16. Bölüm

16. BÖLÜM: TÜNEL

talia lidya
lidyatalia

“En derin yaralarla başlar, en derin gülücükler. En yüksek uçurumlardan düşerken öğrenirsin uçmayı. En derin denizlerde boğula boğula becerirsin tek bir seferde yaşamayı."

(Friedrich Wilhelm Nietzsche)

FEVERAN

-

TÜNEL

🕊️

İnsan, düşmeden elindekilerinin kıymetini bilemiyor. Bunu iliklerime kadar hissedebiliyorum. Ama bir türlü de uslanamıyordum. Elimde olduğunu sandıklarım elimde kalacakmış gibi yaşıyordum. Oysa bir dakikadan bile kısa bir sürede her şeyimi kaybedebilirdim. Hayat, bizden neyi alıp neyi vereceğini kendi belirlerdi. Ve seyircisi olmak ise bizlerin kaderiydi.

Aklımda yer edinen tek bir soru, bunca yaşadıklarım ne anlam ifade ediyor? Düşünüyorum, düşünüyorum lâkin bir türlü bulamıyordum. Bir bataklıkta yaşamaya çalışıyordum. Bu durum herkes için normal karşılanıyordu. Hiç kimse yadırgamıyor. Tuhaf tarafı ise benim için de normal bir hâl almaya başlamıştı.

Mental olarak hiç iyi bir evrede değilim. Sakinlik istiyorum. Dümdüz bir sakinlik. Mesela kulaklarım duyma yetisini kaybetsin, gözlerim görmesin istiyorum. Bir mırıltıya bile tahammülüm kalmamıştı. Aitliğim, benliğim kaybolmuş, paramparçaya bölünmüştüm. Dayanma gücümü kaybetmek üzereydim. Ne savaşacak halim ne de takatim kalmıştı.

Birinin varlığına, omzuna ihtiyacım vardı. Nefes almamı sağlayacak biri. Bu aralar kendimle de çok konuşuyordum. Tabii insanın konuşacak kimsesi olmayınca haliyle kendine sarıyordu. Umarım kendimi de bunaltmazdım. Şayet onun da sonuna geldiğimi düşünüyorum.

Halen salonda anlamadığım konular hakkında konuşuluyordu. Eve gelen gül ise tam karşımda sehpanın üzerinden bana göz kırpıyordu. Sinirlenmeden kendimi alamıyordum. Ablam ile Vefa abi aşağı kata inmiş yanımıza gelmişlerdi. Fakat Uluğ nazik bir tavırla gitmelerini söylemişti.

Açıkçası bu durum tuhafıma gitmişti. Çünkü bana öyle bir şey yapmamıştı. Ne de olsa onlardan birisi değildim. Benim de burada onlarla birlikte kalıp dinlemem doğru değildi. Bu detay ablamın kaşlarını çatmasına sebep olmuş ve bana öldürücü bakışını yollamıştı. Utançla başımı çevirdiğim de ise Merve'nin bakışlarına maruz kalmıştım. Haliyle nereye bakacağımı şaşırmıştım. Adeta bir suç işlemişim gibi davranıyorlardı. Uluğ'un beni göndermemesi benim suçum değildi. Belki de bana güveniyordu. Oysa daha 4 gün önce ona ihanet etmiştim. Gerçekten de kafasında dönenleri anlayamıyordum.

Uluğ'u hiç bu kadar tehlikeli halde görmemiştim. Söylediği her kelime de kan ve ölüm geçiyordu. O böyle konuştukça da huzurlu bir yüze bürünüyordu. Şaşkınlıkla onu izlemekten kendimi alıkoyamıyordum. Bakışları hep bana uğruyor, uzun uzun yüzümü inceliyordu. Kimse Uluğ'a uzun süreli bakamadığı için bu bakışlarını fark edemiyorlardı. Fakat ben anbean tanıklık ediyordum.

"Böyle de söyleyince tuhaf kaçtı gibi. Emily, zeki bir kadın onu böylesine basit bir oyunla kandıracağımızı zannetmiyorum ben Uluğ. Başka bir plan mı kursak, ne dersin ha?" Düşünceli bir sesle Merve konuşmuştu. Uluğ yerine Mert cevap verdi.

"Bu oyunu oynayacak kişi Uluğ ise Emily her halükârda inanır. Hata sevgilim inanmakla da kalmaz, hepimizi seve seve Clark malikanesine bile sokar!" dedi Mert emin bir sesle. Nasıl olabilir ki? Yani Uluğ mu? Saçmalık, yani saçma. Hatta Saçmanın da saçması. Hem Uluğ böylesine seviyesiz bir mevzunun içinde bulunamaz ki. Yoksa bulunabilir miydi?

"Ah o mesele... Bir dakika, bir dakika halen mi? Bitmedi mi o mevzu ya! Ne takıntıdır arkadaş! Bu kadar da abartı gibi!" dedi Merve hayretle. Nedir abartı olan? Burnuma pis kokular gelmeye başlamıştı. Ve nedense canım da sıkılmıştı.

"Neyse toparlayacak olursak bu akşam, Conroy öldürülüp, alkolden ölme süsü verilecek ve ihale Jason'a kalıp infaz edilecek. Yarın akşam ise Emily'in İstanbul'a her geldiğinde takıldığı mekânda, Uluğ onu ağına düşürecek. Sonrası zaten bizim bir şey yapmamıza gerek kalmadan kendiliğinden gelişecek." dedi Zafer baba oldukça huzursuz bir sesle. Sanki bu dediklerini yapmak istemiyor ama mecburmuş gibi. Bence bu oda da Uluğ'dan başka kimse bu olanları doğru bulmuyor. Bu Emily denilen kadın da her kimse ondan da hiç haz almayacağımı anlamıştım.

Uraz'ın pansumanı çoktan bitmiş, yüzü birazcık da olsa görünür hâle gelmişti. Ama başı nitekim ağrıyor olmalı ki, başını ellerinin arasına almış, stresle ovalıyordu. Dayanamamış kimseye bir şey demeden yeniden mutfağa gidip bir bardak dolusu su doldurup, buzdolabın içinden de ağrı kesici alıp salona yeniden geri dönmüştüm. Uluğ sanki beni bekliyor gibi gözlerini mutfağın kapısına dikmişti. Ellerimdekilere kaşlarını çatarak bakmıştı. Hiç oralı olmadan Uraz'ın ayak diplerine gidip ona doğru uzatmıştım. Tereddütle başını kaldırmıştı.

"Al iç." Ketum tavrımdan asla taviz vermeden konuşmuştum. Şaşkın bir yüze büründü. Merakla bakışlarımı Uluğ'a çevirdiğimde öfkeli olduğunu fark etmiştim. Tek yere elimdekilere bakıyordu. Değişik hissetmiştim. Yeniden bakışlarımı Uraz'a indirdiğim de ise halen aynı şaşkınlığının üzerinde olduğunu görmüştüm. Benden bakışlarını alıp yavaşça Uluğ'a yöneltmişti.

"İç, İç yarasın!" dedi Uluğ dişlerinin arasında. Uraz tereddütle elimdeki bardağı ve ağrı kesiciyi almıştı. Çok kısa sürede gözlerime bakıp geri indirmişti. Benden bu iyiliği görmüş olması gururuna dokunuyor olmalı. Başka bir şey daha vardı, anlayamıyorum ama utanç duygusu mu desem başka bir şey mi bilemiyordum.

"Kalk hadi daha fazla oyalanma hemen halet bu Conroy meselesini hiçbir sorun veyahut hata istemiyorum. Kusursuz bir biçimde bu iş sonlanacak! Anlaşılmayan bir yer?" dedi Uluğ, Uraz'a karşı öfkesi halen yerini koruyordu. Uraz, içtiği ağrı kesici kutusunu yanına bırakmış yarım su bardağını da yere koymuştu. Ellerinden destek alarak da ayağa kalkmıştı. Hiç iyi değildi, halen plandan bahsediliyordu. Uluğ'un bu adama karşı hiç mi merhameti yoktu?

"Elimden gelenin fazlasını yapacağım." Başı eğik bir şekilde konuşmuştu. Onu böylesi bir hâle dönüştüren sebebi merak etmiştim. Uluğ'a karşı bir korkusu ortaya çıkmıştı. Tuhaf tarafı tek onun da değil. Başı bir an kalkmadan yanımdan geçeceğinde yan gözle bana bakmış ve gözlerini yumup geri açmıştı. Ne demek istediğini gayet iyi anlamıştım. Bana teşekkür ediyordu. Bu hareketine karşı yarım bir gülümseme dudaklarım da belirmişti. Ruhsuzca etrafa göz attım.

Ve Orman yeşili gözler tam karşıma geçmişti. Uzunca beni süzmüş, bir şey onu rahatsız etmişti. "Evi boşaltın ve mümkünse de akşama kadar birbirimizin çehresini görmeyelim!" Yüzünde iğrenir bir ifade geçmişti. Bugün hepsi tuhaftı. Bir şeyler olmuş ve bu onları değiştirmişti.

Hepsi yine başları eğik bir şekilde yanımdan geçmişlerdi. Tek bir kişi hariç o da yeni tanıdığım Korer denilen adam. Yanımdan geçerken bana bakıp göz kırpmıştı. Bu hareketine karşı göz devirmiştim. Çapkın bir adamdı. Bu her hareketinden belli olabiliyordu.

Salon boşalınca yan gözle ona bakmıştım. Elinin sakalında dolaştığını ve gözleri üzerimde olduğunu gördüm. Bu haline karşı omuzumdan aşağı sarkan saçlarımı geriye savurmuş ve kendimi koltuğa bırakmıştım. O da kaşlarını havaya kaldırmış, başını da geriye atmıştı. Bu hali nedense gözüme oldukça tatlı gelmişti. Durduğu yerde durmaya son verip tam yanıma kadar gelmiş ve benim kendimi attığım gibi koltuğa kendini atmıştı. Hiç oralı olmamaya çalıştım. Gözüm tüm evin duvarlarını taradı. Bana yaklaştığını sezdim. Başını arkaya yaslamıştı.

"Neden bugün elbise giyinmişsin?" Aynı kurnaz sesi ile konuşmuştu. Bugün üstümde turuncu renginde dizlerime kadar gelen ve vücudumu saran yazlık bir elbise vardı. Sabahın erken saatlerinde ormandan gelen hayvan sesleri ve yeni doğan güneş beni ayrı bir huzura kavuşturmuş ve içime mutluluk serpmişti. Bu da kendime özenmeme sebebiyet vermişti. Yavaşça başımı ona doğru çevirip, aynı onun durduğu pozisyona gelmiştim.

"Öyle bir esti, sabah içimde tarifsiz bir huzurla uyandım.” dedim onu taklit ederek. Mutfakta elini benim pansuman etmemi istemesi gibi bir tavır takınmıştım. En samimi tebessüm dudaklarına konmuştu. Bu durum oldukça hoşuna gitmişti.

"Hım, bak acaba bu huzurun sebebi ben olabilir miyim?" dedi ciddiyetle karışık şakayla. Tepki olarak omuzuna bir tane geçirmiştim. Bu tepkime gülmüştü.

"Kim bilir belki de birileri içinde özeniyor olabilirim. O an kim benim hoşuma giderse artık" dedim gözlerinin içine bakarak. Bilerek yapmıştım. Tepkisini oldukça merak etmiştim. Yüzündeki tebessüm yok olmuş, huzursuzca kıpırdamıştı.

"Hoşuna giden derken?" dedi anlamsız bir yüzle.

"Hoşuma giden işte, anlık yaşamayı daha doğru buluyorum." dedim ciddi tavrımdan asla taviz vermeden. Kendini dikleştirmiş ve bana doğru dönmüştü. Ben de istemsizce doğrulmuştum.

"Mesela Uraz gibi mi, o da mı hoşuna gitti?" dedi sabırsızca. Bu düşüncesi beni öfkelendirmişti. "Tam anlamadım, ne demek o?" dedim, dudaklarımı kemirirken.

"Şöyle anlatayım," dedi dişlerini sıkarak.

"Uraz'a karşı bir sempatin oluşmuş, ilgi ve alakan bunu gösteriyor. Oysa düne kadar ondan nefret ediyordun, ne çabuk birine karşı ısınıp soğuyabiliyorsun öyle!" dedi oldukça soğuk bir tonda. Bu iması dişlerimi sıkmama sebep olmuştu. Düşüncesi midemi bulandırmıştı.

"Sana karşı da oldukça yumuşak davranıyorum. Oysa sen zaaflarımdan vuran, vurmakla da kalmayıp fiziksel şiddet uygulayan bir adamsın... Uraz'a bu şekilde davranmamı garipsememen gerekir, sonuçta sana davrandığım gibi davranmaya başladım. Sen olunca sorun yok, bir başkası olunca mı sıkıntı Çebi?" Soğuk bakışlarım onu rahatsız etmeye yetmişti. Sesli bir biçimde yutkunmuştu. Bu lakabı nereden geldiğini merak ediyordum ama sormaya hiçbir zaman fırsat bulamamıştım.

"Unutmayacaksın değil mi? Hoş unutma da... Daha ben unutamıyorum ki, senden nasıl bunu isteyebilirim? Hakkım da yok tabii!" dedi gözlerimin içine çaresizce bakmıştı. Sanki benden bir söz dileniyor gibiydi. Ama o söz hiçbir zaman ağzımdan çıkmayacaktı. Yıllarda geçse bana ettiği muameleyi unutmayacaktım. İblis gibi karşıma geçip geçmişimle alay edişini unutmayacaktım. Abimin beni boğmaya çalıştığı gibi onun da beni boğuşunu unutmayacaktım. Annemin dokunmaya kıyamadığı saçlarımı koparırcasına çektiği için onu asla affetmeyecektim. O oyuncak odasında çektiğim acının cefasını çekmeden onu affetmeyecektim.

Az önceki o cesur ve dik duruşu gitmiş yine en masum haliyle karşıma geçmişti. Hep böyle mi olacaktı? Bütün dik duruşları ve acımasız yüzü yanıma geldiğinde yok oluyordu. Nedenini bende bilmiyordum.

"Hayatım boyunca hep aşağılandım ve hor görüldüm. Her kim beni küçük gördüyse hiçbirini unutmayacağım Mirza Köksoy! Belki hatalarım oldu ama cezasını kesmek size düşmezdi. Bana olan o kindar yüzünü hiçbir zaman unutmayacağıma yemin ettim. Ve ben ölürüm de yeminimi çiğnemem!" dedim kendimden emin ve bir o kadar üzgün bir tavırla. Bende ki hüzün onda da vardı.

"Biliyor musun, ben kime değer vermeye başlasam onu kaybediyorum. Bu benim için yazılmayan bir kural gibi. Bilseydim her şey daha farklı olurdu." dedi kederli bir sesle. "Bana değer mi veriyorsun?" dedim aynı keder bende de vardı. Başını yana yatırdı ve tüm yüzümü taradı. Alt dudağını çaresizce içeri doğru kıvırdı.

"Küçükken yıldızların bizim duygularımızı simgelediğine inanırdım… Daha doğrusu dedem beni buna inandırmıştı. Mesela öfkeli olduğum da 6 tane yıldız diğerlerine oranla daha parlak olurdu. Dedem dediği için mi öyle yoksa hakikaten de o yıldızlar parlak mıydı? Bir türlü bunu çözemiyorum. Mesela 26 yaşındayım ve ben her duygumda çocukken olduğu gibi ilk işim gökyüzüne bakmak oluyor. " dedi içindekileri dökerek. Bu sayede 26 yaşında olduğunu öğrenmiştim. Aramızda 5 yaş vardı. Kendimi yanında oldukça küçük hissetmiştim.

“Nasıl yani… Diyelim ki öfkelisin ve sadece 5 yıldız parlak, öfken uçup gidiyor mu?” Merakla sordum. Bilmiş bir edayla yüzüme baktı. “Komiğine gidecek bu dediğim ama evet öfkem eskiye nazaran azalıyor. Sanki öfkelenmemi gerektirecek bir durum yok gibi geliyor.” Yüzümde bir tebessüm oluşmuştu. Elimi başımın altına alarak arkaya yaslandım.

“Peki diğer duygular… Mesela üzüldüğünde kaç yıldızın parlaması gerekiyor?” Bu konuyu epeyce sevmiştim. “O da 5… Yani 5 tane yanması gerekiyor.” dedi hoşnut sesle. “O zaman en son rakam 6 olmalı?” dedim karşılıklı olarak.

“Evet öyle işte.” dedi umursamaz tavırla. “Nedeni var mı peki?” diye sordum. “Yani hayal meyal hatırlamalarımla… Dedem kalbimizin 4 odacığının olmadığını, 6 odacıklı olduğunu söylerdi. Ve şöyle bir şey eklerdi, Allah size o iki odacığı göstermeyi nasip etmesin torunum. Her işi 6 rakamıyla yapardı. Mesela sofrada 6 kişi olmamamıza rağmen 6 çay bardağı koyardı. Evinin önünde sebzeler eker ve onları 6 satır halinde ekerdi. Telefon kilidi 6 tane 6’ydı. Sebzelerini toplayacağında 6 domates 6 salatalık ve 6 marul diye toplardı. Saçını üst üste her sabah 6 kere tarardı. Elini ve yüzünü 6 kere yıkardı.” Demiş ve derin bir nefes almıştı. Sanki o anları yaşıyor izlenimi veriyordu. Bu durum benim oldukça tuhafıma gitmişti. Acaba bu rakamla ilgili bir takıntısı veyahut bir totemi mi vardı?

“Daha o yaşta dedem benim için 6 duyguyu sıraya dizmişti; 1’cisi kırgınlık, 2’cisi umutsuzluk, 3’üncüsü mutluluk, 4’üncüsü korku, 5’incisi üzüntü, 6’ncısı ise öfke… Daha o zamandan öfkeli bir çocuktum, o yüzden dedem bana 6 tane yıldız parlamıyorsa öfkemin yalancı öfke olduğunu söylemişti. Yaptığı şey işe yaramış ve öfkemi az da olsa dizginleye bilmiştim. Bir çocuk gelişimcisi değildi belki de ama iyi bir eğitimciydi.” Ondan bahsederken gözleri parlıyordu. Özlemini her kelimede hissedebiliyordum.

“Deden ile dedemin konuşması gereken konular var…” İstemsizce aklımdan geçen dilime vurmuştu. Sessiz kalmayı tercih etmişti.

“Sen insanlara olduğundan fazla bir anlam yüklüyorsun bence. O kişiyi fazla bir içselleştiriyorsun, onu yaşıyor gibisin... Mesela Saye... Onun adı anılınca yüzün kasılıyor, bedenin tepki veriyor. Aynı şekilde dedenden bahsederken de öyle." İçimdekileri daha fazla tutamamıştım. Hayretle yüzüme bakmıştı. Kendisinin Uraz'ı sorduğu gibi bende ona Saye'yi sormuştum. Çok da şaşırmaması gerekiyordu.

"Senle olan ilişkimiz hep aynı seviyede olacak gibi... Kapışmalı!" dedi yarı alaylı bir sesle. Bu dediğine tebessüm etmiştim. "Neden bu kadar Saye'ye takıldığını anlamış değilim. Ben neyden bahsediyorum sen neyi soruyorsun?" dedi.

"Takıldığımı nereden çıkardın? Sadece merak hepsi bu!" dedim umursamaz bir tavırla. Yüzünde yeniden muzip bir ifade geçmişti. "Peki öyle diyorsan öyle olsun." Dudaklarında bir tebessüm vardı. Ve ben istemsizce oraya bakıyordum. "Hadi söylemeyecek misin, kim bu kız?" dedim yeniden direterek. Bir süre sessiz kalmayı tercih etti. Sonra elini saçlarının arasına geçirerek dağıttı.

"O benim için özel ve kutsal bir yerde... Ebediyete kadar da öyle kalacak biri." Öyle bir söylemişti ki hayretle onu izlemiştim. Çok derinden söylemişti. Yutkunmaya çalıştım ama başaramamıştım.

"Sevgilin mi?" dedim ansızın. Daha fazla içimde tutamamıştım. "Değil... Ama daha değerli." Bu cevap içimi ferahlatması gerekirken canımı daha fazla yakmıştı. "Yaşıyor mu peki?" Zorla konuşmuştum. Susmuş hiçbir cevap vermemişti. Boynu bükülmüş, bakışlarını yere sabitlemişti. Saye, Uluğ'un boynunu büküyordu. Ve bu durum nefes almama engel oluyordu. Belli ki yaşamıyordu. Konuyu değiştirmem gerekiyordu. Çünkü ortam iyice dramatikleşmeye başlamıştı.

"Sen onu bunu boş ver de bu sana gül gönderenden bahset biraz. Mesela zevksizliğinden konuşabiliriz." Lafımı esirgemeden konuşmuştum. O huzursuz tavrı tek bir cümleyle yok olmuş ve gülüşü kulaklarıma kadar gelmişti.

"Gören kıskandığını sanır Mihran. Hem zevksiz falan diyemezsin düşünmesi bile benim için çok kıymetli." dedi ciddi bir tavrının arasında şakayla. Ne diyordu bu adam böyle be? Sevgilisinden mi bahsediyordu acaba? Bugün de sevgilisine takmıştım. Ay hem kim katlanırdı bu boz ayısına?

“Senin de gönlün ne genişmiş be arkadaş! Kıymetli adı altında bir listen var mı, söyle de ona göre konuşalım?” Sitemimi beli etmeden edememiştim. Yine bir kahkaha patlatmıştı.

“Nereden buluyorsun bu lafları anlamıyorum ki!” dedi gülüşünün arasında. Aklım da dolaşan soru yüzünden keyfim bir türlü yerine gelmiyordu.

"Of Uluğ ya cevap versene, kız arkadaşından falan mı bahsediyorsun?" dedim tereddütle. "Olamaz mı?" Soruma soruyla karşılık vermişti. "Olabilir mi?" Nedensizce olmasını istemiyordum. "Olsun mu?" Bu adamın benimle garezi vardı. Sonuca bağlanmayacak bir döngünün içine girmiştik.

"Bana ne canım beni ne ilgilendirir... Hem ne bu hareketler bir soru sorduk, cevabım yok de bitsin. Ne diye dansöz gibi kıvırıyorsun!" Daha fazla dayanamadım yüzümü ekşiterek konuştum. Yine dudaklarından bir gülüş kaçmıştı.

"Belki de bu hallerini izlemek hoşuma gidiyordur, olamaz mı Mihran Uluöz!" Gülüşlerinin arasında bana cevap vermişti. Huzursuzca kıpırdadım.

"Sen ne saçmalıyorsun yine?" Çingene tarafım hep kendini belli ediyordu. Elimde değildi. "Böyle stresle saçlarınla oynaman, alt dudağını kemirmen ve gözlerini durmaksızın kaçırman. Tabii tereddütle birkaç kelimeyi ağzında yuvarlaman..." Anlatırken yüzünde bir tebessüm oluşmuştu. Beni tarif ediyordu ama sanki benden bahsetmiyor da gibiydi. Bu adam gerçek miydi?

"Bir şeyleri öğrenmek istiyorsun ve nasıl soracağını bilmiyorsun... Ve işte o muhteşem tablo ortaya çıkıyor." Yeniden konuşması ve sözleri beni şaşkına çevirmişti.

"Benden mi bahsediyorsun sen?" dedim anlamsız olan bir yüzle. "Niye bu kadar şaşırıyorsun, kimse sana bunlardan bahsetmedi mi? Tek ben fark etmiş olamam..." dedi oldukça ciddi haliyle. Bunu demesi şaşkınlığıma şaşırmama sebep olmuştu. Yüzüm düşmüştü.

"Yok... Yani bugüne kadar maalesef pek öyle kelimeler duyamadım." Sadece bunu diyebildim. Çünkü aklıma türlü türlü kelime gelmişti. Babam ve abim de değil bu sefer. Yetersiz olduğumu hissettiren arkadaşlarım gelmişti aklıma. Okulda zorbalığa uğrayan bir çocuktum. Evde öyle bir baskı vardı ki kendimi savunmasız ve yetersiz hissediyordum. Ve bu da etraftaki insanların daha çok üstüme gelmesine sebep oluyordu.

Saçlarımın arasında dolaşan elleri beni kendime getirmişti. Ona baktığımda diğer elini kaldırmış yanağıma yerleştirmiş ve gözlerimin içine bakmıştı. Bu bakışlar o yetersizlik hissini söküp atmıştı. Yalan değil... O öyle bir bakıyordu ki bana kendimi bu gezegenin kraliçesi gibi hissettiriyordu. Bu bakışlar egomu uyandırıyordu.

"Sana sözüm olsun, seni küçük görenler önünde eğilecekler. Yollarımız ayrılsa bile o başın bir daha bükülmeyecek. Benden sana bir hediye bu. Tüm dünyanın bana saygı duyduğu gibi sana da duyacaklar. Bu senin ailen de dahil küçük hanım... Şimdi sorarsın niye diye," Burnuma bir fiske atmıştı. Bu hareketine karşı eline vurmuştum. "Niye?" dedim gülerek. Yanında kendimi güvende hissediyordum. Hatta şöyle söyleyeyim meğer ben aile evinde tutsakmışım, özgürlük güven demekmiş.

"Çünkü benim geçtiğim yollardan ve acılardan geçiyorsun ve ben o yollardan geçerken bana kimse el uzatmamıştı ama ben sana uzatacağım cesur kız. Az hasarla bu yolu tamamlaman için her şeyi yapacağım." dedi yine en içten haliyle. "Kim bilir belki ilerde avukatım olursun... Olur musun?" Ne demişti? Yanlış duymuyorum değil mi? Kalbim ağzımda atmaya başlamıştı.

"Nasıl, ben avukat mı..." Doğru düzgün konuşamamıştım bile. Gözlerim dolmuş, dizlerim titremeye başlamıştı. "Avukat olmak istemiyor musun? Aklında Cumhuriyet Savcısı veya Hâkim falan mı var?" dedi yine ciddi bir sesle. Ben ne düşünüyordum o ne düşünüyordum.

"Yok öyle değil," Sesimi temizleyip, tekrardan konuşmaya hazırlandım. "Bu olayların içinde okulumu tamamlayacağıma dair bir inancım yoktu. Ondan öyle bir tepki verdim." Gözlerine uzun süreli bakamamış ve ondan kaçırmıştım. Aradan zaman geçmeden eli ile çenemi tutmuş ve kendine doğru çevirmişti.

"Tüm cefaları eğitimin için çekmedin mi? Her ne yaşamış olursan ol, bu isteklerini erteleyeceğin anlamına gelmiyor. Evet zordu, evet daha da zor olacak ama olacak Mihran." Eli usulca yanağıma gitmiş ve naifçe okşamaya başlamıştı. Sözleri o kadar değerliydi ki kelimelere dökmem bile yersizdi.

"Okulun açıldığında halen bu düzende olursak, etrafında koruma ordusuyla okula gidip geleceksin. Ama bir şekilde gideceksin, rahatsız olsan da olmasan da... Hatta sana şöyle söyleyeyim sen gitmek istemesen bile ben seni zorla göndereceğim." Öyle bir söylemişti ki, çocuğunu okula göndermek isteyen ebeveyn gibi davranmıştı. Bu tavrına karşılık kaşlarımı kaldırmıştım. Bir ses yükseldi, neler oluyor diye. O sesi hiç sevmeyen tarafım ise göz devirmişti.

"Bazen seni anlamakta gerçekten de güçlük çekiyorum. İyilik ile kötülük arasında bir yerdesin. Böyle nasıl desem, yanında konuşmama gerek yokmuş gibi, göz göze gelmemiz yeterli gibi... Ve ben buna alışmaya başladım. Ama bazen de yeryüzünün bir canavarı gibi korkutucu bir hal alıyorsun." dedim sakin bir tavırla. Başını arkaya atmış masal dinler gibi beni dinliyordu.

"O iyi tarafını keşfettiğimde korkmuştum. Ne de olsa düşmanımdın, beni anlaman saçmaydı! Bilmiyorum bu hisselerin ne anlam ifade ettiğini bilemiyorum." dedim en içtenliğimle. Yüzünde bir tebessüm belirmişti.

"Hımm... Yoksa bu bir ilanı aşk falan mı? Ama ben öyle iki kuru söze tavlanacak bir adam değilim!" dedi keyifle. Arsızdı. Kendisi duygularını dile getirirken bir sorun olmuyordu. Ben olunca mı?

Omzundan onu geriye doğru iteklemiştim. "Ben gidiyorum ya, iki kelime edemeyeceğiz belli oldu." Tam kalkıp gideceğimde, kolumdan tutup yanına çekmişti. "Tamam tamam teslim oluyorum. Çatma hemen kaşlarını." Kulağıma yaklaşmış ve sessizce mırıldanmıştı. Bunu fırsata çevirmem lazımdı.

"Bir şartla kalırım ve eğer şartımı kabul etmezsen kalkıp gider, bir daha da yüzüne bakmam!" dedim ciddi tavrımla. Kaşlarını havaya kaldırmış hayretle bana bakmıştı.

"Bakıyorum da sen iyice şımardın ha!... Çatma, çatma işte bu kaşları Allah'ım ya, söyle dinliyorum seni." Her tepkisi beni oldukça eğlendirmişti. Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Kendime gelerek sorumu sormuştum.

"Dün gece ve bu sabah olan olayların hepsini öğrenmek istiyorum. Sen anlatırken de ben senin elini pansuman edeceğim. Bence gayet makul bir iş olacak." Şaşırmış ve eline bakışlarını indirmişti. Elini tamamıyla unutmuş olmalı ama benim bir an olsun aklımdan çıkmamıştım. Sesli bir nefes bıraktı.

"Seni ilgilendiren bir mesele yok Mihran. Bu konu burada kapansın." Ciddi bir yüze bürünmüştü. Uraz’ı sormak istiyordum, aynı şekilde Korcan'ı... Hatta hepsini... Ama daha ben sormadan lafı ağzıma tıkamıştı. Uraz için getirdiğim acil durum çantasını sehpanın üzerinden almış ve ayaklarımın dibine bırakmıştım. Daha fazla elindeki yaralara kayıtsız kalamadım.

"Nasıl yapılacağını anlat." Diye fısıldadım yüzüne bakmayarak. Teker teker bana nasıl yapılacağını tarif etti. Ne ben ona soru sordum ne de o bana bir cevap verdi. Fakat huzursuzdu. Anlaşılan benim konuşmamam canını sıkmıştı. Aslında neleri merak ettiğimi o da biliyordu. Ama söylemek istemiyordu. O yüzden bende diretmiyordum. İşlemim bitince, malzemeleri yeniden çantaya yerleştirmiş ve bir an beklemeden de ayağa kalkmıştım. Ne onun bir şeyleri anlatması ne de benim konuşasım yoktu.

Bu sefer beni durdurmamış hatta oturduğu yerden bir an olsun kalkmamıştı bile. Beni durdurmasını mı istiyordum? Evet… Hiç benlik olmayan isteklerde bulunuyordum. Bunlar geride bende bir sızı bırakıyordu. Bu meçhuliyetin içinde artık nefes alamıyordum. O benim hiçbir şeyimdi ama sanki her şeyimmiş gibi de! İstemsizce gözüm dolmuştu. Mesela bu da saçma.

Salonu çoktan arkamda bırakmış ve odama girmiştim. Ablam ile Vefa abinin stresle odanın içinde volta attıklarını görmüştüm. Hemen beni sorguya çekmiş ve Uluğ’un aşağıda tek kaldığını öğrendiklerinde ise apar topar yanına gitmişlerdi. Benim akıbetim ile ilgili bilgi edinmek istiyorlardı. Üzerimde öyle bir umursamazlık vardı ki zerre olacaklarla ilgilenmiyordum. Tek odak noktam olmaması gereken birindeydi. Bu benim canımı sıksa da bir türlü engel olamıyordum.

Yarım saate ablamlar odaya geri dönmüşlerdi. Yüzlerindeki o tedirgin ifade yok olmuştu. Rahatlamış gibiydiler. “Ne oldu ne konuştunuz? Aldınız mı ağzınızın payını?” dedim dalga geçercesine. Ben balkonun önündeki koltuğa oturmuştum, onlar ise kendilerini yatağa geri bırakmışlardı.

“Sen dalga geçmeye devam et canım, biz Uluğ Beyle oldukça nezih bir şekilde konuştuk ve anlaştık. Değil mi Sevgilim?” Ablam da ki bu rahatlık ve emin duruşu beni şaşırmıştı. Kim bilir benim hakkımda, benden bağımsız hangi karar alınmıştı? Heyecanla duymayı bekliyordum.

“Aynen öyle hayatım.” Vefa abi onay verircesine konuşmuştu. Bunlara neler oluyordu böyle? Yarım saate ne değişmiş olabilir ki? “Uluğ Bey? Nezih bir şekilde? Hayırdır siz, Uluğ Beyiniz sizi okuyup üfledi mi? Ne bu hareketler?” Çemkirir gibi konuşmuştum. Daha fazla bu tavırlarına kayıtsız kalamadım.

“Sen iyice çirkef bir şeye dönüştün ha, bak demedi deme bu hareketlerle evde kalırsın!” Çok bilmiş bir edayla konuşmuştu. O yüzüğü taktı diye hanım efendi herkesin evde kaldığını düşünüyordu.

“Çok konuşma çok konuşma, döneksin abla valla bak döneksin sen! İtalya’yla dalga geçerdik bir seni görsünler sonra konuşsunlar. Yazık ya az önce sövdüğün adamı şimdi övüyorsun.” dedim ondan haz almayan bir sesle. Gıcık kapmıştım. Uluğ’a karşı yumuşamış olması canımı sıkmıştı. Mesela bu da ne demek oluyordu? İşte öyle, kimse ona karşı iyi niyet beslesin istemiyorum. “Bak Mihran tepemin tasını attırma! Burada bari kendimizi belli etmeyelim. Billahi de saçını başını yolarım ha!”

Nah yapardı! Hanım efendinin protez tırnaklarına bir şey olacağına kendini öldürürdü. Kendisi bir baby girl olduğu için hiçbir bok yapamazdı. “Bana bakın sizin aranızda ben çürüdüm. Siz hele saç baş girin işte o zaman beni görün, yemin ediyorum ki soyunup kendimi dışarı atmasam namerdim!” Vefa abinin bu sitemi karşısında gözlerimi büyüttüm. Aynı anda ablamla bakışmamızla yüzümüzü ekşittik. O an ikimizin de önümüze gelmişti. Ve dayanamamış gülmeye başlamıştık.

“Ay Vefa abi hiç güleceğim yoktu. Alemsin gerçekten de!” Kahkahalarımın arasında konuştum.

“Vefa yüzüğü atmamam için bana çabuk bir sebep söyle, şayet zihnime düşen görüntülere daha fazla kayıtsız kalamıyorum.” Meyra ablamın bu tehditti ile daha bir gülmeye başladım. Gözlerimden yaş gelmişti. Aslında o kadar gülecek bir şey yoktu ama ben deli gibi gülüyordum. Önemli mevzuatı ise kendimi asla kontrol edemiyor olmamdı.

“Neyine gülüyorsunuz be! Ben oldukça ciddiyim! Bakalım kim önce yüzüğü atıyor Meyra Hanım sen benim gibi kocayı bok bulursun!” Resmen bana malzeme çıkmıştı. Gülüşlerimizi kesen ise kapının çalınması oldu. Vefa abi ile ablamla bakışlarımız birleşmiş ve anlamsız bir yüze girmiştik.

“Gir!” İznimin hemen ardından kapı kolu indirilmiş ve kapı açılmıştı. Gördüğüm yüz karşısında yutkunamamıştım. Burada ne işi vardı? Uluğ’un ketum yüzü hepimize uğramış son durağı ise ben olmuştum. Kaşlarımı kaldırarak neler olduğunu anlamaya çalıştım.

“Kusura bakmayın bölüyorum…” dedi bakışlarını kısa bir süre ablam ile Vefa abiye çevirmişti. Hiç o yokmuş gibi davranmaya çalışmıştım. Yüzümü onun olmadığı tarafa çevirip tırnaklarım ile oynamaya başlamıştım. “Mihran… Konuşalım mı biraz.” Sesi kulağıma yetişince yan gözle ona bakmıştım. Hiç de konuşasım yoktu. Benimle zamanın da konuşacaktı. “Beni ilgilendiren bir konu mu var Uluğ Bey.” İma kokan sesim ile konuşmuştum. Dediği gibi, onunla olan ilişkimiz her zaman kapışmalı olacak gibi. Ne yapayım kendime engel olamıyordum. Gözlerini kısmış ve uzunca bana bakmıştı.

“Evet bizzat sizi ilgilendiren bir konu var Mihran Hanım, oldu mu? Hadi düş önüme!” dedi huzursuz bir sesle. “Ne desem bilemedim, açıkçası hiç de dinleyesim yok. Bu konuşmayı başka bir gün yapalım, okey!” Şımarık bir kız çocuğu gibi taklit yaptım. O inatsa ben daha da inattım. “Mihran!” Uyarı tonuyla konuştu. “Uluğ!” Aynı onun gibi. Sesli bir nefes verdi.

“Ay Mihran ne uzatıyorsun demek ki önemli bir mevzu var. Kalk git işte!” Saftirik ablam yine konuşmuştu. Valla bugün bu kız beni delirtecekti. “Sus be sende… Sana da ayrı bir gıcık kapıyorum zaten.” Ah bu dilim hiçbir zaman tatlı olmayı beceremedi. Uluğ’un pislikçe sırıtığını fark ettim. “Boş ver Meyra o hep öyle, hırçın ve asi!” dedi dudaklarındaki gülümsemeyle. “Yani aynı sen,” dedim karşılık olarak. Tebessümü daha da genişlemişti. “Neyse ne madem bu kadar ısrar ediyorsun geleyim bari. Hiç de gidesim yok ama hadi neyse…” Demiş ve ayaklanıp yanından havalı olmaya çalışırcasına geçmeye çalışmıştım.

Omzunun üzerinden tuhafça bir bakış atmıştı. Odadan ikimiz çıktığımızda, koridorda sabırsızca ona bakmaya başlamıştım. “Terasa çıkalım.” Demiş ve arkasına dönmüştü. Onu takip ederek yürümeye başladım. Üst kata çıkmış odasına hiç uğramdan sağa dönmüş ve sürgülü cam kapısını açmıştı. Terasa adım attığımız da ise evin hiç görmediğim cephesi önümde belirmişti. Ufuktan şehir göz kırpıyordu. Çam ağaçlarının ardından şehir merhaba diyordu. Bu manzara karşısında bakakalmıştım. Eşi benzeri olmayan bir manzaraya tanıklık ediyordum.

“Bu şehre rağmen kendimi bulduğum ve zaman ayırdığım tek yer.” Uluğ’un sesi ile arkama dönmüştüm. Bana bakıyordu. Rağmen mi? Bu da ne demekti?

“Sanırım bu şehir ile ilgili bir garezin var? Merak ettim doğrusu…” dedim onu inceleyerek. Uzunca bir nefes aldı ve bakışlarını şehrin belirdiği o noktaya sabitledi.

“Ben sevmem İstanbul’u daha doğrusu bu Ülkeye karşı büyük bir nefretim var.” dedi yüzünü buruşturarak. Bunu demesi beni şaşırtmıştı. Bir insan neden Ülkesinden nefret eder ki? Sonra aklıma Artvin düşmüştü. Orada olduğum her gece memleketime lanet ederdim. Canımı her yaktıklarında o şehirden kaçmak için plan kurardım. Ve o an bir tespitte bulundum.

“İnsan, kötü anılar biriktirdiği hiçbir yeri sevmez Uluğ!” Dudaklarımdan firar eden bu kelimeler, sadece onu değil beni de bir gerçeklikle yüzleştirmişti. Bu gerçeklik canımı yakmıştı. Ufukta olan bakışları şaşkınlıkla bana dönmüştü. Düşünür bir hal almıştı. Muhtemelen yaşadığı o anlar gözünün önünde canlanmıştı.

“Bu ev senin canını sıkıyor, değil mi?” Yine konudan bağımsız bir soru sormuştu.

“Yani iyi şeyler hatırlattığını söyleyemem. Evet doğru… Bu ev çoktan kötü anılarımın arasında yerini aldı.” dedim hüzünlü bir sesle. Bende ki hüzün ona da uğramıştı. “Öyle olsun istemezdim.” dedi gözlerini gözlerimden ayırmadan. “Artık mühim değil.” dedim umursamaz bir edayla. İki kaşını da havaya kaldırmıştı.

“Benim için oldukça mühim bir konu ama,” Öyle bir söylemişti ki haykırır nitelikteydi. Pişmandı veya yaptıkları için vicdan azabı çekiyordu. Benden çok üzüldüğü aşikardı. Kendine gelmek adına benden uzaklaşmış terasın diğer ucunda durmuştu. “Ne öğrenmek istiyorsan sor, vaktim yok. Duş alıp biraz uyumak istiyorum.” Sanki ben çağırmışım gibi bir tavır sergiledi.

“Pardon farkında mısın bilmiyorum ama beni çağıran sensin. Asıl senin derdin ne?” Huysuz yüzümden bir an olsun taviz vermedim. “Mihran,” dedi uyarı biçimde. Anlamamazlığa yatmaya devam ettim. “Benimle oynama, ne merak ediyorsan sor kendini de beni de kurtar.” Bilmiş halinden asla geri adım atmıyordu. Ağzına bir tane vurasım vardı.

“Madem uğraşmak istemiyorsun, neden anlatma ihtiyacı duyup peşimden geldin? Gelmeseydin, kafana silah dayayan mı var?” Her hareketi artık gözüme batıyordu.

“Mihran bak güzelim bu senin son şansın, soracak mısın yoksa seni odana geri mi yolluyum!” dedi bezmişçesine. Güzelim mi? Öylesine bir sözdü Mihran bu kadar takılmamalısın, ergen değilsin kendine gel! Uzatmasam iyi ederdim.

“Tamam be seninle de konuşulmuyor ha…” Burun kıvırarak çemkirmiştim. Derin bir nefes alarak aklımda beni yiyip bitiren o soruyu sordum. “O Emily denilen kadınla gerçekten de buluşacak mısın? Yani şaşırdım, sana hiç yakıştıramadım o bakımdan.” Aklımda başka bir soru vardı ama dilime engel olamadan bu kelimeleri sarf etmiştim. Gözlerini kısmış ve tümden beni incelemeye koyulmuştu. Bakışlarında bir ima vardı. Sorumda hiçbir kötü niyet falanda yoktu. Ya da var mıydı?

“Buluşacağım, buluşmalıyım başka türlü o belgelere ulaşamam!” dedi gözlerimin derinliğine dalarak. “Ne var o belgelerde?” diye sordum. O kadından hazzetmedim. Neden Uluğ buluşuyordu ki, başka adam mı yok? “Neden anlatıyım sana?” dedi ciddi bir sesle. Bana güvenip, güvenmediğini bir türlü anlayamıyordum. Sadece öğrenmemi istediği kadarını öğrenebiliyordum. Bir anlaşma yapmıştık, bana her şeyi anlatacağını söylemişti. Anlatıyordu ama eksik bırakıyordu. Her cümleyi ve konuyu.

“O ne demek, bana güvenmiyor musun?” Çatık kaşlarımla konuştum. “Sen, kendine güvenir miydin? Daha birkaç gün önce sırtımdan vurmamış mıydın? Unuttun galiba!” dedi imalı bir sesle.

“Unutmadım elbette fakat sen unutmuş gibi davranınca bana da çok önemsememek düştü.” Emin bir ses tonuyla dedim.

“Dillendirmiyor olmam unuttuğum anlamına gelmiyor. Benim de kafamda hesapladığım, oturttuğum mevzular var, sadece sırasını bekliyor. Hepsi o kadar.” dedi yine aynı ciddi hali ile. Kafam oldukça karışmıştı.

“Bu da ne demek şimdi…” Bocalamış bir hal almıştım. Sonra aklıma gelen fikir ile tereddütle konuşmaya çalıştım. “Yoksa… Bana vereceğin ceza zamanını mı bekliyor?” Şüpheyle ona bakıyordum. “Hayır, sana bir şans verdiğim anlamına geliyor. Değerlendirmeni öneririm.” Tok sesi kulağıma ilişince uzunca bir onu izlemeye koyuldum.

“Peki neden bana bu kadar iltimas gösteriyorsun? Bu davranışların zaman zaman beni ürkütüyor.” En içten halim ile konuşmuştum.

“Kimse sana iltimas göstermediği için garipsemen hatta korkman normal,” Bende ki içtenlik ona da bulaşmıştı. Alışmaya başlamıştım. Bana olan bu tutumu beni ona bağlıyordu. Adı yine yoktu fakat hissiyatı derinlerimde bir yerde geziyordu. “Bir zamanlar benim hissettiklerimi hissediyorsun. Zamanında öyle herkes acımasızca davrandı ki, biri çıktı ve neye uğradığımı şaşırdım.” Bu söyledikleri beni uçsuz bucaksız bir diyara fırlatmıştı. Söylediği bu sözleri hiç sevmemiştim. O her kimse umarım yine düşündüğüm kişi değildir. Bu konu artık kapansın istiyordum.

“Dün akşam ne oldu? Neden bu kadar dağıldın, tek sende değil… Korcan ile Uraz da bir tuhaftılar. Her ikisi de oldukça savunmasız gibiydiler. Her ne yaşanmışsa kaldıramadıkları kesin.” dedim merakla. Bakışları yeniden uzağa dalmıştı. Uzun bir süre düşündü. Yüzü donuktu, aynı bedeni gibi.

“Korkuyorlar, bu sefer işlerin ciddi olduğunun farkındalar. Farkına varmalarını sağladım.” dedi uzaklara bakarak. “Neyden korkuyorlar?” Merakım yeniden kendini belli etti. “Ölmemden belki de ölmelerinden… Bilemiyorum Mihran, pek de umursamıyorum açıkçası. Bugüne kadar yaşanan hiçbir şeye onları dahil etmedim, daha doğrusu dahil olmalarını istediğim kadar bu işlerin içinde oldular. Tek Merve bu olanlardan bihaberdi.” dedi ciddi sesle. Bu dediğine şaşırmıştım.

“Ama neden ki, yoksa onlara güvenmiyor musun?” İstemsizce böyle bir tepki verdim. “Aslında güvendiğimden… Uraz öfkeli bir adam, kendini kontrol edemeyecek kadar hem de. Mert doğrucu, belli kuralları var ve onları çiğneyeceğine kendi kafasına sıkar. Korcan ise… Korcan işte bildiğimiz gibi.” Tok sesi yankılandı. Bir baba edasıyla konuşmuştu. Hepsine karşı ayrı bir düşkünlüğü vardı. Her kelimesinde bu anlaşılabilirdi.

“Peki Merve, onun ne gibi bir ayrıcalığı var?”

“Biz onunla aynı yerden pişmanız… Aynı yerde ortak bir izimiz var. O gün bugündür birbirimizden bir şey saklamayız. Ben bir karar vermeden önce kesinlikle Merve’yle konuşur, öyle kararımı veririm. Aramızda duygularını en iyi kontrol eden odur! O yüzden de bu yolda teselli olunabilecek en iyi dosta anca o olur!” Merve’yi böyle anlatması beni şaşırtmıştı. Bu dedikleri kesinlikle doğruydu. Canımı yaktığı o sözler aklıma geldi. Bir gün dostumken diğer gün düşmanım olabiliyordu. İstediği zaman istediği şekle bürünebiliyordu. Ne hissettiğini tam anlamıyla hiçbir zaman çözemeyecektim.

“Dediklerin doğru… Resmen Bukalemun gibi!” İstemsizce bu sözler ağzımdan firar etmişti. Bakışları bana uğramış ve dudaklarında bir tebessüm oluşmuştu. “Bu söylediğini Merve duymasın ben bile seni elinden alamam.” Keyifle mırıldanmıştı. Bu dediğine gülmüştüm.

“Beni korumana ihtiyacım yok, kendi işimi kendim görürüm!” dedim dudaklarımdaki tebessümle. Yüzümü huzurla taradı.

“Muhakkak ki ihtiyacın yok onda hem fikiriz… Ama belki ben seni korumak istiyorumdur, olamaz mı?” Ciddileşen yüz ifadesi ile söylendi. Her kelimesi beni delirtmeye yetiyordu.

“Herkese karşı da böyle korumacımı davranırsın sen?” Şüpheyle ona baktım. Kaşlarını çatmış, bocalamış bir yüz ifadesine bürünmüştü.

“Ah Mihran… Hadi merak ettiğin başka bir soruyu yolla!” dedi imalı tavrından ödün vermeden. Bu adam bence bu hareketlerime düşüyordu. Çünkü başka hiçbir açıklama yapamıyordum.

“Hal ve hareketlerinden hatta aşağıda bir takım plandan bahsetmenizden beni bir düşünceye doğru itti... Bu masa meselesini tam anlamıyla çözemesem de bir kararın eşiğinde olduğunu anladım. Galiba bu ben ile ailen arasında olan bir karardı, sanki bana yönelik bir karar vermişsin de sizinkilerin aleyhine işlemiş gibi sezdim. Doğru tahmin etmiş miyim…” Kelimeler ağzımda zar zor dökülmüştü. Derin bir nefes aldı. Uzunca beni izlemiş ve balkonun ucuna doğru adım atmıştı. Canı sıkılmış gibiydi. Yüz şeklini anlamak ve onu hissedebilmek için yanına doğru yürümüştüm. Yanında durduğumda ise başımı çevirmiş ve pür dikkat onu izlemeye koyulmuştum.

Başımı eğip, tüm güzel detaylarını aklıma kazıdım. Canı sıkıldığındaki yorgun görüntüsü yeniden belirmişti. Yine sessizleşmişti. Ve yine yılların ağırlığı yüzüne vurmuştu. Artık bir şeyleri anlatmasını istiyordum. Duyacaklarımdan korksam da bilmek istiyordum. Benim yaralarım bir şekilde kabuk tutmuştu, anlatarak, öfkelenerek veya ağlayarak… Ama onunkiler halen kanıyorlardı. Bunu tüm ruhumla hissedebiliyordum. “Anlatmak istersen eğer,” Demiş ve devamını yutmuştum. Yavaşça başını bana doğru çevirmişti. Gözlerindeki hüzün yüreğimi burkmuştu. Üşüdüğümü hissettim ya da üşüyordum. “Anlatmak?” dedi, tuhaf bir şeyden bahseder gibi. Bir cevap vermek yerine başımı olumlu anlamında salladım. “Yeter mi?” Öyle bir söylemişti ki kendimden utanmıştım.

“Yetmez… Ben seni konuşmadan anladım. Anlatmasan da olur, fark etmez yani. Ama anlatmak istersen de buradayım.” Hüzün dolu sesim ile konuştum. Bakışları uzaktaydı. Sesli bir şekilde yutkundu.

“14 Temmuz 2015… Benim için miladi bir takvim,” Derin bir nefes içine çekti. Karnındaki izin hikayesini anlatacaktı. Ve benim bunu duyup duymamak arasında büyük bir çelişki içerisinde kalmıştım. “Masanın sözünü dinlemedim onu kurtarmak için düşmanımın ayaklarına gittim. Bu benim zayıflığımı ortaya çıkarmıştı. Masayı çiğnedim ve Zafer Usta beni masaya teslim etti. Onların ne kadar acımasız olduğunu biliyordum, her şeyin bilincindeydim. Bilinçli bir şekilde yapmıştım ama içimde bir yerlerde beni onlara vermeyeceklerine inanmıştım. Uraz, Mert, Korcan, Tolga, Merve hatta Firuze Teyze! Cesaret edemediler… Günlerce, aylarca acı çekişimi izlediler ama hiçbiri kılını bile kıpırdatmadı. Kendilerine bir zarar gelmesin diye beni heba ettiler.” Boğazında bir yumru oturmuştu. Yüzü kas katı bir hale dönmüştü. Öfkeliydi, ama başkasına değil kendine! Bu dediklerini kabul edemiyordum.

“Firuze Teyze?” Sessizce mırıldandım. “Öz Teyzem, beni doğuran kadından daha çok annelik yapan kadın!” Huzurla konuştu. Bu dediği birazda olsa yüreğime su serpmişti. Ama dedikleri aklıma gelince keskin bir nefes verdim. “Birini kurtarmak istedin ve yine bedelini, cezasını kendin mi ödedin yani? İyi de bu çok saçma!” Sinirle soludum. Neden bu kadar öfkelendiğimi anlayamıyordum. Ona merhamet etmeyen her şeyden nefret etmeye başlamıştım. Başını bana doğru çevirmiş ve baygın gözlerle uzunca beni izlemişti. Onu en derinime kadar anlamak istiyordum. İlk kez birinin acısı ile ortak olmak istiyordum. Nedenini sorgulamıyordum, sadece istiyordum. Hepsi o kadar.

“Kimse beni kurtarmak istemedi. Hatta bile isteye elleriyle o cehenneme attılar. Ama ben öyle olmayacağım Mihran… Sana bunu yapamazdım! Hem sen benim kadar dirençli de değilsin, bile bile seni ölüme gönderemezdim. O yüzden savaşmayı tercih ettim. Yine masayı çiğnedim ama bu sefer tek bir farkla acı çeken taraf onlar olacak. Çünkü artık duygularım hakimiyetini kaybetti… Aklım devreye girdi.” Bakışları bir an olsun gözlerimi bırakmamıştı. Beni ateşe atmamıştı, onun yerine her yeri yakmayı tercih etmişti. Oysa ben ne düşünmüştüm.

“Hiç böyle bir şeye karar vereceğin aklıma gelmezdi. Ne de olsa ben senin hiçbir şeyinim. Şu an ailenin hayatı tehlike de büyük bir risk almışsın!” Düşüncemi belirtmekte geri durmadım. Anlamlı ve imalı bir bakış atmıştı.

“Bazen riskli bir yolda yürümek her bedele değebilir…” İçtenliği ses tonundan anlaşılabiliyordu. Kafamı karıştırmıştı. “Peki bu yolun sonun da ne kazanmayı planlıyorsun?” Merakım ve hayretim yüzümden okunabilirdi. “Belki bir ev, belki de bir aile...” Yoğun ses tonu kulaklarıma yetiştiğin de vücudum alev almıştı. Sesi bile beni farklı bir diyara götürmeye yetiyordu. “Kim bilir belki de bir sevgili!” Yeniden konuştuğunda usulca yüzünü taramıştım. Nasıl? Son sözünü idrak edememiştim. Sevgili derken aşk anlamındaki sevgiliden mi bahsediyordu? Başka neyden bahsedebilir aptal Mihran…

“Sevgili?” Anlamsız bir yüz ifadesi ile ona bakıyordum. Tüm vücudunu bana doğru döndürtmüş ve mesafeyi sıfıra indirmişti. Yüz ifademi görünce dudaklarında bir tebessüm oluşmuştu. “Öyle…” Demiş ve gülümsemesi genişlemişti. “Yani bir aile mi kurmak istiyorsun?” Tereddütle sordum. “Olamaz mı?” Benimle oynuyordu ve hoşuna gidiyordu. “Seni alacak kadına sabır diliyorum. Hiç çekilecek bir adam değilsin!” dedim çemkirerek. Bu konuyu sevmemiştim. Kapansa iyi olurdu. “O beni alacak olanın sorunu artık.”

Acaba bir adayı falan mı var? Olabilirdi aslında, ne de olsa eli yüzü düzgün bir adamdı. Konuşabiliyor mu bari Mihran? Konuşuyor canım. Ah görüyor mu peki? Görüyor da ne alaka şimdi? Öyle bir anlatıyorsun ki eh işte der gibi salak Mihran. Hadi, hadi aramızda kalacak anlat sende kurtul bende kurtulayım.

“Hey sana diyorum nereye gittin böyle?” Uluğ’un sesini duymamla iç sesimle olan kavgamı bir kenara bıraktım. Bu içimdeki ucubeyi hiç sevmiyordum. Hep canımı sıkıyordu. “Öyle bir gittim geldim işte… Neyse bana anlatmak istediğin başka bir şey yoksa ben odaya iniyorum.” dedim huzursuzca.

“Biraz dinlenip evden çıkacağım muhtemelen yarın akşama kadar dönmem. Bir sorun olursa telefondan direkt beni ara, kaydettim ben numarayı tamam mı?” Ilımlı bir sesle konuştu. Telefonum aşağıdaydı, kendini ne olarak kaydettiğini merak etmiştim.

“Tabii Emily’le buluşacaksın sende haklısın eve gelmemekte. Anca hazırlanırsın!” dilime yine hâkim olamadan konuşmuştun. Uluğ kaşlarını çatmış huzursuzca hareket etmişti.

“Anlamadım, neye hazırlanmam uzun sürecek!” dedi öfkeyle. Ne diyeceğimi bilemediğim için kendimi sıyırmam gerekiyordu. “Hiçbir şeye, neyse ben aşağı iniyorum art…” Konuşarak arkamı dönmüştüm ki Uluğ beni belimden tutup kendine çekmişti. Sırtım adeta göğsü ile bütünleşmişti. Kalbim yeniden depar atmaya başlamıştı. Bu adamla her temas ettiğimde vücudum tepki veriyordu. Ve bende bir sızı bırakıyordu. Dağılmış saçlarım rüzgarla birlikte Uluğ’un yüzüne çarpıyorlardı. Dudakları kulağıma değince saç diplerimden ayak tırnağıma kadar bir ürperme gelmişti.

“Öyle lafı yarım bırakıp gitmek olmaz, değil mi? Dinliyorum seni, benim bilmeyip senin bildiğin neye hazırlanamam gerekiyor?” Ses tonu bile kulağıma değişik gelmişti. “N-neye hazırlanman gerekiyor?” Neyi sorduğumu aynı şekilde onun bana ne dediğini bile anlamamıştım. Eli usulca karnımda yerini almıştı. Ve karnıma o an bir ağrı saplanmıştı. Bu da neyin nesiydi böyle? “Onu ben sana soruyorum.” Tok sesi daha da üşümeme sebep oluyordu.

Oldukça boğulmuştum. Ne diyeceğimi de bilmiyordum ne tepki vereceğimi de. Böyle birisi değilimdir aslında, kendimi artık tanımıyordum. Hemen şimdi kaçmak istiyordum. “Ha sen onu diyorsun… Bilmem yani öylesine attım işte.” Yine kendimce saçmalamıştım. Aslında çirkefleşsem ellinden kurtulabilirdim. Evet kesinlikle bunu yapabilirdim. Başımı onu tarafına çevirdiğimde burun buruna gelmiştik. Sakinleş Mihran sırası değil, kendine gel!

“Ya bir dakika sen ne hakla benim bu kadar yakınımda durabiliyorsun? Hep bunu yapıyorsun bak, hemen şimdi ellerini çekiyorsun!” Sesim istediğimden daha gür çıkmıştı. Tuhafça bana bakmış ve ellerini çekmişti.

“Başın zora girince konuyu çok güzel dağıtıyorsun Mihran ama sana bir sır veriyim mi? Bende bunları yutacak göz yok!” dedi bilmiş bir edayla. Bir adım geriye gitmiş ve ellerimi göğsümün altında kavuşturmuştum.

“Of gerçekten de of Uluğ yordun ya, en çok sen biliyorsun anladık. Bitiyse ben gidiyorum artık.” Bezmiş halime kısık gözlerle izliyordu. Yüzünün tam ortasına bir tane çakasım vardı. Bir cevap vermediğinde arkamı dönmüş ve odama doğru gitmeye başlamıştım.

Canım epeyce sıkılmıştı. Bence başka türlü de bu Emily meselesini çözebilirdi, neden bu yolu seçmek istemişti ki? Düşündükçe delirecek gibi oluyordum. Odaya girdiğim de ayrı bir derdin beni beklediğini görmüştüm. Ablam ile Vefa abi… Düşündüm de Uluğ onlara getirmemiş olsaydı başım daha rahat kalacaktı. Onların gelişiyle derdim artmıştı. Akşama kadar beni soru yağmuruna tutmuşlardı. Uluğ ile aramda nasıl bir ilişki olduğunu anlamanın derdindeydiler. Ama benim buna verecek hiçbir cevabım yoktu.

Geç saate kadar beklememe rağmen kimse gelmemişti. Uluğ konuşmamızdan tam 5 saat sonra evden çıkmıştı. Dediği gibi de galiba yarın akşama kadar gelmeyecekti. Sabah olduğunda her zamanki rutinlerimizi yapmıştık. Sabah kalk bir duş al, kıyafetlerini giy ardından kahvaltıya in ve gün boyu tavanı izle. Dün akşam Conroy Freeman öldürülecekti. Ölüm basit bir kavram olmasa da bu duruma alışmaya başlamıştım. Neler olmuştu? Umarım birine bir zarar gelmemiştir. Bu akşam ise Uluğ Emily ile buluşacaktı. Her şey daha kötü bir hal almaya başlamıştı.

Şimdi ise odamın balkonunda oturmuş düşüncelerim ile birlikte çırpınıyordum. Kulaklıktan gelen Cem Karaca şarkısı ile kendimi farklı bir boyutta bulmuştum. Ablam ile Vefa abi işlerinden ötürü dışarı çıkmışlardı. Bende gelmek istemiştim ama izin verilmemişti. Ne kadar acizce değil mi ama! Uluğ’u aradığımda öfkeyle bana bağırmıştı. Başka bir şeye öfkelendiği kesindi ama acısını benden çıkaramazdı. Buna hakkı yoktu. Bu arada telefonuma kendini Uluğ Köksoy olarak kaydetmişti. Diğer ismini yazma gereği duymamıştı. Bu ismin meselesini de giderek merak etmeye başlamıştım.

Beni gerçeğe uyandıran kulaklıktan gelen melodinin değişmesi olmuştu. Merakla bakışlarımı telefonuma indirmiştim. Yabancı bir numara arıyordu. Şaşkınlık ve bilinmezlik bir aradaydı. Aslında yabancı numaraları açma gibi bir huyum yoktur lakin içimdeki meraka mâni olamadım.

Aramayı açtığımda, susmuş kulaklığın karşı tarafındaki sesi duymayı beklemiştim. Karşı tarafta bir müddet sessiz kalmayı tercih etmişti. Önemsiz bir çağrı olduğunu anlayıp tam kapatacağım da bir ses duymuştum. Bu ses bana tanıdık gelmişti. Kalbimin atışları kulaklarımın çınlamasına sebep olmuştu.

"Yer faresi," Tekrar konuştuğunda kim olduğunu anlamıştım. Ondan başka kimse bana böyle bir hitap da bulunamazdı. Adeta dilimi yutmuştum. Hareket dahi edemiyordum.

"Ama neden ses vermiyorsun abiciğim, kırılıyorum bak!" Sesi yeniden kulağıma yetiştiğinde irkilmiştim. Çağrıyı sonlandırmak istiyordum ama bedenim hareket kabiliyetini kaybetmiş durumdaydı. Korkuyorum, sanki yanımdaymış gibi titremeye başlamıştım.

"Bu kadar görgüsüz olamazsın, konuşmayı da mı unuttun benim salak kardeşim... Buradayken bari iki kelam edebiliyordun, tabii ya onca vizyonlu kişinin arasında sönük kalıyorsun. Seni de anlamak lazım... Ama bak Meyra'yı rezil edecek onu utandıracak hareketlerde bulunma tamam mı?" O içki kokan nefesi burnumu sızlatmıştı. Yanımdaydı, her zamanki gibi. Kimse onun burada olmadığına beni ikna edemezdi. Bu sözlerinden sonra bana vurmalıydı. Titrek bir nefes aldım ve sanki biri bana saldıracaklar gibi diken üstünde oturmuştum.

"Annemle görüntülü konuşmuşsun, sende azıcıkta olsa yüz yok mu? Kadın senin arkandan yataklara düştü ama bizim fahişe hiçbir şey yokmuşçasına arıyor, gülüyor... Oh ne ala valla, dünya sana güzel! Önce kardeş katili sonra da anne katili... Sen galiba teker teker bizi toprağa gömeceksin ha Mihran Hanım! Hadi şimdi söyle hangi piçin yatağına giriyorsun, sana söz hiçbir şey söylemeyeceğim!" Anneme ne olmuştu böyle? İyi değil miydi? Ama hiç öyle gözükmüyordu. Evet yorgunluğu yüzüne vurmuştu lakin yataklara düşecek kadar değildi.

"A-annem... O iyi mi?" Korkuyla mırıldandım. Hem ondan hem anneme bir şey olacak korkusu üzerimde vardı.

Ani bağırışı ile elimdeki telefon düşmüş, beraberinde kulaklıkta yeri boylamıştı. "Sana bir soru sordum geri zekalı!" Korkuyla zemine çökmüş dizlerimi karnıma doğru çekmiştim. Ne telefona uzanabiliyordum ne de bu canımı yakan lanet duyguyu gözlerimden akıtabiliyordum.

Öylece kaç dakika kaldığımı bilemiyorum. Tüm duygularım alınmış gibi öyle savunmasız ve bitiktim. Korku... Evet, evet sadece korku vardı. Ama ona değil her şeye karşı bir korku vardı. Bu benim en nefret ettiğim duyguydu. Odam da duvarın dibine her sindiğimde beliren o duygu... Mesela ağlamak istiyordum ama onu da beceremiyordum.

Sinir havliyle odamdan balkona adım atan Uraz'a bakışlarımı çevirmiştim. Bayık ve ruhsuz gözlerim adeta çırpınıyorlardı. Kaşları çatık ve bakışları öfkeliydi. Yerde olan telefonumu eğilmiş sinirle eline almıştı. Kulaklığı parçalamak ister gibi çekip yere fırlatmıştı. Ve çağrıyı sonlandırmıştı.

"Bu şerefsiz abin mi?" Diye sordu. Anlamsız bir yüzle ona baktım. "Telefonla konuştuğun, daha doğrusu konuşamadığın kişi abin mi Mihran?" dedi öfkeyle. Dilim lal olmuştu. Cevap olarak sadece başımı salladım. Beni mi dinlemişti.

"Piç kurusu!" Diye tısladı. Öfkeden yüzü kızarmıştı. Ellerim uyuşmuştu. Üşüyordum. Beni her dövdüğünde hissettiklerimi hissediyordum. Yalnızlık tüm uzuvlarımı sarmalamıştı.

"Telefonun dinleniyor, haberin vardır. Bildirim olarak saniyesinde telefonuma kayıtlar düşüyor. O yüzden hemen damladım." Açıklama hissiyatı hissetmişti lakin benim umurumda bile değildi. Ellerimi ayaklarıma öyle bir kenetlemiştim ki morarmaya başlamışlardı. Uraz yere çömelmiş benimle aynı hizaya gelmişti.

"Telefon hattını değiştirmemi ister misin?" Sakin sesi kulağıma iliştiğinde hızlıca başımı kaldırmıştım. Cevap vermek istemiştim ama yine sesim çıkmamıştı. Kuvvetli bir güç buna engel oluyor gibiydi. Bu güç karşısında daha fazla direnememiştim. Gözlerim dolmaya başlamıştı lakin yine de bir yaş akmamıştı. Cevap olarak Uraz'a başımı sallamıştım.

Elindeki telefonu cebine sokmuş ve yerde bağdaş kurmuştu. Derin bir nefes almış gökyüzüne bakmıştım. Boğuluyorum hiçbir yere sığamıyorum. Hep böyle mi olacaktı? Bu adama karşı olan korkularım hiç mi geçmeyecekti? Ne derdim ne de çilem bitiyordu. Geçmişin kirli elleri yakamı bir türlü bırakmıyordu.

“Abin olacak o ite hakkettiği hayatı yaşatabiliriz. Bu güce sahibiz, sadece yapman gereken bize söylemen!” Ciddi hali daha da ciddileşmişti. Gözünün altındaki yara izi belirgin bir hal almıştı. Ne istediğimi ben bile bilmezken benden bir cevap bekliyordu. Ruhsuzca ona bakmıştım. Zar zor ve çatlamış sesimle tek bir kelime dudaklarımdan dökülmüştü.

“Git!” diye bilmiştim. “Yok asla gitmem! Ben kaos ve olaydan besleniyorum, bu anı kaçıramam! Biraz dalga geçeyim giderim merak etme!” Ciddi miydi? Yoksa benimle dalga mı geçiyordu. Bu durumda bile bana bunu yapmaya hakkı yoktu.

“Bakma hemen öyle şakadan da mı anlamıyorsun sen?” Bezgin bir yüze büründüm. “Korkuyor musun?” Susmamış konuşmaya devam etmişti. Yüzümden anlaşır nitelikteydi. “Korkma… Başından geçenleri bir aklına getir. Nasıl da geçti ama, seni kaçırdığım zamanı bir düşün. O gün gözünde hiç de korku yoktu sadece öfke vardı. Ne kadar güçlü olduğunu hatırla ve o it köpeği kale bile alma!” Serseri tavrı beni geçmişe sürüklemişti. Doğru söylüyordu ama bitiktim. Canım öyle bir yanıyordu ki kendimi toparlayamıyordum. Çaresizce ona bakıyordum.

“Acın hangi tarafa daha ağır basıyor?” Ona bakarken gözümden bir yaş aktı. Elimi kalbime götürdüm. Kalbimi işaret ettim. Konuşacak bir halim yok dedim ya gerçekten de yoktu. Ama kalbim sıkışıyordu. Bu da en çok orasının yaralandığının bir göstergesiydi. “Bir ömür geçse bile iyileşmeyecek bir yere yara almışsın. Ama alışırsın, ah bu insanoğlu midesi bozuk, gururu olmayan varlık… Her şeye alışır. Endişe etme yani, kendini de boşuna yıpratma şimdi böyleysen yarın göbek atarsın. Göründüğü üzere de ben teselli etmesini bilmem…” Yerde rahat bir pozisyon almış umursamaz tavrı beni zerre şaşırtmamıştı.

Kuruyan boğazım ve acı dolu dudaklarımla dilenmiştim. “Uraz,” Bu bir yardım çığlığıydı. Kaşlarını çatmıştı. Hoşuna gitmeyen bir yüze büründü. “Çok yorgunum,” İçimdeki çaresizlikle savaşırken. “Bitsin artık,” Bitmeliydi. Çünkü bitmese, bitecektim. “Annem o iyi mi?” Korkuyla mırıldandım. Sesli bir şekilde yutkundu. Uzunca bana baktı. O gözlerde gizemli bir şey vardı. Bu beni huzursuzlandırmıştı.

“İyi o takma sen, o iti de dert etme! Elbet bir gün elime düşer o da!” Gene rahat ve umursamaz davranmıştı. Ama içimdeki kuşku devam etmişti.

“Benim şimdi dışarı çıkmam gerekiyor, gece yarısına kadar da gelmem. Ablanı Meyra’yı çağırayım mı, tek kalma istersen?” Düşünceli ve bir o kadar da ciddiydi. Korkuyordum yanımda biri kalsın istiyordum ama bu kesinlikle ablam değildi.

“Gitmesen olmaz mı?” Korku ve gözümden akan yaşlarla konuştum. “Ben mi,” dedi şaşkınlıkla. “Yanında kalmamı mı istiyorsun?” Neden bu kadar şaşırıyordu anlayamıyorum. Aslında anlamam lazım ama neyse. Başımı olumla şekilde salladım.

“Ama işim var hatta acil çıkmalıyım Mihran.” Utanç ve tereddütle konuştu. Saat en son 5’ti. Akşam olmak üzereydi. “Peki.” Diye bilmiştim. Sıkın bir nefes vermişti ve ayağa kalkmıştı. Ama yerinden kıpırdamamıştı. Merakla ona baktım. Gözlerini dikmiş bakıyordu. “Ne, ne oldu niye öyle bakıyorsun?” dedim bezmiş bir sesle. Cebinden kendi telefonunu çıkartmış birkaç tuşa tuşlamış ve kulağına yaslamıştı. Kimi arıyordu bu şimdi?

“Merve iki dakikalığına Mihran’ın odasına gelsene?” dedi sıkıntıyla. Hiçbir şey anlayamıyordum. “Ya sen bir gel işte, sorgulama. Sonra tamamlarsın makyajını, uzatma hadi.” Demiş sabırsızca. Ne yapmaya çalışıyordu. Telefonu kapatıp ellinde döndürmeye başlayıp stresle volta atma başlamıştı. Merakla olacakları bekliyorum. İki dakika sonra kapı sesi duyulmuştu.

“Balkondayız.” Diye seslenmiş Uraz. “Ne oluyor Uraz? Umarım iyi bir gerekçen vardır.” Merve söylene söylene balkona giriş yaptı. Şaşırmıştım. Hiç böyle bir haline tanık olmamıştım. Üstünde mini saten bir elbise vardı. Fönlü küt saçlarını geriye doğru düz bir şekilde sabitlemişti. Yüzünde ise yarım bir makyaj vardı. Karnına kadar inene derin bir göğüs dekoltesi vardı. Oldukça seksi görünüyordu. İkinci beden gibi saran elbisesi ile adeta nefes kesiyordu.

“Merve senden başka kimse bu işi halledemez.” dedi Uraz. Merve anca beni fark etmiş ve kaşlarını çatmıştı. “Mihran? Ne oldu ne bu halin… İyi misin?” Diye sordu. Ben cevap vermeden Uraz atlamıştı. “Hayır iyi değil.” dedi. “Niye, ne oldu? Uzatmadan söylesene artık.” Sabırsızca dişlerinin arasında konuştu.

“O piç abisi var ya,” Demiş ve susmuştu. “Eee?” Merakla soludu.

“Esi o aradı zevzek zevzek konuştu işte. Detayları sonra sana anlatırım.” dedi huzursuzca. Sanki ben yokmuşum gibi davranıyordu. “Gereksiz herif! Değiştir şu hattı arayamasın bir daha. Zaten sinirlerim bozuk çıkart mıyım tüm hıncımı şimdi ondan!” Diye soludu. Gerçekten de sinirlenmişti. “Sen merak etme o kısım bende.” dedi karşılıklı olarak. Uraz stresle saçlarını karıştırmıştı. “Bunun için mi çağırdın beni? Var sende bir şeyler dökül hadi!” dedi Merve sabırsız bir biçimde.

Uraz sıkıntılı bir nefes bırakmıştı. “İyi değil o,” Beni kastederek. Bir an olsun ama bana bakmamıştı. O anda Merve’nin bakışları bana yönelmişti. Ellerim uyuşmuştu. Stresle dizlerime sürttüm. Başımı iki elimin arasına aldım. Ağrıyordu. Üşüyordum. Bıkmıştım. Sıkılmıştım.

“Ablasını çağıralım, biri yanında durmalı.” Bu kadar güçsüz olduğum için kendimden tiksinmiştim. Bu konuşmayı hiç sevmemiştim. “Sordum, istemiyor onu.” Diye cevap verdi Uraz. Onlara bakmadığım için nasıl davrandıklarını bilemiyordum.

“Benim mi kalmamı istiyorsun? Eğer öyle bir şeyse git Uluğ’a bu gece gelmeyeceğimi söyle!” İmalı bir ses ile konuştu.

“Hayır öyle bir şey de değil,” diye mırıldandı. Neler oluyor veyahut neler olacak inanın ki zerre umurumda değildi. Bedenimi sakinleştirmenin derdindeydim. Çünkü adeta o anlara hapsolmuş durumdaydım. “Ne o zaman oğlum delirtme adamı da söyle artık! Gidiyorum bak Uraz haberin ola…” Diye sesini yükseltti.

“Mekâna bizimle gelse… Hemen hayır deyip geçme bir düşün.” Yumuşak bir sesle konuşmaya çalıştı ama bence emir verir gibiydi. Bir dakika bir dakika ne demişti o? İdrak etmekte güçlük çekiyorum. Hangi mekâna beni götürmenin derdindeydi anlayamıyorum.

“Uraz sen kafayı yedin herhalde, saçmalama istersen öyle bir şey katiyen olamaz!” Diye çıkıştı. Bağırmak istiyordum mesela; defolun gidin şu lanet olası odadan diye lakin mecalim yoktu.

“Merve sesinin ayarını kıs biraz. İyi değil görmüyor musun? Hem borcumu ödemem lazım, biliyorsun.” Ne borcundan bahsediyordu bu adam? Yine neler dönüyordu acaba?

“Bilmiyorum ben Uraz, hiçbir şey bilmiyorum. Sana iyi davrandı diye kendini borçlu hissedemezsin! Neden böyle bir adamsın ki; kim sana iyi davransa karşılık vermeye çalışıyorsun. Delirmeme az kaldı. Yapma! Kendine yazık ediyorsun artık!” Öyle bir bağırmıştı ki yerimden sıçramıştım.

“İyi değil o Merve ve ben onu bu halde bırakamam! Dersen ki beni ilgilendirmiyor, o halde onu alır ben tek başıma kulübe giderim. Seçim senin?” Diye diretti. Benden mi bahsediliyordu?

“Kafayı mı sıyırdın sen! Uluğ bu sefer gerçekten de seni komalık etsin mi istiyorsun? Senin bu aptallığın artık benim yaşamımı etkilemeye başladı!” Öfkeyle solumuştu. Bir anda bana doğru döndü, sanki tüm hıncını benden çıkartacak bir şekle bürünmüştü. “Sende bir daha bu salağa iyi davranırsan saçında tek bir tel bırakmam haberin olsun.” Bu saçma sözüne karşı bocalamış bir yüze bürünmüştüm. Uraz’a iyi davranmamamı istiyordu ama neden?

“Merve…” Uraz istekli bir yüzle mırıldandı. Dertleri neydi gerçekten de anlayamıyordum. Tek isteğim yatağa geçip sabaha kadar ağlamak.

“Kes Uraz! Sesini duymaya tahammülüm yok! Allah seni kahretmesin emi ne hale düşürdün beni…. Son olmayacağını bile bile kabul ediyorum, maalesef ki seni yerde perişan bir halde görmeye gönlüm el vermiyor.” Sitemle soludu. Neyi kabul ettiğinden bir haberdim. Uraz bir anda Merve’ye sarılıp onu havaya kaldırıp döndürmeye başlamıştı.

“Senin için kurşun atar kurşun yerim kraliçem benim.” Diye havaya sevinç nidalarını atıyordu. Merve kısa da olsa gülmüştü. Ciddi tavrını korumaya çalıştığı her halinden belli oluyordu. Ne yapıyor bu iki gereksiz gerçekten de anlamıyorum. Yüz ifademi görmenizi isterdim.

“Tamam yeter indir beni yoksa vazgeçeceğim.” Uraz bu sözü duyar duymaz indirip uzaklaşmıştı. “Mihran’ı kendine getir ve odama yolla. Acele etsen iyi edersin çünkü zamanımız kalmadı. 1 saat içerisinde evden çıkmamız lazım. Ve bil bakalım ne eksik, evet doğru baştan sona hiçbirimiz hazır değiliz!” Sitem ve sıkın bir tonda konuşmuş ve arkasına dönüp ortalıktan kaybolmuştu.

Uraz hemen yanıma gelmiş, bir eğlence mekanına gideceklerini benim de geleceğimden bahsediyordu. O yüzden hemen kalkmam gerektiğini zamanın kalmadığını tekrarlayıp durmuştu. Tek diyebildiğim, istemiyorum olmuştu. O ise bana olan saçma bir borçtan bahsedip durmuştu. Bir daha bu adama iyilik miylik yapmayacaktım onu anladım. Zorla beni ayağa kaldırmış tabiri caize sürüklemek suretiyle Merve’nin odasına götürmüştü. Nereye gideceksem hemen gidip geri dönmek istiyordum. Abimin o iğrenç sesi halen kulaklarımda iken öyle savunmasız bir hale gelmiştim ki herkese karşı teslim olmuştum. İsyan bayrağım inmiş yerine teslimiyet yükselmişti.

Merve’nin odasına geldiğimde kendisinin çoktan hazırlandığını ve bana elbise baktığını fark ettim. Hiç oralı olmayıp yatağına uzanmaya çalışmıştım ama izin vermemiş adeta bana saldırmıştı. Aşırı derece çirkefleşmişti. Bu hali gözümü korkuttuğu için hazır komuta vereceği talimatları beklemişti. Ne derse yapmıştım ne kadar ağlamak istesem de kendimi sıkıyordum. Merve her zamankinden daha bir katıydı. Ve bu tavrı beni daha da geriyordu. Odaya gitmek istiyordum. Bunalmıştım.

Sonunda hazır olduğumuzda evden çıkmış araçlara binmiştik. Uraz ile Merve yol boyunca yabancı bir dille konuşmuşlardı. Muhtemelen ben varım diye. Arabanın durması ile etrafa bakışlarımı gezdirmiştim. Gördüğüm ışıltılar yüzünden gözüm kamaşmıştı. Burası devasa büyüklükte bir yerdi. Eski Yunan imparatorluğunu anımsatan bir havası vardı. Bir gece kulübüydü. Ama alelade bir yer değildi, herkes oldukça şık ve bir o kadar önemli kişilerdi. Bunu etraflarını saran koruma ordusundan anlamak mümkündü. Duvarlar eski usul taşlarla örülü. Kırmızı ve yeşil ışıklarla çevriliydi.

Arabadan inmiş şaşkınlıkla etrafa bakıyordum. Koluma Uraz’ın dokunmasıyla ona döndüm. “Yanımdan bir saniye bile olsa ayrılma, tamam mı Mihran? Uluğ benim kafamı patlatmaması içinde lütfen bir şeyler içme veyahut birileri ile konuşma!” Kulağıma doğru uyarıda bulundu.

“Madem bu kadar korkuyorsun, ne diye getirdin ki beni buraya?” Öfkeyle soludum. Etrafta bir sürü gazeteci vardı. Fakat biz arabadan indiğimizde hemen kameraları indirmiş ve uzaklaşmışlardı. Kimse onlara bir talimata bulunmamıştı. Ama sanki emir almış gibi çekilmişlerdi.

“Sana da bir türlü yaranamıyoruz. Ne güzel işte farklı bir ortam göreceksin, o evden hiç mi sıkılmadın?” Biz konuşurken içeri doğru da yürüyorduk. Sıraya dizilmiş binlerce adam her adımımızda başlarını eğiyorlardı. Duvarlarda ilginç figürler vardı. Eski devri yaşatmaya çalıştıkları aşikardı.

“Sıkıldım tabii ama maalesef ki böyle ortamlar senin düşündüğün gibi beni rahatlatmıyor aksine geriyor.” Diye söylendim. Önümüzde adeta hudut kapısı büyüklüğünde bir kapı çıkmıştı. Kenarda duran adamlar var güçle kapıyı açmışlardı. Kapını ardında gördüklerim yüzünden göz bebeklerim büyümüştü. Akrobat kıyafetleri ile dolanan binlerce kişi. Önümde yerde değişik hareketler yapan akrep kostümü giyen birisi vardı. Ve daha nicesi. Uraz’ın koluma dokunmasıyla onu takip ettim. Bizi görenler yol veriyordu. Kocaman bir salondu. Kulübün sadece buradan olduğunu ibaret sanırken yine aynı büyüklükte bir kapı bizi karşılamıştı. Etrafa bakınca tek benim bu kadar şaşırdığımı fark etmiştim. Merve dik ve ketum yüzüyle önüne bakıyor, etrafı inceleme gereksiniminde bile bulunmuyordu.

Kapının önünde duran adamlar hiç zorlanmadan kapıyı açmışlardı. Arkamda kalan salonun tam tersi bir ortam bizi selamlamıştı. Sakin bir piyona melodisi çalıyordu. Önceki salonda rock tarzında bir müzik vardı. Acayip bir ortamdı. Kapı ardımızda kapandığında büyük bir ses çıkmıştı. Önümde Merve vardı ve karşıdan Mert bize doğru geliyordu. Etrafa bakışlarımı çevirdiğimde kocaman masalar ve nezih bir şekilde yemek yiyen insanlar vardı. Herkes oldukça şıktı. Merve ile Mert sıkı sıkı sarılmıştı. Ve o sıra Mert beni görmüştü. Gülen yüzü bir anda solmuş ve hızlıca Merve’den ayrılmıştı.

“Bana kabusta olduğumu söyleyin! Hemen şimdi söyleyin!” Diye mırıldandı. “Maalesef kardeşim gerçek.” Uraz memnun bir yüzle konuşmuştu. Dalga geçen bir hali de vardı. Mert öfkeyle Uraz ile Merve’ye dönmüştü.

“Yok siz kafayı sıyırmışsınız! Ne akla hizmet Mihran’ı buraya getirirsiniz? Ölmek mi istiyorsunuz Merve?” Sesini yükseltmemeye özen gösterircesine dudaklarını birbirine bastırmıştı.

“Canı sıkındı bizde bir değişiklik yapsın dedik ve buraya getirdik. Ne var ki bunda?” Umursamazlığı sesinden anlaşılıyordu. Benim buraya gelmem neden onların ölümüne sebep olacaktı ki?

“Ne var mı bunda? Uluğ, Mihran’ı onların eline vermemek için savaş açıyor ama siz tam da onların kucağına bırakıyorsunuz. Peki sence Uluğ ne yapar size, sen söyle?” Diye tısladı. Masanın üyeleri şu an burada mı? Bezmişlik halim bir anda uykudan uyanmıştı. Ve korkuyla etrafa göz atmıştım. Bu üyelerden giderek korkmaya başlamıştım.

“Abartma Mert, hem üyeler Mihran’ın yüzünü bile görmediler. Yani onu tanımıyorlar…” Yine aynı umursamazlığı üzerindeydi. “Bu onu tanımayacakları anlamına gelmiyor Merve. Hem ne kadar yüzleşmek istemesek de... Çok iyi bildiğimiz bir şey daha var.” Sonlara doğru bakışları bana uğramış ve yeniden onlara dönmüştü. Neyi kastetmişti. Benimle ilgili olduğu aşikardı. Yine neler dönüyordu acaba. Merve ile Uraz birbirlerine anlamlı bir bakış atmış ve susmuşlardı.

“Uluğ, Haldun Beyle sigara içmeye terasa çıktı Mihran’ı görmeden eve yollamalıyız. Fuat’ı arıyım arabayı hazırlasın.” Mert cebinden telefonunu çıkartmış birkaç tuşa basıp kulağına götürmüştü. Gerçekten de bir oradan bir oraya savruluyordum. Anlamak mümkün bile değildi.

“Boşuna zahmet etme kardeşim. Geç kaldın, en iyisi arkanı dön.” Uraz’ın alaylı sesi yeniden çıkmıştı. Refleksle hepimiz gösterdiği noktaya bakmıştık. Uluğ yanında üç adamla birlikte salona giriş yapmışlardı. Bizi fark etmemişti. Hararetli bir şeyler konuşuluyordu.

“Allah kahretmesin! Uraz sen uslanmayacak mısın ha kardeşim, dün yediğin dayağı unuttun galiba. Derdin ölmek mi?” Mert sitemli ve tedirgin bir sesle konuştu. Uluğ’un üzerinde ikince beden gibi saran bir takım elbise vardı. Simsiyahtı, giydiği gömleğe kadar. Saçlarını kesmişti, her zamankinden daha kısaydı. Sakalarını hafif bir şekilde bırakmıştı, hepsini kesmemişti. Gözlerinin rengi bu mesafeden bile belli oluyordu. Daha belirgin bir hal almıştı. Gözümü ondan alamıyordum. Tuhaf tarafı benim üzerimde de yeşil bir elbise vardı.

Sanki ona baktığımı fark etmiş gibi gözlerini bana çevirmişti. Yürüyen bedeni durmuştu. Bir süre donmuş ve emin olmaya çalışmıştı. Bakışları tüm bedenimde gezinmiş âdem elmasının nasıl oynadığını anbean şahit oldum. Onun bakışları bende diken etkisi yaratmıştı. Bakışları tek bir yerde uzunca oyalanmıştı. O da göğüslerimde. Dişlerini sıkmaktan çenesi kızarmıştı. Öfkeli bir soluk aldı. Ve sinirle Merve, Mert ve Uraz’a dönmüştü. Başını eğmiş sakinleşmeye çalışmıştı. Yanındaki adamlara dönmüş birkaç kelam söyleyip yanlarından uzaklaşmış ve bize doğru gelmeye başlamıştı.

“Celladımız geliyor, Allah’ım sen bizi koru.” Mert’in titrek sesi kulağıma yetişmişti. Her adımında yüzü daha bir korkunç gözüküyordu. Kusursuz görünümünün ardında canavar yatıyordu. Ben bile tedirgin olmuştum. Oysa benim hiçbir kabahatim yoktu.

“Gerçek olmadığını söyleyin! Söyleyin ki kendimi dizginleyebileyim.” Yanımıza yaklaşmasına birkaç adım varken konuşmaya başladı. Karşımda durmuştu, tuhafça bana bakıyordu. Öfke de sezmiştim. Hepsi suspus olmuştu. Uluğ elini kaldırmış bana doğrultmuştu. Tereddütle geri indirmişti. Belki de emin olmak için dokunmak istemişti. Fakat bir şey buna engel olmuştu. Sinirle Uraz’a döndü.

“Kafayı mı yedin oğlum? İntikam mı almak istiyorsun lan benden? Bu neyin cesareti böyle Uraz!” Dişlerini sıka sıka konuşmuştu. Masadan birkaç kişi bize bakmıştı. Uluğ sesini yükseltmemişti lakin ayakta duruyor olmamız ilgilerini çekmişti. Uraz şimdiden sararmaya başlamıştı. Yara bere olan yüzü solmuştu. Zoraki bir şekilde konuşmaya çalıştı.

“Öyle değil,” Diye bilmişti. Stres ve yorgunluk bedenimin kasılmasına sebep oluyordu. Bu ortamda daha fazla kalmak istemiyordum ama her zamanki gibi bu isteğimde havada asılı kalacaktı. Zaten Uluğ’a da sinir oluyordum. Bugün ablam ile Vefa abi dışarı çıktıklarında onu aradığım zaman bağırmış yüzüme kapatmıştı. Haliyle moralim bozulmuştu.

“Ne o zaman bu, Mihran’ın burada ne işi var Uraz? Geçerli bir açıklama yapsan iyi edersin, yoksa bu geceye aldanmam herkesin içinde kafana sıkarım senin!” Çok büyük bir öfke vardı üzerinde. Burnundan soluyordu. Gözü adeta dönmüştü. Bu hali beni epeyce korkutmuştu. Benden daha çok onu tanıdıkları kesindi, neden o halde böyle bir saçmalık yapmak istemişlerdi ki?

Merve, aralarına geçmiş tam Uluğ’un karşısında durmuştu. “İyi değildi, kimseyi de yanında istemiyordu. Bende onu yanımda getirdim. Uraz’ın hiçbir alakası yok, her şey de onu suçlama. Abartma da bu kadar Uluğ!” Aynı umursamazlığı halen üzerindeydi. Şaşırmış, Merve’nin yapmış olması onu bozguna çevirmişti. Şaşkınlık, öfke anlamsızlık yüzüne vuruyordu. Birkaç saniyeliğine de olsa bana dönmüş yine beni boydan süzmüştü. Bakışları artık beni çok düşündürüyordu.

“Abartma mı?” Demiş şaşkın bir yüzle. “Sen kafayı mı yedin Merve? Herkesten beklerdim de senden beklemezdim! Bunca aç köpeğin arasına sen hangi cüretle onu getirirsin ve ben bu konuya bu kadar netken! Daha bu sabah neler söyledim, senin aklın kıt mı?” Merve’nin tam dibine gelmiş ve yüzüne karşı öfkesini kusmuştu. Beni korumak için miydi yoksa planlarını bozmamdan mı korkuyordu? Anlam veremiyordum bu duruma.

“Laflarına dikkat et Uluğ. Kimse Mihran’ın yüzünü görmedi, hem biz senden uzakta olacağız. Kimse ona bir şey yapmaya yanaşamaz bile. Sadece birlikte kafa dağıtacağız hepsi bu!” Merve öfkelenmeye başlıyordu. Sesinden anlamak mümkündü. Sıkın bir nefes almış, kollarımı karnımda birleştirmiş stresle etrafa bakmıştım.

“Bu gece hele bir bitsin seninle ayrı bir şekilde konuşacağım. Ama şimdiden uyarıyorum seni Merve, Mihran’a en ufak bir şey olsun ölmek için ayaklarıma kapanırsın, haberin olsun!” Kulağıma yetişen sözlerden sonra ona geri dönmüştüm. Aynı anda o da bana bakmıştı. Bakışları direkt göğüslerime inip öfkeyle yeniden gözlerime dönmüştü. “İndir şu kollarını sende!” Patlamaya hazır bir bomba gibiydi. Bu söyleminden sonra diğerleri de bana dönmüştü. Tabii bende kollarıma bakmıştım. Karnımda kavuşmuş kollarımdan dolayı dekoltemden göğüslerim daha da belirgin bir hal almıştı. Utançla kollarımı indirmişti.

“Siz niye dönüyorsunuz geri zekalılar! Ben size mi söyledim.” Dye öfkeyle soludu. “Kusura bakma abi sen öyle söyleyince refleksle şey oldu.” Diye mırıldandı Uraz. Üçünün de yüzünde belirgin bir tebessüm oluşmuştu. Bıkınca göz devirmiştim. Bugün bu adama karşı hiç tahammülüm yoktu.

“Bu kıyafeti kim seçti?” Huzursuz bir ifade ile Merve’ye sordu. Merve’nin konuşmasına fırsat vermeden ben konuştum. “Ben seçtim bir sorun mu var?” dedim. Şaşkınlıkla bana döndü. “Hiç yakışmamış. Yaşlı göstermiş seni!” dedi öfkeyle. İmalı bir şekilde gözlerimi kıstım. Merve başını eğmiş kıkırdamıştı.

“O senin düşüncen canım, bence gayet seksi olmuşum. Kanıtı ise, salona girdiğimden beri bende olan gözler.” Cüretkâr bir sesle konuşmuştum. Sözümü bitirmemle hızlıca arkasına dönmüş salona bakmıştı. Uzağımızda olan bir adam bize doğru bakıyordu. Uluğ’un dönmesiyle başını çevirmişti. Aynı şekilde salonda olan herkes aynı tepkiyi vermişti. Mert koluma dokunmuş, uyarı içinde bakmıştı.

“Yok be oğlum Mihran seni sinirlendirmek için öyle dedi. Takma sen!” Etrafı yumuşatmak adına konuşmuştu. Uluğ sinirle bana dönmüştü.

“Başardı da!” Diye soludu. Gıcık bir şekilde tebessüm etmiştim. “Bir kere benle alakası yok. Sen sinirlenmeye yer arıyorsun.” Dedim inatla. Uraz bu sefer sesli bir şekilde öksürmüştü. Adam zaten patlamaya hazır bir de sen gitme der gibi bakıyordu. Ama cidden de öyle, sinirleri epey bozulmuş gibiydi.

“Neyse biz geçelim artık, Emily’de gelmek üzeredir. Hem çok da dikkat çektik.” dedi Uraz. Uluğ bakışlarını üzerimden bir saniye bile almıyordu. “Sizi son kere uyarıyorum, ona birinin bile yanaşmasına izin vermeyeceksiniz. Farz ediyorum ki biri yaklaştı ve ben bunu gördüm. Oturduğum o masayı başlarına yıkar sonra da sizin Azrail’iniz olurum.” Gözlerini bir an olsun benden çekmeden konuşmuştu. Bu tavırları beni ürkütüyordu. Hepsi başlarını eğmiş, bu onayladıkları anlamındaydı.

“Şimdi gidebilirsiniz.” Yeniden konuştuğunda aynı anda hepimiz hareket etmiştik. Tam yanından geçeceğim an da beni kolumdan tutmuş ve yanına çekmişti. Saçlarıma doğru yanaşmış ve derin bir nefes almıştı. “Saçlarını bir daha böyle yapma, doğal hali daha güzel.” Mırıltılı ve yoğun sesi beni kendimden etmişti. Saçlarıma Merve fön çekmiş ve kulaklarımı açık bırakacak şekilde arkaya sabitlemişti. Orman ve denizin kokusu beni sardığından beri burnum sızlıyordu. Aklıma gelenle öfkem beni harmanlamış ve aynı şekilde ona bakmamı sağlamıştı.

“Bu seni ilgilendirmez. Benimle ilgileneceğine o kadını nasıl tavlayacağını düşün derim!” Demiş ve kolumu ellerinden öfkeyle kurtarmıştım. Ve bir an beklemeden Mert’lere doğru yürümeye başlamıştım. Herkesten çok uzakta ve yüksekte balkon tarzı bir alanda sanki bizim için ayırtılmış masaya yerleşmişlerdi. Ben de yanlarına yetişip boş kalan tarafta oturmuştum. Usulca etrafa bakışlarımı çevirdiğimde Uluğ’u bıraktığım yerde görmemiştim. Her yere bakmama rağmen de yoktu. Meraklanmıştım.

Masamıza gelen garsonla bakışlarımı onların tarafına çevirmiştim. “Bize her zamankinden getir. Küçük hanıma da alkolsüz kokteyl tarzı bir şeyler.” Mert umursamaz bir biçimde konuşmuştu. Beni işaret ederek siparişini sonlandırmıştı.

“Nasıl, bu ortamı sevdin mi?” Uraz’ın yanıma yanaşıp bana bu soruyu sormasıyla ona döndüm. “Sence?... Hem bir önemi de yok, eve gidip sadece yatmak istiyorum.” dedim bezmişçesine. Aklımda tek biri vardı. O da annemdi. İçime sinmeyen şeyler vardı. Abim olacak o iblis hiçbir sözü boşuna söylemezdi.

“Biraz akışına bırak. Her şeyi kontrol edemezsin, bunca kontrolsüzlüğün olduğu evrende de üzülmek manasız.” Yatıştırıcı sesi tuhafıma gitmişti. Borcunu ödüyordu. Hepsi bu.

“Uraz biliyor musun bazı yönlerimiz birbirine çok benziyor. Ama bazıları da tam zıttı oluyor. Mesela biri sana iyilik yaptığında hemen harekete geçiyorsun ve o iyi niyeti borç olarak ödemeye çalışıyorsun. Ben ise biri bana iyilik yaptığında art niyet arıyorum ve diyorum ki onca acı çektim bir zahmette biri bana iyilik yapsın… Şimdi böyle düşününce de sen yanımda baya bir masum kaldın.” Deyi verdim. Son sözü söylememle ikimizde gülmüştük. Garson içeceklerimizi masaya bırakmış ve gitmişti.

“Neye gülüyorsunuz, bize de söyleyin.” Merve’nin sitemkâr sesi ile ona döndüm. “Senin güleceğin bir şey yok kara şimşek!” Uraz takılırcasına konuşmuştu. Merve karşılık olarak göz devirmişti.

“Hele bakın kim geldi.” dedi Mert stresle. Hepsi aynı anda giriş kapısına bakınca bende oraya doğru dönmüştüm. Ellili yaşlarının ortasında olduğu beli, oldukça kilolu ve zengin olduğunu belli eden kel kafasıyla giriş yapan bir adam vardı. Etrafına bir anda bir sürü adam yığılmış ve onunla ilgilenmeye başlamışlardı. Etrafa merakça göz attı. Psikopat bir tavrı vardı. Gözü bizim masada takılı kalmıştı. Soğukça her birimize baktı. Bende duraksadı ve uzunca süzdü.

“Heyecanlandığını belli edeyim deme Mihran. Onun lakabı köpekbalığı, kokunu bu mesafeden bile alır.” Uraz’ın ağzının içinde yuvarladığı kelimeler beni daha bir kasmıştı. Sesli bir şekilde yutkundum. Adam ruhsuz bir bakış atmış ve masaya hitaben başını eğerek selam vermişti. Diğerleri de aynı hareketi yaparak cevap vermişti.

“Kim bu adam, neden öyle baktı?” Merakla, Mert’e bakarak sordum.

“Brando Davis. Dünya Uluslararası ticaret merkezi başkanı! Alt başlığını söyleyecek olursak da uyuşturucu baronudur.” dedi hiç hazzetmeyen bir sesle. Şaka gibi bir yerdeydim. Saygıdeğer diye nitelendirilen birinin bu pozisyonda olması hayal kırıklığıydı. “Köpeği dün gece öldürüldü. Haliyle biraz depresyonda, o yüzden öyle baktı.” Uraz’ın üzgün ifadesi hiç de inandırıcı gelmemişti.

“İyi de sizinle ne alakası var? Hem kim bir hayvanı öldürmek ister ki, hiç akıl karı değil!” Diye sitemde bulundum. Hepsi aynı anda gülmeye başlamışlardı.

“İnsan olan hayvandan bahsediyor Mihrancığım. Conroy Freeman ile yakın dostlar, tabii dün gece öldü. Haliyle kendisi şu an yasta.” Mert’in açıklayıcı sözleri beni düşündürmüştü. Şimdi her şey yerine oturmuştu.

“Bu arada dün gece bir sıkıntı çıkmadı değil mi? Her şey istediğiniz gibi mi-“Lafımı kesen Uraz’ın eliydi. Yanlış bir şey demem için elini ağzıma dayamıştı. Bu hareketine gözlerimi büyüttüm. Yavaşça elini geri çekti.

“Konuşulacak şey var konuşulmayacak şey. Uyarmayacağım bir daha!” Öfkeyle soludu. Mahsunca hepsine bakmış ve başımı çevirmiştim. Aslında bir anda ağzımdan kaçmıştı. Etrafta binlerce kişi var ve biri duyup işler çok farklı bir yere gidebilir. Brando Davis masasına yerleşmiş herkes yanına gelip selam verip gidiyorlardı.

“Bu adam da masanın bir üyesi değil mi?” Diye sordum. “Maalesef!” Merve’nin sıkkın sesi kaşlarımı çatmıştı. Belli ki hiç hazzetmiyordu. Giriş kapısı yeniden açıldığında bir kadın girmişti. Uzun boylu ve olgun bir kadındı. Üstünde bedenini saran bir takım elbise vardı. Gözüme değişik geldi.

“Geldi değişik! Bir şeyden de eksik kal…” Mert’in homurdanması bana kadar gelmişti. “Bu kadar sevdiğini belli etme sevgilim. Kıskanacağım valla!” Keyifle Merve karşılık vermişti. Saçını erkek tıraşı yapmıştı. Dumanlı göz makyajı yapmıştı. Kırmızı bir ruj sürmeyi tercih etmişti ve bu onu daha bir ilginç kılmıştı.

“Kim bu Merve?” Diye bir soruda bulundum. O sıra benim gözler Uluğ’u arıyordu. Nerede bu adam?

“Gloria Roy, nam-ı değer akrep! Merhaba dersen bile eline zehrini bırakır. Halk arasında Dünya Sağlık Örgütünün yöneticilerinin başı olur. Ama alta indiğinde kaçak ilaç sektörünün baş lideri…” Merve heyecanla anlatmıştı. Kadın bizi fark etmemişti, yerine geçmiş aynı Brando Davis gibi herkes sıraya girmiş ve selam vermeye gelmişti. Bu nasıl bir ortamdı. Meğer bizim dünya ne kadar da küçükmüş. Hele bu dünyaya bakın…

“Bu ne ya, sen benim aklıma mukayyet ol!” Kendi kendime sesli söylenmiştim. Kıkırtı gelince onlara doğru dönmüştüm. Yüzlerindeki imalı gülümsemeyle bakıyorlardı. Bu tavırlarına karşı göz devirdim.

“Peki bu da mı masa da?” diye sordum. “Yani öyle.” dedi Mert huysuz sesle.

“Hepsi yabancı galiba, aralarında tek siz mi Türk’sünüz?” Merakla sordum. Mert öne eğilmiş, ciddi bir yüze bürünmüştü. “Hayır tabii ki de Uluğ’un haricinde iki kişi daha var?” Kendilerini neden dahil etmemişlerdi ki? Yoksa onlar masa da değil mi?

“Neden sadece Uluğ’u belirtin ki, sizlerde masada değil misiniz?” Dye sordum. Hepsi bir an da alayla güldü. Tuhafça göz attım.

“Her elini kolunu sallayan o masaya oturamaz Mihrancığım! Liderler olur ve arkalarında savaşçıları… Bu düzen böyle geldi, böyle de gidecek.” dedi Mert emin bir ses ile. Bu şekilde konuşulduğunda gerçekliği sorguluyordum. Ve bu benim sadece başımı ağrıtıyordu. Stresle başımı bu iğrenç mahlukatlara çevirmiştim. Hırsları, öfkeleri ve nefretleri yüzlerinden belli oluyordu. Kimse nezaketen de bile olsa gülümsemiyordu. Herkes ne hissediyorsa o şekilde karşısındakine davranıyordu. Aslında olması gerektiği gibiydi her şey…

Kapı yeniden gürültüyle açıldığında, farklı bir adam gözükmüştü. “Oha! Kâbus değil mi bu?” Merve’nin korku arasında şaşkın sesi kulağıma ilişince ona doğru dönmüştüm. Kapıdan içeri giren adam da takılı kalmış gibiydi.

“Mert, bu bir meydan okuma oluyor değil mi? Umarım ben yanlış biliyorumdur.” dedi Uraz tuhaf biçimde. Hiç iyi şeyler olmuyordu. Ve belli ki bazı şeyler kontrolleri dışında gelişiyordu.

“Muhtemelen Conroy Freeman’ın ölümünü şüpheli bulmuş ve yakalanma pahasına rağmen kardeşini yollamış. Tersiyer bu Uraz tilkinin önde gideni…” Bakışlarını bir an olsun o adamdan çekmeden konuşmuştu. Hep ismi dönen Tersiyer’in kardeşiydi. Merakla başımı onun tarafına çevirmiştim. Salonun tam ortasında durmuş birtakım kişilerle ayak üstü konuşuyordu. Uzun boylu ve kaslı bir yapıya sahipti. Gözleri gece kadar siyahtı. Bakışlarını daha da korkutucu kılmak için göz içine siyah bir kalem çekmişti. Saçlarını üç numaraya kestirmiş. Smokininin kapatamadığı yerlerden dövmeleri gözler önüne serilmiş durumundaydı.

Arada sırada etrafa göz atıyordu. Bence birilerini arıyordu. “Kim tam olarak bu?” Diye söylendim. Sanki hipnoz etkisi vardı, gözümü bir an olsun kırpmadan onda kalmıştım.

“Aaron Matinyan, Ermeni bir soysuz da denilebilir. Varlığı bile onu soysuz yapmaya yeter! Bu işle ilgileniyor falan filan kimse diyemez, çünkü her iş onlardan sorulur. Biri illegal iş mi yapacak ilk onların kapısını çalar. Bizim de ebedi düşmanlarımızdır.” dedi Mert öfkeyle. Aaron Matinyan’ın bakışları bizim masaya çevrilmiş ve çenesini havaya doğru kaldırmıştı. Tatmin olmamış bir hale bürünmüştü. Sadece tebessüm edip arkasına dönmüştü.

“Bak, bak hareketlere bak! Tabii Uluğ’u göremedi, hemen arkasına döndü. Ebesine geçirdiğim!” Diye söylendi Uraz. Sesli bir nefes vermiş, başımı arka koltuğa yaslamıştım. Annem iyi miydi? Buralar artık bana dar gelmeye başlamıştı. Bu elbise bile bana o kara geceyi anımsatmıştı. Sanki süslenmem kendime bakmam günah gibiydi. Vücudum suçlu psikolojisine giriyordu. Nefes alırken göğsüm inip kalkıyordu ve bu eylem bile canımı yakıyordu. Bir şeyler bitmeliydi yoksa ben bitecektim. O adamın sesi bile yetmişti bu hale gelmeme.

Bunca kalabalığın içerisinde yapayalnızdım. Dünyevi bir madde arayan ruhum bile kenara geçmiş ölümün onu kucaklamasını bekliyordu. Aslında bu hayattan bir beklentim veyahut isteğim yoktu. Dümdüz yaşamak ve daha fazla zihnimin travmalara maruz kalmasını istemiyorum sadece. Mesela uyumaktan korkmamalıydım. O anları göreceğim korkusu sarmamalıydı bedenimi. Ruhum uyumamak için direnmek zorunda kalmamalıydı.

Gözlerimi yorgunca etrafa çevirdim. Beş masa ötemde onu görmüştüm. Herkes gibi Uluğ’da bir masaya geçmişti. Ve masada sadece tek bir kadın vardı. Herkes gibi kalabalık bir masa değildi. Pür dikkat kadını dinliyordu. Kadının sırtı bize dönüktü, o yüzden yüzünü göremiyordum. Sıkı bir topuz yapmış, derin bir sırt dekoltesi vardı. Yılan figürü bir dövmesi vardı. Uzun boylu ve fit bir kadın olduğu anbean belli olabiliyordu. Acaba Emily denilen kadın bu olabilir miydi?

Uluğ amacına o kadar odaklanmış ki gören gerçekten de karşısındaki kadına ilgi duyduğunu sanırdı. Peki bu durum neden benim canımı sıkıyordu? Göğsüme bir ağırlık oturmuştu. Kadına gülümsüyordu. Elini uzatmıştı o da karşılıklı olarak elini tutmuştu. Ve yeniden gülümsemişti. Böyle gülümsediğini hiç görmemiştim. Böyle bir tavrını da görmemiştim. Oldukça nazikti.

“O kadın Emily değil mi?” Diye sordum. Gözümü onlardan bir an olsun alamıyordum. “Ta kendisi olur. Yüzünü gördün mü sen?” Merve’nin sesi ile ona dönmüştüm. “Hayır görmedim, dalmıştım.” Diye cevap verdim. Bana tuhaf bakıyordu. Hep öyle bakıyordu sanki. Her şeyden bihaber tavır sergiliyordu. “Fark ettim daldığını.” İmalı sesi kaşlarımın çatılmasına sebep olmuştu. “Anlamadım, ne demek o?” Neden bu kadar öfkelendiğimi bende anlamamıştım. Uraz ile Mert birbirlerine bakmışlardı. “Bazı şeylere fazla dalıyorsun. Boğulursun demedi deme Mihrancığım.” Yine aynı imalı tavrı ile konuşmuştu. Neler oluyordu, ben bir şey mi kaçırmıştım. “Açık açık konuşsana Merve neyi ima ediyorsun.” Öfkem anbean alevleniyordu. Bu kızın durmadan bu tavırları artık beni çileden çıkartıyordu.

“Ne anladıysan o. Bir şey ima ettiğim de yok sadece bir kadın olarak seni uyarmak zorundayım. Hepsi bu.” Buz gibi bakışları vardı. Ama tuhaf bir biçimde samimiydi. Öylece onu izlemekle kalmıştım. Beni uyarıyordu ama ben zerre bir şey anlamamıştım. “Dediklerinden hiçbir şey anlamadım. Her zamanki tavırlarına yoruyorum. O yüzdende seni kafama bile takmıyorum.” dedim Bezmişçesine. Dudaklarını öne doğru sarkıtıp küçümseyici bir bakış atmıştı. “Öyle olsun ama demedi deme sen sadece anlamamayı tercih ediyorsun Mihran.” Demiş ve bana bakmayı sonlandırmıştı. Gözlerimi tereddütle ondan çekmiştim. Daha fazla düşünüp canımı sıkmak istemiyordum.

Emily oturduğu yerden kalktığında pür dikkat onları izlemeye koyulmuştum. Uluğ’da nezaketle ayağa kalkmıştı. Emily, Uluğ’a doğru adım atmış, elini omzuna atmıştı. Anlaşılan bu kadın temas seviyordu. Daha da yaklaşmış bir an bile tereddütte kalmadan Uluğ’un dudaklarına uzun sayılabilecek bir öpücük kondurmuştu. Kör olmalıydım… Şaka mı bu? Uluğ onu itmeliydi veya rahatsız olduğunu anbean göstermeliydi. Ama bir şey yapmalıydı. Mesela şu an onun gözlerine bakarak gülümsememeliydi. Ondan beklemediğim bir hamlede daha bulunmuştu. Uluğ, Emily’in belinden tutmuş ve kendine çekip sarılmıştı. Bunu Uluğ yapmıştı. Hem de kendi iradesi ile.

Düşünmek benim için katlanılmaz bir eylemdi. Bu yaşımda gülüp eğlenmeliydim. Adeta şelaleden akan bir su gibi akmalıydı yaşamım. Lakin benim tek yaptığım şey geçmişi ve geleceği düşünmek… Bu hayata yenik başlamışım fakat böyle devam ettirmemeliydim. Dur demeliydim mesela bu veryansın günlere. Tünelin sonunu göremiyordum. Süregelen bir karanlıkla devam ediyordum. Oysa ışıklandırmada yoktu.

-BÖLÜM SONU-

Bölüm Sonu Sözü…

“Tünele girdiğinizde dikkat edin dostlarım, umut sandığınız ışık, tren farı olabilir…”

(Charles Bukowski)

 

-Umarım bölümü beğenmişsinizdir? Lütfen buraya duygu ve düşüncelerinizi bırakınız. Sabırsızlıkla okumayı bekliyor olacağım. Oy ve yorum atarsanız beni mutlu etmiş olursunuz. Şimdiden herkesin okuyan gözlerine sağlık.

-İçinizden geçenler?

-Uluğ Mirza?

-Mihran?

-Mert?

-Uraz?

-Korcan?

-Merve?

-Zafer Usta?

-Brando Davis?

-Gloria Roy?

-Aaron Matinyan? (Tersiyer’in öz kardeşi)

-Conroy Freeman? (Masanın yöneticisi)

-Jason Anderson? (Yöneticinin sağ kolu)

 

İletişim bilgileri…

Instagram/ feveranofficial

Twitter/ Dilayybaskin

 

 

 

Bölüm : 04.02.2025 23:18 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...