15. Bölüm

15. BÖLÜM: YAPBOZ

talia lidya
lidyatalia

“Acı çeken ruhlar birbirlerini tanır.”

(Paulo Coelho)

 

 

FEVERAN

-

 

YAPBOZ

 

🕊️

Bu yaşadıklarımın birer kâbus olmasını dilerdim. Uyandığımda aslında mutlu bir ailede büyümüş babasının prensesi ve okula kolaylıkla gidebilen bir kız çocuğu olmak isterdim. Hayali bile güzel. Tek isteğim bu hayal ettiğimin ötesinde bir gerçeklik yaşamaktı. Ve nedensizce içimdeki o kız çocuğunun bu gerçekliğe yaklaştığımı söylüyordu. Oysa kaosun ortasındaydım! Ne gibi bir gerçeklik yaşayabilirdim ki?

Anlamsız olan bu hayatın içerisinde kendime bir kucak arıyordum. Bu yaşamdan pişmandım. Bu hayattan bin pişmandım! Yediğim yemekten, içtiğim suya kadar hiçbir şeyden tat alamıyordum. Üstümde öyle bir sabırsızlık vardı ki kendime bile katlanamıyordum. Yaşamın sivri dişinin beni nereye savuracağını merakla bekliyordum.

Karşımda hasretin ve öfkenin gözyaşları vardı. Bugün bir yüzleşme olacaktı. Bu yüzleşme benliğimizden bir parçayı daha koparacaktı. Bir bir eksiliyorduk. Parça parça dağılıyorduk. Bu hayat bana bir hal bırakmamıştı. Ablamın bana attığı bu tokat canımı yakmamıştı lakin gururumu incitmişti. Özellikle orman gözlü adamın yanında bunu yapması… İşte bu beklenmedikti…

Usulca başımı Uluğ’a çevirdim. Yerimde titriyordum. Onun da titrediğini fark etim. Öfkeli soluklar veriyordu. Gözünü bir an olsun ablamdan almıyordu. Tereddütle ablama geri döndüm. Bana neden öfkeli olduğunu, neden tokat attığını gayet iyi biliyordum. Çok da düşünmemek gerek, onları aramadığım, ablamla aynı şehirde olmamıza rağmen nerede olduğumu söylemem aynı şekilde başıma gelenleri ona anlatmamam onu delirtmeye yetmişti. Kendisine göre ben onları yok saymış, öksüz gibi davranmıştım. Bu tokat tüm olanların dışa vurumuydu.

“Abla,” Ağzımdan yine çaresiz mırıltılar dökülmüştü. Onu seviyordum, ona karşı içimde büyük bir özlem vardı. Yanımda olmasa da kendi hayatının akışına kapılsa da ona karşı büyük bir sevgim vardı. Beni sevmediğine dair küçük bir tereddüttüm bile yoktu. Yaşları bir an olsun dinmemişti. Ne olduğunu anlamadan omuzlarımdan tutup beni kendine doğru çekmişti. Sıkı sıkı sarmalamıştı. Hıçkırıkları omuzlarını sarsıyordu. Onun bu sarılışına bende karşılık vermiştim.

Kokusu hiç değişmemiş, papatya gibi kokuyordu. Onu altı aydır görmüyordum. Altı ayın özlemi tüm benliğimi sarmalamıştı. Yaşlarım bir an olsun dinmiyor, anneme sarılıyormuş hissi tüm eve bulaşmıştı. Yaşadıklarım gözümün önüne geldi. O gece karşımdaydı. Korktuğumu sezdim. Bu sezgi ablama daha çok sığınmama sebep oldu. İçine hapsetmek istercesine beni kucaklamıştı.

Biz üç kadın… Vahşetin karşısında çiçeklerle sarmalanmış salıncak kuranlardık. O salıncakta ben oturuyordum. Beni sallayan ise annem ile ablamdı. Ellerinden tek gelen şey buydu. Morarmış, yara almış bedenimi iyileştirmeye çalışıyorlardı. Yara almamama engel olamıyorlardı, onlarda iyileştirmenin derdindeydiler.

“Yaşıyorsun, yanımdasın Mihran.” Sarılıyorken kulağıma sessiz kelimelerini dökmüştü. Elini bir an olsun saçlarımdan çekmiyordu. Bu anı çok zaman düşlemiştim. İmkânsız gibi geliyordu. Meğer imkânsız olana ne kadarda yakınmışım. Zor da olsa yavaşça birbirimizden ayrılmıştık. Masum ve kırgın bir şekilde birbirimize bakıyorduk. Onu gördüğümde aslında ne çok sevdiğimi ve özlediğimi anladım.

“Özür dilerim abla,” dedim titrek bir nefes havaya bırakarak. “Sen bu özrü benden değil annemden dileyeceksin!” dedi yine aynı öfkesi üstündeydi. Yorgunca gözlerimi yumdum. Yüzüme bir gerçeği daha vurması canımı yakmıştı. Annemi en son ne zaman aradığımı bile bilmiyordum. Acı tarafı aklıma bile gelmemişti. Ne kadar vefasız bir evlat olduğum yüzüme ablamın attığı tokat gibi çarpmıştı. Gözlerimi geri açınca benden bir cevap beklediğini gördüm.

“İyi değildim, o yüzden arayamadım.” dedim utançla. “Akla gelmemenin bir başka versiyonu bu olsa gerek!” dedi yine yüzüne oturan kinle. Gözlerinin içine hayretle baktım.

“Ah pardon ama, biz kimiz ki? Değil mi Mihran? Biz kim oluyoruz ya! İyiyim demek bu kadar zor olmamalı veya kötüyüm ben abla başıma gelmeyen bir bok kalmadı, yanımda olmanıza ihtiyacım var, anneme söylemeyelim ama biz bir olalım diyemez miydin Mihran? Civan’a, babama bile baş kaldıran sen her şeyi sineye çekip ölmeyi mi bekledin, bu kadar mı acizsin sen! Benim tanıdığım kardeşim taş üstünde taş bırakmazdı. Ne oldu sana böyle? Kaç gündür kendimi yiyorum! Tanımadığım elin oğlu geçmiş karşıma birlikte büyüdüğüm kız kardeşimin başından geçen iğrenç olayları anlatı. Onun yerinde sen olmalıyken bir başkası bana bunları anlatı Mihran! Başımdan aşağı kaynar sular döküldü,” dedi hıçkırıklarının arasında. Bakışlarımı Uluğ’a çevirdim. Kaşları çatık Meyra ablama bakıyordu. Salona Merve ile Korcan gelmiş şaşkınlıkla bize bakıyordu. Arkada sessizce bizim yüzleşmemizi izleyen Vefa abi vardı. Ablamın ağlayışı canını yaktığı her halinden belli oluyordu.

“Hiç mi acımadın bize Mihran? Hiç mi acımadın ki, bizi yok saydın? Peki annemin haykırışı kulağına hiç mi yetişmedi? Oysa gök bile yarıldı. Bir de anneme yalan söylerken hiç mi için sızlamadı? Ben utandım sen nasıl utanmazsın böyle!” dedi zehrini kusmaktan asla geri kalmıyordu. Uluğ her şeyi ablama anlatmıştı. Öfkeyle ona döndüm. O da tereddütle bana doğru dönmüştü. Çatık kaşları bana dönünce düz bir hal almıştı. Ama bu sefer benim kaşlarım çatılmıştı. Öfkeli soluklarım burun deliklerimin büyümesine sebep olmuştu. Hızlıca başımı ablama doğru çevirdim. Tam konuşacağım da Uluğ kolumu tutmuş yanına çekmişti.

“Bitti mi?” dedi Uluğ bir an olsun ablamdan bakışlarını almıyordu. Ablam anlamsız bir yüz ifadesine büründü.

“Anlamadım, ne bitti mi?” dedi ablam halen üstünde bir kırgınlık vardı.

“Bu lüzumsuz konuşmanın ne zaman biteceğini bekliyordum!” Uluğ’u bugün kadar hiç öfkeli görmemiştim. Tahammüllü kalmamış gibiydi. Ablam şaşkınlıkla ona bakakalmıştı. Tam ağzını açıp bir şey diyecekken Uluğ tekrardan konuşmaya başlamıştı.

“Seni buraya Mihran’ın yanında ol diye getirdim, yeni yaralar aç diye değil! Bu sana ilk ve son ikazım aynı ses tonuyla konuşmaya devam edeceksen kapı orada!” dedi öfkesini beli edercesine. Elimi kolundan çekmeye çalıştım ama başarılı olamadım. Bu adam bugün bana karşı oldukça korumacıydı. Nedenini bilmiyorum ama Açelya’nın kapımın önünde olduğunu öğrendiğindeki öfkesiyle ablamın bana tokat attığındaki yüz şekli aynıydı. Açelya’ya baktığı gibi şu anda da ablama aynı şekilde bakıyordu.

“O benim kardeşim sadece konuşuyoruz, buna sen karışamazsın!” dedi onda da aynı öfke vardı.

“Konuşmak öyle olmuyor hanımefendi, herkesin içinde aşağılayıcı sözler sarf edemezsin! Madem kardeşin o zaman abla gibi davran ve kimsenin olmadığı bir kenara çek, boğazına mı yapışıyorsun her ne bok yiyorsan ye!” Kolumu bir an olsun bırakmamış, sanki biri bana zarar verecek tedirginliği ile tutmuştu. Onu hayranlıkla izlemekten kendimi alıkoyamıyordum. Bu iki gün birbirimizden uzak kalmamız ikimize iyi mi, kötü mü gelmişti çözememiştim. Beni bu şekilde koruması nedensizce hoşuma da gitmişti.

Sanki kendine yeni geliyormuş gibi etrafa bakışlarını çevirdi. Salonun girişinde Arif ile Fuat hazır pozisyonun da bekliyorlardı. Tam karşımızda ise Korcan ile Merve kol kola bizi izliyorlardı. Tam dibimizde ise Vefa abi ile Uluğ vardı. Dediği gibi ne yeri ne de zamanıydı. O kırgındı ama ben paramparçaydım.

Bakışları bana dönmüştü. Bezmişlik hissi onu yiyip bitiriyordu. Onu böylesi bir yangına düşürdüğüm için kendimden nefret etmiştim. Oysa o etrafa hep neşe saçardı. Hayatı o kadar çok seviyordu ki her kelimesinde bunu anlayabilirdiniz. Kendisi acıya karşı dayanıksızdı. Evin sevilen ve şımartılan kız çocuğuydu. Babam onu hep koluna takardı. Ve gururla yürürdü. Bu olanlar ona haliyle ağır geliyordu. Daha fazla kayıtsız kalamadan Uluğ’un elinden kurtulup ablamı kollarından tutup kendime çekmiştim. Sıkı sıkı ona sarılmıştım.

“Eğme başını, ağlamada… İyiyim ben, bak nefeste alıyoruz. Hayatayız abla, sana söz her şey çok güzel olacak. Sakın kendini suçlama, bu hikâyede benim açımdan en masumu sensin. Ben küçük bir bedeninin ahını, cezasını çekiyorum. Kendimi suçlu bulmuyorum ama anlıyorum. Bu olanların neden olduğunu anlayabiliyorum. Ben senin hayat enerjini kaybetmeni istemiyorum. Sakın… Sakın abla!” Geriye doğru çekilmiş yüzünü avuçlarımın içine almıştım. En içten sözlerimi dile getirmiştim. Bu sözler onun daha çok ağlamasına neden oldu.

“Çok bencilim! Hep kendi tarafımdan bakıyorum. Bu koca on altı gün, bu benciliğimi yüzüme vurmaya yetti. Bir de psikoloji okuyormuşum, benim ne hadime… Sen nasıl düşünüyorsun ben nasıl düşünüyorum. Kim bilir neler yaşadın ama ben bizi aramadın diye yine seni suçluyorum. Utanıyorum artık, kendimden benliğimden! Böyle miydim, yoksa bu olanlar bana ağır mı geldi kestiremiyorum!” Hıçkırıkları konuşmasına engel oluyordu. Sözleri nefesimi kesti. “Oysa sen küçükken Civan eve her girdiğinde ondan seni korumam gerekirdi ama ben senin çığlıklarını duymamak için kulaklığı takardım. Sonra komik video izleyip gülerdim. Senin dayak yediğini bile unuturdum ben Mihran. Akşam babam işten eve geldiğinde ise onunla oyunlar oynardık, kahkahalarımız tüm evin duvarlarını sarardı. Sen morluklar içerisinde yatağında acıyla kıvranırken biz gülerdik.” Yutkunmaya çalıştı ama başaramadı. Başını yere indirdi. Benden utanıyordu. Ben mi? Hiçbir şey hissetmiyordum. Dedikleri ne canımı yakmıştı ne de beni üzmüştü. Sadece bir anlığına o anlara gitti aklım. Ama sadece o kadar.

“Sen neyin bedelini ödedin böyle? Ve ben neden şimdi o derin uykudan uyanıyorum? Neden bunca zaman kördüm sana? Ya neden üç maymunu oynadım ki? Bu birkaç günde tüm senaryolar aklımdan geçti, başına bir şeyin geldiğini hissettim. Ve Tanrı şahidimdir ki canımdan can gitti. Oysa düşününce sen… Sen yaşamıyordun ki zaten… Senin hayatın o evin sınırları içerisinde zaten tehlikedeydi. Ben niye o zaman uyanmadım? On altıncı yaş gününde telefonda bir söz söyledin ama ben o sözü bile önemsemedim. Vefa ile eğlenmeye çıkmak için hemen telefonu suratına kapamıştım. Sen bana, nefes alıyor olmak yaşamak değil abla demiştin. Ben neden bunu dedin Mihran bile demedim sana…O yaşta bunu söylemen bana ironi gibi gelmişti. Ergenlik tripleri işte dedim, ne kadar da aciz bir düşünce değil mi? Ben mi bu hikâyede masum olanım bir düşün derim sana?!”

Ağlaya ağlaya, haykıra haykıra sitemlerini sıralamıştı. Gözümdeki yaşlar kurumuştu. Bir damla yaş bile düşmedi. Soğukça ve ruhsuzca onu dinliyordum. Her bir kelimesi beni o karanlık anlara götürmüştü. Hiçbir şeyi unutamadığım gibi o günleri de unutamamıştım. Ama pek de canımı yaktıklarını söyleyemezdim. O zamanlar tabii tüm bu olanlar beni bitiriyordu fakat üstünden zamanın geçmesi bir şeyler hafifletmişti. Doğruymuş zaman her şeyin ilacıymış.

Ablam konuşmaya başladığında Mert ile Uraz da salona adım atmışlardı. Korcan ile Merve’nin yanına gidip merakça neler olduğunu sormuşlardı. Ablamın tüm dediklerini duymuşlardı. Kadro tamamlanmıştı. Yaşadıklarımın bir kısmını duymuş olmaları bile canımı sıkmaya yetmişti. Acınacak durumdaymış hissi beni öfkelendiriyordu.

“Eskide kaldı bunlar… İş işten geçti! Geçmiş, geçmişte kaldı. Dert etme, çok da umursama derim. Atlattım, geçti ve bitti. O kadar!” Öyle soğuk konuşmuştum ki herkesi şaşırmıştı. Bu dediklerim ablamın irkilmesine sebep olmuştu. Atlattım mı bilemiyorum ama hafiflediğinden emindim.

“Özür dilerim! Her şey için… Affeder misin bilemem, keza affetmesen de anlarım. Ama seni çok seviyorum, bencil olmama rağmen çok seviyorum. Kendine karşı bile acımasız olmuşsun ve ben bu yaşımda fark ediyorum.” dedi titreyen dudaklarıyla. Gözümde ablam değil de küçük kardeşim varmışçasına içim burkuldu. Ama yine de gözümden bir yaş düşmedi. Gözlerim bile dolmadı. Sadece izlemekle kaldım. Bezgince bakışlarımı etrafa çevirdim. Uluğ’un beni donmuş bir vaziyete izlediğini gördüm. Tanıdık birini izliyor gibiydi. Aklına bir şey gelmiş gibi derin bir nefes verdi. Ama yine de bakışlarını benden çekmedi. Sıkkın bir nefeste ben vermiştim. Sanki bu hareketimi ona bir emir gibi tam dibime gelmişti.

“Bir kahvaltı edelim sonra da birlikte Mihran’ın kaldığı odaya çıkıp sakince konuşursunuz. Sizin için daha sağlıklı olur.” Uluğ bu boğucu havayı dağıtmak istercesine konuştu. Bunu benim için yaptığını anladım. Canımın sıkılması canını sıkmıştı. Vefa abi ablamın yanına gelip omuzlarını kavramıştı.

“Çok yoruldun güzelim. Biraz daha devam ederseniz birbirinizi kıracaksınız. İkiniz içinde zaman ver. Yirmi yıllın hesabını ayak üstü yapmayın!” dedi yatıştırıcı edayla. Bana bakıp göz kırpmıştı. Bu eylemi yorgunca gülümsememe sebep oldu. Onunla uğraşmayı özlediğimi fark ettim. Abiliği ben onda tatmıştım. Ablama bile bazı şeyleri anlatamazken ilk önce ona söylerdim. Hatta onlar Almanya’dayken ben en çok Vefa abiyi arardım. Aynı şekilde o da beni…

Ablam sadece başını salladı. Korcan hemen bize doğru gelip misafir ağırlar gibi arkamızda kalan yemek masasına yöneltti. Önümde poposunu sallayarak yemek masasına ilerledi. Hayretle onu izliyordum.

“Popoma bakmayı kes Mihran!” Korcan arkası dönükken konuştu. Ve tüm bakışlar bana çevrildi. Başımı hızlıca Uluğ’a çevirdim. Kaşlarını havaya kaldırmış hayretler içerisinde bana bakıyordu.

“Önümde kıvırtırsa bakarım tabii, niye bak mıyım? Senin önünde bir kadın böyle yürüse bakmaz mısın?” Kendimi savunmak istercesine konuştum. Ben ciddi ciddi konuşurken arkamdan gülme sesi geldi. Ama Uluğ’un yüzünde bir mimik bile oynamamıştı.

“Bakmam Mihran!” dedi emreder bir tavırla.

“Bir karışmadığın bu kalmıştı, o da oldu. Sorunlusun!” dedim çemkirir şekilde. Tüm vücudunu bana doğru çevirmişti.

“Senin de benden ne eksik ne de fazlan var... Elin adamının poposuna sen ne diye bakıyorsun?” dedi ciddiyeti halen üzerindeydi. Konu bakımından efsaneyiz gerçekten.

“Yalnız artık darılmaya başlıyorum, elin adamı falan… Korcan Kızıltepe’nin götü hepimizindir! Bunun yazılmayan bir kural olduğunu sende biliyorsun orman meyveli yakışıklım.” Korcan atlamış eli ile de kendi götüne bir şaplak atmıştı. Bu çocuk inanılır gibi değildi. Libidosu bu kadar yükseklerde çok az insan tanıdım, hatta hiç tanımadım. Ve tanıyacağımı da zannetmiyordum. İstemsizce bu hareketlerine gülmeye başladık. Tabii tek bir kişi hariç. Uluğ hepimize öfkeyle bakıyordu.

Meyra ablam koluma dokunup kulağıma eğilmiş ve konuşmaya başlamıştı. “Mihran ne oluyor böyle, sen niye bunlarla samimisin? Sana kötü davranmaları gerekmiyor mu?” dedi şaşkın bir sesle. Gülmem boğazımda takılmıştı. Gerçeklik mızrak gibi sırtıma saplanmıştı. Sahi doğru ya, onlar benim düşmanımdı. Ne zaman unutmuştum.? Hem nasıl da böylesine bir saçmalığa alışmıştım?

“Can seni eşek sudan gelinceye kadar dövmeden en iyisi kapa o çeneni!” Diye homurdandı Uluğ. Ben ablama kaçamak bakışlar atarken, yarım saattir sessiz ve midesi bulanır şekilde hepimizi izleyen Uraz konuşmaya başladı.

“Pardon rica etsem beni dinler misiniz?” Nezaketi felaketin habercisiydi. Bu sözleri Uluğ’un gözlerinin içine bakarak söylemişti. Sessizlik salonu etkisi altına almıştı. “Neyin kafasını yaşadığını bize de söyle ki dengemizi kaybetmeyelim.” Dişlerini sıkmaktan çenesi kırmızılaşmıştı. Pençelerini çıkarmaktan asla geri kalmıyor. Uluğ hareketlenip Uraz’ın karşısında durdu.

“Hayırdır Uraz!” Uluğ’da sinirlenmeye başlamıştı. Korcan yanıma gelip koluma girmişti. “Bana bak marul kafa birazdan bunlar senin yüzünden birbirlerine girecekler, o yüzden seni cimciklediğimde sesini yükselteceksin veya bayılacaksın. Tamam mı?” Sessizce kulağıma doğru konuşmuştu. Yarım aklımı da bu etrafımda olanlar yüzünden kaybedecektim.

“Bana ne be, bakıcıları mıyım onların? Yesinler birbirlerini, çok da nanay…. Okey?” dedim çemkirerek. Korcan bir anda kolumu çimdiklemişti. Tam sesim çıkacağında da diğer eliyle ağzımı kapatmıştı. Bende öfkeyle onun kıymetlisine bir tekme geçirmiştim, sesi çıkmasın diye de elimle ağzını kapatmıştım. Ben acıyla elimi ovalarken o da münasip yerini tutmuş kıvranıyordu.

“Sizin kalıbınıza tüküreyim, hareketlere bak! Burada önemli mevzular konuşuluyor sizin derdiniz oyun oynamak. Yaşınızdan, başınızdan da mı utanmıyorsunuz?” Mert kulağımızın dibinde sitemlerini dile getirmişti. Ben kendime gelerek Korcan’da olan elimi ağzından çekmiştim. Korcan zaten kendi canıyla uğraştığından elini ağzımdan çoktan çekmişti. İkimizde kendimizi düzeltirken Mert kötü bakışlar atarak uzaklaşıp Merve’nin yanında durdu.

“Bak tamam o meselleri de geçtim bu kız yetmiyor ailesini de besleyeceğiz öyle mi? Sen bu kıza böyle nazik davrandıkça aklımda deli deli sorular gezmeye başlıyor!” dedi diklendikçe dikleniyordu. Daha bana nasıl davranılması gerektiğini bilemiyordum. Hapis hayatıysa hapis hayatı, şiddetse şiddet, kaosa kaos!

“Ne gibi sorular, bak merak ettim şimdi…” dedi Uluğ kaşlarını çatmaktan alnı kırışmıştı.

“Yarın ki toplantıda senin masaya dönmenin karşılığında senden isteyecekleri şeyi hepimiz çok iyi biliyoruz! Acaba ne karar vereceksin, önünde iki seçenek olacak ya bizi tehlikeye atacaksın ya da tek bir kişiyi? Aklımda deli deli sorular… Umarım beni yanıltırsın kardeşim!” Gözleri kan çanağına dönmüştü. Öfkeden gözü dönmüştü. Uraz’ın bu dedikleri de neyin nesi böyle? O büyük gün yarın mı? Masadakiler İstanbul’a mı geliyorlardı? Bir seçimden bahsetti, diğer seçenek bendim. Benimle ilgili bir karar verilecekti. Yine böyle nereye sürükleniyordum acaba?

“Her ne karar vereceksem hepiniz saygı duymak zorundasınız! Yanımda ölmeyi siz seçtiniz ben değil… Kafanda kurduklarını da al ve kaybol!” Uraz şaşkınca ona baktı. Sanki Uluğ’un hangi kararı vereceğini biliyormuş gibi kaşlarını hayretle kaldırdı.

“Peki bu saygı dediğin şey bizim sevdiklerimizi de öldürürse yine de sana itaat etmeli miyiz?” dedi Uraz öfkeyle. Bir süre herkes sus pus olmuştu. Bu sakinlik kıyametin fısıltısını beraberinde getirmişti. Uluğ yorgun bir nefes verdi. Ardından etrafa bakışlarını çevirdi. Bana anlamlı bir bakış atmıştı. Üzgünce ona bakmış ve alt dudağımı büzmüştüm. Bu benim için bir şey yapmana gerek yok demek oluyordu. Önce gözlerime sonra da dudaklarıma bakmıştı. Yutkunup bakışlarını benden çekmişti.

“Aysel Hanım misafirlerimizle ilgilenin. Biz bahçe de olacağız.” dedi kendini dizginlemeye çalıştığı her halinden beli oluyordu. Uluğ bana döndü ve yine uysal bir bakış attı.

Uluğ zorla bakışlarını benden çekip onlara döndü. “Bahçeye çıkın!” dedi buram buram emrediyordu. Hepsi Uluğ’a tuhafça bakıyorlardı. Hiçbir şey demeden bahçeye çıkmışlardı. Uluğ bana dönünce benimle konuşmak istediğini anlayıp tam karşısında durmuştum.

“Başka bir istediğin olursa Aysel Hanım’a söylemen yeterli… Bugün geç geleceğim ablan ile enişten isterlerse burada kalabilirler. Olanları sen daha düzgün bir dille izah edersin. Kaşlarını da çatma yarın toplantıdan sonra zaten birlikte konuşacağız. Öfkeni yarına sakla ki bana saldıracak bir gücün olsun!” dedi uysal bir sesle. Bakışları hep saçlarımdaydı. Aklım eve geç geleceğinde kalmıştı. Ne işi vardı ki?

“Ne işi bu böyle? Önemli olsa gerek,” dedim merakıma yenik düşerek. Yüzünde bir tebessüm belirmişti. Ama o da çok kısa sürmüştü.

“Çok da önemli değil… İş işte!” dedi umursamazca. Diyemedim ki, önemsizse neden eve gelmiyorsun diye… Sadece susup başım ile onayladım. Tuhaftı, tuhaftım. Konuşmamız bitmişti. Ama ne o çekiliyordu ne de ben. Gözleri, gözlerimi bırakmamak için adeta direniyordu.

Vefa abinin öksürüğü ile Uluğ bakışlarını benden çekip huzursuzca etrafa bakmıştı. Rahatsız olduğu beli olan bir yüze büründü. Sesli bir nefes bıraktı. Ardından hiç bana bakmadan arkasına dönmüş ve bahçeye çıkmıştı. O gözden kayboluncaya dek arkasından bakakalmıştım. Ablamın yanıma gelip beni dürtmesiyle irkilmiştim. Korkuyla ona doğru dönmüştüm.

“Neyin var senin? Ne bu hareketler böyle?” dedi öfkeyle. Sesli biçimde yutkunmuştum. Bu dediğine anlam verememiştim.

“Ne varmış halimde?” Diye karşılık verdim. “Bende tam olarak onu soruyorum zaten… O adamla sizin nasıl bir ilişkiniz var? Ve neden sana öyle bakıyor?” dedi merakla. Bu nasıl bir soruydu? Ve ne kadar saçma bir soruydu. Ne desem bilememiştim.

“Neyi ima ettiğini anlayamadım ben,” Bocalamış bir yüzle bunu söylemiştim. “Bir şey ima ettiğim yok. Senin aklına ne geldi bilmiyorum ama bu adam sana oldukça yumuşak davranıyor. Buraya gelene kadar aklımda türlü türlü senaryolar dolaştı ama hiçbiri çıkmadı. Onun kuzenini öldüren konumundasın sence de bir tuhaflık yok mu?” dedi sesine yansıyan öfkeyle konuştu. Diyemedim ki sen bir de baştaki tavrını gör diye. Bu kıvama gelene kadar bana cehennemi yaşatmıştı. Sadece onu izlemekle kaldım. Yaşadıklarımı ve hissettiklerimi ona anlatacak değildim. Zaten genelde insanlara bir şey anlatmazdım, bunun birer zaman kaybı olduğunu düşünürdüm.

“Meyra yerimi şimdi, daha sonra detaylıca konuşuruz. Sen bir sakin mi olsan artık hayatım!” Vefa abi ablamın yanına gelmiş ve belinden tutup kendine çekmişti. Meyra ablam uzunca bana bakmıştı. “Kahvaltıdan sonra bana her şeyi anlatacaksın! Bu burada kapanmadı.” Onay bekleyen yüzle benden cevap bekliyordu. Başımı aşağı yukarı doğru hareket ettirip onayımı vermiştim.

Masada yerlerimizi almış ve kahvaltı etmeye başlamıştık. Kahvaltı faslından sonra kaldığım odaya çıkmıştık. Aysel ablada bize atıştırmalık bir şeyler daha getirmişti. Bunlar ne deyince de ‘Uluğ Bey gönderdi kuzum.’ Demişti. Odaya çıkmadan önce onları bahçedeki masadan kalktıklarını görmüştüm. Odaya tam gireceğimde ise giriş kapısının açılma sesini duymuştum. O vakit gittiklerini anlamıştım.

Bu birkaç günde hiç akıbetimi düşünmüyor, aklımda sadece o oluyordu. Bu beni rahatsız etmesi gerekirken rahatlatıyor, uysallaştırıyordu. İçime serpilen bir umut gibi beni mest ediyordu. Bu hoş olsa da acı bir tarafı yok değildi; aklıma düştüğü vakit kalbimi biri avuç içine alıp sıkıyormuşçasına canım yanıyordu. Sanki ona bakarken saatlerce izleyebilirmişim gibi geliyordu. Donup kalıyor ve zamanın kavramını yitiriyordum. Ve bu duyguların adını henüz koyamıyordum. Açıkçası adını bile bilmiyordum. Doğrusu şu an öğrenmek bile istemiyordum. Yollarımız bir gün ayrılacaktı o yüzden kendimi bir şeylere çok da kaptırmamam gerekiyordu. Sadece akışına bırakmıştım. En fazla ne olabilirdi ki?

Ablam ile Vefa abiye başıma gelen her şeyi detaylıca anlatmıştım. Sinirlenmiş, üzülmüşlerdi. İkisinin gözleri hep dolu doluydu. Ablam bir ara yükselmiş, ‘Senin o barda ne işin var Mihran? İki günlük tanıdığın insanlarla neden o yere gidiyorsun? Civan içiyor diye alkolden nefret etmez miydin? Hangi akılla o zıkkımı içtin?’ demişti. İlk bu sözleri Uluğ söylemişti. Şimdi ise ablam. Bir diğeri de annem olacaktı.

Ablam az da olsa sakinleşmişti. Aslında atmosferi sakinleştiren Vefa abiydi. Ablamı tek zapt eden hep o oluyordu. Saatlerce konuşmuş, beni anlaması için dil dökmüştüm. Gözlerinden endişe akıyordu. Bu endişesini şu sözlerle kanıtlamıştı. ‘Ne olacak peki? Tekin birilerine benzemiyorlar, Vefa ile karakoldayken bir komiser boşuna uğraştığımızı Cumhurbaşkanı bile talimat verse yine de bulamayacağımızı söylemişti. Sende şimdi diyorsun ki, beni binlerce polislerin arasında sırtlayıp götürdüler kimsede yerinden bile kıpırdamadı. Mihran bunlar sana kötü bir şey yapmaz değil mi? Hayatını tehlikeye atacak herhangi bir şey olamaz değil mi? Hem olmasın, niye oluyor ki? Annem seni bana emanet etti. Sana hiçbir şeyin dokunmaması gerekiyor. Anladın mı beni?’ Ağlaması bir an bile durmuyordu. Ona gayet iyi olduğumu kanıtlamak için binlerce söz sarf etsem de çok etkili olduğunu sanmıyordum.

Aslında hiç iyi değildim. Mış gibi davranıyordum. Okumak için çıktığım bu yolda kurt sürüsü pusu kurmuştu. Yaşamak için kendimle savaş veriyordum. Okula gidip gitmeyeceğim bile belli değildi. Daha zaman olduğu için de konusunu Uluğ’a açmıyordum ama okulun açılmasına yakın onunla konuşacaktım. Benim elimden bunu alacağını sanmıyordum. Bunu da alamazdı.

Akşam olmuş ve yemeklerimizi yemiştik. Bu sefer kaldığım odada yemiştik. Açıkçası daha rahat etmiştik. Benim iyi olduğumu göstermek için de yemekten sonra annemi görüntülü aramıştık. Bu ablamın ısrarıyla oldu çünkü buna hiç hazır değildim. Annemi öyle karşımda görünce gözlerim dolmuştu. Göz pınarları morarmış ve zayıflamıştı. Bu hali beni daha da üzmüştü. Bir saate yakın konuşmuş hasret gidermiştik. Arkadan babamın sesini duyunca kapatması gerekmişti. İşin tuhaf tarafı babamın sesini duyduğum vakit onu özlediğimi hissetmemdi. Ne kadar saçma oysa değil mi? Bu halde olmamdaki en büyük sebep oyken halen ona karşı bir sevgim vardı. Ne kadar da acizdim öyle…

Saat şu an on bire geliyordu. Ve eve daha kimse gelmemişti. Ablam ile Vefa abiye kalmaları için ısrar edemeden kendileri burada kalacaklarını söylediler. Yarın düzgün bir kafayla Uluğ ile konuşmak istediklerini söylemişlerdi. Kaldığım odanın karşısındaki odayı Vefa abi için hazırlamışlardı. Ablamla ise hasret gidermek için yan yana yatmak istemiştik.

İkisi de yorgun olduklarından dolayı erkenden uykuya dalmışlardı. Benim uyku düzeni nanay olduğu için yatağımda uzanmış tavanı izliyordum. Ablam yanımda derin bir uykudaydı. Saate bakmak için komidine doğru dönmüştüm. Saat tam 01:12’yi geçiyordu. Ve Uluğ daha gelmemişti. Onu beklediğimden değil ama… Oysa geç geleceğini söylemişti. İyice kafayı yiyordum. Onu düşünmemem ve yatmam gerekiyordu. Ama aklımdan bir türlü çıkmıyordu. Neden böyle hissediyorum bir türlü anlamıyordum!

Kafamın içindeki zehrini akıtan düşüncelerle boğuşurken alt katın giriş kapısının açılıp geri kapanma sesi gelmişti. Refleksle bir anda olduğum yerden doğrulmuştum. Korkuyla ablama baktım. Çünkü bu ani hareketimden dolayı yatak sallanmıştı. Ablam aynı pozisyonda uyuduğunu görünce temkinlince yataktan kalkmıştım. Ablamın üzerini düzgünce örtüp odamın kapısına gitmiştim. Kulağımı kapıya dayayıp gelen kişinin kim olduğunu anlamaya çalıştım. Merdivenlerden yukarı doğru çıkan bir ayak sesi vardı. Giderek yaklaşıyordu. Olduğum kata gelince durmuştu.

Bir anda etrafa telefon melodisi yayıldı. Kapının dışından geliyordu. Gelen her kimse ona aitti. “Hallettiniz mi?” Uluğ’du. O gelmişti. Neden heyecanlanmıştım ki? Kalbimin sesini duyuyordum. Bu hiç normal değildi.

“Tamam siz de… Yok gelmeyeceğim. Evet onda olması gerek… Mert’ten detayları alırsın! O kısım beni ilgilendirmiyor…” Konuşa konuşa uzaklaşmıştı. Ayak sesinden üst kata, odasına doğru çıktığını anlamıştım. Neden odama gelmemişti ki? En azından iyi geceler diyebilirdi. Boşuna sorunlu demiyordum. Erkekler kapatılsın… Gerçekten de kapatılsın.

Biraz abartım gibi. Gelmeye bilirdi, zorunda değildi. Belki de yorgundu. Binlerce şirketlerle ve masa meselesiyle bizzat ilgileniyordu. Yaşından büyük işlerin içerisindeydi. Yorgun değil bitap düşse yeri. Ani kararla yanına gitmek için kapıyı açmış ve kendimi koridora bırakmıştım. Arkamdan kapıyı sessizce kapatmıştım. Kimse duymasın diye de ayak ucunda yürüyordum. Merdivenleri aşıp üst kata adım attım. Burası hep bana farklı hissettiriyordu. Tüm kat Uluğ gibi kokuyordu. İçime çekemeden de edemiyordum.

Daha fazla kendimi kaybetmeden kapısının önüne varmıştım. Biraz tereddüt biraz da heyecanla elimi kaldırmış ve kapısını çalmıştım. Sanki yolunu kolluyor gibi olmuştu ama dayanamamıştım. Onu bekliyor değildim sadece konuşmak istemiştim. Beni ona iten kudretli bir güç vardı ve ben bu güce karşı dirayetsizdim.

Kapının açılması biraz zaman almıştı veya gir talimatı bile verilmemişti. Bir kez daha çalacakken kapı aralıklı şekilde açılmıştı. Elim havada kalmış biçimde Uluğ’a bakakalmıştım. Bu görüntüsü bende ateş etkisi yaratmıştı. Baştan sona kadar yandığımı hissetmiştim. Adeta donmuştum. Isı olarak değil hareket anlamında donmuştum. Çünkü ısı bakımından şu anda yanıyordum.

“Mihran?” Uluğ’un sesi beni kendime getirmekle kalmamış burada ne işimin olduğu sorusunu aklıma yerleştirmişti. Gerçekten de benim burada ne işim vardı? Aptal Mihran! Kafası basmayan Mihran!

“Bir sorun mu var? İyi misin?” Yeniden konuşması artık bir cevap vermem gerektiğini söylüyordu. “Iıı şey… Ben, yani ben senin geldiğini görünce bir konuşmak istedim. Ama galiba müsait değilsin. Sana iyi geceler.” Yüzde yüz hakiki bir aptaldım. Bunun başka bir açıklaması olamazdı. Cevabını beklemeden arkamı dönmüştüm ki, Uluğ bileğimden tutmuştu. Bu hareketi yeniden beni olduğum yere çivilemişti. Nazikçe bileğimden avuç içlerime doğru okşayıp, parmaklarını parmaklarıma kenetlemişti. Elimi eliyle adeta bütünleştirmişti.

Heyecanlanmıştım. Şaşkınlıkla birbiriyle kenetlenmiş ellerimize baktım. Başımı kaldırmış gözler önünde olan o kusursuz vücuduna bakmıştım. Altında bugün giydiği takım elbisesinin kumaş pantolonu vardı. Ama üstü çıplaktı. Belli ki üstünü değiştirecekken ben gelmiştim. Bu görüntüsü Yunan Mitolojisi Tanrılarına kafa atardı. Hayır abartmıyordum. Gördüklerim karşısında konuşmayı bile unutmuştum. Konuşmak nasıl oluyordu mesela? Nasıl nefes alıyorduk? Nasıl adım atılıyordu?

“Müsaidim Mihran, hem sen gelmeseydin ben üstümü değiştirdikten sonra yanına gelecektim. Hadi içeri gir.” Yüzünde yorgun ama huzurlu bir tebessüm vardı. Elimi halen tutuyorken, beni odasına doğru çekmiş ve ardımızdan kapıyı kapatmıştı. Aklım o söylediği sözlerdeydi, yanıma gelecekti. Bende boşuna yükselmiştim. Utançla başımı eğmiştim. Aslında yanaklarımın kızarıklığını ondan gizlemeye çalışmıştım. Elim halen avuçlarının arasındaydı. Gözüm bir şeye takılmıştı. Takılmaması gereken bir şeye… Gördüğüm şeyi görmemeyi umdum. Mesela kör olmalıydım ama onu görmemem gerekiyordu.

Tam bendeki izin olduğu yerde onda da bir iz vardı. Ama benim gibi küçük bir iz değildi. Karın boşluğunda dağınık ve büyük bir iz vardı. Bunun kendi kendine oluşmasının imkânı yoktu. Çiviler çakılmış gibi… Ama bu mümkün müydü? Bunu düşünmek nefesimi kesmişti! Gücün eş anlamlısı olan Uluğ Köksoy ama Mirza olmayan o adam acımı çekmişti? Bu düşünce canımı yakmıştı…

Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum ama istiyordum. Sol elim ben daha düşünemeden titrek vaziyete yolunu bulmuş ve o izin üzerinde yerini almıştı. Gerilmişti, bunu karın kaslarının taş kesilmesinden anlamıştım. Dışarıya verdiği nefesi meltem edasıyla saçlarımda dolaşmıştı. Geri çekileceğinde halen birleşmiş olan ellerimizi daha da kenetlemiştim. O benim izimi gördüğünde görmemezlikten gelmişti. Ama ben bunu yapamamıştım. Canının yanmış olma ihtimali canımı yakmıştı. Parmak uçlarımın onun cayır cayır yanan tenine temas etmesi içimde fırtınalar koparmıştı. Yutkunmuş ve bakışlarımı gözlerine çıkarmıştım.

“İzin ver,” Neye izin istediğimi bilemeden bu kelimeler ağzımdan dökülmüştü. Kaskatı olan bedeni gevşemişti. Sadece yapacaklarımı merakla bekliyordu. Ama göz rengi öyle bir koyu tona sahip olmuştu ki kendimi kaybetmeden edemiyordum. Başımı yüzünden göğsüne oradan da karnına indirmiştim. Yirmiden sonra karnındaki baklava dilimlerini sayamamıştım. Parmak uçlarımla her izi keşfe çıktım. Aklıma kazımak ister gibi odaklanmıştım.

Ve bir şey gözüme takılmıştı. Bu bir damgaydı. Bilerek çizilen bir damga. Bunlar sayılardı ama tam beli olmuyordu. Sadece son rakamlarını okuyabilmiştim. Aralıklı yazılan… 2, 0, 1, 5… Bu rakamlarda neydi böyle. Bir tarih olabilir mi? 2015! Muhtemelen bu bir yıldı. Ne olmuştu ki o yılda? Önünde başka rakamlarda vardı ama belli olmuyordu. Bir şey olmuştu. Merak etmiştim. Acaba konunun baş karakteri Saye olabilir miydi? Çözemiyorum, Uluğ anlatmadan da çözemeyeceğimde…

Parmaklarım onun acılı izlerinde dolaşırken, karnımın üzerine bir el kondu. Şaşkınlık ve telaş bir arada önce ele ardından ise Uluğ’a baktım. Ne yapmaya çalıştığını anladığımda tam geri adım atıyordum ki belimden tutup beni kendine yaslamış ve hareket etmememi sağlamıştı. Diğer eli ile de yüzüme gelen saç tutamlarını geriye itmişti. Ve tam ablamın tokat attığı yeri ters eli ile mahzunca okşamaya başlamıştı. Ben ise bu yoğun duygular arasında eziliyordum. Gözlerinde derin bir düşünce geçmişti. Bakışları uzunca yanağımda oyalandı. “İzin ver,” Boğuk sesi ile konuştu. Alkol kokusunu buram buram almaya başlamıştım. İçmişti ama neden? Benim sözümü bana söylemişti. Hayır olmaz, izin falan veremem. Oraya ben bile dokunamazken bir başkasının dokunmasına nasıl izin verebilirdim ki?

Kendimi geri çekmeye çalıştım ama başarısız oldum. “Bırak, olmaz… Yapamam!” dedim kederli bir sesle. Kaşlarını çattı. Sanki kaçabilirmişim gibi beni kendine daha da yasladı. Bu kadar yakınımda olması heyecanlanmaktan ziyade beni korkutuyordu. Bu öyle bir döngü ki, her yakınlaştığımızda içimden ah diyordum da bir su verenim olmuyordu. “Bırakmam, at onu kafandan… Hiç kimsenin buna gücü yetemez!” Farklı bir şeyden bahsediyor gibiydi. Konudan bağımsızdı.

“Aynı şeyden bahsettiğimize emin misin?” dedim nefes almakta zorlanan bir sesle. Eli usulca tişörtümün içine sızmış ve tam izimin üzerinde durmuştu. Bu dokunuşu beni o darbenin acısana götürmüştü. İblisin bahçemizde bulduğu demir çubukla karnıma vahşice vuruşunu hatırladım. O anı yeniden yaşıyormuşçasına canım yanmış ve Uluğ’un dokunduğu her yer sızlamıştı. O vuruşunun bedenimdeki kasılmasını bile yaşamaya başlamıştım. Göz yaşlarım bu anı bekliyormuşçasına kendilerini bırakmışlardı. Belimde olan eli usulca çekilmişti. Ama ben bir adım geriye gidememiştim. Avuç içi ile naifçe yanaklarımı okşamış ve gözyaşlarımı silmişti.

Aklıma ansızın bana söylediği o sözler gelmişti. “Hani… Hani bana bir ortak noktamızdan bahsetmiştin ya; bu o mu?” Nefesim kesiliyordu. Eğer öyleyse, bunca şeyin tesadüf olma olasılığı beni korkutuyordu. Bir neden, bir sebep, bir anlamı olmalı! Duygusuzdu… Her zamanki gibi. Maskesini takmıştı.

“Anlıyorum, hissediyorum. Seni ilk gördüğüm günden beri biliyorum. Bu bir tesadüf olamaz! Aynı zaman diliminde aynı acıyla sınandığımızı düşünmek kulağa korkunç geliyor. Bunca benzerlik ne kadar da absürt değil mi?” Şefkatle yüzümü okşuyordu. Her bir sözüne iyice odaklanmıştım. Aynı zaman diliminden kastı; 14 Temmuz 2015 olabilir miydi? Çünkü abim beni o gün dövmüştü. Karnın da yazılı olan o sayılar… Asıl şimdi netlik kazanmıştı. 14 Temmuz 2015’te başına bir şey gelmişti. Dayanamadım ve usulca elimi kaldırmış, onun bana davrandığı gibi davranmıştım. Kemikli ve pürüzsüz yüzüne dokunmuştum. Yüzü kaskatı olmuştu. Karnımda dolaşan elleri durmuştu. Ne ben ne de o birbirimizden bakışlarımızı alamıyorduk. Her şeyin farkında ve bilincindeydik. Sadece içimizden geldiği gibi davranıyorduk.

“14 Temmuz 2015! O gün diğer günlerden ekstra canım yanmıştı. Bu acı sadece fiziken değildi, farklıydı bu kez çok farklıydı; kalbim adeta yaşamak için çırpınıyordu. Biliyor musun, o günü hatırlamamak için karnıma dokunmak bir kenara bakmam bile, sanki karnım yokmuş gibi davranırım. Şimdi öğreniyorum ki, o gün başka biri daha acı çekiyormuş… O esnada benim gibi acı çeken birileri var mı diye haykırıyordum. Haksızlık diye çığlık atıyordum. Dünyanın benim için döndüğünü, baş rolün ben olduğumu düşünüyordum, ne aptalım ama… Ben kim baş rol kim?” İçimden geldiği gibi konuşmuştum. Gözünün içi kıpkırmızı olmuştu. Hareket dahi etmiyordu. Eli karnımdan uzaklaşmış, yanağımda olan avuç içleri de yorgunca düşmüşlerdi. Bende tereddütle elimi geri indirmiştim. Bu kez ikimiz için ağlıyordum. Belli ki o ağlamanın ne demek olduğunu bilmiyordu. Olsun ben onun içinde ağlardım.

“Herkes kendi hikayesinin baş rol kahramanıdır Mihran. Bunca acı boşuna çekilmedi, bir sebebi bir nedeni ve bir anlamı olmalı… Kim istediği hayatı yaşıyor ki? Hayal ettiğimiz hayatı elde edebilmek için ömrümüzü tüketiyoruz. Ama sen kendine çok büyük haksızlık ediyorsun, gücünün farkında değilsin. Tüm yaşadıklarına rağmen dik başlılığından ve karakterinden asla ödün vermemişsin. Acıyı kendine kalkan edinmişsin. Bunu yapmak öyle kimsenin harcı değildir.” dedi içten bir sesle. Bu sözleri beni ona hayran bırakmıştı. Aklımızdan aynı kelimeleri geçirmiş olmamızda ayrı bir ironiydi.

“Hıı tabii tabii, baksana halime geçmişi hatırlamak beni ne hale getirdi. Çocuk gibi sadece ağlamayı biliyorum başka bir halt bildiğim yok!” dedim mızıkçı bir edayla. Gözlerini kısmış ve burnuma iki parmağı ile bir fiske atmıştı.

“Ne güzel işte ben onu bile yapamıyorum… Ağlamak bence insana verilmiş en kutsal hediyedir. Kıymeti bilinmeli.” Uluğ bunu demiş ve cevap vermemi beklemeden arkasına dönmüştü. Yatağın üzerinde olan tişörtü eline almış ve başından aşağı geçirmiş, son olarak da kollarından sokup belinden aşağı düşmesine izin vermişti. Ve o bunları yaparken ben sapık gibi her hareketini izliyordum. İnanılır gibi değil ama giyindiği için istemsizce modum düşmüştü. Tişörtü giyerken meydana çıkan sırt kaslarına ne ad verildiğini bilmiyordum fakat cezbedici tarafını bilmenizi isterdim. Yunan tanrıları bu görüntü karşısında halt etmiş! Kendime gelmek anlamında bakışlarımı etrafa çevirmiştim.

“Kahve ister misin? Belli ki gece uzun olacak.” Kafamın içindeki zehirli düşüncelerden yine beni o kurtarmıştı. “Olur içerim.” dedim düşünceli sesle. Odada bulunan kahve alanında durmuştu. Cevabımdan sonra kahve makinesine doğru dönmüştü. Ve kahve yapmaya başlamıştı. “Nasıl içtiğimi sormayacak mısın?” dedim merakla. Yan gözle bana bakmıştı.

“Çaya şeker atan sen kahveyi de şekerli içersin diye düşündüm… Yanlış mı?” dedi ima kokan sesle. Beni mi izliyordu bu adam?

“Yok doğru düşünmüşsün de sen beni mi izliyorsun? Bana bu kadar hayran olduğunu bilmiyordum, bir dahakine haber ette kendime çeki düzen vereyim.” dedim onunla takılarak. O kahveyle ilgilenirken ben odasını inceliyordum. Sessiz bir gülüş duymuştum. Arkamı döndüğümde Uluğ’un güldüğünü görmüştüm. Yüzünde kalan son tebessümle bana doğru dönmüştü.

“Sadece dikkatli biriyimdir, üstüne alınma bu kadar. Dünya etrafında dönmüyor Mihran Hanım!” dedi eğlenen bir sesle. Bu tavrına karşılık adımlarım ona doğru gitmişti. Kahve masasının kenarına yaslanmıştı. Bende onun durduğu gibi durmuştum. Bu hareketime karşılık beni süzmüştü.

“Öyle mi dersin… Bence sen bana baya baya hayransın, gözün hep üzerimde. Hadi sende itiraf et ve kurtul. Yeminle dalga geçmeyeceğim.” Ciddi ciddi bunu sormuştum. Tatlı bir edayla dirseğini kahve masasının kenarına yaslamış ve çenesini avuç içinde sabit tutmuştu. Bu hareketi beni gülümsetmişti.

“Senin de benden aşağı kalır yanın yok. Az önceki vücuduma olan bakışlarını fark etmedim sanma! Bir ara nefes alamadığını bile sandım…” Lafını tamamlamasına zaman bırakmadan omzuna vurmaya başladım. Utanmaz adamın tekiydi. Kollarını yüzüne kalkan şeklinde kapatmıştı. Dayanamadım ve ayağımla ayağına bir tane geçirmiştim. “Dur be kızım, bak öfkelenmeye başlıyorum. Kaslarıma bir zarar gelirse yas tutacak olan sensin, kendini düşün biraz!” dedi halen eğlenen sesle.

“Sana ne oldu böyle be içine Korcan’mı kaçtı?” Dedim çemkirerek. Ondan uzaklaşmış ve onu izlemeye koyulmuştum. Gözleri baygın baygın bakıyordu. Yüzümü buruşturmuştum.

“İyi değilsin Uluğ, leş gibi de içki kokuyorsun. Geç geleceğini de söylemiştin, hiç de geç bir saate gelmedin. Neler oluyor? Dik bile duramıyorsun, çok da yorgun gözüküyorsun, ne oldu anlat.” Kafamdakileri dilime dökmüştüm ve bu onun canını sıkmıştı. O sıra kahvenin olduğunu belirten alarm ötmeye başlamıştı. Uluğ ciddi bir tavır bürünmüş ve kahve makinesine dönmüştü.

“Geç sen terasa, geliyorum.” Tek bir bardağa kahveyi döktüğünü görmüştüm. O içmeyecek miydi? Daha fazla düşünmeden terasa geçmiş ve koltuğa kendimi bırakmıştım. Başımı arkaya atmış ve gökyüzünü izlemeye koyulmuştu. Bu gece yıldızlar daha bir parlaktı. Önüme konulan kahve bardağı ile oturuşumu düzeltmiştim. Uluğ’a döndüğümde onun da kendine bir içki şişesi ile bir bardak getirdiğini görmüştüm. Sehpanın üzerine onları da bırakıp tam karşımda duran koltuğa oturmuştu.

Bir sıkıntısı vardı. Bu kilometrece öteden fark edilebilirdi. Önümde duran kupa bardağını elime almış ve bir yudum içmiştim. Kokusu ayrı, tadı ayrı beni mest etmişti. “Beni çok mu merak ediyorsun,” Bardağı bir tarafa atmış, şişeyi kafasına dikmişti. Acı çekiyordu ve benim içim kan ağlıyordu. Bir şey olmuş veya olacaktı. “Oysa sende benden nefret etmen gerekmez miydi? Başına gelmeyen bir bok kalmadı… Hem de hiçbir suçun olmadan. Ne yani… Şimdi sen o mekâna gittin diye bunca şeyi hakkettin mi? Ne saçmalık ama… Bu kadar ceza yetmez miydi?” Benimle konuşmuyordu. Uzaklara dalmış, şişeyi yine kafasına dikmişti. Benden cevap beklemiyor, kendi kendine konuşuyordu.

“Ha bir de sen zaten küçüklüğünden beri ceza çekiyorsun, bu neyin intikamı? Ablandan da hiç hazzetmedim söyleyeyim. Bencil ve ukala birisi, aptallık bende ne diye getirdim ki onu? İşte… Sen yalnızım deyince bir anlık kararla gittim. Bu aralar kendime de katlanamıyorum. Düşünemiyorum, mesela plan kurup saatlerce kafa yormuyorum. Bir anlık düşünceyle harekete geçiyorum. Değişiyorum diyemem ama bir şeyin değiştiğinden eminim!” Öfkeliydi ama bu öfkesi kendineydi. Beni düşünmesi yüzümde bir tebessüm oluşturmuştu.

“Ablam aslında tanıdığın gibi biri değil. O çok cana yakın ve hayat dolu, bu olanlar onu böyle birine çevirmiş. Kendisi küçük bir bağırışa bile katlanamaz. Kaç zamandır benim yüzümden uyku uyuyamıyor, baksana karanlık çöker çökmez nasılda ikisi uyudu. O böyle büyüdü, nasıl davranmasını bekliye bilirsin ki?” Demiş ve kahvemden bir yudum almıştım. Uzaklara dalan gözleri bana çevrilmiş ve derince bir nefes almıştı. Aklına bir şey gelmiş ve kaşlarını çatmıştı.

“Aslında doğru söylüyorsun, onun ne suçu var ki? Suç anne ile baba da onu böyle yetiştirenlerde! Bak sana sen hiç öyle misin? Veya ben ya da Uraz… Hiç te normal insanlar değiliz.” dedi. Gözleri yine kıpkırmızı olmuştu. Kederle başını eğdi. Nesi vardı bu adamın? Boynunu büken o yük neydi? Kendimi tutamadım ve sordum.

“Sen benim hikayemi biliyorsun ama ben bilmiyorum… Senin boynunu büken o derdi merak ediyorum. Kolay kolay yıkılacak bir adam değilsin! Ne ki seni dert sahibi eden?” dedim ve öne doğru eğilmiş elimde olan kupa bardağını sehpaya koymuştum. Arkama yaslanıp, ayak ayak üstüne atmıştım.

“Ben senin hikayeni bilmiyorum Mihran, bir şeyler söylendi fakat söyleyen sen değilsin! Bak mesela bugün ablan yaşadığın bir olayı anlattı, bunu biliyor muydum? Ben cevap vereyim; hayır bilmiyordum. Daha bilmediğim muhakkak binlerce olay vardır. İnsan yaşadığı bir olayı anlatsa bile karşıda olan kişi tam anlamıyla öğrenmemiş sayılmaz! Kim bilir biliyor musun? Aynı yerden sınanan kişi bilir!” dedi kederle. Acaba o benim hissettikleri mi aynalayabilir mi? Mesela baba sevgisini o tatmış mıydı? Bugün babamın sesini duymuş olmam onu hep düşünmeme sebep oldu. Aklımdan bir türlü çıkmıyordu. Yine gözlerim dolmuştu. Hep öyle oluyordu zaten.

“Bir şey sormak istiyorum sana ama emin değilim,” dedim sessizce. Elinde tutuğu şişeden bakışlarını kaldırıp bana bakmıştı. Başını sallamıştı. Bu sor demekti. Bu sefer ben bakışlarımı ellerime çevirmiştim. Tırnaklarımın etrafındaki et parçalarını parçalıyordum. Acı da olsa hoşuma gidiyordu.

“Sen hiç babandan sevgisi gördün mü?” dedim mırın kırın sesle. Utangaç bir şekilde başımı kaldırmış ve ona bakmıştım. Öyle bakıyordu ki kaçasım geldi. Yoğun bakıyordu, annemin bile bakmadığı şekilde. Buna ne ad verildiğini bilmiyordum ama derin baktığı aşikardı. Elindeki şişeyi havaya kaldırdı. Ve, “Sana…” dedi. Şişeyi kafasına dikmişti. Ben sadece onu izlemekle kalmıştım. Büyük bir yudum alıp onu yere bırakmıştı. Başını arkaya atıp gökyüzüne bakmıştı. Kafası iyiydi.

“Babam… Varlığı bir yokluğu bir!... Sevgisini göstermeyi bilmiyor diyeceğim ama kardeşlerime karşı tavrını biliyorum. Belki de erken yaşta ayrı düştüğümüzden, bilmiyorum. Şimdi ise yanıma yaklaşmaktan korkuyor. Yüzüme bile bakamaz. Belki de çocukluğumu öldürdüklerindendir. Kötülüğünü görmedim ama iyiliğini de görmüş sayılmam! Arada bir göz göze geldiğimizde gözlerindeki o gururlu ifadeyi görebiliyorum. Tek başıma tırnaklarımla kazıya kazıya geldiğim bu yer için benden gurur duyuyor olmalı,” dedi halen aynı pozisyonla. Nasıl yani tüm bu zenginliğe tek başına mı sahip olmuştu?

“Tüm bu sahip olduklarını tek başına mı kazandın?” Şaşkınlığı mı gizleyememiştim. Başını kaldırmış ve bana imalı bir bakış atmıştı. Başını yine aynı pozisyona dönmüştü. Cevabını almıştım, tek başına tüm bunlara sahip olmuştu. “Büyük bir başarı gerçekten…” dedim hayranlıkla. Annesi ile arasının iyi olmadığını biliyordum ama babası ile de böyle uzak olduğunu öğrenmek beni üzmüştü. Kendimi yerine koymuştum ve o anda nefesim kesilmişti. Onun da babasının kardeşleri ile mutluluklarını izlemiş olduğunu duymak beni kahretmişti. Ne kadar da ortak noktamız varmış meğer…

“Dedem bana, incinmiş olanlar bir tek seni anlar torunum derdi. O yüzden mi bana olan bu şefkatin? Aynı yerde senin de izlerinin olduğundan mı?” dedim sessizce. Gözümü gözünden alamıyordum. Başını kaldırmış, oturuşunu düzeltmişti. Yerde olan içki şişesini almak için eğilmişti. Eline aldığı şişeyi dudaklarına dayayıp büyük bir yudum almıştı. Bakışlarının durağı gözlerim olmuştu. Derince ve uzunca bakmıştı.

“Başta öyleydi ama şimdi… Bunlardan ibaret olduğunu düşünmüyorum. Seni bu kadar korumak istemem sadece şefkatten ibaret olmamalı!” dedi ciddi bir tavırla. Acaba alkolün etkisi ile mi öyle konuşuyordu.

“Yarınki toplantı, hani bu masa mevzusu… Uraz benimle ilgili bir şeyler zırvaladı. Yine nereye gideceğim? Daha doğrusu kimle birlikte gideceğim?” dedim şüpheli sesle. Öfkelenmiş, yüzü kızarmıştı. Öyle ki bir anda Uluğ elinde olan şişeyi terası çevreleyen küçük duvara fırlatıp, parçalanmasına sebep olmuştu. Korkuyla koltukta geriye gitmiş, ağzımı elim ile kapatmıştım. Ayağa kalkıp sehpaya bir tekme atmıştı. Üstünde olan kahve bardağımla birlikte yeri boylamıştı.

“Kimse anladın mı? Ama hiç kimse seni almaz! Hangi… Hangi güç benim karşıma geçebilir ki? Ha geçti diyelim; ben onun nefesini kesmez miyim sanıyorsun! Savaşsa savaş hodri meydan!” İşaret parmağını gözüme sokmak istercesine sallamıştı. Kafayı yemek üzereydi. Her halinden bu belli olabiliyordu. Kendime gelerek ayağa kalkmıştım. Belli ki bu hale gelmesi bu konu sebep olmuştu.

“Kim niye beni istiyor ve neden onlara beni vermezsen savaş çıkacak? Kim bunlar Uluğ?” Diretmem onu delirtiyordu. Ama bana hep yarım yamalak cevaplar veriyordu. Soru sormamı garipseyemezdi. Uluğ üstüme doğru yürümüş öfkesini yüzüme doğru püskürtmüştü.

“Bana bak Mihran o kafana bunu iyice kazımanı tavsiye ediyorum, seni almayı bir kenara bırak kimse seni isteyemez bile… Anladın mı beni?” Öyle bir bağırmıştı ki karşımda abim varmışçasına hırçınlaşmıştım. Göğsünden onu itip bağırmaya başladım.

“Bağırmayı kes sende! Ne oluyor sana böyle? Bu korumacı tavrın haddinden fazla farkında mısın? Neyim ben senin, tapulu malın falan mı, Allah aşkına ya laflarına dikkat et biraz! Bu nedir canım, tamam sağ ol beni herkese karşı korumaya çalışıyorsun ama bu davranışların bana birini hatırlatıyor. Lütfen kendine gel artık!” İçimdeki tüm zehri akıttım. Duruldu diyemezdim ama kendine geldi. Farkına vardı. Birbirine girmiş saçlarını karıştırdı ve terası çevreleyen duvara doğru yürüyüp ellerini oraya koyup kendini öne doğru sarkıtmıştı. Karanlığı çevreleyen ormana bakışlarını yöneltti. Sakinleşmeye çalıştığı her halinden belli oluyor.

“Söyle ve kendini azat et Uluğ Köksoy! Nedir seni asıl yoran, bu yaşamı sana katlanılmaz kılan asıl sebep ne onu söyle! Emin ol işte o zaman yolun daha anlaşılır olacak.” dedim en içten halimle. Değil sessini nefes aldığından bile şüphe duymuştum. Öyle donuk şekilde durmuştu ki yerinden bir santim bile kıpırdamamıştı. Belki de düşünüyordu. Kendini sorguluyor da olabiliyordu.

“Biri… Birinin varlığına ihtiyacım var. Artık sırtımdaki yükleri taşıyamıyorum. Katlanamıyorum bu adaletsizliğe, güçlünün zayıf olanı ezmesi artık kanıma dokunuyor. O yanımda olsaydı, belki her şey daha güzel olabilirdi. O gitti ben bittim. Yaşamak bile katlanılmaz bir hal aldı. Ellerimde kelepçeler sırtımda hançerlerle yürüyemiyorum. En yakın dostlarımdı ya! En yakınım dediklerimdi. Bırakıp da gidemiyorum hiçbir yere, her ne kadar bana sahip çıkmış olmasalar da hayatımın içine etsellerde ailem işte! Bir kere olsa da karşılarına geçip bana şunu yaptınız amına koduğumun evlatları demedim. Neden biliyor musun? Çünkü birinin kılına zarar gelse hep ben kendimden bildim. Birinin beni suçlamasına gerek bile yoktu, kendimi zaten çoktan dar ağacında sallandırıyor oluyordum. Ama küçük bir şey başlarına gelsin hemen pençelerini çıkarıp bana saldırmayı iyi biliyorlar. Ulan ben ailemi silmişim, en sevdiklerimi gözümün önünde öldürmüşler koyar mı bana bunlar? Aylarca işkence çekmişim, başkasına zarar gelmesin diye kurtarmaya bile gelmemişsiniz. Şimdi tek suçlu ben miyim adi herifler!” Öyle uzun ve soluksuz bir nefesle konuşmuştu ki bedenim bu haykırışa tepkisiz kalamamış titremeye başlamıştı. Alkollü olmasa bu şekilde sitemlerini sıralayacağını düşünmüyordum. Ama bence içinde tutuklarını dile getirmesi onu rahatlatacaktı.

İşkence çekmiş olabileceği ihtimali az önce aklımda yer edinmişti lakin onun ağzından bunu duymak içimi dağlamıştı. Sırt kaslarının gerginliği anbean gözümün önündeydi. Boynunun bükük olması elimi kolumu bağlamıştı. “Bu sözlerden ihanete uğramış ve artık bu ihaneti taşıyamadığın kanısına vardım. Doğru mu yanlış mı düşümdüm bilemiyorum ama senin ne kadar fedakâr biri olduğunu biliyorum. Elbet bir gün bu yaptıklarının mükafatını alacaksın… İnan olur mu, ben inanıyorum sende inan!” Göz yaşlarım neden aktılar bilmiyorum ama bir türlü durduramıyordum. Arkası bana dönük olduğu için yüzünün şeklini tarif edemiyordum ama ağzından garip sesler çıkardığını duymuştum.

“Bunu diyen ilk kişisin desem… Herkes bir gün acımasızca öldürüleceğimi söylüyor. Ölmek mühim değil de beni asıl endişelendiren geride kalanlara kirli bir yaşantı bırakmak... Düşündüm de bugün ölsem muhtemelen aklımda tek bir kişi olurdu; akıbeti ve hayatının güzel olmasını dilediğim tek biri! Herkes bir şekilde yolunu bulur ama o benim gibi kaybolurdu, tıpkı şu an kaybolduğum gibi! Acımazlar da ona… Oysa en çok onun merhamete ihtiyacı var.” Son sözlerini gözlerimin içine bakarak söylemişti. İçten en çıplak haliyle karşımdaydı. Benden mi bahsediyordu yoksa başkasından mı anlayamamıştım.

Uluğ kimine göre iyi kimine göre de kötü bir adamdı. Ama bana göre ölmeyi hakkedecek kadar kötü biri değildi. Ben onun ruhunu duymaya başladığımdan beri tarifi imkânsız bir bağ oluşmuştu. Ve ben ne zamandır onu duymaya başladığımı bile bilmiyordum. Bedenini bana doğru çevirdi. Adımları beni hedef almıştı, tam karşımda durmuş ve tüm yüzümü taramıştı. Bakışları bu gece oldukça yoğundu. Kalbimin sesini bile duymaya başlamıştım.

“Bir savaş olacak ve ben yorgun düşeceğim… Senden bir şey istesem mesela, yerine getirmek zorunda değilsin tabii am-” Sözünü kesmiştim. Bir şeylerin kapıda olduğunu çok önceden hissetmiştim. “Söyle Uluğ, sadece söyle!” Sesimden adeta tutku akmıştı. Onun için bir şey yapmak istiyordum. Bu ne olursa olsundu! Yüzünde bir tebessüm oluştu.

“Gücümü kaybettiğimi hissettiğimde…” Devamını yine getirememişti fakat ben anlamıştım.

“Burada olacağım, tam yanında!” dedim içten bir edayla. Göğsü inip kalkmıştı. Yine yüzüne bir keder oturmuştu. Üzülmesi için demedim ki bunu…

“O gün, saçımı da okşar mısın?” Karşımdaki koca adam gitmiş yerine küçük bir oğlan çocuğu gelmişti. Uluğ gerçekten iyi değildi. Ağlamak istiyordu, ama sanki nasıl ağlaması gerektiğini bilmiyor gibiydi. Daha fazla bu duruma kayıtsız kalamadan ayak ucuma yükselip kollarımı boynuna dolayıp onu sıkıca sarmalamıştım. Bu anı bekliyor gibi ellerini belime koyup bana sarılmıştı. Başını da saçlarımın arasına gömüştü. Ellerimi omuzlarından ensesindeki saçlarına doğru okşamaya başladım. Yumuşacıktı! Bu hareketime karşı o daha çok beni sarmalamıştı.

“Mihran… Çok güzel kokuyorsun,” Boynuma değen dudakları ürpermeme sebep olmuştu. Boğuk sesinin yoğunluğu beni bayıltacaktı. Bunu demesi heyecanlandırmıştı. “Deniz gibi, ferahlatıcı.” Konuşmamalıydı. Boynuma değen dudakları beni adeta harlanmış bir ateşin içene atıyordu. Kimseden duymadığım bu kelimeler karşısında şaşkınlığımı gizleyememiştim.

“Sarhoşsun, belki de yarın bu yaptığına pişman olacaksın. Veya söylediklerine…” Bu sefer o benim sözümü kesmişti. Halen aynı tehlikeli pozisyondaydık. Bu sarılma bilinçli bir sarılmaydı. “Ben sarhoş olmam! Mayışırım ama her hareketimi bilinçli yaparım Mihran. Hiçbir şeyi de unutmam!” dedi emin bir sesle. Neydi o zaman bu hareketleri. Neydi o zaman bu hareketlerim. Tek o değil bende de bir değişiklik vardı.

“En çok da saçlarını seviyorum… Bazen takılıp kalıyorum. Kafamı karıştırıyorlar.” Bu itiraflar da neyin nesiydi böyle? Amacı neydi bu adamın? Damağım kurumuştu. Kendisi böyle söyleyince burnuma o eşsiz kokusu geldi. Alkolle karışık ormanın kokusu… Alkolün kokusu bile bastıramıyordu, o kokuyu!

“Bu hissettiklerim hiç de öncekilerine benzemiyor. Ayrı... Çok farklı duygular.” Boğuk sesi ve ıslak dudakları yeniden kendilerini hissettirmişlerdi.

“Adını koyamıyorum ama çok tehlikeli sularda yüzüyoruz.” Titreyen dudaklarımla bu sözler dökülmüştü. Başını boynuma daha çok sokmuştu. Kokumu almaya çalışıyor gibi bir hali vardı. Nefesi ürpermeme sebep olmuştu. “Uluğ… Yeter… Lütfen uzaklaş.” Dayanamamış zar zor çıkan sesimle konuşmuştum. Buna bir son vermem lazımdı. Çünkü garip hissetmiştim. Bu yabancı duyguları hiç sevmemiştim. Bir suç işliyormuşum gibi hissediyordum. Uluğ öyle hızlı bir şekilde çekilmişti ki saçlarım havaya uçuşmuştu. Tedirgin bir yüz ifadesi ile bana baktı.

“Rahatsız mı oldun? Sen sarılınca ben karşılık vermek istedim sadece…” Bu adam bugün tüm gardını indirmişti. En sade haliyle karşımdaydı. Böyle düşünmesi canımı sıkmıştı. Ben kim rahatsız olmak kim? Hissettiklerimi bilse yine de bunu sorar mıydı acaba? Bir an ne diyeceğimi bilemedim sadece uzunca ona bakmakla kaldım. Sanki cevabını almış gibi yüzü düşmüştü.

“Anladım… Benim duş almam gerekiyor.” Demiş ve bir an bana bakmadan odaya adım atmıştı. Yanlış anlaşılmıştım. Suskunluğumu onay olarak kabul etmişti. Arkasında gidip önüne geçmiştim.

“Yanlış anladın, daha hiçbir şey demedim ki!” Uysal bir ses tonuyla konuştum. “Sorun yok… İzin ver Mihran, zor bir gün geçirdin git uyu ve dinlen. Hadi, uzatmayalım!” Konuşuyordu ama yüzüme bakmıyordu. Bana diyecek bir söz bırakmamıştı. Mahsunca ona bakmıştım. Bir şey demek gelmedi içimden.

“Peki o zaman iyi geceler sana.” Mırıltıdan farksız olan sesim ona ulaştığından bile bir haberdim. Hiçbir şey dememiş, arkasına dönüp az önce geçirdiği tişörtü yeniden çıkartıp odanın bir köşesine atmıştı. Bu çık demekti. Daha fazla beklememiş odanın dışarısına kendimi atmıştım. Kalbimin atışları adeta kulaklarımda çınlıyordu.

Üst katan inmiş ve odama girmiştim. Ablam halen aynı pozisyonda ve derin bir uykudaydı. Bu gece bitmeyecek gibiydi. Stresli biçimde etrafımda dönüp artık uyumam gerektiğini anladım. Yoksa kafayı yemek üzereydim. Uluğ’un halleri ve davranışları beni çok düşündürüyordu. Yatağıma girmiş ve ablama doğru sokulmuştum. Ablamın yanımda olduğu gerçeği bir kez daha yüzüme vurulmuştu. Ve bunu bilerek huzurla gözlerimi yummuştum.

 

 

🕊️

Gece boyunca yatakta kıvranmıştım. Uyumam epey zaman almıştı. Sabahta erken saatlerde uyanmıştım. Aslında bu tedirginliğim bugün olan toplantı içindi. Uluğ sabah saat 6’da evden çıkmıştı. Nerden mi biliyordum, balkonumun altında Arif ile konuşurken duymuştum. Eve dünden beri kimse uğramamıştı. Uluğ evden çıkmadan önce tek Korcan gelmişti. O olduğunu sesinden anlamıştım. Odasına girmiş bir daha da çıkmak nedir bilememişti. Şimdi ise saat 12’ye geliyordu. Ablam ile Vefa abi uyanmış birlikte kahvaltı etmiştik. Aslında kahvaltı ettiler desem daha doğru olurdu çünkü bir türlü midem bir şey almadı. Ablam kendini kirli hissettiğini söylemiş ama burada banyo yapmaya çekinmişti. Israrlarımın sonunda eskiden yaptığımız gibi birlikte banyo etmiştik.

Sırtımdaki izi görünce delirmiş bir türlü susmamıştı. Bende başıma gelen saldırıyı anlatmak zorunda kalmıştım. Kaç saattir de bana üzüntü ile bakıyordu. Bu epeyce canımı sıkmıştı. Odamda durum değerlendirmesi yapıyorduk ama artık gına gelmişti. Ablamın bana karşı olan acıyan bakışları da cabası tabii.

“Abla kes artık böyle bakmayı ya, sinirlerimi bozuyorsun!” dedim öfkeyle.

“Gerçekten de yeter artık Meyra ben bile rahatsız oldum.” Vefa abinin sitem dolu sözleri de bana katılır nitelikteydi.

“Ne yapabilirim Vefa kardeşimin başına gelmeyen bir şey kalmamış! Vurulmuş ya, vurulmuş… Daha ne olabilir Allah aşkına!” Ablamın bitmek bilmeyen sözleri halen devam ediyordu. Bu böyle olmayacaktı çünkü artık nefes alamıyordum. Sinirle oturduğum yerden kalkmıştım.

“Ben biraz hava almak istiyorum. Bana sadece 10 dakika verin, biraz nefes alayım.” dedim içimden çıkmak için çırpınan öfkeyle.

“Nereye gidiyorsun? Hava derken bahçeye falan mı?” Dünden beri öyle korumacı davranıyor ki lavaboya giderken bile yanımda geliyordu. Sanki her an başıma bir şey gelecekmiş gibi kendini siper etmeye hazırlıyordu.

“Of abla of!” Demiş ve bir an arkama bakmadan odadan dışarıya kendimi atmıştım. Arkamdan bağırdığını duyuyordum. Vefa abinin ise onu sakinleştirmeye çalıştığı kulağıma kadar geliyordu. Ama benim artık umurumda bile değildi çünkü sadece başımı ağrıtmışlardı.

Merdivenlerden inip salona adım attım. Salonu da ardımda bırakıp bahçeye çıktım. Oh diyeceğim anda Korcan’ın da bahçede olduğunu fark ettim. Tüm korumalar yerlerinde hazır pozisyonda duruyorlardı. Dün sabah Açelya evi bastıktan sonra hiçbir koruma evin içinde gözükmemişti. Muhtemelen Uluğ’un emriydi. Başka kimin olabilirdi ki?

Daha fazla düşünmeden Korcan’a doğru ilerlemeye başladım. Dalgın gözüküyordu. Yanına yaklaşmama rağmen dönüp de bakmamıştı. Aklımda deli sorular gezmeye başlamıştı. Mesela diğerleri ile katılıp da neden toplantıya gitmemişti? Onu korkutmak için bir anda bağırmıştım.

“Heyy!” Korcan korkuyla ayağa fırlamıştı. Beni görünce parmağını damağına koymuş ve başını geriye atmıştı.

“Mihran sen kafayı mı yedin? Ne bu hareketler Allah aşkına! Resmen kalbim duruyordu.” dedi rahatsız bir sesle. Ben omzumu silkmiş az önce Korcan’ın oturduğu banka kendimi atmıştım.

“Rengin solmuştu, bende bir heyecan olsun dedim. Kötü mü ettim Can!” Şımarık bir kız çocuğu gibi davranmıştım. Yanıma oturarak söylenmeye başladı. “Of Mihran of kine of! Zaten hiç tadım yok, bari sen yapma!” dedi ciddi bir tonla. Hiç bu kadar ciddi hali ile karşılaşmamıştım. Bedenimi ona doğru çevirmiş ve yüzünü incelemeye koyulmuştum.

“Hadi nazlanma da anlat, ne oldu? Yoksa Uraz’ın kaslarına biri göz mü dikmiş? Ay eğer öyleyse salla gitsin o orman kaçkınını, sana gelin mi yok!” Bunu dememle bir kahkaha patlatmıştı. Ama tuhaf biçimde gülüyordu. Kahkahaları durmuyordu. Çok uzun sürmüştü. Nedensizce huzursuz olmuştum.

“O kadar da gülecek bir şey yoktu bunda canım!” dedim tatsız sesle. Korcan başını iki elinin arasına almış ve gülüşlerine devam etmişti. Başımı eğip yüz ifadesine bakmak istemiştim ama hiç böyle bir şey ile karşı karşıya kalacağımı düşünmemiştim. Kahkaha sandığım o gülüşler meğerse ağlayışlarıymış. Gözünden sicim sicim yaşlar akıyordu. Deli gibide gülüyordu. Korkmuştum. Ne yapacağımı bilemedim.

Başını tutan iki elini hızlıca avuç içime çekmiş ve sıkı sıkı tutmuştum. İyi değildi, kriz geçiriyordu. “Korcan Bey iyi misiniz efendim.” Bahçede olan bir koruma yanımızda belirmiş endişeli bir yüzle Korcan’a bakıyordu. “Ben ilgileniyorum, siz sadece bir bardak su getirin lütfen.” Ciddi ses ile demiştim. Başını sallayıp kaybolmuştu.

“Bana bak Korcan, yüzüme bakar mısın?” Sesimin titremesine engel olamadım. Kim bilir ne olmuştu ki artık taşıyamıyordu. Dün Uluğ’da iyi değildi… Belli ki aynı konudan dertliler. Bunu dememi bekliyormuş gibi bakışlarını bana çevirdi. “Buradayım, tamam mı? Ne oldu bilmiyorum, bilmemede gerek yok. Ama geçer, bilirsin her şey geçer.” dedim en içten halimle. Dudakları titredi ve ağzından bir hıçkırık kaçtı.

“Geçer dimi Mihran, geçmeli de zaten… Sen söylersen inanırım bak.” Konuşmakta güçlük çekiyordu. İçim daralmıştı. O neşe saçan çocuk bu hale hiç gelmemeliydi.

“Muhakkak çok daha kötü günlerin oldu. O günü bir düşün… Güneş hiç doğmadı mı? Sen kederlisin diye gece sabaha kavuşmadı mı? Sen söyle Can?” dedim ellerini sıkarak burada olduğumu göstermek istedim. Gözyaşları bir türlü dinmiyordu. Bakışlarını yere indirdi. Tereddütle yeniden gözlerime bakmıştı. Yüzünde bir utanç duygusu vardı.

“Geçti… Hatırlamıyorum bile ama canım çok acıyor artık. Nefes alamıyorum ne yere ne göğe sığabiliyorum! Mihran… Ben ölmek istiyorum.” Öyle bir söylemişti ki başka çaresi yok gibiydi.

“Kimsem yok benim biliyor musun? Ne annem ne de babam… Tek ailem işte Uluğ, Mert, Uraz ve Merve… Tabii Tolga’da. Onları kaybedemem bu acıya katlanamam! Ama Uluğ gemileri yakmış, durmuyor Mihran. Başlatan da o, bitiren de! Artık çok yoruldum, gücüm kalmadı.” Son noktadaydı. Bunu görebiliyordum. Korcan yetim miydi yani? Şefkat etmek isteyen tarafım ayağa kalkmıştı. Elimi omuzuna çıkarmış sıvazlamıştım.

“Uluğ bence hiçbir zaman sizin kötülüğünüzü istemiyor. Tüm sorumlulukları üzerine bırakmışsınız ve o bir şekilde herkesin yaşaması için bir savaş veriyor. Onu da anlamak lazım.” dedim naif sesle.

“Çünkü ondan başka kimse bizi koruyamaz ki Mihran! O güçlü biri, sen onu daha tanımıyorsun. O güçlü olduğu kadar da acımasız. Bugün bak tüm masa üyeleri toplandı. Orada olan herkes Uluğ’dan korkan adamlar, sürü orduyla dün İstanbul’a ayak bastılar. Bak etrafına tüm korumalar burada tek başına gitti. Kim ne yapabilir ki ona? Sadece uzaktan adam yollayıp taratmayı biliyorlar ama kimse Uluğ’un karşısına geçip gözlerine bile bakamaya cesaret edemez!” Öfkeyle bu sözleri sarf etti. Elini avuçlarımdan çekip yüzünü sıvazladı.

“Ama işte masanın kuralları var. Eğer o masaya üyeysen artık derdin yok derdiniz var. Şimdi mesela bizim ne derdimiz var; Tolga meselesi değil mi? Bu artık bizim değil onların da sorunu…” Deyip sıkıntılı bir nefes vermişti. Tam konuşacağımda koruma elinde su bardağı ile yanımıza gelmişti. Dudaklarımı birbirine bastırmış, elinden su bardağını alıp Korcan’a vermiştim. Koruma da ardından hemen uzaklaşmıştı. Korcan suyu elinde tutmuş ama içmemişti.

“Eee ne güzel, bu sayede mesele daha hızlı çözülmez mi?” dedim merakla. Bakışlarını bana çevirdi ve acıyan gözlerle baktı. Yazık bu kafana yazık der gibi.

“Çözülür, çözülmesine… Hatta başta bizde sevindik. Lütfen beni yanlış anlama, bilirsin insan en çok yakınındakilerini korumak ister. İşte Uluğ masaya girince Tolga konusu açılacak, hatta şu an açılıp kapandı bile… Neyse demem o ki konu açılınca araya sen gireceksin masa yöneticisi de diyecek ki sen onu bize ver birazda biz bu meseleyle ilgilenelim. Haliyle hepimiz Uluğ’a ver dedik hatta Zafer Usta da ver dedi ama Uluğ hepimizi susturdu. Kabul etmedi! Çünkü zamanında Zafer Usta da Uluğ’u onların eline verdi. Peki Uluğ’un kabul etmemesi ne demek biliyor musun Mihran? Masanın isteğini reddetmek demek, peki bu ne demek savaş demek savaş! Saçma değil mi ama öyle Uluğ o koltuğa oturmak istiyorsa masadaki herkesi öldürmesi gerekiyor.” dedi başını ovarken.

Zafer babanın da bunu kabul etmesi nedensizce yüzümü düşürmüştü. Bu nasıl bir hayat böyle? Ölüm ne kadar da basit bir kavram haline gelmişti. Açlık oyunları mı oynanıyordu? Böyle şeylere ne gerek vardı, anlayamıyorum. Bir türlü idrak edemiyordum. “Oturmasın o zaman o koltuğa Can. Ne gerek var Allah aşkına!” Diye sitemde bulundum.

“Keyfine mi oturuyor adam! Sen tanık oldun ya, unutun mu? Vurdular ya seni, hani tüm evi taramışlardı. Daha bu bir de değil sen düşün. Hepimizin hayatı tehlikede… Maalesef bu son çare.” Kederli ve sitemkâr bir tonla cevap verdi. Delirmemiş olmaları bile bir mucizeydi. Düşünmek bile başımı ağrıtmıştı. Bu iş nasıl çözülecekti ya da çözülecek miydi?

Aklıma geldi de bence Uluğ ailesini, sevdiklerini tehlikeye atacak bir adam değildi. Belki de dün bana olan davranışları bugünkü kararına bağlıydı. Bir yorum yapamıyorum. Kaderimdi bu benim, ona hak veriyorum. Kim olsa ailesini seçerdi. Korcan kendini boşuna yıpratıyordu çünkü Uluğ onları asla tehlikeye atmazdı. Nereden mi biliyorum? Bakışlarından bile onlara ne kadar değer verdiği açıkça gözüküyordu. O yüzden istemsizce başımı yere eğmiş sükûnetimi korumuştum.

Yeni tanışıyor olsak da bana karşı olan şefkati kendine çekmişti. Beni geri plana atmış olma düşüncesi üzüyordu üzmekle de kalmıyor, ağlama isteğimi tetikliyordu. Ama bir bakıma mantıklı bir karardı. Kim olsa bu kararı alırdı. Çok kişinin ölmesindense bir kişinin ölmesi daha makuldü. Başıma daha kötü günlerin geleceğinin habercisi kulağımda fısıldıyor, bedenim bu fısıltıya karşı haykırışla cevap vermişti. Gözlerim bu hüzne göz yummuştu. Akıbetim belirsizlikten ibaretti. Gücüm vardı ama mecalim yoktu. Bir berduş gibi bir oraya bir buraya savruluyordum. Ne yerim var ne de gideceğim bir yol. Öylece kalmışım.

“Senin için de zor olsa gerek… Sana bizim ölmememiz için dert yanıyorum ama bizim yaşamamız senin ölümüne bağlı… Bu nasıl bir iş çözemedim vallahi!” dedi titreyen sesle. Dönüp ona bakamamıştım bile. Boğazımda bir yumru oturmuştu. O yumru nefes almama engel oluyordu. Kötüyüm demeden birinin beni kucaklaması lazımdı. Belimi büken bu düşünceler ilerlememe engel oluyorlardı. Kendime dair bir şey bilmiyordum. Mesela yaşamak istiyor muydum? Bu soru aklımda dolaşıyor ama bir türlü cevabını veremiyordum.

“Korcan Bey haber vermemizi istemiştiniz de Uluğ Beyler geldiler efendim.” Ne ara yanımıza geldiğini bilemediğim korumanın sesini duymuştum. Başımı kaldırmış Korcan’a bakmıştım. Endişeli nefesler aldığını görmüştüm. Bana döndü ve mahsun bir bakış attı. Sanki kararı biliyormuş gibi tereddütle ayağa kalktı. Ben ise sona yaklaştığımın bilincinde ayağa kalkmıştım. Yavaş adımlarla salona doğru yürüyorduk. Kuşlar bile susmuştu. Ya da ben sağır olmuştum.

Ben yavaş yürüdüğümden dolayı arkada kalmıştım ama Korcan çoktan içeri girmişti. Bahçeyi ardımda bırakıp eve adım attığımda giriş kapısından daha yeni girdiklerini gördüm. Önde Mert yanında Merve ve Zafer babanın arkalarında olduğunu gördüm. Hepsinin başları eğikti. Bir an olsun başlarını kaldırmamışlardı. Onların arkasından ise Uraz girmişti. Ne olmuştu ona böyle? Yüzü tanınmayacak hale gelmişti. Ve pansuman bile yapılmamıştı. Yüzündeki kanlar kurumamış, bu da her ne olmuşsa yeni olduğunun kanıtıydı. O ara fark ettiğim bir şey oldu, Merve’nin eli sargılıydı. Bir arbede yaşanmıştı.

En sonunda ise Uluğ eve adım atmıştı ama yanında başka bir adam vardı. Uluğ’un beyaz gömleğinin kanla bulandığını gördüğümde gönlüme bir acı düşmüştü. Yaralı mıydı? Onun kanı mıydı o? Neler oluyordu, delirmenin eşiğindeydim. “Merve koluna ne oldu senin? Size mi saldırdılar? İyi misin, canın acıyor mu?” Korcan’ın cırtlak sesi tüm duvarları inletmişti. Uraz’ın yüzü tanınmayacak haldeydi ama Korcan Merve’ye koşmuştu. Bakışlarımı Uraz’a çevirmiştim, yan gözle sarılan Korcan ile Merve’ye baktığını gördüm. Yanağındaki yara izi bile görünmüyordu. Farklı bir hisse kapıldım.

Küçüklüğümde ablamla birlikte bisiklete binip düştüğümüz an, önüme geldi. O kaza yüzünden tüm ayağım kanlar içerisinde kalmıştı, ablamın ise sadece avuç içinde küçük bir çizik oluşmuştu. Ama abim ile babam koşarak ablamı yerden kaldırmış ve ona sarılmışlardı. Dönüp bir an olsun bana bakmamışlardı. İşte onların ardından baktığım gibi Uraz şimdi bakıyordu. Derin bir nefe almış ve yeniden Uluğ’a bakmıştım. Ve onun zaten bende bakışlarının olduğunu gördüm. Aklıma dün akşam geldi ve istemsizce heyecanlanmıştım.

“Geçelim bir soluklanalım önce,” Zafer baba Uluğ’a bakarak konuştu. Sanki izin alıyor gibi bir hali vardı. Uluğ oturun demese oturmayacak gibi. Bu sözden sonra hepsi Uluğ’a korkuyla baktılar. Gerçekten de izin istiyorlardı. Çok büyük şeyler olmuştu. Burnuma pis kokular gelmeye başlamıştı. Uluğ konuşma zahmetine girmeden başı ile gidin işaretini yapmıştı. Herkes oturma gurubuna gitmiş ve yerleşmişlerdi. Uraz’ın yarım yamalak yürüdüğünü fark ettim. Yüzümü buruşturmuştum.

Uluğ ve yanındaki adam ayaktaydı. Adamı incelediğimde bunun o askerlerle birlikte gelen kişi olduğunu anlamıştım. Ama o gün o hiç bana dönüp bakmamıştı. Direktmen kapıdan çıkmış arkasına bile bakmamıştı. Şimdi ise geldiğinden beri bana bakıyordu. Bakışları diken etkisi yaratıyordu. Salonun girişinde ise her zamanki gibi Arif ile Fuat vardı.

O adam bir anda yanımda belirivermişti. Yüzünde bir gülümseme vardı. Kaşlarımı çatıp onu süzdüm. Kapkara gözleri vardı. Kaslı bir yapıya sahipti ama Uluğ kadar değil. Zaten Kimse Uluğ kadar olamazdı. Burnun da piercing vardı. Hiç beğenmezsem de ona yakışmıştı. Saçı kazıtılmış, sakalarını da tıraş etmişti ve başı dövmelerle dolmuştu. Çok değişik bir tarzı vardı. Gözünün altında roma rakamları ile de dövmesi vardı. Allah bilir ne kadar acımıştı? Elini bana doğru uzatmıştı. Tuhaf biçimde önce eline sonra yüzüne bakmıştım.

“Merhaba, sen o meşhur kız olmalısın… Neydi, neydi ismin hah Mihran! Bende Korer, güzelliğinden bahsedilmişti ama bu kadar olacağını tahmin etmemiştim.” dedi yakışıklı olduğunu sandığı bir özgüvenle dili ile dudaklarını yalamıştı. Yüzümde iğrenir bir ifade geçmişti. Çünkü hal ve hareketler düpedüz bu adamın bana yürüdüğünü söylüyordu.

“Korer! Öteye git!” dedi Uluğ öfkeyle. Bakışlarımı ona çevirdim. Korer’in uzattığı eline bakıyordu. Gözüm yeniden kanlı gömleğine ilişti. Ve ellerine! Yumruk yaptığında çıkan o kemik yerlerinin hepsinin aşındığını gördüm. Öyle ki deri namına hiçbir şey kalmamıştı. Mahsunca yüzüne bakmıştım. O bir an olsun bana bakmıyor, bakışlarını karşı da ki adama sabitlemişti. “Ayağını denk al! İlk ve son uyarım!” Yeniden konuşmasıyla, karşıdaki adam ellerini havaya teslim oluyorum şeklinde kaldırmış ve geriye gitmişti. Onların oturduğu yere gitmiş ve oturmuştu.

Uluğ sonunda bana bakmıştı. Yüzündeki öfke bana bakınca tuzla buz oluşuna şahit oldum. Başını yana doğru yatırmış ve gözlerini kısmıştı. Tek bir kelime söylemişti. “Benimle gel,” Ve arkasına dönüp mutfağa doğru gitmeye başlamıştı. Bende ona ayak uydurmuştum. Mutfağa girdiğimizde Uluğ kapını dibinde durmuş geçmemi beklemişti. Önünden geçtiğimde kan kokusunu aldım. Bu midemin bulanmasından çok içimi burkmuştu. Arkamda kapı sesini duyunca ona doğru dönmüştüm. Uluğ mutfak kapısını kapatmıştı. Bu durum heyecanlanmama sebep olmuştu.

Dün akşam olduğu gibi bakıyordu. Değişen hiçbir şey yok gibiydi. Tek fark ayık olmasıydı. “Bu üstündeki kan senin değil, değil mi? Senin olsa böyle ayakta duramazsın çünkü…” Sesimden bile belli olan bir endişe ile sormuştum. Bunu saklama gereği duymamıştım. Yüzü donuktu ama bakışları yoğundu. “Benim değil,” dedi kısa ve öz bir şekilde. “Ama ellerin yaralı, neden pansuman yapmadın? Mikrop kapabilir!” dedim aynı üzüntülü ifadeyle. Yüzden bir tebessüm oluştu. “Kim bilir, belki de sen yaparsın diye düşündüm.” dedi boğuk bir ses tonuyla. Bende de bir tebessüm belirdi.

“Hem ben sana iki defa yaptım, sıra sende!” Emin bir ifade ile yeniden konuştu. Bana yaptığı iyilikleri sayıyor muydu yoksa? Bu düşündüğüme gülesim geldi. “Yapmayı bilmiyorum ama, yanlış bir şey yapıp canını yakmak istemem.” Dudaklarında yeniden yarım bir gülümseme belirmişti. Konuşmam bile artık hoşuna gidiyor gibi bir hali vardı. “Mümkün değil… Ben sana nasıl yapılacağını tarif ederim.” Ses tonundaki naiflik beni bayıltacaktı. Ona hayran hayran bakmadan kendimi alamıyordum. Yüzü bir anda düşmüştü. Tüm vücudumu süzdü.

“Bugün kahvaltı etmemişsin. Ve şimdiye kadarda ağzına bir lokma sokmamışsın. Derdin düşüp bayılmak mı?” Kaşlarını çatmış, öfkeli soluklar vermişti.

“Sende iki gündür düzensiz besleniyorsun! Hatta dün sabahtan beri ağzına bir lokma bile atmadığını biliyorum.” Onda olan öfke bende de vardı. Hatırlattığı iyi olmuştu. Şaşkınlıkla bana bakmıştı.

“Ne bu şimdi Mihran, bünyemiz bir mi ki beni kendinle karşılaştırıyorsun?... Bir dakika, bir dakika senin nereden haberin oldu yemek yemediğimden?... Tabii ya Arif değil mi? Boş boğaz adam! Siz gerçekten de oturup benim dedikodumu mu yapıyorsunuz?” Her sözünde daha bir şaşırıyordu. Tepkileri beni oldukça eğlendirmişti.

“Saçmalama Arif çok ketum birisi, robot gibi! Ağzından tek bir kelime bile alamıyorum. Fuat ve birkaç kişi kendi aralarında konuşuyorlardı oradan öğrendim. Bu arada tüm korumalar seni seviyor ha, kaç zamandır yemek yemiyorsun diye baya üzgünlerdi. Şaşırdım yani!” dedim imalı ses tonuyla. Kaşlarını çatı, merakla gözlerini üzerimde tutu.

“Neye şaşırdın, anlamadım?” Düz sesi ile sordu. “Yani onlara hiç iyi davrandığını görmedim, Tabir-i Caize kölen gibi kullanıyorsun! Ben olsam seni düşman bellerdim.” Düşüncemi dile getirdim. Bir kaşını havaya atmış, dudaklarına muzip bir ifade geçmişti. “Sende her fırsata beni düşmanın olarak görüyorsun. Ne meraklıymışsın benimle karşı karşıya gelmeye! Meraklanma diye söylüyorum kimseyi küçük görmem herkese gerektiği gibi davranırım.” dedi emin bir edayla.

“Peki bana neden böyle davranıyorsun Uluğ? Ne gibi bir ayrıcalığım var?” Konuşurken ona bir adım atmış mesafeyi azaltmıştım. O da bu hareketime karşı beni süzmüştü.

“Nasıl davranıyormuşum,” dedi bilmemezliğe yatarak. “Oldukça yumuşak… Uzun zamandır dikkat ediyorum, sizinkilere bile böyle davrandığını görmedim. Katı kurallarından asla vazgeçmiyorsun ama benim yanımda tüm tabuların tuzla buz oluyor gibime geliyor.” İçimdekileri dışarı atmaktan asla geri adım atmıyordum.

Derin bir nefes alıp son aklımı kurcalayanları dile getirmiştim. “Acaba sonumu bildiğin için mi bu yumuşaklığın?”

Kaşlarını çatmış, yeniden öfkeleneceğini alnındaki damarın belirgin bir hal almasından anlamıştım. “Neymiş senin sonun, bir söyle bakalım bizde bilelim.” Dişlerini sıkmaktan çenesi kızarmıştı. Stresle ellerimi birbirine kenetlemiştim.

“Beni onlara verdiğini biliyorum. Hemen çatma kaşlarını, kırılmadım üzülmedim de hatta hak veriyorum sana. Kim olsa bunu yapardı, ailenin hayatı her zaman daha öncelikli olmalı zaten. Muhtemelen onlar beni yaşatmazlar ama mühim de-“ Sözüme devam etmeme izin vermemişti.

“Kes sesini, giderek saçmalamaya başladın sen! Kafanda daha fazla kurmadan düş önüme!” Öfkesini dizginlemekte oldukça zorlanıyordu. Kapıyı açmış ve geçmemi beklemişti. “Sen geç ben su içeceğim.” dedim mırıltılı sesle. Yanlış bir şey demedim bence, neden bu kadar sinirlendiğini anlamadım. Aldığı karardan o da mı rahatsızdı acaba? Başka seçeneği yoktu ki. Ne yani beni onlara vermeyip savaş mı başlatacaktı? Saçmalık, saçmalığın daniskası. Uluğ bir an olsun dönüp bakmadan mutfaktan çıkmıştı. Ne zaman bana sinirlense yüzüme bakmıyordu.

Derin bir nefes almış ve buzdolabına ilerleyip içinden su dolusu sürahiyi çıkartıp tezgâha koymuştum. Mutfak dolabından da bir bardak çıkartmış ve içini doldurmuştum. Sürahiye yeniden yerine koyup, bu sefer dolapları karıştırmaya başlamıştım. Aradığımı bulunca da elime almıştım. Tezgâhın üzerindeki su dolu bardağı da almış ve salona adım atmaya başlamıştım. Elimde bir su bardağı ile ilk yardım çantası vardı. Onu gördüğümden beri aklımda dolanan bir düşünceydi.

Salona girince, onun başını eğik bir şekilde başını ovduğunu görmüştüm. Sanki kimse onu görmüyor gibiydi. Ne olmuştu da bu hale gelmişti. Aklıma bir şey geliyordu ama o olmaması için dua ediyordum. Beni ilk fark eden her zamanki gibi Uluğ’du. Önce yüzüme sonra ellerimdekilere bakmış ve yine kaşları çatmıştı. Uraz’ın tam ayak diplerine gelmiş ve önüne ilk yardım çantasını koymuştum. Başını yavaşça kaldırmış ve bana tuhafça bakmıştı. “Al şu suyu iç biraz, kendine gelirsin.” dedim umursamaz bir tavırla söylemiştim. Ama yüzümü buruşturmadan edememiştim. Suya bakışlarını indirmişti. Şaşkınlıkla yeniden yüzüme bakmıştı. En yakınındakiler onu umursamazken düşmanının ona böyle bir yaklaşımda bulunması gururunu incitmiş olmalı. Alıp almamak arasında kalıp, bakışlarını Uluğ’a çevirmişti. İzin mi istiyordu yoksa bana mı öyle geliyordu. Yok artık bu kadar da olamazdı.

“Bakma be ona, sende o ketum yüzünü çek artık. Yuh ama gerçekten de yuh!” dedim sitemli tavırla. Uraz hep Uluğ’a karşı geliyordu. Ne oldu da sudan çıkmış balığa dönmüştü? Emin olduğum bir şey var ki Uraz’ı bu hale getiren Uluğ’dan başkası değildi! Bunun başka hiçbir açıklaması olamazdı. Uluğ’un ellerinin bu hale gelmesinin de başka bir açıklaması olamazdı çünkü. İsmini öğrenmediğim o çocuk eğlenen bir sesle konuştu. “Yalnız kızımız dişli çıktı iyi mi? Uluğ buna çok mu yüz verdin ne yaptın kardeşim?” Gider ayak bu adamdan iğrenmeye başlamıştım. Uluğ öfkeyle çocuğa dönmüş ağzının payını vermişti. “Sana da yüz verdik bak bu hale geldin Korer! Sen iyisi kapa o çeneni!” Bunu demesi beni halice mutlu etmişti. Gıcık vermek için gülümseyen yüzle Korer denilen şahıssa baktım. Epeyce bozulmuştu.

Uraz tereddütle elimdeki bardağı almış ve kana kana içmişti. Boşalmış su bardağını elinden alıp ortadaki cam sehpaya koymuştum. “Mert? Gelip artık pansuman yapar mısın? Baksana mikrop kapacak. Ne diye şimdiye kadar ilgilenmediğinizi de anlamadım!” dedim sitemkâr sesle. Mert, Uraz’ın verdiği tepki ile aynı tepkiyi vermişti. Uluğ’a bakmış izin isteyen tavır sergilemişti. Acaba Uluğ, kimse Uraz’la ilgilenmeyecek falan mı demişti. Anlamıyordum. Uluğ önce bana hoşnutsuz bakmış, bende karşılık kaşlarımı çatmıştım. Sesli bir nefes verip Mert’te onay vermişti. Mert hemen atlayıp ilk yardım çantasını açmıştı.

O sıra Merve tam dibime gelmiş ve kulağıma fısıldamıştı. “Çok teşekkür ederim Mihran.” dedi titreyen sesle. “Neler oluyor Merve? Anlayamıyorum.” Anlamsız yüz ifadesi ile ona dönmüştüm. “Anlatacağım.” Demiş ve gözleri ile artık susalım mesajını vermişti. Önüme dönüp bakmıştım. Mert, Uraz ile ilgileniyordu. Uraz’ın yan gözle bana baktığını fark etmiştim, o da ben dönünce kesilmişti.

“Evet evlat, şimdi ne yapacağız? O kararı verdiğine göre muhakkak bir planın var?” Başını bir an olsun kaldırmayan Zafer baba titreyen sesi ile sormuştu. Hepsi Uluğ’dan korkuyor gibiydiler. Hiç iyi şeyler olmadığı aşikardı. Hiçbir şeyi bu kadar merak etmemiştim. Uluğ hangi kararı vermişti.

“Önce bir haber sallın, bu yolda yanımızda olanları bilmemiz gerek!” Ona baktığımda gözlerini bana diktiğini ve yaslandığı duvarda ellerini göğsünde bağladığını gördüm. “Sonrasında ise Emir’i ağımıza takıp Tersiyer’e küçük bir hediye yollayacağız! Bu görev Uraz’a ait!” dedi bakışları bir an olsun benden çekilmiyordu. “Hallederim.” Uraz o hali ile konuştu. Ama onun da başı eğikti. Sanki kimse cesaret edip ona bakamıyor gibiydi. Sadece ben gözlerimi gözlerinden alamıyordum. “Muhtemelen birazdan kapıya kırmızı bir gül gelir. Bizim de bir hediyemiz olmasın mı?” İşte buna kaşlarımı çatmıştım. Kim, niye ona gül yoluyordu? Bu yollayacak kişi kadın mı, erkek mi?

Uluğ’un yüzünde bir tebessüm oluşmuştu. Kaşlarımı çatmam hoşuna gitmişti! Aptal herif! “Bu gece Conroy Freeman fazla alkolden otel odasında ölü bulunacak. Ve ona hizmet eden sağ kolu Jason Anderson öldürme suçundan masa tarafından infaz edilecek!” dedi Uluğ tehlikeli bir sesle. Hepsi aynı anda Uluğ’a dönmüştü. Yüzlerinden belli olan dehşet bir ifade geçtiğiydi.

“Ama Uluğ Conroy masa yöneticisi biliyorsun ve dokunulmazlığı var. Sadece Jason’a yıkarak kurtulamayız ki? İnanmazlar oğlum! Bugünkü onunla olan tartışmanı hesaba katarsak herkesi düşman ediniriz bak!” dedi korkulu sesle.

“Belki de amacım herkesin bana düşman olmasıdır Usta, olamaz mı?” dedi aynı gözü kara tavırla. Herkes yeniden başlarını eğmişti. Bu da ne demek oluyordu? Kim ister düşmanı olsun? Bu nasıl bir düşüncedir.

Stresle başımı ovmuştum. Tam derin bir nefes alacağımda Fuat’ın salonun eşiğinde olduğunu görmüştüm. “Abi iznin var mı?” dedi elleri önünde bağlı şekilde. Uluğ başı ile işaret edip gelebileceğini söylemişti. Fuat Tam Uluğ’un karşısında durup konuşmaya başladı. “Eve bir paket geldi. Süslü püslü bir şey.” Söylerken yüzünü buruşturmuştu. Bıyıkları yukarı doğru kalkmıştı. Uluğ’un yüzünde eğlenen bir ifade belirmişti. “Getir bakalım, bir görelim?” dedi kurnaz yüz ifadesi ile. İyice meraklanmaya başlamıştım.

Arif başını sallayıp gitmişti beş dakikanın sonunda yeniden geldiğinde elinde kırmızı kalpler ve her kalbin içinden geçen oklar olan bir kutu ile gelmişti. Bende yüzümü buruşturmadan edememiştim. Her kim göndermişse zevksizin tekiydi. Kutuyu Uluğ’a uzatmış, o da bir an beklemeden elinden almıştı. Kutuyu açmış ve gözler önünde olan o şeyi görmüştüm. Kırmızı bir gül! Öfke ile Uluğ’a baktım. Yüzünde yine aynı ifade belirmişti. Mutluydu. Ve hoşuna gitmişti. Ya da bunu her kim yollamışsa o kişinin atacağı her adımı biliyormuşçasına yüzünde kurnaz gülüş belirmişti.

Hayatın bu kirli oyunu her birimize karşı farklı davranıyordu. Kimisine yumuşak davranırken kimisini de yerlerde sürüklemekten asla geri kalmıyordu. Bu adaletiz hayatın içerisinde adalet aramak sadece yorgunluktan ibaret oluyordu. Belki de bu düşündüğüm kimisine saçmalık olarak gelebilirdi. Ama şu yirmi bir yıllık yaşantımda öğrendiğim tek kaide buydu. İsyan etmemin de tek sebebiydi.

Her şeyin bir sonu olduğu gibi bu hikâyemin de bir sonu olacaktı. Özgür mü olacaktım yoksa birine mahkûmu bilemem ama değmesini istiyordum. Yaşadığım her an için mislisiyle değmesini istiyordum. İstediğim hayatı yaşamayacak olsam da yolun sonunda değdi be demek istiyordum.

Elbet bir gün…. Elbet.

 

 

-BÖLÜM SONU-

Bölüm Sonu Sözü…

“Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum. Bilseydim bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi? Evet, bunun hayatımın en mutlu anı olduğunu anlayabilseydim, asla kaçırmazdım o mutluluğu.”

(Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi)

-Umarım bölümü beğenmişsinizdir? Lütfen buraya duygu ve düşüncelerinizi bırakınız. Sabırsızlıkla okumayı bekliyor olacağım. Oy ve yorum atarsanız beni mutlu etmiş olursunuz. Şimdiden herkesin okuyan gözlerine sağlık.

-İçinizden geçenler?

-Uluğ Mirza?

-Mihran?

-Mert?

-Uraz?

-Korcan?

-Merve?

-Zafer Usta?

-Korer Akay? (Masa danışanı)

-Conroy Freeman? (Masa yöneticisi)

- Jason Anderson? (Masa yöneticinin sağ kolu)

 

İletişim bilgileri…

Instagram/ feveranofficial

Twitter/ Dilayyba

Bölüm : 02.02.2025 18:55 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...