile ikisine tuhaf bir şekilde bakmaya başladım.
“Ne yengesi ne duşu ya?” Bakışlarımı onlardan Uluğ’a çevirdim. Tableti kapatmış sehpaya koymuş, dirseğini koltuğun kenarına dayamış, eliyle çenesine destek vermiş bir şekilde bana bakıyordu. Bu adam bugün hiç iyi değildi. Görebiliyordum.
“Benim güzel yengem sen hiç ayakta kalma geç şöyle otur. Yoksa evimizin direği kocan bizi bin parçaya böler. Seninki biraz hırçındır, bileersiin.” Korcan koşar adım yanıma yetişip beni omuzlarımdan tutup, Uluğ’un oturduğu koltuğa oturtmuştu. Yüzümdeki şaşkınlıkla onu izliyordum. Şaşkınlığım gidince ise ilk işim arkamda olan yastığı yüzüne fırlatmak olmuştu.
“Uluğ şuna bir şey diyecek misin artık? Yok öyle bir şey, öylesine dedim desene ya! Adam bizi iki dakika da evlendirdi, iki dakika kırk saniyede de çocuklarınız nerede der bak!” Uluğ’a dönüp sitem dolu bir ses ile konuştum. Uluğ bir şey diyemeden evde Korcan’ın sesi yankılandı.
“Mihran! Dördüzleriniz nerede, nasıl onları tek bırakabiliyorsun? Şimdi bir çocuğun yukarıda yatağından düşüp öldü. Bir diğeri ağzına attığı cisimden dolayı can çekişiyor. Son üç ile dört numarada birbirlerini gırtlaklıyor. Sen ne kadar sorumsuz bir annesin böyle? Bencil kadın, hain anne, vatan haini!” Öyle bir ciddiyet konuşmuştu ki hayretle onu izlemeden geçemedim.
“Çok boş yapıyorsun Korcan. Seni kale bile almıyorum.” dedim hiç oralı olmadan. Korcan’ı az çok tanımıştım ve her şeyi şakaya vurduğuna, eğlenceye döndürdüğünü biliyordum. O yüzden çok umursamıyordum.
“Sen daha beni kale almamaya devam et bakalım. Her şakanın ardında bir gerçeklik yatar. Sence onca söz ve bahane varken, Uluğ neden sevgili olduğunuzu söyledi bir düşün bakalım marul kafa.” Gizem katmak isteyen bir ses tonuyla konuştu. Bu dediği kafamı karıştırmaya yetmişti.
“Saçma sapan konuşup Mihran’ın kafasını bulandırma Can!” Uyarı dolu bir ses ile Uluğ konuştu. Bunu demesiyle onun tarafına döndüm. O zaten bana bakıyordu. Ona hitaben konuşmaya başladım.
“Neden? Kafamın karışmasını gerektirecek bir sebep mi var?” dedim sorgulayıcı bir tavırla. Uluğ kaşlarını çattı. Ciddi olup olmadığımı anlamaya çalıştı. Yine Korcan kimseye fırsat vermeden konuşmaya daldı.
“Bingo! Daha ben der demez kafası karıştı aga. Sen hiç çeneni boşuna yorma… Hem şöyle düşün kafası karışmaya meyilliymiş falan, ben sadece zemin hazırladım.” Heyecanla söylendi. Bu çocuk çok fenaydı. Kimse Korcan’ın diline düşmemeliydi. Yoksa eyvah kine eyvah!
“Kes artık o sesini Korcan, sinirlenmeye başlıyorum.” dedi Uluğ, rahatsız olduğu sesinden bile anlaşılıyordu. Merve Korcan’ın tişörtünün eteklerinden tutup onu yanına çekmişti. Bu konu uzadıkça Merve’nin yüzü düşüyordu. Konuyu çok mu ciddiye alıyordu, anlamıyorum. Hata Uluğ’da oldukça kasılmaya başlamıştı.
“Konuyu o kadar ciddiye almamalısın bence. Korcan’ı az sürede tanımama rağmen mizacını çözdüm eğer sen çözememişsen o da senin sorunun Uluğ! Hem Allah aşkına bir düşünelim, senle ben ne kadar da ütopik değil mi? Pes yani abim yaşımdasın ya…” dedim Uluğ’a hitaben. Son sözüme kadar yüzü gayet normaldi. Tuhaf biçimde bana bakmaya başlamıştı. Merve ile Korcan aynı anda gülmeye başlamışlardı. Hatta kahkahalarının büyüklüğünü size söyleyecek olsam şu an ikisi de yerde karınlarını tutmuş bir vaziyette kıvrandıklarını söylerdim.
“Bu sözün üzerine Uluğ’u alıp içirmemiz yok mu…” dedi Korcan yerde halen gülerken. “Ne kadar içirirsek içirelim bu adama bu sözü unutturamayız Can…” dedi Merve aynı pozisyonla. Onlara da malzeme çıkmıştı iyi mi? “Bunu hemen Uraz’a anlatmam lazım… Olay, olay, olay!” dedi Korcan.
“Sen benim yaşımı biliyor musun ki bunu diyorsun Mihran?” dedi halen çatık kaşla. Neden bu kadar konuyu uzattığına anlam veremiyorum. “Bak, bak izle Guinness rekorlar kitabına girecek olan bir konuşmaya tanık olacağız!” Korcan arkada halen zevzek zevzek konuşuyordu.
“Kaç yaşında olduğunu bilmiyorum Uluğ… Bunu söylememdeki sebep sadece benden büyük gözükmen. Yani buna dayanarak söyledim.” Onun tavrına karşılık bende ciddileşmiştim.
“Kaç gösteriyorum?” dedi halen aynı ciddilikle. Bugün bu adamın iyi olmadığına kesin olarak karar verdim. “Oha Uluğ bunu sordu mu yoksa bana mı öyle geldi Can?” dedi Merve ağzı açık bir şekilde. Korcan, Merve’nin elini tutup kendine tokat atmıştı. “Mihran geldi geleli Uluğ’un devreleri yandı Merveşkom. Bu arada o soruyu bende duydum.” Hayretler içerisinde konuştu.
“Bunu merak ettiğine emin misin Uluğ?” dedim gözlerimi gözlerinden çekmeden. Nedense bugün tüm tepkileri bana saçma geliyordu. Uluğ bunu dememden sonra sesli bir şekilde yutkunup nefesini dışarıya vermişti. Göz bebekleri göz bebeğime doğru bir ırmak gibi akıyordu. “Demedim farz et.” dedi duygusuz bir sesle.
“Uluğ Bey kahvaltı hazır efendim.” Aysel ablanın sesi bıçak gibi aramıza girmişti. Uluğ bu anı bekliyormuşçasına ayağa kalktı. Bence kaçıyordu. Neyden bilemem lakin kaçtığını görüyordum. Korcan ile Merve yerden kalkıp kol kola girmişlerdi. Yüzlerinde de halen şokun etkisi mevcuttu. Korcan omuzumdan dürtüp başı ile kalkmamın işaretini vermişti. Hiç beklemeden ayağa kalktım. Daha iki adım atmıştım ki salona Arif girmişti. Uluğ salonda bulunan yemek masasının başında tam oturacaktı ki Arif’i görünce kaşlarını çatıp ciddi bir yüzle ona doğru dönmüştü.
“Abi izin verirsen,” Başı eğik, elleri önünde bağlı bir şekilde bekliyordu. Bu sürede fark ettiğim bir şey olmuştu. Korumalardan sadece Arif ile Fuat, Uluğ’a abi diyorlardı. Geriye kalan kısım ise bey ile efendim kelimelerini kullanıyorlardı. Onların ne gibi bir ayrıcalıkları olduğunu çözemedim.
Uluğ her zamanki gibi konuşmak yerine bir baş işareti ile cevabını vermişti. “Ahu abla şu an kapıda… Ne yapmamı istersin abi?” dedi Arif. Bu Ahu ismi çok dönüyordu. Tam olarak kim olduğunu bilemiyordum.
“Ne? Şaka olduğunu söyle Arfiko.” dedi Korcan şok edayla. Arfiko ne be? Başka bir lakap gerçekten bulamadı mı?
“Ne istediğinden bahsetti mi?” dedi Uluğ, oldukça düşünceli bir tavırla.
“Hayır abi, sadece seninle konuşmak istediğini söyledi.” dedi Arif. Uluğ bir süre bakışlarını etrafa çevirdi. Düşünüyordu. Veya bir karar alıyordu.
“Ne yapalım abi. Bir bahane mi uydurayım. Ya da başka bir şey…” dedi Arif çözüm odaklı olan sesle. Uluğ yapacağı şeye karar vermiş olacak ki bakışlarını direkt benim üstüme yöneltmişti. Bende konu ne zaman bana dokunacaktı diyecektim.
“Mihran sen odanda kalsan bu sürede hiç çıkmasan olur mu? Senin için.” dedi, kaşlarını çatmaktan alnı kırışmıştı.
“Kim bu ve beni görse ne olabilir?” dedim merakla. Eski Uluğ olsa asla cevap vermezdi. Fakat az önce odada anlaştığımız için bana söylemek zorundaydı.
“Ahu… Tolga ile Açelya’nın ablası.” dedi gözlerimi delmek istercesine. Avuç içimin terlediğini hissettim. Korku bedenimi sarmaya başlamıştı bile. Beni gördüğünde ne olacağını Uluğ’un söylemesine gerek bile yoktu. Almıştım cevabımı. Bende uzunca ona baktım. Anlaşabiliyor ve onu duyabiliyordum. Konuşmamıza gerek bile yoktu.
“Gittiğinde haber verirsiniz.” Demiş ve bir an beklemeden üst kata doğru adım atmaya başladın. Odaya kendimi attığımda deli dana gibi etrafımda dönmeye başlamıştım. Bu kadın ne diye buraya gelmişti ki? Yoksa beni mi öğrenmişti? Yok canım öğrense böyle sakin bir şekilde bu eve gelir miydi? Bu çatıyı başımıza yıkması lazımdı. Doğrusu başıma yıkardı.
Bu aile elbet öyle ya da böyle benim kim olduğumu öğrenecekti. Çünkü gerçeklerin ortaya çıkma gibi bir huyu vardı. Ve benim bir şekilde kendimi o an için hazırlamam gerekiyordu. Bunu nasıl yapacaktım, hiçbir fikrim yoktu. Fakat Tolga’nın ailesine mensup birinin ismini duyunca korkudan dizlerimin titrediğini biliyordum.
-----------------------------
Daha fazla dayanamadım. Boğulduğumu sezdim. İçimdeki belirsizlikle bu dört duvar arasında kendimi sıkıştıramazdım. O anki duygumla her zaman yaptığımı yapma kararı aldım. Odadan kendimi dışarı atmış, koridoru arkamda bırakmıştım. Stresle terleyen avuç içlerimi şortumun eteklerine sarmıştım. Merdivenin başına gelince parmak uçlarımla birkaç basamağı arkamda bırakmıştım. Sesleri kulağıma yetişince durdum ve kendimi bir basamağa bırakmıştım. Oturduğum basamağa dizlerimi kendime doğru çekmiştim. Kendimi riske atıp başımı uzatmamıştım. Tüm ruhumla onları dinlemeye başladım.
“Telefonda da bunları konuşabilirdik haber vermeden böylesine saygısızlığı yapmana gerek var mıydı? Şaşırdığım kısım, bunu yapan sensin Ahu, kendinde misin?” Uluğ’un sesi kulaklarıma ilişince daha fazla dikkatimi verdim.
“Elbette ki bu durum benim de hoşuma gitmiyor. Fakat hak verirsin ki Mert arayıp bana Açelya’yı sınır dışı edeceğini söyleyince soluğu burada aldım. Mirza sen bunu nasıl yapabilirsin aklım almıyor! Hadi beni düşünmedin, ya babam? O hiç mi aklına gelmedi?” Sesi kalın ve güçlüydü. Farklı bir tona sahipti. Konunun benimle ilgili olmadığını anladığımda derin bir nefes aldım. Oh be ilk kez konu benimle ilgili değildi. Dikkatimi çeken bir diğer konu ise Ahu, Uluğ’un nefret ettiği o isimle hitap etmişti. İşte bu tuhaftı. Uluğ’un ne hissettiğini anlamak için vereceği cevaba dikkat ettim.
“Tabii ki de amcamı düşündüm Ahu. Düşündüğüm için zaten bu kararı aldım. Sende, bende Açelya’nın gittiği bu yolu doğru bulmuyor ve bir gün bu ailenin yüz karası olacağını çok iyi biliyoruz. Ben önlemimi alıyorum, herkese de saygı duymak düşer. Anlaşılmayan bir yer?” dedi, emin bir sesle. Oldukça güçlü bir şekilde konuşmuştu. O ismi hitap etmesi onu etkilememiş gibiydi.
“Var! Anlaşılmayan çok yer var! Gözlerime bak karşında kim var senin? İyice bak… Köksoy ahalisine benzer bir yanım veya kapındaki köpeklere benzeyen bir tarafım var mı? Unutuyorsun Mirza… Unutma bu ailede, bu alemde sözü geçen iki kişi var; o da senle benim! O yüzden emir verirken sana iki kere düşünmeni öneririm! Hatırlarsan bana bir borcun vardı, şimdi bu borcu ödüyor olarak say ve Açelya’yı bir kereye mahsus iltimas göster. Çok ileri gitti farkındayım ama haddini bizzat kendim vereceğim. Karşına da bir daha çıkmayacak!”
Ahu’nun bu söylediklerinden sonra korkum ikiye katlanmıştı. Bu kadın Uluğ gibiydi. Aynı Uluğ’dan korkulduğu ve saygı duyulduğu gibi Ahu’ya da bu şekil davranıyorlardı. Yani Uluğ’un kız versiyonuydu. Bu kadın kardeşinin katilinin ben olduğumu öğrendiğinde beni parçalara ayırırdı. Allah’ım ben nasıl bir ateşin içine düşmüştüm. Harlandıkça harlanıyordu. Sönmesin diye de gelen giden odun atıyordu.
“Ben hiçbir şeyi unutmuyorum. Evet aynı bende olduğu gibi senin de söz hakkın var ama aramızda çok büyük farkların olduğunu sende biliyorsun. Senin sınırların var benim ise yok! Sen merhametlisin ben değilim! Kanımdan, canımdan çok sevdiğim biri bile yanlış yapsa gözümü kırpmadan ona hakkettiğini yaşatırım. Ama sen şans verir, müsamaha gösterirsin, çünkü sen o kişiyle duygusal bir bağ kurmuşsundur… Açelya’ya gelecek olursam da haddinden fazla ileri gitti. Yıllardır sen ile amcamın hatırına bir şey yapmadım ama bu sefer ki başka, bu sefer ki bambaşka! Sana olan borcumu elbet ödeyeceğim ama bu şekilde değil!” demiş düz bir sesle.
“Mirza kırıyorsun beni… Hem de bunca zamandır bir kez olsun birbirimizi incitmemişken. Kardeşimin adına senden özür dileyemem ama bir şans isteyebilirim. Birini kendi ellerimle toprağa vermişken, izin ver de diğerini koruyabileyim. Babamı bu sefer toparlayamam! Buna benim de gücüm yetmez. Çok yorgunum, Tolga’nın yokluğu belimi büktü. Düşünmeme bile engel oluyor. Bu süreçte tüm ailenin senin varlığına ihtiyacı var. Bu konuda da sana teşekkür ediyorum. Gereken her desteği verdin. Oysa hiçbiri senin merhametini bile hak etmiyorken ama sen ne yaptın vermeyi tercih ettin. Annem seni Tolga’nın yerine koydu, aynı şekilde babamda… Hakkını asla ödeyemem! Bu aileye, bana son bir iyilik yap ve Açelya’yı bu seferliğine maruz gör. Benim için senden bunu istemek ne kadar zor en iyi sen bilirsin. Mahcubum ama elimden de şu anlık bu gelebiliyor. Beni anla, yoruldum artık!” Son kelimesinde sesi titremişti.
Kalbime bir sancı girmişti. Utanmıştım. Suçluluk duygusuyla kollarımı bedenime dolamıştım. Tolga’ya karşı giderek kendimi suçlu bulmaya başlamıştım. Birini öldürmenin hiçbir bahanesi ya da nedeni olamazdı! Ve bunu düşünmek başımı ağrıtıyordu. Başta onu öldürmüş olsam bile hak etti diyebiliyordum ama şimdi öyle değildi. O ihtimal bile canımı yakmaya başlamıştı. Bu zamanlarda hep annemi özlüyordum. İstemsizce yeniden gözlerim dolmuştu. Böyle acizce bir tavır sergilemek istemiyorum ama dayanamıyorum.
“Gel buraya,” Uluğ’un naif sesi kulağıma yetişti. Bir hışırtı oldu. Merakla başımı sakladığım yerden yavaşça çıkarmıştım. Ne yaptıklarını öğrenmek için onlara baktım. Uluğ ve tanımadığım bir kadın sarılıyordu. Muhtemelen o kadın Ahu’ydu. Onu inceleme fırsatım çok olmamıştı ama uzun boylu, omzuna kadar gelen kahverengi bir saça sahip olduğunu görmüştüm. Hemen yeniden başımı sakladığım için detaylıca bakamamıştım. Çok samimi bir şekilde sarılıyorlardı. Sıkı sıkıya. Uluğ’un ilk kez bu haline şahit olmuştum ve haliyle şaşırmıştım. Ve değişik hissetmiştim. Adını koyamayacağım bir şekilde.
“Sana değer veriyorum, biliyorsun…” Yeniden Uluğ’un sesi gelince sakince onu dinlemeye koyulmuştum. “Ailemiz belki yüz yıldır düşmanlarla bir savaş halinde. Atalarımızdan bize kalmış bir leke. Kaybetmeye alışık bir aileyiz. Ama bizim düşmanımız hiçbir zaman dışarıdan olamamıştır. Bunu da biliyorsun değil mi Ahu? Açelya bugün durdurulmazsa yarın gidecek düşmanımızla iş birliği edecek. Dersen ki bu benim sorumluluğumda tamam deyip kenara çekileceğim. Ama diyelim ki ben Açelya’yı bugün bıraktım; o da yarın karşıma çıkıp bana veya etrafımda olan birine zarar verdi… İşte o zaman da Behçet Amcanın karşısına iki kızını da dikerim, kafalarına da ilk mermiyi bizzat kendim sıkarım!... Seni uyarıyorum, sonra ağlama. Tüm ailenin, etrafımda olan tüm canlıların aldığı nefes bile benden sorumlu. Onların canı bana emanet, nerede, ne şekilde konuşmayı bilmeyen bir kız için onların canını riske atamam! O yüzden ona göre bir karar ver Ahu!” dedi emin bir sesle. Ne çok uzun konuşmuştu öyle. Ölüm Uluğ için oldukça basit bir mevzuydu. Birinin canını kasten almak onun için normalmiş gibi davranıyordu. Bazen gözüme masum bir çocuk gibi geliyordu ve ben o anlarda ona sarılma isteği duyuyordum ama bazen de canavara dönüşebiliyordu. Onu anlamak oldukça zordu.
“Omuzlarıma taşıyamayacağım yükler bindiriyorsun Mirza,” Ahu’nun bu sözleri ne kadar çaresiz olsa da ses tonu tam tersini söylüyordu.
“Benim sırtımdaki yükleri görsen, omuzunda olan ağırlıkları yük olarak sayamaya utanırsın Ahu!” Hiç beklemeden Uluğ cevap verdi. Bu sözleri öyle derin bir şekilde söylemişti ki, herkesin kabuğuna çekilmesine sebep olmuştu. Uluğ’a neler yaşadığını sormak istiyordum ama duyacaklarımdan ölesiye korkuyordum. Ve neden bu şekilde hissettiğimi de bilemiyordum. Her geçen gün Uluğ beni kendi dünyasının içine çekiyordu. Bu durum beni korkutmaktan ziyade heyecanlandırıyordu. Oysa bu hissimde doğru değildi. Bir şeyler değişiyordu fakat adını bir türlü koyamıyordum. İçimde bir muharebe vardı ve kimin kazanacağı meçhuldü.
“Tüm sorumluluğu üstüme alıyorum! Şayet Açelya’dan yana birine zarar gelirse de senden gelecek tüm bedellere ve cezalara razıyım.” Ahu’nun düz sesi etrafa yayıldı. Ablalıkta bu olsa gerekti. Yeri geldiğinde kardeşinin canını kendi canından önde tutmak demekti. Meyra ablam da aynı durum ile karşı karşıya kalsa Ahu’nun yaptığını yapacağından hiç şüphem yoktu.
“Merve, Mert’te haber ver Açelya’yı, Ahu’nun evine bıraksın!” dedi Uluğ soğuk bir tonla.
“Hemen arıyorum.” dedi Merve heyecanla. Sanki bu anı bekliyordu. Merve, Açelya’yı seviyor muydu? Bilemiyorum ama kötülüğünü istemediği kesindi.
“Sağ ol!” dedi Ahu minnettar bir sesle. “Sen sağ ol!” diye karşılık verdi Uluğ. Aralarında olan bağ ilgimi çekmişti. Birbirlerine karşı oldukça yumuşak davranmaya çalışıyorlardı. Bir süre sessizlik etrafı hâkimi altına aldı. Ardından ise hiç açılmasını istemediğim o konu açılmıştı.
“Tolga konusunda yeni gelişmeler var mı? Veyahut öğrenmem gereken bir şeyler…” Merakla sordu. Ahu’nun bu sorusu karşısında Uluğ bir süre sessiz kalmayı tercih etmişti. Bence o anda aklına ben gelmiştim. Ona dese ya, bu evde senin kardeşini öldürdüğünü düşündüğümüz biri var diye. Dediği an bu evi başıma yıkacağından hiç şüphem yoktu.
“Yok… Her şeyden bihabersin.” Yalan söylemeyi hiç sevmediğini, hatta nefret ettiğini ben bile anlamıştım. Onun için zor olmalı. İşlerin daha kötüye gitmemesi için şu an yalan söylemek zorunda olduğunu biliyordum ve hatta onu anlayabiliyordum bile.
“O not peki, daha kimin yolladığı bulunamadı mı?” dedi, öfkesi sesine de yansımıştı. Uluğ her şeyi önceden öngörebiliyordu. Bizim aklımıza soru işareti olarak düştüğünde Uluğ zaten çoktan biliyor olarak kenarda izlemiş oluyordu. Nasıl başarıyordu işte bunu bilemiyorum. Not olayında beni nasıl tuzağa düşürdüğünü halen aklım almıyordu. Aslında durmadan bana güvendiğinin vurgusunu yaptığında işkillenmem gerekiyordu.
“Hayır bulunamadı. Araştırıyoruz işte…” Yine yalan söylemişti. Ama neden? Oysa onlar onun ailesi değil mi? Korcan mesela, onu boşuna yoruyor, hatta onunla oynuyordu. Çocuk boşu boşuna o notu yollayanı bulmaya çalışıyor ama Uluğ zaten o kişiyi biliyor. Uluğ söylememiş olsa bile eminim ki o adamla görüşmeye bile gitti. Kimi kimden koruyordu? Bana söylediği o söz aklıma geldi; “Bazen birilerinin bir şeyi bilmemesi onların yararına Mihran. Boyunlarından büyük işlere kalkışmamaları gerekir!” Madem boyunlarından büyük işler neden yanında barındırıyorsun diye sorarlar adama.
“Yalan söylemediğini bildiğimden kurcalamıyorum bile ama bu iş neden bu kadar yavaş ilerliyor Mirza anlamıyorum!” dedi sitemle Ahu.
“Olması gerektiği biçimde ilerliyor Ahu, aklında bir şüphe varsa şimdi söyle!” diye soludu.
“Bu Tolga’yı öldürdü diye suç atılan kızın cesedi ailesine ulaştı mı? Defnettiler mi Mirza!” dedi sıkın bir sesle. Ne dedi o? Beni ölü olarak mı gösterdiler. Neler oluyor böyle?
“Nereden çıkardın şimdi bunu? Amacın ne Ahu? Aklında ne var senin, bu ne saçma bir soru böyle! Şimdi defnettiler diyelim başsağlığına mı gideceksin?” dedi öfkeyle Uluğ. “Bizim yüzümüzden bir can gitti Mirza! Sence bu soruyu sormam doğal değil mi? Ve evet gitmek istiyorum. Onlarda anne baba… Ben evlat acısını babam ile annemde yaşıyorum. Çok ağır bir yük ve onları görmek istiyorum. Anla lütfen!” Titreyen bir ses ile konuştu. Bana acıyan benim için yas tutan hatta vicdan azabı çeken bir abla… Bu nasıl bir iş böyle? Nefes alamadığımı sezdim. Elim boynuma gitti. Canım yanıyordu. Ama bu acı fiziksel değildi. Ruhsaldı!
“Seni anlamıyorum… Anlamayacağım da! Vicdan azabı çekeceksen de git kardeşimin katili dışarıda elini kolunu sallaya sallaya geziyor diye çek! Ama sakın bu konu için karşıma gelme Ahu! Unut, at kafandan gitmeyi… Bir de seninle uğraşmayayım!” Öfkeyle bağırdı. Bu şekilde bağırması beni delirtiyordu. Uğraşmak zorunda değilsin! Defol git değil mi?
“Bu şekilde bağırman istediğini yaptırabileceğin anlamına gelmiyor! Dikkat edersen ben senden izin almıyorum, haber veriyorum Mirza! Gitmek istiyorum ve gideceğim, buna engel olamazsın.” Diye çıkıştı. Var olmayan bir cenazeye gitmek için boşuna kendini yoruyordu.
“Ahu abla aranıza giriyorum ama ölen kız yetim ve tek yaşlı bir dedesi var, biz de zaten gereken maddi manevi yardımı karşıladık. O yüzden diretmen çok abes kalıyor. Yine de sen bilirsin tabii ama söylemek istedim.” Korcan’ın naif sesi etrafa yayıldı. Senaryoya gel! Öldüğüm yetmiyor bir de yetim oldum iyi mi? Sabır büyük bir sabır.
“Ciddi misin sen? Bak uyduruyorsan büyük bozuşuruz Can!” dedi afallayan sesle. “Yemin ederim Ahu abla… Hem ben sana ne zaman yalan söylemişim ki şimdi söyleyeyim?” diye cevap verdi. An itibari ile şimdi söylemiş oldu. Bunlar toplu yalan makinesiydiler. Pes yani başka bir şey diyemiyorum.
“İçin rahatladıysa git artık Ahu… Daha fazla uzatma!” dedi Uluğ düz sesle.
“Kusura bakma Mirza, bu şekilde karşında olmayı istemezdim. Affola! Yarınki toplantıda görüşmek üzere.” dedi mahcup bir edayla. Kapı sesi geldiğinde nefesimi tutuğumu fark ettim.
Daha fazla bekleyip yakalanmak istemediğimden ayağa kalktım. Sessizce arkamı döndüm daha iki adım atmışken Uluğ’un gür sesi kulağıma ilişti.
“Mihran hiç odana kaçma, seni çağırmak içinde bizi yormadan iyisi sen aşağı in!” dedi oldukça rahat bir sesle. Bu adamın kaç gözü kaç kulağı vardı? Ve beni her zaman nasıl fark edebiliyordu? Oysa o kadar sessiz bir şekilde yürüyordum ki kendi ayak sesimi bile duymuyordum. Bu adam in midir cin midir çözemiyorum.
“Yuh ama ya bu kız vallahi de billahi de deccal! Bu kadarı da olmaz diyorum Mihran her seferinde beni şaşırtmayı başarıyor. Bana bakın bu evde ırzım ve namusum hiç güvende değil ben artık başka bir eve geçmek istiyorum.” Korcan’ın söylemlerini umursamadan merdivenlerden geri inmeye başladım. Hiç de utanç duygusunu hissedemiyordum. Başım dik salona giriş yaptım. Uluğ elleri cebinde bir şekilde bana bakıyordu. Gözlerini kısmış uslanmayan bakışlar atıyordu.
“Bu huyundan vazgeçmeyeceksin değil mi? Oysa ne anlaşmıştık, ben sana her şeyi anlatmayacak mıydım ha Mihran?” dedi tasvip etmeyen bir tavırla.
“Ne demişler Uluğ Bey; Can çıkmayınca huy da çıkmazmış. Ben de böyle bir modelim ne yapalım… Sıkılıyorum oda da kendime macera arıyorum.” dedim oldukça rahat bir edayla. Bu tavrım onu sinirlendirmesi gereken yerde dudağın da keyif tebessümü oluştu. Aklıma gelenle yeniden konuştum. “Ya ben sana bir şey soracağım; sen nasıl beni fark edebiliyorsun. Beni görmeyin diye başımı bile uzatmıyorum. İn misin cin misin artık korkmaya başladım.” dedim ciddi bir sesle. Uluğ gülecek gibi oldu ama kendini tutu. Kaşlarını çattı ve ciddi bir yüze büründü. Birkaç adım atıp tam karşımda durdu. Ona bakmak için başımı kaldırdım.
“Mihran sana bir sır veriyim mi?” dedi oldukça korkunç yüzle. Bende o stresle başımı sallayarak onay verdim. “Aslında ben,” Yine sustu. Aslında ne o? Kalbim hızlanmıştı. “Ben,” Bilerek yapıyordu. Yemin ederim bilerek yapıyordu. Beni korkutmak içindi. Ve başarıyordu.
“Yeter söyleyecek misin artık? Bunaldım bak.” dedim öfke ve korku bir aradaydı. “Mihran ben aslında süper kahramanım! Her yerde gözüm ve kulağım var.” dedi aynı ciddiyetle. Öfkeyle göğsüne bir yumruk attım. Bende ciddiyetle onun dinliyordum. Birkaç adım arkaya sendeledi. Keyifle gülümsüyordu.
“Sen benimle dalga geçmeyi bir kenara bırak da bana ne zaman öldüğümü anlatmayı düşünüyordun, önce onu söyle!” dedim kinayeli bir sesle. Dudağında son kalan tebessümde solmuştu. Gözleri gözlerime tutunmuş bırakmamaya yemin içmişti. Sesli bir nefes vermiş ve Merve ile Korcan’a dönüp baş işareti yapmıştı. Bu gidin demekti. Onlar da bir an beklemeden salondan çıkıp mutfağa girmişlerdi. Ardından o da yemek masasının baş sandalyesinde oturmuştu. Eli ile de karşıdaki sandalyeyi işaret etmişti. Bende oraya yerleşmiştim.
“Cevabını bildiğin bir soruyu neden soruyorsun?” dedi soğuk bir sesle. Cevabını elbette ki biliyordum ama onun ağzından bir şeyler duymak istiyordum. Ne olduğunu bende bilmiyordum.
“Yalanı sevmediğini hatta nefret ettiğini ben bile biliyorum. Yabancı biri için bu kadar çabalamaya anlam veremiyorum. Ailen er ya da geç benim kim olduğumu öğrenecek ve benim kaybedecek hiçbir şeyim yok. Bence işler büyümeden herkesin beni bilmesinde fayda var.” dedim ciddi bir sesle.
“Sen ne çok şey biliyorsun öyle,” dedi, gözleri kısık bir şekilde. Düşünüyor gibiydi. Sanki uçsuz bucaksız bir diyara gitmiş gibiydi. Anlamsız bir yüze büründüm. “Bak şimdi yabancı demişken, aklıma sevdiğim bir yazarın sözü geldi… Diyor ki; Ne tuhaf değil mi? En yakınlarımıza kalbimizi açamıyoruz, sonra gidip bir yabancıya içimizi döküyoruz… Şimdi ne alaka diyeceksin, bazı sözlere pek anlam yüklememek gerekir. Söylendi ve bitti, o kadar!” Benimle konuşmuyor gibiydi. Göz bebeği bana tutunmuştu fakat bana bakmıyor gibi.
“Hiçbir şeyin olan her şeyin olabilir, her şeyin olan da hiçbir şeyine dönüşebilir… Zamanında bunu dedem demişti. Söylendi ve bitti, o kadar!” dedim karşılık olarak. Onun benden gözünü alamadığı gibi bende alamıyordum. Aramızda farklı bir aura vardı. Adını koyamıyordum. Bu isimsiz duygu heyecanlanmama ve korkmama sebep oluyordu. Onun ne hissettiğini o kadar merak ediyordum ki anlatamam.
“Dedeni gittikçe merak etmeye başladım. Hayatta mı?” dedi yüzüne oturan huzurlu tavırla. Dedem aklıma gelince yüzümde bir tebessüm oluştu.
“Hayatta ama rahatsız. Ne konuşabiliyor ne de ayağa kalkabiliyor. Bilge biridir, annemden sonra ailede en sevdiğim kişi odur. Kendisi de beni çok sever. Her yanına gittiğimde avucuma değişik şekiller çiziyor, gözlerini de gözlerimden hiçbir zaman çekmez. Tabii anlamıyorum ne yazdığını ama gözleri hep dolu doludur. Artvin’den annemle kaçacağımı planladığım gün, yanına gitmek istedim ama… Gidemedim. Umarım bir gün yanına yeniden gidebilirim. İmkânsız gibi gözükse de…” İçime oturan sıkıntıyla konuştum. Uluğ’un yüzündeki huzur gitmiş yerine hüzün gelmişti.
“Bu arada bunu anlatım ama sen zaten dedemin yaşadığından bihabersin. Ağzımdan laf almak için sorduğunu biliyorum.” dedim burun kıvırır şekilde. Dudağına yarım bir gülümseme kondu.
“Madem biliyorsun neden anlattın?” dedi imalı bir sesle. Onda olan tebessüm bana da bulaştı.
“Bazı sözlere pek anlam yüklememek gerekir Uluğ Bey. Söylendi ve bitti, o kadar!” Kendi sözü ile ona cevap verdim. Gülümsemesi büyüdü, tüm yüzüne bahar havası geldi. Benim de ondan eksik kalır yanım yoktu.
“Yaptığım ve yapacağım tüm şeyler seni korumak için. Hiçbirinde farklı anlamlar çıkarma, kafanda da kurma!” dedi oldukça ciddi bir tavırla. Bu dediği beni düşündürdü.
“Beni kime karşı ve neden koruyorsun?” dedim merakla.
“Seni senden bile korumak istediğimi söylesem, çok mu saçma olur?” Kendisi bile bu durumu anlamlandıramıyor.
“Saçma Uluğ hem de çok saçma! Bana olan o şefkat duygunu da alıp öldürmelisin. Hem Allah aşkına sen nasıl bana halen şefkat besleyebiliyorsun? Daha iki gün önce seni sırtından vurmamış mıydım? Unuttun galiba. Bir de neden seninkilere benim size ihanet ettiğimi söylemedin? Yine beni mi korumak istedin?” dedim öfkeyle. Bu adamın bana şefkat beslemesi beni delirtiyordu. Delirtmekle kalmıyor çıldırtıyordu.
“Onlara mı ihanet ettin, bana ettin! Onlara ne ki?” diye atarlandı.
“Ne demek onlara ne hani onlar senin kardeşlerindi? Sana gelecek olan bela onlara da gelmiyor mu? Senin canın yansa onlar üzülmüyor mu?” diye çıkıştım. Kaşlarını çattı. Öfkelenmeye başlamıştı. Yüzünü yüz hizama getirmişti.
“Sen niye bu konuyu kendine bu kadar dert ettin? Sana şefkat edip etmemem niye seni rahatsız ediyor? Acı ve gözyaşı seviyorsun, kendine kimse bana merhamet edemez diye bir kural belirlemişsin, küçük bir ışık yaktılar mı pençelerini çıkartıyorsun! Bana tek bir cevap ver, niye bu kadar kendinden nefret ediyorsun? Tek bir cevap Mihran, lafı sakın dolandırma!” Öfkeli nefes alışverişleri yüzüme çarpıyordu. Hüzünle ona baktım. Derdimi tek ona anlatabilirmişim gibi ruhum ayağa kalktı.
“Sevilecek hiçbir tarafım yok! Sen mesela niye bana şefkat besleyesin ki, bir çıkarın olmadan yanaşacağını düşünmüyorum!” dedim sitemle.
“Benim gördüğüm şeyi sen görsen kendine tapardın. Bu kadar kör olma Mihran! Kendinde olan cevheri gör biraz!... Benim sende nasıl bir çıkarım olabilir? İlk kez alkol içmiş o günde başına gelmeyen kalmamış bir kız var karşımda. Ne gibi bir menfaatim olacak, bana bunu bir açıkla!” Siniri bir bedene dönmüştü.
“Çok büyük işlerin içerisindesin bunu görebiliyorum. Herhangi bir olayda beni neden maşa niyetine kullanmayasın ki? Sonuçta ben senin esir tutuğun alelade birisiyim. Bana bunu yapmayacağına dair tek bir neden söyle Uluğ?” İçimden geçenleri birebir söyledim. Öfkeyle saçlarını karıştırdı.
“Ben seni esir tutmuyorum Mihran…” dedi dişlerinin arasında. “Ne yapıyorsun o zaman Uluğ? Bu yaptığın ne?” dedim inatla. Derin bir nefes aldı. Gömleğinin üst düğmelerini açtı. Nefes alamıyordu.
“Ne yapıyım sen söyle? Seni yeniden hapishaneye mi gönderiyim, ikinci gün öldürsünler diye ya da bırakıyım dışarıya aynı günde sen ile ailen mi katledilsin? Ne istiyorsun, sen söyle! Hep kendine bakıyorsun biraz da etrafına bak! Çokça insanların ölümüne sebep olmuş bir adamla karşı karşıya oturmuşsun, yeniden bir başkalarının daha vebalini boynuma almak istemiyorum. Yoksa geberin gidin bana ne sizden. Seni de aileni de tanımam etmem!” Ayağa kalkmış, bir ellini gözüme sokmak ister gibi sallıyordu. Sabrı kalmamıştı. Hiçbir şeye tahammüllü yoktu.
“Aklım artık almıyor! Bana suçumu söyle de susayım Uluğ!” dedim aynı öfkeyle.
“Suçunu söyleyeyim mi Mihran; o bara gitmeyecektin, o içkiyi zıkkımlanmayacaktın. Madem içeceksin o zaman sağlam arkadaşlarınla birlikte içecektin! İki günlük tanıdığın adamlarla o bara gitmeyecektin! Kim olduğunu bilmediğin bir adamın senin belini tutmasına izin vermeyecektin! Daha sayıyım mı sana Mihran!” Öfkesi tüm evi sarmıştı. Bunları diyen ilk kişiydi. Ve bu sözler gözlerimden akmayı bekleyen yaşların dökülmesine sebep olmuştu. Daha fazla dayanamadım ve çocuk gibi ağlamaya başladım. Bu sözlerin annem ya da ablam tarafında söyleneceğini biliyordum. Ama asla Uluğ’dan beklemiyordum. Hatta bu kadar erken olacağını bile.
“Önüne gelen benden hesap sormayı çok iyi biliyor! Bir önce kendinize bakın, yapın yapın sonra da benim ne suçum var deyin, oh ne ala. Bir yerde bir hatan var ki şu an bu durumdasın… Ve sen o hatanın bedelini ödüyorsun Mihran. Her şey bir sebep ile bir nedene bağlı kimse bana kader diyemez! Zırlamayı da kes artık!” Gözü kimseyi görmeyecek derecede kararmıştı. Sabrı kalmamıştı. Açelya’nın yaptıkları, Ahu’nun gelişi ve benim saçmalıklarım. Gözyaşlarım dinmiyordu. Bağırışı irkilmeme sebep oldu. Korkulu gözlerle ona bakıyordum. Kendimden hiç bu kadar utanmamıştım. Sesimi dahi çıkartamıyordum. Sus pus olmuştum.
“Ama biliyor musun hatta bende… Sana neden merhamet ediyorum ki? Neden sana midemi bulandırıyorsun dediğimde pişmanlık duyup ablanla konuşmaya gittim ki? Neden yani artık kendime de anlam veremiyorum!” dedi etrafında dönerken. Ne demişti o? Ablamla mı?
“Na-Nasıl?” Bocalamıştım. Kendisi de sonradan ne dediğini fark etmiş olacak ki derin bir nefes bıraktı. Kaçamak bir bakış attı. “Uluğ sen ne dedin ben anlamadım!” Sessizce mırıldandım. Ayağa kalkıp tam karşısında durdum. Elim ayağım boşalmıştı. Duyduğum şeyi sindirmeye çalışıyordum.
“Duydun işte… Öyle.” Söylediğine pişman olmuş gibiydi. Biri beni kırdı diye onu telafi etmeye çalışmış… Güzel, çok güzel. Ve belki de bu telafinin büyük bir bedeli olacaktı. Öfke, nefret, kırgınlık ve mutluluk bir aradaydı. Nasıl oluyor bilmiyorum ama bu şekilde hissediyordum. Tam ağzımı açıp bir şey söyleyecekken Fuat salonun girişinde belirmişti.
“Abi müsaade var mı?” Uluğ bakışlarını zorla bende çekmiş arkasına dönmüştü. Başı ile onay vermiş Fuat ’da hemen Uluğ’un yanına gelmişti. Kulağına eğilip bir şey demişti. Ne dediğini duyamadım. Yine bir şeyler oluyordu. Uluğ beş saniye kadar durmuş ardından bana dönmüştü. Düşünceyle benim yüzümü taramıştı. Yine benimle ilgiliydi süper. Uluğ, Fuat’a doğru geri dönmüştü.
“Al içeri, buraya gelsinler.” Uluğ tek bunu söylemiş, Fuat ‘da ortadan kaybolmuştu. “Yine neler oluyor? Yukarı çıkmama gerek var mı?” dedim yorgun bir sesle. Uluğ bana dönmüş, aynı düşünceli hali ile bana bakmıştı. “Yok, gerek yok.” Gözlerini gözlerimden bir saniye olsun almıyordu. Bir şeyler dönüyordu. Huzursuzlanmaya başlamıştım.
“Peki kim geldi? Tanıyor muyum ben?” dedim sıkın bir edayla. Alt dudağını dişlerinin arasına alıp huzursuzlukla ezmişti. Bu tavırları beni sadece tedirgin ediyordu. Hiçbir şey söylemedi. Geldiğinde görürsün der gibi baktı.
Beş dakikanın ardından kapı sesi duyuldu, merakla kimin geldiğini bekliyordum. Asıl beni heyecanlandıran Uluğ’un sessizliğiydi. Salona girenlerle birlikte adeta yaşama yetimi kaybetmek üzereydim. Etrafta dolaşan bakışları beni bulduğunda gök mavisi hareleri hırçınlaşmıştı. Her bir yanımızı özlem ve kimsesizlik sarmıştı. İki küsmüş kız çocuğu birbirine sarılmaya bile çekiniyorlardı. Yalnızlık bedenimi sardı. Unuttuğum o çocukluğum şu an karşımdaydı. İçime gömdüğüm kimsesizliğim beni kucaklamaya gelmişti. Onsuz öldüğüm gecelerde sığındığım tek liman karşımdaydı. Kuruyan boğazım, çatlamış dudaklarım onun adını zikredemiyordu. Haykıran benliğimin bile mecali kalmamıştı. Mırıltıyla dökülen kelimeler ona yetiştiğinden bihaberdim.
“Abla,” Ona hasret olan ruhum yetisini kaybetmiş gibiydi. Meyra ablam ve yanında Vefa abi vardı. İkisinin de gözleri dolu doluydu. Gözlerinin altı morarmıştı. Oldukça zayıflamış, kocaman gözleri küçülmüştü. Çok sevdiği uzun saçlarını kesmişti. Eskiden kalçasına kadar gelen saçları şimdi omuzundaydı. Bitap bir haldeydi. Onu ilk kez bu halde görüyordum. O umursamaz hayat dolu enerjisi yok olmuştu.
Adımları bile yorgundu. Tam karşımda durdu. Yüzünden hiçbir şey anlayamıyordum. Bakışları bile buz gibiydi. Hissiyatı yok gibiydi. Ben ona sarılmayı umarken o bir an bile tereddüt etmeden elini kaldırmış ve bana tokat atmıştı. Yana savrulan başım, yüzümün aldığı şekli kapatan saçlarımla yerimde titremeye başlamıştım. Acımıştı. Ama yanağım değil, kalbimdi acıyan. Başımı yavaşça kaldırdım. Utançla bakışlarımı etrafa döndürdüm. Uluğ benim uzağımdayken, şu an tam dibime gelmişti. Vefa abi şaşkınlıkla ablama bakıyordu. Gözlerimi ona çevirdiğimde çeşmeden su akarcasına yaşlarını akıtıyordu. Bende olduğu gibi. Anlamsızca ona bakakalmıştım.
“Yazıklar olsun sana!” Veryansın sözlerinin altında ezilmiştim. Ezilmenin bile bir adabı olurken ben yerlerde sürüklenmiştim. Beni sevenlerin bile sevgilerinin bedelini yine ben ödüyordum. Bunca dik duruş nereye kaybolmuştu? Hani insan kendini bildiği takdirde ezilmezdi? Ne oldu şimdi? İçimdeki güçsüzlükte nereye gitmişti? Yoksa o da mı beni terk etmişti?
Yanımda duran adamın varlığına ihtiyacım vardı. Benim için endişelenen, derdimi derdi gibi üstlenen o adama ihtiyacım vardı. Kırgınlığımı umursayan orman gözlü adamın göğsünde hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordum. Bana tokat atan ablamı gözleri ile yiyip bitiren o adama ihtiyacım vardı. Bana acı ve ıstırabı yaşatan ama benim yaşamamı isteyen orman gözlü adam…
-BÖLÜM SONU-
Bölüm sonu sözü…
“Ve gençliğimin tüm hayalleri ve tesellileri öldü! Nasıl katlandım buna? Nasıl iyileştim, nasıl atlattım böylesi yaraları? Nasıl kalktı ruhum yeniden bu mezarlardan?”
(Friedrich Nietzsche / Böyle Buyurdu Zerdüşt)
-Bölümü nasıl buldunuz? Umarım ki keyif almışsınızdır. Gelecek bölüm ile ilgili tahminleri alayım bakalım.
-Uluğ Mirza?
-Mihran?
-Açelya Köksoy? (Tolga’nın kız kardeşi)
-Ahu Köksoy? (Tolga’nın Ablası)
-Mert?
-Merve?
-Uraz?
-Korcan?
-Behçet Köksoy? (Tolga’nın babası)
İletişim bilgileri…
Instagram/ feveranofficial
Twitter/ Dilayybaskin
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.24k Okunma |
323 Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |