“Anlamak isteyen sesinden de anlar, sessizliğinden de…” 2
FEVERAN
-
İTİRAF
🕊️
Bazen sevgi bizlerin temel ihtiyacı yerine geçebiliyordu. Bilhassa yalnız ve umutsuz olduğumuz vakitlerde... Tek bir gülüş veyahut bakış içimizdeki umuttu yeniden canlandırabiliyordu. Sonu her zaman can yakıcı olsa bile… Gerçeklik gün yüzüne çıkana kadar bu heyecan dolu bir andı.
İçimdeki bu acıyı tarif edecek bir kelime bulamıyordum. Değişikti, bu duygu hiç tanıdık değildi. Hiçbir acıma benzemiyordu. Yaşamamayı, görmemeyi dilerdim. Ya ben gözümde çok büyüttüm ya da bu gördüklerim birer kurmacadan ibaretti.
Kendime gelmeliydim. Gözlerim dolmuştu. Nedenini sorgulamıyordum artık. Öfkem her geçen saniye artıyordu. Kendime, duygularıma ama en çok da ona… Hiç derdim yokmuş gibi başıma bu adam çıkmıştı. Gözümün önünde öpüşmüş ve sarılmışlardı. Oysa öyle bir adama da benzemiyordu. Öyle bir ağır abi gibi takılıyordu ki kadınlara karşı bir zaafı olduğunu düşünememiştim.1
İçimdeki ses abartma diyordu. Abartan bir taraf varsa o da Mirza Köksoy’du. Pençelerim çıkmaya başlamıştı bile. Gözümü bir an olsun onlardan alamıyordum. Mutluydu… Mutlu olmasa o kadından bir an olsun bakışlarını ayırmak istememezlik etmezdi. Tebessüm ediyordu. Çünkü mutluydu. Ona sarılıyordu. Çünkü o kadından etkilenmiş veya hoşlanmıştı. En azından ben öyle düşünüyordum. Belki de böyle bir adamdı. Tişört değiştirir gibi kadında değiştiriyor olabilirdi. Şu an gözümde her şeyi yapabilme potansiyeline sahipti.
“Let Uluğ's game begin!” (Uluğ'un oyunu başlasın!) Merve’nin eğlenen ve heyecanlı sesi kulağıma iliştiğinde baygın gözlerle ona dönmüştüm. Üçünün de dudaklarında kurnaz bir tebessüm yatıyordu. Onlara göre olan bu oyunun ciddi bir gerçekliği vardı. Belki de Mirza bu yüzden sözde oyunu kabul etmişti. Kim bilir belki de o kadınla derin bir mazisi vardı. Şayet çok da samimilerdi. Sonunda ayrılmayı başarabildiklerinde Emily, masada duran çantasını almış, son kez Uluğ’a dönmüş bir şey deyip arkasına dönmüştü. Emily, devasa kapıdan çıkana kadar onu inceledim. Kırmızının tonunda menekşe renginde diz altına kadar gelen ve vücudunu saran derin bir göğüs dekoltesi olan kıyafet giymişti. Fiziğini gösterebilmek için çok iyi bir tercih yapmıştı.
Kapı ardından kapandığında duygusuz bir yüzle ona dönmüştüm. Bu sefer olduğu yerde durmuş aynı benim yüz ifademle bana bakıyordu. Çok uzatmadan ve ona müsaade etmeden bakışlarımı çekmiştim. Umurumda değil gibi davranmaya çalışıyordum lakin içimde fırtınalar kopuyordu. Eski duygusuz halime dönmeliydim. Haddinden fazla gevşemiştim. İpleri elime almanın vakti geldi de geçiyordu.
“Ah Merve, sizde mi buradaydınız?” Masamıza yabancı bir kadın ve erkek gelmişti. Tuhafça onlara baktım. Bizimkiler tanıyordu belli ki. Tebessümle onlara bakıyorlardı. “Evet tatlımda siz ne zaman Tokyo’dan döndünüz ya! Alacağınız olsun, Instagram’da da bir paylaşımın olmadı. Şu an şoklardayım.” Demiş ve ayağa kalkmıştı. Aynı şekilde Mert’te ayağa kalkmıştı. Ve sıkıca sarılmışlardı. “Bro bakın sizin enerjiniz düşmüş ha! Gecelerin aranan ekibi nerede? Yaşlandınız mı ne oldu size? Oğlum, Tolga sizin bu halinizi bilse var ya yerinden hortlayıp teker teker alkol duşu aldırırdı.” dedi sonlara doğru hepsi birden gülmüşlerdi.
“Yapardı, hatta onunla yetinmez dansöz ordusunu getirirdi şerefsiz.” Diye takılmıştı Uraz. Ondan bahsetmeleri beni uzak diyara savurmuştu. Kendi aralarında konuşup gülüyorlardı ama sanki ben onları duymuyor gibiydim. Yine aynı noktaya gelmiştim. Yabancıydım. Her şeye ve herkese karşı… Burayı da sevmemiştim. Olduğum her yeri sevmediğim gibi. Acaba varlığım mı buna mâni oluyordu?
Uluğ’un masamıza geldiğini gördüğümde bakışlarımı başka yere doğru çevirdim. Aramıza ciddi bir mesafe koymanın vakti gelmişti. “Uluğ n’aber dostum?” Masaya gelen adını bile bilmediğim ve gereksiz bir samimiyete sahip adam hemen konuşmaya atlamıştı. Göz ucuyla onlara döndüğümde Uluğ’un tuhaf bakışı ile karşılaşmıştım. Kimse umurunda değil tek odak noktası benmişim gibi. Gibi işte oysa daha kaç kadın ile neler yapmıştır.
“İyidir, on beş dakika sonra mekân boşaltılıyor. Eliz’i alıp dikkatlice gidersiniz Altay.” Çatık kaşları ve huzursuz yüzü ile konuşmuştu. Bakışları yeniden bana uğradığında başımı çevirmiştim. “Tabii nasıl istersen de senin keyfin pek yerinde değil gibi, yardımcı olabileceğim bir şey var mı?” İsmini yeni öğrendiğim Altay uysal sesi ile konuşmuştu. Gözlerim etrafı tarıyordu. Ona bakmamak için kendimle üstün bir savaşa girmiştim. Umursamazca etrafa bakınırken biriyle göz göze gelmiştim. Brando Davis, uzun bir süre beni izlediği bakışları ile belli ediyordu. Çekmeye de niyeti yok gibiydi. Beni analiz etmeye çalışır gibi bir hali vardı. Kasılmış ve korkmuştum. Mert’in söyledikleri beni germişti.
“Senin halledebileceğin bir mesele yok. Dediğimi yap o bana yeter.” Uluğ’un yüksek ve öfkeli sesi ona dönmeme neden oldu. Bakışları Brando Davis’teydi. Aralarında sessiz bir konuşma geçmiş ve önlerine dönmüşlerdi. Uluğ direkt bana bakmıştı. Öfkelendiği çenesinden anlaşılabiliyordu. Altay ile Eliz talimat almış gibi, herkesle teker teker vedalaşıp masadan uzaklaşmışlardı. Salonda bulunan diğer insanlarda yavaştan mekânı terk etmeye başlamışlardı.
“Merve dua et tahmin ettiğim şey olmasın yoksa bedeli herkes için ağır olur!” dedi öfkeyle harmanlanmış bir ses ile. Merve şaşırmış tereddütle etrafa bakınmıştı. “Bir şeyden mi şüphelendin?” Diye sordu. “Biri bir şeyden şüphelendi!” dedi sıkıntıyla. Diğerleri birbirlerine imalı bakış atmıştı. Uluğ’un bakışları bana dönmüştü. Ondan hazzetmeyen bir tavır takınmıştım.
“Benimle gel…” dedi karışık bir sesle. Utanç vardı. Öfke vardı. Ve merhamet vardı. Bu üç duyguyu da hissedebilmiştim. Başımı başka tarafa çevirmiş ve bu sayede cevabını vermiş olmuştum. Mümkünse benden uzak durmasını istiyordum. İçimde tarifi olmayan değişik bir zehir yatıyordu. Adeta elimde olsa onu bir kaşık su da boğmak istiyordum.1
Uluğ’un bir an düşünmeden ayaklarımın dibine çökmesiyle neye uğradığımı şaşırmıştım. Bakışlarımı etrafa çevirdiğimde tüm masa üyelerinin buraya baktığını görmüştüm. Şaşkınlıkla Uluğ’a döndüğümde bacaklarımın üzerinde duran ellerimi avuç içine hapsetmişti. “Lütfen sadece beş dakika.” Son kelimeyi öyle bir tonla söylemişti ki o yeşil gözlerinden öpmek istemiştim. Ne diyordum ben be, iyice kafayı yiyordum. Kendine gel Mihran valla ha da ağzının ortasına bir tane geçireceğim şimdi. Dik dur biraz be kızım ne bu jöle gibi haller.
Hiçbir şey demeden ketum yüzümle ayağa kalkmıştım. O ise bir süre daha aynı pozisyonda kalırken ardından ayağa kalmıştı. Tuhaftı, bakışları her şeyi. Ama artık bir anlam yüklemek istemiyordum. Kandırılıyormuşum hissi bedenimi sarmalamıştı. Kendime gelmeliydim. Kenara geçmiş yürümem için yolu açmıştı. Daha fazla beklemeden yürümeye başlamıştım. Uluğ’da elini belime atmış beni gideceğimiz yere doğru yönlendirmişti. Salonun bar kısmının sol tarafında bulunan uzun koridordan geçmiştik. Her adımımızda kalabalığın sesi yok oluyor gibiydi. Tüm sesler arkamızda kaldığı vakit etrafın ürkütücü sessizliği bizi selamlamıştı. Yol bir türlü bitmek bilmiyordu.
“Gelmedik mi daha, sıkıldım artık!” dedim memnuniyetsiz bir sesle. Sağa dönmesi ile karşımıza yeniden kocaman bir kapı çıkmıştı. “Geldik.” Demişti. Kapının sol tarafında bulunan tabletin üzenine elini sabitlemişti. Ve kapı otomatikman açılmıştı. Bunlar gerçekleştirirken benim ağzım bir karış açılmıştı. Sanki bambaşka bir yere ışınlanmış gibiydim. Tüm bu olanlar beni şaşırtıyordu.
Uluğ geçmem için kenara kaymıştı. İçeri adım attığımda burasının bir yatak odası olduğunu anlamıştım. Özel ve geniş bir odaydı. Ama neden buraya gelmiştik ki? Ona döndüğümde dışarıda olan tabletin aynısının içeride de duvara sabitlenmiş biçimde olduğunu görmüştüm. Ve Uluğ’un o tablette bir şeyler kurcaladığını görmüştüm. Her ne yapmışsa kapı gürültüyle yeniden kapanmıştı. Kapanan kapının ardında tek kalmıştık.
“Vakit kaybetmeden ne söyleyeceksen söyle!” dedim ruhsuz bir sesle. Karşımda durmuş ve tepeden aşağı beni seyre durmuştu.
“Bir şey içmek ister misin?” Bir o kadar uysal sesle konuşmuştu. Bir kaşımı kaldırmış sinirle solumuştum. Bunu cevap olarak almış olacak ki başını sallamıştı. Onu öldürecekmişim gibi bakıyordum. Ve ben buna bir türlü mâni olamıyordum.
“Bir sorun mu var Mihran?” Sesinden sinirlenmeye başlayacağının sinyalini almıştım. Vücudum gibi yüzümde düzdü. Hissiz ve bir o kadar katıydım. Kendime bile…1
“Birçok sorun var Uluğ!” dedim aynı ruh halim ile. “O halde en can yakanını söyle,” dedi benim bu tavrıma anlam veremiyordu. Yüz şeklinden bunu çıkarmıştım. “Söylediğimde ne değişecek?” Susmuştu. Bir süre sessizliği paylaşmıştık.
“Buraya gelmemeliydin…” Uluğ’un boğuk sesi genzimi yakmıştı. “Doğru… Gelmemeliydim.” dedim aynı sesle. İçimde tarif edilemez bir duygu vardı. Ve tuhaf tarafı onda da aynı duygu varmış gibiydi. “Öyleyse neden geldin?” dedi sorgulayıcı bir tavırla. “Bilmem, hiç düşünmedim.” Kaşlarını çatmıştı.
“Ama bir taraftan da iyi ki geldin diyorum. Kendime gelmem için bu çok güzel bir fırsat oldu.” Uzun zamandır derin bir şeyin içine doğru sürükleniyordum. Bunun bende ne adı ne de bir tanımı vardı. Ama bir şeye doğru tatlı bir esintiyle hapsolduğumu iliklerime kadar hissedebiliyordum. Ve bu yolun sonunda Uluğ vardı. Her şeyimle biliyordum. Süreç her ne kadar tatlı olsa da sonuç canımı yakacaktı. Bunun da farkındaydım. Ve bu gece benim için bir uyanış olmuştu.
“Senin adına mutlu oldum. En azından birimiz mantığını kullanabilecek!” Lafları düz olmasına rağmen bakışları bir o kadar anlamlıydı. “Dediğine bakacak olursak, sen aklını kullanamayan taraftasın. Doğru mu?” dedim bir an olsun yüzümün şekli oynamamıştı. Ona karşı bir duvar oluşmuştu, ben bile geçemiyordum.
“Yakın bir zamanda onu kaybettim.” Bunu derken yutkunuşunda kaldı gözlerim. Yüzü pürüzsüzdü. Her zamanki gibi. Bugüne özel mi yoksa benim gözüme mi güzel geliyordu anlayamamıştım. “Endişe etme, aklını yerine getirecek elbette birileri olur. Kim bilir belki de bu gece senin için idealdir.” Aklıma o kadın gelmişti. Sinirle ensemi kaşıdım. İçimde taşmak bilmeyen bir ateş vardı. Harlandıkça harlanıyordu.
“Emily ile aramda sandığın gibi bir şey yok Mihran.” Uluğ’un açıklamak istercesine halleri beni daha da öfkelendirmişti. Hem de o kadının adını ağzına alışı nefes almama engel olmuştu. “Benim o kadını kastettiğimi de nereden çıkardın?” Sakince sorumu sordum. Ardından aklıma gelenle sesime engel olamadan konuşmuştum. “Ah tabii ya… Aklından çıkaramamışsan demek ki!” Kendi kendimle konuşmuştum aslında. Halen düz bakıyordu.
“Daha fazla saçmalama istersen.” Bu tavrımdan canı sıkılmıştı. Bakışlarını etrafa çevirmişti. Ceketini çıkarmış ve yatağın karşısında duran koltuğa fırlatmıştı. “Ben mi saçmalayan, bir kendine bak istersen; aramda sandığın gibi bir şey yok dediğin kadınla öpüştün. Kim saçmalıyor acaba?” Yan gözle bana bakmıştı. Vücudunu tamamıyla bana doğru çevirmişti.1
“Ne oldu, yanlış bir şey mi söyledim. Olanı dillendirdim sadece… Hem bana ne canım istediğinle şey yapabilirsin, beni ne ilgilendirir ki!” Tek nefesle söylenmiştim. Elim ayağım birbirine girmişti. Bir anlık gelen farkındalık konuşmama engel olmuştu. Bana doğru yürümeye başlamış ve tam dibimde durmuştu. Bu ani yaklaşımı yeniden ellerimin uyuşmasına sebep olmuştu.
“Hani bu gece seni kendine getirmişti, yine kendini kaybettin farkında mısın Mihran?” dedi usulca. Farkındaydım, fark etmez olur muydum? Duvarı indirmenin zamanı gelmişti.
“Dedim ya sana İyilik ile kötülük arasında bir yerdesin diye?” Bu onun için bir soruydu benim için ise bir cevap. Sadece başını sallayarak onaylamıştı. “Hayır Uluğ… Sen benim için kötüsün! Beni ben olmaktan çıkaran tek kişisin. Nasıl diye sorma hissediyorum sadece. Bana hiç iyi gelmedin!” Derince yutkunup, bir süre gözlerini kapatmıştı.
“Daha bir şey yaşamdık ki? Belki bu ortamlar sana göre değildi ama-“ Lafını kesmiştim. “Sen bana göre değilsin!” dedim net bir biçimde.
“Aynı şeyden mi bahsediyoruz Mihran? Çünkü ben genel olayları kastediyordum!” Yüzü, her şeyi halen düzdü. “İkimizde aynı şeyden bahsediyoruz Uluğ. Bence birbirimizi daha fazla kandırmanın bir manası yok!” dedim en cüretkâr halimle. Neler olduğunu kavrayamadan belimden tutmuş ve beni kendi etrafında döndürmüştü. Bir an bakışlarımız birleşince öfkeyle harmanlanmış bir merhametle bana bakmıştı. Ama onu da sindirmeme izin vermemiş ayaklarım bir anda yerden kesilmiş ve puslu geceye sesim yayılmıştı. Arkamda duran koca kapıya doğru gitmeye başlamıştı. Boynunda olan ellerim bu yakınlık karşısında terlemişti. Sırtım kapının sert dokusuyla buluşunca ayaklarımda yerle birleşmişti. Ama Uluğ’un eli halen belimde ve oldukça yakınımdaydı.
Alnını alnıma yaslamış ve gözlerini kapmıştı. Onu izliyor ve yaptığı bu anlamsız eylemini anlamlandırmaya çalışıyordum. Nefesi dudaklarıma çarpıyor ve uğradığı her uzvumda cehennem çiçeği yeşertiyordu. “Aynı şeyden bahsedelim Mihran…” Gözleri kapalı bir şekilde yoğun ses tonu ile konuştu. Bu ses tonu karşısında kalbim depar atmıştı. Lütfen der gibi konuşmuştu. Yine beni kendi ekseni altına almayı başarmıştı. Oysa daha az önce kendime ne söylemiştim. Kendime kızıyordum, tek kendime…
“Aptal değilim, aptal değilsin! Bir şeyler oluyor, bende sende,” Durmuş ve usulca gözlerini açmıştı. Önce gözlerime hemen ardında ise bakışlarını dudaklarıma indirmişti. Biri bana nasıl nefes alındığını gösterebilir miydi? Çünkü ben onu bile unutmuştum.
“Durduk yere aklıma geliyorsun. Hem de hiç olmadık yerlerde… Kimseye hatta hiç kimseye etmediğim kadar sana merhamet ediyorum. Bu duygu benden gideli baya bir olmuştu. Dediğin gibi birbirimizi kandırmanın alemi yoktu, inkâr da edemem zaten… Senden etkileniyorum. Hoş ya bunu baya bir belli ettiğimi varsayıyorum.” Her kelimesi beni şaşkına çevirmişti. Ama bir düşündüm de bu hissettiği her şeyi bende hissediyordum. Yoksa bende ona… Yok canım daha neler…
“Bu doğru değil…” Kendimden bile beklemediğim bir anda dudaklarımdan bu kelimeler dökülmüştü. Az önce başka bir kadınla öpüşmüş şimdi ise karşıma geçip bu sözleri söylemişti. Ama ne romantik değil mi? “Doğru olan ne ki Mihran?” Öyle bir söylemişti ki, neyimiz doğru der gibi. Yeşil harelerine uzunca bakmıştım. Bazen dalıp gidiyordum, nereye gittiğimi bile bilmeden. Hemen sonra ise dudağının altındaki bene takılıp kalıyordum. Sanki orada yaşayabilirmişim gibi geliyordu. Ama yaşamayacaktım. Buna asla izin vermeyecektim. Öfkeyle göğsünden onu itmiş ve kendimden uzaklaştırmıştım.
“Değil seninle aynı yolda yürümek senin içtiğin su bardağından bile içmem! Her şey doğru olabilir, her şey… Ama benim için sen yanlışsın! Bu Tolga meselesini de hızlandırabildiğin kadar hızlandır. Ne yaşanıyorsa yaşansın çünkü sizin bu yaşam tarzınız bana ters gelmeye başladı. Tuhaf tuhaf insanlar, değişik bir gizem havaları, birbirinize taktığınız absürt lakaplar. Hepiniz Tanrı gibi davrandığınızın farkında mısınız acaba? Bir ben garipsiyor olamam değil mi?” Ona olan öfkemi nasıl çıkartacağımı bile bilmiyordum. Kafa göz dalsam bile içim soğumayacakmış gibi. Bocalamış gibiydi. Alt dudağını dişlerinin arasına almış düşünür bir vaziyete bürünmüştü.
“Konuyu dağıtmak istedin ve başardın. Ama anlamıyorum, bana neden bu kadar öfkelendiğini anlayamıyorum. Aramızda öyle bildiğim veya hatırladığım kadarıyla bir şey yaşanmadı.” Sorusu bile cevaptı. Söyleme şekli her şeyden bihaber gibiydi.
“Varlığın bile artık bana fazla gelmeye başladı. Hani sen diyorsun ya, kimseye etmediğim kadar sana merhamet ediyorum diye belki de Saye’nin yerine beni koymaya çalışıyorsundur. Ve belki de bunun sende farkında değilsindir Uluğ, olamaz mı? Benden etkilendiğinden bahsediyorsun ya, bence bu hissettiklerin senin yorduğun gibi değil. Sen geçmişte sana ait birini kaybettin ve onu arıyorsun. Ama hiç kusura bakma Mirza Köksoy ben hiçbir zaman o kişi olmayacağım!” Sarf ettiğim her kelimede kaşlarını çatmıştı. Şaşırmıştı. Oysa gerçekten de ben bu şekilde düşünüyordum.
Bu hisleri ve hareketleri beni hep Saye’ye götürüyordu. Onun adı bile geçse göz içi kızarıyordu. Bu yoğun duygunun ardında derin bir mazi yatıyordu. Ve ben bu mazinin altında eziliyordum. O yüzden yaptığı her eylemi bana absürt geliyordu. Konuşası yoktu. Öyle bir harekette bulunmuyordu. Sanki son noktayı ben koymuş gibiydim. Ve belki de söylediklerimde ciddi bir doğruluk payı vardı. Ve bu pay onu susturuyordu. Havanın acımasız sessizliğini bozan bir kapı sesiydi.
“Abi her şey hazır, seni bekliyorlar.” Arif’in kapı ardından aramıza giren sesi ile derin bir nefes almıştım. Uluğ kendine gelmek için genzini temizlemiş ve yüzünü elleri ile sıvazlamıştı. Bir şey demeden kapıya doğru gitmiş yine tabletten bir şeyler kurcalamış ve kapı gürültüyle iki kanattan açılmaya başlamıştı. Her şey gerçekten çok tuhaftı. Arif’in emir bekleyen vücudu gözükmüştü. Uluğ hiç bana bakmadan konuşmaya başladığında sinirlenmiştim.
“Arif Mihran’ı al bizimkilerin yanına götür, ben arkanızdan geleceğim.” dedi düz bir sesle. “Tabii abi emrin olur. Buyurun Mihran Hanım.” Sağ elini öne doğru atıp bana bakmıştı. Uluğ’a döndüğümde düz bir şekilde kapının kenarında durduğunu görmüştüm. Bir an olsun dönüp bakmamıştı. Öfkeyle nefesimi bırakmış ve önünden hızlıca geçmiştim. Cevap verme gereği bile duymamıştım. O kadar söz söyledim bir tepki mahiyetinde hiçbir şey göstermemişti. Düşüncelerimde haklı çıkmıştım. Öylesine diye attığım sözler doğru çıkmıştı. Peki benim neden yine canım yanmıştı. Bu adam ile ilgili bir şey düşünmek bile canımı sıkıyordu.
Arkamda Arif ile salona giriş yapmıştık. Gördüğüm bu manzara karşısında beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Az önceki atmosferden eser yoktu. O koca koca masalar ortadan kalkmış, sadece ortaya uzunlamasına devasa bir masa getirilmişti. Kimsecikler yok sadece masa üyeleri kendi localarında rahat bir biçimde oturuyorlardı. Ve on iki tane sandalye vardı. Bir çift gözün üstümde gezindiğini hissettiğimde başımı en uç sağ taraftaki locaya çevirmiştim. Brando Davis elinde viski bardağı ile ayak ayak üstüne atmış bana bakıyordu. Benim ona bakmamla elindeki viski bardağını havaya kaldırmıştı. Bu eylemi ile derince yutkunmuştum.
“Mihran Hanım yerinize geçin lütfen.” Arif’in uyarı dolu sesi ile hızlıca masaya yetişmiş ve Uraz’ın yanına oturmuştum. Dayanamamış yanımda oturan Uraz’a istemsizce bir soru yöneltmiştim. “Ya Uraz burada ne oluyor böyle? Niye herkes bu kadar sessiz?” Şaşkın sesime mâni olamadım.
“Sus Mihran zaten gerginim daha da germe!” dedi mırıltıyla. Gerginliği sessinden de anlaşılabiliyordu. Her yerin hazır olmasına rağmen kimse yerinden hareket dahi etmiyordu. Boğucu hava beni boğuyordu. İçerde olanlar ve burada gelişen fantastik olaylar karşısında patlamak üzereydim. Ansızın herkesin ayağa kalkması ile neye uğradığımı şaşırmıştım. Acaba bende mi kalkmalıydım? Herkesin aynı yere bakması ile arkamı dönmüştüm. Uluğ her zamanki kusursuzluğu ile salona giriş yapmıştı. Hiçbir yere dönüp bakmadan masaya doğru adım atmıştı.
Masanın başına tümünden farklı, daha geniş ve şatafatlı olan sandalyeye yerleşmişti. Herkes ayağa kalkmış fakat adım atmamışlardı. Uluğ’un el işareti ile hareket etmiş ve masaya doğru gelmeye başlamışlardı. İzlenimime göre anladığım şu oldu; tüm masa üyeleri yüzlerinde anlaşır şekilde bir huzursuzluk vardı ama Uluğ’da böyle bir şeyi göremiyordum. Evet öfkeliydi ve bu zaten onun her zamanki haliydi ama tam anlamıyla bir huzursuzluğu yoktu hatta her zamanki o can sıkkınlığı gitmiş yüzüne emin bir tavır gelmişti.
Herkes yerine oturmuştu. Baş köşeye Uluğ geçmiş, diğer baş köşeye de Aaron Matinyan geçmişti. Tek bir sandalye boştu. Kimse halen tek bir kelime etmemişti. “Ne ara başa geçtin ve neden bizim bundan haberimiz yok Çebi?” Aaron Matinyan, İngiliz aksanı ile konuşmaya başladığında herkes ona odaklanmıştı. Ablamın bana kattığı en iyi şey İngilizceyi öğretmesiydi. Her tatile geldiğinde hep öğretmeye çalışırdı. Ablam yurt dışında okumak istediğini söyleyince babam ablam için özel hocalar tutmuştu. İşte o vakitten beri ablam öğrendiği her şeyi bana da öğretmeye çalışırdı.
Uluğ rahat bir pozisyon almış ve konuşmaya başlamıştı. “Bir türlü anlamak istemedin Matinyan! Yapmak isteyip de yapamadığım çok az şey vardır. İmkânsız denilecek kadar hem de!” Uluğ’u ilk kez İngilizce konuşurken duyuyordum ve ses tonu oldukça ilgi çekiciydi. Yoğun ve tok bir aksana sahipti. Aaron Matinyan, rahatsızca yerinde hareket etmişti.
Brando Davis, sesini temizlemiş bu da konuşmaya dahil olmak istediğinin göstergesiydi. Yüzünde bariz bir tereddüt vardı. “İsteklerimizi yerine getirmedin Çebi, orada oturman ihlal dışı! Sana olan saygımızı çiğniyorsun. Kaybın var ve intikam istiyorsun, anlıyoruz seni ama bizi karşına alman çok büyük bir hatta!” Brando Davis’in aksanı oldukça değişikti. Onu anlamakta biraz zorluk çektim. Ama meydan okuyan bir hali vardı. Galiba herkes ortak dil olarak İngilizceyi seçmişti. Hepsinin bildiği…
“Bence en büyük hatayı siz yaptınız! Farkında değilsiniz dimi? Ben barış istemiyorum Davis… Bu saatten sonra sizin değil benim isteklerim önem arz edecek!” Uluğ’un sırt kasları gergin bir hal almıştı. Bu adam neyine güveniyordu böyle? Uraz, Mert ve Merve’ye döndüğümde aynı Uluğ gibi her birine acımasızca baktıklarını görmüştüm. Her an bir şeye dönüşecekler izlenimi aldım. Nereye düşmüştüm ben?
“Bizi unuttun galiba, bizden can giderse sende bir şey kalmaz Çebilerin torunu!” Bu sefer konuşan Gloria Roy olmuştu. Nam-ı değer akrep… Bu kadında tuhaf bir aura vardı. Uraz’ın dediği gibi değişik. “Roy… Beni en iyi tanıyanlardansın, öldüğünü bile anlamayacak bir plan kurarım ve herkes bunu kadere bağlar. Anladıkların da ise iş işten geçmiştir. Sizin gibi yedi düvele duyurup yenilmem. Hem mizacıma ters!” dedi rahat bir tavırla. Bunu demesi ile herkes birbirine bakmıştı.
“Amacın ne be kardeşim? Derdin bizi öldürtmek mi!” Yanımda oturan Uraz sıkıntıyla mırıldandı.
“Conroy öldü, Jason infaz edildi! Bu konu hakkında ne düşünüyorsun?” Aaron Matinyan bir anda söze daldı. Herkes aynı anda boş sandalyeye bakmıştı. Bariz bir üzüntüleri vardı. Belli ki o boş sandalye Conroy Freeman’ındı. Uluğ sigarasını yakmış ve bir kez içine çekmiş, dumanı geri bırakmıştı. “Yazık oldu, severdim kendisini… Kader işte!” dedi rahatça. Brando Davis öfkeyle Uluğ’a dönmüştü. “Beni karşına almaya kalkma Gölge! Bu senin sonun olur.” dedi dostunu öldürmüş olma ihtimali bile onu delirtmeye yetmişti. “Niye başından beri karşımda değil misin ki Davis?” Yine aynı umursamazlığı üstündeydi. Korkmuyordu. Masadaki herkes şekilden şekille girerken kendisi bir an olsun duruşunu bozmamıştı. Bu tavrı beni daha da geriyordu.
“Seni kabullenmediğim doğru ama hiçbir zaman düşmanım olmadın. Sen iyi bilirsin düşmanlarımın hazin sonunu!” İmalı sesi uyarı tonundaydı. Uluğ gülerek konuşmaya başlamıştı. “Ne oldu Davis güçlerimizi mi yarıştırıyoruz? Hiç deneme derim, malum kaybetmeyi hiç sevmezsin.” Herkes yerinde dikleşmişti.
“Uluğ çok ileri gidiyor. Zafer Ustaya mesaj attın mı Merve?” Mert stresli sesi ile mırıldanmıştı. “Attım, gelmek üzere.” dedi duygusuz sesle. Korkmaya başlamıştım. Her an herkes silahını çıkaracak gibi duruyordu.
“İntikam istemiyor musun Çebi, bu işi uzatmayalım sen kurallara uy Tolga meselesini de bize bırak. Biliyorsun masada en çok benim lafıma güvenilir. Sana söz mevzu büyümeden katilini sana teslim edeceğiz. Kimse ona ellemeyecek bile!” Masada oturan tanımadığım biri konuşmaya müdahil olmuştu. Uysal ve güvenilir bir tavra sahipti. Otuzlu yaşlarda olduğu belli sarışın bir adamdı. Fiziksel anlamda yakışıklıydı.
“Hatırlatırım Saye meselesinde de aynısını söylemiştin Soykan!” Demişti sakin bir sesle. Türk müydü acaba? “Conroy’u senin öldürdüğünü biliyoruz. Buna rağmen ses etmiyoruz ama bu etmeyeceğimiz anlamına gelmiyor. İyisi aramızdan birilerini daha kaybetmeden bu işi tatlıya bağlayalım. Tolga meselesi artık bizim de meselemiz… Onu buraya kadar getirmişsen de bize teslim etmek içindir. Yoksa bu kadar aptal olamazsın! Yanlış mıyım Çebi?” Brando Davis konuşmasını bitirmeden önce bana bakmıştı. Ve haliyle herkeste dönmüştü. “Has siktir!” Uraz’ın küfrü ile daha da tedirginleşmiştim.
Uluğ’a baktığımda yan gözle bana baktığını ve öfkeden delirdiğini anlamıştım. “Dönün önünüze… Derhal!” Uluğ’un talimatı ile Aaron Matinyan bile başını hızlıca çevirmişti. Anladığım bir şey daha oldu, kimse belli etmek istemese bile hepsi Uluğ’dan halice korkuyordu. “Aklından bile geçirme derim! Başta da söylediğim gibi ben değil siz benim kurallarıma uyacaksınız!” Baştan beri olan sakin tavrı gitmiş, öfkeli sesi ile tüm salonu inletmişti. Herkes şüpheyle ona bakmıştı. Gloria Roy, geri bana dönmüştü. Ve tümden beni süzmüştü. Her yerimi incelemişti. “Aldı kokuyu, bırakır mı hiç?” Merve’nin söylemi ile kaşlarımı çatmıştım.
“O kızı bize ver Çebi! Yoksa önde ben tüm soyunu kurutmaya gelirim.” Gloria Roy’un konuşması oldukça cüretkardı. Beni istiyorlardı. Uluğ’un dün söyledikleri aklıma gelmişti. Ve bu beni daha da germişti. Tedirginlikle elbisemin eteklerimi avcuma almış ve sıkmıştım.
“Her zamanki Roy işte!... Çebi, önünde diz çöktüğüne göre senin nezdinde önemli biri, umarım dokunulmazlık verebileceğinin farkındasındır kardeşim.” Yeniden sarışın, Türk olduğunu düşündüğüm adamın konuşması ile bakışlar ona dönmüştü. Bu neyin dokunulmazlığı böyle. Biz hangi evrendeyiz, artık biri buna açıklık getirebilir miydi? Bu adam Uluğ’un yanındaydı. Her halinden belli ediyordu.
Uluğ sanki bu sözleri duymamış gibi tek noktaya Gloria Roy’a odaklanmıştı. Belinde duran silahı bir an tereddüt etmeden çıkartmış ve masaya koymuştu. Herkes elini beline götürmüş ve beklemişti. Aynı şekilde Uraz, Mert ve Merve’de. Yüzlerinde korku vardı. Uluğ yeniden silahı eline almış ve şarjörü çıkartmıştı. İçinden bir kurşunu avcunun içine düşürmüştü. Şarjörü yerine koyup silahı yeniden beline yerleştirmişti.
Herkes merakla yapacaklarına bakıyordu. Gloria Roy’a doğru dönmüş ve elindeki kurşunu masadan ona doğru fırlatmıştı. O da ani mekanizmayla kurşunu tutmuştu. Uluğ öfkesini belli etmekte geri kalmıyordu. “Bu gece ailenden biri ölecek, sana bir seçenek sunuyorum; Bugünün sonunda kimin ölmesini istemiyorsan bana ilet yoksa kim vurduya gidecek!” Öyle bir tonda söylemişti ki herkes suspus olmuştu. Kendi dilimi yutmak üzereydim. Gloria Roy’un ağzı açık kalmıştı. Öfkeyle Brando Davis’e dönmüştü. Davis, başını başka yöne çevirmişti. Aynı hızla Uluğ’a geri dönmüştü.
“Zaaflar insanı güçsüz kılar! Bu senin sözündü, hatırlatayım dedim. Benim hiçbir zaman zaaflarım olmadı. Etrafımda olan herkesi öldürebilirsin Çebi ama benim bu geceden kazandığım çok önemli bir ayrıntı oldu…” Gloria sözünü yarım bırakmıştı. Arkasına yaslanmış ve yeniden bana dönmüştü. Bana bakarak konuşmasına devam etti. “Söylediğin gibi seni en iyi tanıyanlardanım ve hiç sergilemek istemeyeceğin hareketlerde bulunuyorsun. Bu da beni şüphelendiriyor. Sen benden birini alırsan bende senden onu alırım! Hodri meydan Çebi.” Gloria neden benimle Uluğ’u tehdit ediyordu ki? Saçma bir kere… Hem de çok saçma. En önemli ayrıntı ise Uluğ neden bugün böyle davranıyordu.
“Roy… Roy, hep yanlış sularda yüzüyorsun. Kaybeden taraf olma sebebinde bundan kaynaklanıyor işte. Dene, ona dokunmayı dene. Hiçbirinize bunu tavsiye etmem!” Anbean bir uyarıydı bu. Uluğ’a ne oluyordu. Neden böyle davranıyordu. Sanki onun en kıymetlisiymişim gibi davranıyordu. Ama öyle değildi. Biliyordum bunu. “Artık korkuyorum Mert!” Merve’nin titreyen sesi beni daha da germişti.
“Bizi tehdit mi ediyorsun Çebi? Bende sana bunu tavsiye etmem!” Türk olma ihtimali olan Soykan diye hitap edilen adam düz bir yüz ifadesi ile konuşmuştu. “Ben her konuda net olduğum gibi bu konuda da nettim. Tehdit olarak algılamak istersen tehdit, uyarı olarak almak istersen de uyarı, sana kalmış.” Korkmuyordu ciddi anlamda korkmuyordu. Kime güveniyordu bu adam?
“Anladım seni, hem de çok iyi anladım.” Brando Davis düşünceli bir edayla konuşmuştu. Herkes tüm dikkatini ona vermişti. Uluğ’da dikkatle ona odaklanmıştı.
“Düşman topluyorsun Çebi ama neden? Bir insan neden bile isteye düşman toplar. Zekana hep hayrandım ama şu anda neyi hesapladığını oturtamıyorum. Açıkça söyle artık!” dedi huzursuzca. Sanki herkes uyanmış gibi Uluğ’a dönmüştü. Bunu Zafer Ustaya da söylemişti. Herkesin yüzünde düşen bin parçayken Zafer Usta ona sormuştu. O da herkesin ona düşman olmasını istediğini söylemişti. Uluğ’un zekâsı kimseyle ölçülemeyecek derecede kuvvetliydi. Hayran olmamak imkansızdı.
“Doğruyu söylemek gerekirse, benim kadar olmasan da bu masada kafası çalışan tek adamsın Davis. Bu sorunun cevabını Tolga’nın katilini bulduğumda alacaksın! O güne kadar düşün derim, bulursun bence.” dedi sakin ses ile. Brando Davis kaşlarını çatmıştı. Herkesin kafasında soru bir işareti yatıyordu. “Eminsin yani, o kızın olmadığına?” Brando beni işaret ederek sormuştu. Açıkçası benim de merak ettiğim bir konuydu. “Sence?” dedi emin bir sesle.
“Çebi… Burnuma böyle fantezili kokular geliyor. Ve masada bu kokudan memnun iki kişi var.” Brando arkasına yaslanmış kurnaz bir gülüş ortaya bırakmıştı. Aaron Matinyan ile birbirlerine bakarak gülmeye başlamışlardı.
Allah’ım yalvarırım beni buradan al. Bunlar ney böyle? Kötülüğün vücut bulmuş halleri karşımdaydı. Ve ne olduysa bir anda kahkaha atarcasına onlara eşlik eden Uluğ’a olmuştu. Onun gülüşü ile Davis ile Matinyan suspus olmuştu. Tuhafça ona bakmışlardı. Benim baktığım gibi. Tespitte bulunduğum bir şey daha olmuştu. O masanın etrafında oturan herkes ruh hastasıydı. Zaten normal şartlarda etrafımda bir akıllı görsem dilimi yutardım.
“Siz ikiniz beni çok güldürüyorsunuz… Davis seni bilemeyeceğim ama Matinyan sen bu aklı abinden mi alıyorsun adamım! Olsa, olsa o olurdu zaten yer elması ya…” Kahkahalarının arasında konuşmuştu. Gülüşü azalsa da bitirmemişti. “Doğru konuş Çebi!” dedi adeta haykırırcasına. Kendini zor tutuğu belliydi. Bu adamın Uluğ’a karşı hiç tahammülü yoktu.
“Konuşmayacağım, konuşmayacağım işte. Hadi sustursana Matinyann!” Uluğ çocuk taklitti yapmıştı. Rüyada mıyım? Herkes en az benim kadar şaşkındı. Uluğ’u az buçuk tanıdıysam bu tavırları bir plan doğrultusunda meydana geliyordur. Başka bir şey düşünmek dahi istemiyordum.
Daha Uluğ’un yaptıklarına anlam bulamazken ortalığı karıştıran bir hareketlilik olmuştu. Aaron Matinyan öfkeyle ayağa fırlamış belindeki silahı çıkartıp Uluğ’a doğrultmuştu. Elim ayağım birbirine dolanmıştı. Ani bir refleksle ayağa fırlamıştım. Lakin oturmamda bir o kadar hızlı olmuştu. Uraz kolumdan tutuğu gibi beni yerime oturtmuş ama kolumu geri bırakmamıştı.
“U-raz bir şey yapsana, ne bekliyorsunuz?” dedim korkumu gizleme gereği duymadan. Hepsi sakince olacakları izliyordu. Uluğ’un kahkahası daha da büyümüştü. Bu adam iyi değildi. “Kes sessini!” Matinyan’ın çıldırmış sesi salonda yankılanmıştı. Sinirden delirmek üzereydi. Uluğ’a bunu diyebildiğine inanamıyordum. Bu sözün ağır bir bedeli olacaktı. Uluğ hiçbir tepki vermedi, gülüşleri halen devam ediyordu. Ortamı bölen devasa kapının açılmasıydı. Tüm korumlar önlerini ilikleyip kenara çekilmişlerdi.
Zafer babanın salona adım atmasıyla herkes ona doğru dönmüştü. Her zamanki kusursuz haliyle karşımızda duruyordu. Yaşına göre karizmatik bir adamdı. Onu gören masa üyeleri ayağa kalkmıştı. Uluğ hariç herkes ayaktaydı. Gülüşleri devam etmekle beraber daha da yükselmişti. Aaron Matinyan halen aynı pozisyonda silahı Uluğ’a doğrultmuştu. Zafer baba usulca etrafa bakmış beni gördüğünde kaşlarını çatmıştı. Öfkeyle Mert’e dönmüştü. Bakışları bir uyarı niteliği taşıyordu. Yeniden masaya dönmesiyle direk Matinyan’a odaklanmıştı.
“Allah topunuzun belasını versin Uraz, sizin yüzünüzden yine azar işiteceğim! Ben arkanızı toplamaktan yoruldum, siz dağıtmaktan bıkmadınız amına koyuyum!” Mert’tin sessiz sitemi etrafa yayıldı.
“Hayırdır Brando bu ne had bilmezlik böyle? Benim oğluma silah kaldırmaya cüret eden de kim?” Sesi kadar İngilizce aksanı da sertti. Elindeki bastonu üç kere yere vurdu. Matinyan emir almış gibi silahı geri indirmişti. Yüzü kırmızının farklı bir tonuna dönmüştü. Tek yere Uluğ’a bakıyordu. Uluğ’un gülüşleri kesilmiş lakin kurnaz bir tebessüm halen dudaklarında mevcuttu.
“Ani oldu efendim, ani bir öfke siz onun kusuruna bakmayın lütfen.” Brando Davis başı aşağıda oldukça kısık bir sesle konuştu. Tüm masa üyelerinin de ondan aşağı kalır bir yanı yoktu. Zafer babadan korktukları kesindi. Zafer baba sessiz ve yavaş adımlarla Uluğ’un sandalyesinin arkasına geçmiş ve elini Uluğ’un omzuna atmıştı. Ama Uluğ aynı şımarıklığı ile Aaron’a doğru sırıtıyordu.
“Kurallar Brando kurallar… Hatırlatmama gerek var mı?” dedi aynı soğuk yüzle. “Ve Zafer babanın hassas noktasına yani Uluğ’a basıldı. Geriye kalanlara başarılar diliyorum.” Uraz’ın onca olana rağmen eğlenen sesini duymamla tuhafça ona doğru dönmüştüm. “Gerçekten de ruh hastası olduğunu düşünüyorum artık.” Kendime engel olamamış ve konuşmuştum. “Sen biraz daha bizimle takıl seni de göreceğim. Beni bile sollayacaksın.” dedi ciddi sesle. İnanılmaz bir adamdı. Daha fazla muhatap olamamış önüme dönmüştüm.
“Biliyorum tabii ki efendim lakin Çebi, Matinyan’ın çok üstüne geldi. Sizden istirhamım bu seferlik görmezden gelmeniz. Bir daha olmaması için elimden geleni yapacağıma emin olabilirsiniz.” Bir an olsun bakışlarını yerden kaldırmadan konuşuyordu.
“Brando şu an oğluma suçu atarak bana büyük bir saygısızlık yaptın evlat. Aynı cezanın da sana uygulanmasını istemiyorsan üstüne düşeni yap!” dedi ve başka bir söze yer vermedi. Zafer baba gözüme çok tuhaf gelmeye başlamıştı. Oysa böyle birine de benzemiyordu. Belki de bana öyle gelmemişti. Brando Davis ecel teri döküyordu. Yakasını genişletmeye çalışarak nefes almaya çabalıyordu. Alnında boncuk boncuk terler dökülüyordu. Boğazını temizlemiş ve konuşmak için hazırlanmaya çalışıyordu.
“Masa kurulu başkan sözcüsü olarak, kurallar gereğince Aaron Matinyan’ın, Uluğ Mirza Köksoy’u öldürme isteği ile silahını doğrultması neticesinde 76. Kuralın beyanında geçtiği gibi ‘Hiçbir masa üyesi birbirine zarar veremez.’ Hükmüne istinaden 6 ay boyunca ne kendisi ne de lideri masaya oturamayacaktır!” Sözünü bitirmesiyle Aaron Matinyan masaya elini vurmuştu. Daha ben olanları idrak edemeden olaylar gelişiyordu.
“Bu olamaz, itiraz ediyorum. Bilerek yaptı, beni kışkırttı. Başından belliydi, hepimiz Çebi’yi tanıyoruz hiç yapacağı hareketler mi bunlar? Büyük bir planı var görmüyor musunuz? Oylama istiyorum, buna hakkım var!” dedi öfkeyle.
“Aaron en iyisi sen dışarı çık ve biraz hava al, toplantı bitiminde detaylıca seninle konuşalım. Tamam mı evlat?” Brando Davis’in uysal ve yatıştırmak isteyen sesi çıkmıştı. Aralarında sözsüz bir konuşma çıkmıştı. Öfkeyle Uluğ’a dönmüş uzunca bakmıştı. Aklına bir şey gelmiş gibi bakışlarını bana yöneltmişti. Bana bakarak tebessüm etmiş ve her yerimi incelemeye başlamıştı. Uraz kolumu tutup kendine çekmişti. Bu ortam beni yeterince germişti. Vücudum kaskatı olmuştu. Uluğ masaya öyle bir vurmuştu ki başta biz olmak üzere herkes yerinden sıçramıştı.
“Eski ben yok Matinyan, Tersiyer’e ilet yarın akşam onu ziyarete geliyorum. Tekim aklı varsa ordusunu toplar.” Sözünü bitirmesiyle herkesten bir ses çıkmıştı. “Çıldırdı mı bu adam, ne Tersiyer’i? Hem yerini nereden öğrendi bu Mert?” İlk Merve’nin şaşkın sesi çıkmıştı. Mert sadece bir yere bana bakıyordu. Aklında bir şey vardı ama ne? “Mihran’ı buradan yollamalıyız. Yoksa Uluğ durmayacak! Bir yolunu bulup buna Uluğ’u ikna etmeliyiz!” dedi ansızın. Ne demek oluyor? Neden ben? Bunların benle alakası neydi?
“O niye ki? Mihran’ın bu meseleyle ne ilgisi var?” Beni tercüme eden Uraz olmuştu. “İlgisi değil Uraz başı diyeceksin, sen ona hem başlatanı hem de bitirecek olanı diyeceksin!” dedi Merve öfkeyle bana bakarak.
“Pardon böldüm ama isterseniz bana da bir anlatın. Farkında mısınız bilmiyorum ama hepiniz kafanızda bir şeyler kurup beni yargılamanın peşindesiniz. Mesela ben neyi başlatmış olabilirim?” dedim onlardaki öfke en az bende de vardı. “Doğru bir yerden başlamak lazım… Mesela sen ve Uluğ-“Merve öfkeyle konuşurken araya Mert girmişti. “Ne yeri ne de zamanı, eve gidince kozlarınızı paylaşırsınız!” dedi huzursuz sesle. Merve bana son kere bakmış ve önüne dönmüştü. Benim aklımda ise son sözünde kalmıştı. Ben ve Uluğ demişti. Devamı neydi bir şekilde öğrenmeliydim. Yoksa Uluğ içeride bana söylediği ile ilgili bir şey mi söylemişti. Bu söz kalbime oturmuştu.
“Çebi ne yaptığını iyi bilir, kimse onun adaletine sualde bulunamaz. Bu konu da netiz. Her şey benim kontrolum altında herkes rahat uyusun! Bugünlük de bu kadar münakaşa yeter.” Zafer babanın huzursuz sesi salonu doldurmuştu. Herkesin yüzünde bir memnuniyetsizlik vardı. Ama kimse hareketlenmemiş ta ki Uluğ ayağa kalktığı ana kadar. Bu nasıl bir güç böyle? Dünyanın her yerinden önemli bir mevkide olanlar Uluğ’un ve Zafer babanın karşısında iki büklüm oluyorlardı. Tuhaf hem de ne tuhaftı.
Teker teker herkes Zafer babanın elini sıkıyor ve büyük kapıdan çıkıyorlardı. Arkalarından ise bizim gibi oturan adamları takip ediyordu. Salon boşalınca Uluğ’un sesi yükselmişti. “Herkes salonu boşaltsın!” dedi öfkeyle. Aynı hızla hizmet için duran adamlarda çıkmış ve kapıyı kapatmışlardı. Koca salonda tek kalmıştık. Uluğ bize doğru dönmüş adeta burnundan soluyordu. Kendini sakinleştirmeye çalışıyor ama her seferinde başarısız oluyor gibiydi. Diğerleri ayağa kalkınca bende ayağa kalkmıştım. Masanın etrafından dolanıp boş alana adım atmıştık.
“Hiç öyle bakma! Tüm öfkeni Merve’den çıkartmana da asla izin vermem!” Mert, Merve’yi arkasına almış en ciddi haliyle Uluğ’un karşısında durmuştu. Uluğ konuşmaya başlayacağı anda Zafer Usta, Uluğ’un omzuna dokunup müsaade istemişti.
“O zaman tüm öfkemi ben senden çıkartayım mı Mert?” dedi en az Uluğ kadar öfkeyle. Mert suspus olmuştu. “Ne işi var ulan Mihran’ın burada? Bunca kargaşanın içerisinde bu ne demek oluyor oğlum? Brando Mihran’ı tanısa neler olur sizin haberiniz var mı?” Stres alnını ovuşturdu. Herkes birbirine bakınca Zafer Usta bir şeyden şüphelendi. Şüphelenmekte de haklıydı. Ne de olsa beni tanımışlardı.
“Biliyor mu?” Uluğ’a bakarak sordu. Öyle bir nefes çekti ki dertten bayılacak havası vardı. “Biliyor.” dedi memnuniyetsiz bir ifadeyle. Zafer baba telaşa kapılmıştı. Bu konunun ehemmiyetini bir türlü çözemiyordum. Benim kim olduğumu bilseler neye yarar bilmeseler neye yarar?
“Ne yapacağız peki Uluğ? Sen bir şey düşünmüşsündür. Bırakmazlar bu işi, özellikle Roy… O kokuyu alması bile ona yeter.” dedi endişeyle. Bu tavırları beni de tedirgin ediyordu. Dayanamamış konuşmaya dahil olmuştum.
“Zafer baba… Ne yapabilir ki, yani en fazla ne olabilir?” Sesimi duymasıyla tüm dikkatini bana vermişti. Öyle bir bakmıştı ki içim sızlamıştı. Bu bakış bir cevap niteliği taşıyordu.
“Kimse bir şey yapamaz, cüret dahi edemez... Ben bir şeyler düşündüm, takmayın kafanıza!” Gözlerini bir an olsun gözlerime değdirmeden konuşmuştu.
“Zafer Usta arzu edersin ki ortalık baya bir karışacak ben derim ki hem bizlerin hem de Mihran’ın can güvenliği için onu senin belirlediğin bir yere gönderelim.” Mert’in emin sesini duyduğumda merakla Uluğ’a dönmüştüm. Yüzü anbean değişmişti. Çenesini öyle bir sıkmıştı ki kemikleri ortaya çıkmıştı.
“Sen nereye siktir olup gitmek istersen git, sizin bugün bana karşı bir gareziniz mi var? Kendi aranızda anlaştınız mı ne yaptınız amına koyduğumun çocukları. Onu göndermeye kalkanın o dilini keser ona yediririm!” Öyle bir bağırmıştı ki tüm salon sesi ile dolmuştu. Mert ile Uraz birbirlerine umutsuzca bakmışlardı.
“Göz göre göre bir seçim yapıyorsun Uluğ! Mihran’ı gözlerine kıstırdılar her bir taraftan saldıracaklar. Sana sorarım hangi birimizi koruyacaksın kardeşim?” Uraz’ı hiç böyle ciddi görmemiştim.
“Sizin yüzünüzden oldu! Ne diye onu buraya getiriyorsunuz ki? Bu hayatı kabullendiğini düşünüyorlar ve hepsi taktılar. Sizin aptallığınız bizi bu duruma düşürdü Uraz!” Kendi etrafında dönüp yüzünü sıvazladı.
“Haklılar Uluğ, Mihran’ı buradan uzaklaştıralım. En azından bu mevzular bitene kadar… Hepimiz için en hayırlısı bu!” Zafer Ustanın yatıştıran sesi çıkmıştı. Uluğ ani hızla ona dönmüştü. “Sizi buradan uzaklaştıralım Usta, nasıl fikir? Güzel mi?” dedi bir an beklemeden. “Neden bu kadar diretiyorsun bu mevzuyu evlat? Ne fark eder, ha orda ha burada ne değişir? Bana bunu açıkla oğlum, koruyacağız, binlerce adam dikeceğim! Ya onunla kalacağım, onunla… Kim cüret eder benim evimi basmayı, daha ne diyeyim sana!” Zafer Usta daha fazla dayanamamış sesini yükseltmişti.
Uluğ’un âdem elması oynamıştı. Bir an ne diyeceğini bilemedi gibi olmuştu. Zaten ben ona fırsat vermeden konuşmaya başlamıştım. “Ben Zafer babaya katılıyorum. Buradaki kişileri de gördüm elleri her yere uzanabilecek cinsteler. Katil olup olmadığım netleşene kadar uzak bir yerde durmam daha doğru olur!” dedim gözümü bir an kırpmadan ona bakmıştım. Yüzü renkten renge girmişti. Kaşlarını çatmış ve öfkeyle solumuştu. En az onun kadar bende öfkeliydim. Tüm öfkemi içimdeki kötü duyguları ona püskürtmek istiyordum.
“Öyle mi Mihran Hanım?” dedi alay edercesine. Kollarımı göğüs altımda bağlamış ve ona bakmıştım. Önce göğsüme bakmış ardından gözlerini kapatmıştı. Benimle zor uğraşırdı. “Öyle Mirza Bey!” dedim öfkemi göstermekten çekinmemiştim. Zafer babadan diğerlerine kaşlarını kaldırmış hayretle bana bakmışlardı. “Çok konuşma, çok konuşma! Bir bok bildiğin yok burada konuşuyorsun!” dedi öfkesi daha da artmıştı. Ben daha dayanamamış ağzıma geleni söylemiştim.
“Zafer baba benim artık bu adama karşı tahammülüm falan kalmadı. Değil bu adamla aynı evde aynı semte bile kalmak istemiyorum. Hatta şöyle yapalım buradan nereye gideceksek birlikte gidelim. Vakit kaybetmenin bir anlamı yok!” dedim sesimi yükselterek.
“Bence de çok doğru bir düşünce ben destekliyorum.” dedi Merve. Bu anı bekliyor gibi bir havası vardı. Uluğ’a döndüğümde ise gözünü bile kırpmadan bana baktığını görmüştüm. Bir şey düşünüyor hali vardı. “Oğlum bence de buradan biz birlikte gidelim ha, ne diyorsun?” Zafer Usta, Uluğ al demeden alacak gibi değildi. En öfkeli halimle ona bakmıştım.
“Ne diyorum biliyor musunuz? Evdeki tüm eşyalarınızı alın Beşiktaş’taki eve geçin! Sarıyer de ki evde de sadece ben ile Mihran kalacağız! İtirazı olan?” Bir şey anlamış ve her birinin yüzüne bakmıştı. Ben mi? Şok içinde onu izliyordum. Bunu yaptığına inanamıyordum.
“Delirdin mi sen? Ya evi basarlarsa ya sana zarar verirlerse? Biz yetişene kadar iş işten geçmiş olur, yok, yok beni öldürsen de o evden ayrılmam! Bırakmam seni!” Uraz çıldırmış biçimde bağırmıştı. Merve öne atlamış ve konuşmaya başlamıştı.
“Tamam Mihran’ın gitmesine gerek yok. Biz onu koruruz, evden ayrılmamıza da gerek yok. Çok saçma bir konuydu zaten, kapatalım.” Hepsi bir cümleyle yüz seksen derecede dönmüşlerdi. Uluğ’u bu kadar mı seviyorlardı.
“Ben tehdit etmem Merve, ağzımdan ne çıktıysa o… Bunu çoktan öğrenmiş olman gerekiyordu.” dedi ciddi ifadesinden bir an taviz vermeden. Merve’nin gözleri dolmuştu. Sanki bir şey yaşamış gibiydiler.
“Tamam, tamam kardeşim haklısın çok üstüne geldik, bizim hatamız. Sadece birbirimizi korumak istemiştik hepsi bu. Ama olmaz, olabilirliği yok. Bir kere bıraktık, bir daha asla! Bunu bizden isteme!” Mert’in uysal ve üzgün sesi salona yayıldı. Hemen ardından Zafer Usta da konuşmaya dahil oldu.
“Evet evlat, unuttun mu biz o gün sana söz vermiştik. Hem de ortalık böyle karışıkken kendini büyük bir tehlikeye atmış olacaksın!” dedi Zafer baba.
“Ben bir kere konuşurum Usta. Size ne kadar söylediysem de anlamadınız. Geçen günde dillendirdim; bu saatten sonra ben neredeysem Mihran da orada olacak dedim! Ama siz bir türlü anlamak nedir bilemiyorsunuz! Belli ki Mihran’dan haz almıyorsunuz, o zaman siktirin gidin!” Sesi kadar sözleri de netti. Bu tavırları beni düşündürüyordu. Kafamın içindeki ses, neden diye bağırıyordu.
“Peki bir de böyle düşün; hep evde mi kalacaksın? Çoğunlukla dışarıda olacaksın! Evi basalarsa, korumalar onu ne kadar koruyabilir ki? Bak benden hiç beklemeyeceğin bir tavır olacak bu ama sana söz Mihran’a kimse yanlış bir harekette bulunamaz. Buna bizlerde dahiliz. Aldık boyumuzun ölçüsünü, yeter ki birbirimizden kopmayalım.” Uraz’ı nadir göreceğim bir tavır sergilemişti. Uluğ uzunca Uraz’a bakmıştı.
“Doğru söylüyor kuzen, işlerin gereği hep dışardasın ama aynı evde olursak ben söz veriyorum bir an olsun onu yalnız bırakmam, canını da sıkmam. Ama lütfen uzaklaşmayalım.” Merve’nin titreyen sesi kulağıma yetiştiğinde kaşlarımı çatmıştım. “Sen istesen de canımı sıkamazsın zaten.” Dilime hâkim olmadan konuştum. Öfkeyle bana dönmüş ağzını açmış bir şey söyleyecekken Uraz kolunu cimciklemişti. Sözlerini yutmuş ve gülümsemişti. “Ah zaten öyle bir isteğimde yok canımın içi.” Son söylediği söz ile yüzümü buruşturmuştum. Ve onun da buruşturduğunu görmüştüm.
“Bana bir daha o sözü söyleme!” dedim iğreti ifadesiyle.
“Tamam kesin artık bu gırgır şamatayı, Uluğ gitmiyoruz değil mi kardeşim?” Uraz’ın stresli sesi ile konuya yeniden geri dönmüştük.1
“Uraz bu son, yine aynı konuyla karşıma gelirseniz. Ayrı bir evi geçin aynı ülkede birbirimizi barındırmam!” dedi öfkeyle. Her tartışmanın sonu boşa çıkıyordu. Ben bu işi çözemedim. Aynı yerde kalmıştık. “Tamam, tamam kardeşim sen hiç merak etme.” Demişti karşılık olarak.
“Öyleyse, siz eve geçin benim işim çok uzun sürmez, gecenin sonunda eve geçerim.” dedi Uluğ. Nereye gidecekti ki daha?
“Aaa Emily’in yanına değil mi? Bak aklımdan çıkmış.” dedi Merve. Bunu söylemesiyle kan beynime sıçramıştı. Uluğ sesli bir nefes verip bana bakmıştı. “Bunu dillendirmen ne gerek yoktu Merve.” dedi ani öfkeyle. O sıra bana bakmamış, sanki bakamıyor gibi bir hali vardı. Bu adamdan tüm ruhumla nefret ediyordum. Ne diye gecenin bu vaktinde o kadının yanına gidiyordu ki? Yoksa onunla…
“Ne dedim ki ben şimdi?” dedi Merve masumane bir biçimde. “Bir şey demedin Merve. Kapat artık şu konuyu!” İkazı karşısında daha da öfkelenmiştim. “Zafer baba madem ben bir yere gidemiyorum veya başkaları yok olmuyor. Birkaç günde olsa senin evine geçebilir miyim? Bazı yüzleri görmemem benim ruh sağlığım açısından daha iyi olacak.” dedim Zafer babaya bakarak.
“Pardon o ne demek? Sen anlamadın galiba, burada kuralları ben veriyorum. Nereye gittiğini sanıyorsun?” Öfkesi geri gelmişti.
“Nereye gittiğim belli değil mi? Hem en fazla nereye gidebilirim ki? Senin sınırlarının içerisinde gezinip duruyorum ha yanında durmuş ha uzağında ne fark eder Mirza!” Artık canımı sıkıyordu bu halleri. Bugün üzerimde farklı bir duygusallık vardı.
“Sadece bir gece… Sakın itiraz etmeye kalkma ya böyle ya hiç!” Yanıma gelmiş hiç beklemediğim naif bir ses tonu ile konuşmuştu. Gözlerinden merhamet akıyordu. Bu duyguyu ben annem de dahi görmemiştim. Sadece başımı sallayıp onay vermiştim. Daha fazla tartışma içerisine girmek istemiyordum.
“Yeri gelmişken de artık benim odam da kalacaksın. Korcan’a odanın güvenlik şifresini değiştirmesini, güvenirliğini tekrardan bir gözden geçirmesini istiyorum. Halledin.” Söze bana bakarak girmişti hemen ardından benden uzaklaşıp onlara bakarak konuşmayı sonlandırmıştı. Sanki benden değil de başkasından bahsediyor gibiydi.1
“Pardon bu ne demek oluyor? Sen bana böyle bir şey sordun mu?” dedim öfkeyle adım atmış, tam karşısında durmuştum. Tepeden bana bakıyordu. Dudağında anlamsız kısa bir tebessüm geçmişti. “Sormadım, açıkçası çok da gerek görmedim.” dedi ukala bir tavırla. Çıldırmak üzereydim. Bu adamın benimle derdi neydi?
“İkimiz yani, senle ben aynı oda da mı kalacağız?” dedim sesimi yükselterek. Yüksek sesten hiç hoşlanmayan adam bu tavrıma gülümsüyordu. “Bu zekân gözümü yaşartıyor, senden hiç beklenmeyecek davranışlar.” Benimle dalga geçiyordu. Başka açıklaması olamazdı.
“Bana bak daha az önce ben ne dedim, sanırım duymadın? Seninle aynı evde kalmak istemiyorum dedim değil mi? Sen gelmiş aynı odada kalmaktan bahsediyorsun, evet ya o lafımdan dolayı dimi? Yine beni cezalandırmaya çalışıyorsun!” Tüm öfkemle bağırdım. Uluğ ciddileşmiş, yüzü kasılmıştı.
“Yok öyle bir şey, kafanda kurup kurup durma!” dedi ciddiyetle. “Niye kafamda kuruyum ki, yapmadığın şey sanki? Seninle aynı odada kalmayacağım, ölümü bile bunun için göze alırım.” dedim gözlerinin içine bakarak. Gözlerinde bariz bir kırgınlık vardı. Bu durum canımı sıksa da kendimden taviz vermemeye çalıştım. Bakışlarını benden almış başka yöne sabitlemişti.
“Sana kalmış bir mevzu değil! İstesen de istemesen de söz konusu senin can güvenliğin ise seni bile ezer geçerim.” dedi bir an bana dönmeden. Konuşmama fırsat vermeden devam etmişti. “Mert dediğimi yapın, odanın kapısını kilitleyin ve ben gelene kadar uyumayın.” Morali bozulmuş gibiydi. Sözlerim onu kırmaya yetmişti. Dedem, ‘insan en çok sevdiğine kırılır kızım’ derdi. Bu neyin kırgınlığı anlayamıyorum. Bu kendim içinde geçerliydi.
“Tamam o zaman hadi dağılalım artık.” dedi Zafer baba. Uluğ yan gözle bana bakmış, tereddütle üstümü süzmüştü. Boğuluyor gibi bir izlenimde bulunmuştum. Ne olduğunu anlayamadım ama takım elbisesine ait ceketi çıkarmış, üstünü düzeltmişti. Bana doğru yaklaşmış ve daha da yaklaşmıştı. Gözlerini, gözlerime kenetlemiş, ceketi omuzlarımın üzerine bırakmıştı.
“Dışarısı soğuk ne olur ne olmaz… Ellerinle önden tut, düşmesin.” Elimi avcuna almış tam göğsümü kapatacak kıvama getirip, ellerimi birbirine kenetlemişti. “Yo sıcak, yazdayız ya hani…” dedim anlamsız yüzle. “Esiyor Mihran, baya bir esiyor.” dedi ciddiyetle karışık bir kırgınlıkla. Bu tavrına göz devirmiştim. Diğerleri hareketlenince, Uluğ’un önünden ona bakmadan geçmiştim. Arkamdan geldiğini hissetmiştim. Büyük kapıdan çıktığımızda yine o kargaşa bizi karşılamıştı. Bir tarafı kasvetken diğer tarafı eğlence mekanıydı. Değişik çok değişik.
Dışarıya adım attığımızda rahat bir nefes almıştım. Araçlar çoktan gelmiş, binlerce adam kapıları açmış saygı duruşunda durmuşlardı. Bu adamlar muhtemelen Zafer babanın adamlarıydı. Uluğ’a baktığımda, gözleriyle etrafı taradığını görmüştüm. Tam da dibimde durmuştu. Onu böyle telaşlandıran nedeni halen anlamamıştım. Mesela neden, Merve’nin veya diğerlerin dibinde durup onları korumaya çalışmıyor da benim yanımda duruyordu? Kafa karıştırıcı binlerce soru…
“Dikkat et evlat, Emily zeki bir kadın… Avcı olacağım derken av olmayasın sakın!” Zafer babanın stresli sesiyle kaşlarımı çattım. O kadının ismini her duyuşumda içimde bir yerler alev alıyordu. Ve giderek harlanıyordu. Öfkeleniyor ve bir o kadar canım yanıyordu. Gözlerimin dolmaması için de üstün bir güç sarf ediyordum.1
“Merak etme ben her şeyi kafamda hesapladım. Ama Usta senden bir ricada bulunacağım…” dedi Uluğ düz bir sesle. “Elbette buyur oğlum.” Zafer babanın sesi tedirgin çıkmıştı. “Ben eve dönene kadar bizde kalır mısın? Ne olur ne olmaz!” Ciddi yüz ifadesinden ötürü hiçbir şey anlaşılmıyordu. Zafer Ustanın canı sıkılmış gibiydi. Bakışlarının adresi ben olmuştum. Uzunca beni süzmüştü. Kaşlarını çatarak Uluğ’a geri döndü. “Tabii oğlum, aklın kalmasın.” Diye bilmişti. Uluğ’da başını sallamıştı.
“Hadi binin artık.” Uluğ’un talimatı ile hepsi birden hareketlenmişti. Arabanın yanında durmuş benim gelmemi beklemişlerdi. Bende tam adım atmak üzereyken yeniden beni kolumdan tutmuştu. Çatık kaşlarla ona döndüm. Tuhaf bakıyordu. Tüm yüzümü taramıştı. Sesli bir şekilde yutkunmuş ve dudaklarını yalamıştı. “Geç kalmam… Seninle konuşacaklarım var, o yüzden ben dönene kadar uyumazsan sevinirim.” dedi ondan hiç beklenmeyecek bir uysallıkta.
“Hiç kusura bakma seni bekleyemem. Mümkünse bu gece gelme! Malum odanda kalmak zorundayım ve senin yüzünü hiç çekemeyeceğim!” Bundan sonra ona olan nefretimi göstermekten asla geri kalmayacaktım. Kaşlarını çatmış ve analiz etmek istercesine durmuş beni seyretmişti.
“Sen bilirsin, geldiğimde uyuduğunu görürsem bende uyandırırım. Sana kalmış bir şey…” dedi ciddi bir tavırla. Onun da üzerinde bariz bir öfke vardı. Bu öfke bana mı, başkasına mı emin değildim. Tutmuş olduğu kolumu kendi tarafıma çekmek istediğimde buna izin vermemişti. Başımı ona doğru kaldırdığımda tuhafça yere baktığını görmüştüm.
“Ne oldu yine, bıraksana artık kolumu!” Başını kaldırmış ama bana bakmadan etrafa göz atmıştı. Cevap verme gereksiniminde bile bulunmamıştı. Kaşları çatılmış bir noktaya takılı kalmıştı. “Ben kime diyorum, alo-“ Ne olduğunu anlamamış Uluğ’un üzerime kapanması ile yeniden o korkunç sesi duymuştum. Bir eli belimde diğer eli ise başımdaydı, yüzümü göğsüne bastırıyordu. Vücudunun sarsıldığını hissetmiştim ama bu bile onu durdurmamış ayaklarımı yerden kesmiş ve bizi arabanın yani Zafer babaların yanına götürmüştü. Elini çekmesinden fırsat bulup başımı ona doğru kaldırmıştım. Halen bir eli belimde diğer eli ise silah tutuyordu. Bu görüntü beni korkutmuştu. Patlayan binlerce silah sesi arasında ondan başka kimseye sığınamazdım.
Ansızsın aklına bir şey gelmiş gibi durmuş ve başını bana doğru indirmişti. Yüzümü taramıştı ardından bedenini benden uzaklaştırmış üzerimde duran ceketi çekmiş ve tüm vücudumu kontrol etmişti. “Görünürde bir şeyin yok ama hissettiğin bir yanma veya sızı var mı?” Yüzünden endişe akıyordu. “Y-ok… S-en iyi misin?” Korkudan konuşamıyordum bile. Bir şey dememişti ama alnından oluk oluk ter akıyordu.
“Korkma, kimse bir şey yapamaz sana.” dedi bana bakmayarak. Ceketi yeniden üzerime atmış ve beni araba ile kendisinin arasına almıştı.
Başımı göğsüne yaslayıp gözyaşlarımın akmasına izin vermiştim. “Ben kendim için değil senin için korkuyorum.” dedim gözyaşlarımın arasında. Vücudunun kasıldığını sezmiştim. Devam eden bir çatışma vardı ve bir türlü bitmek nedir bilmiyordu.
“Uluğ kardeşim siz arabaya binin gidin, üç kurşun yedin dayanamazsın daha fazla!” Uraz’ın uzaktan bağırışı ile beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Uluğ vurulmuş muydu? Hem de üç kurşun mu? Sırtımdaki yara izinin sızladığını sezmiştim. Ben tek bir kurşunla canımdan can gitmişti, onun nasıl ayakta kaldığını hayret etmiştim.1
“Uluğ, ne diyor Uraz böyle, nerenden vuruldun? Benim üzerime kapandığın zaman mı yoksa?” Heyecan, korku bir aradaydı. Başını bana doğru indirmiş her ne gördüyse kaşlarını çatıp yeniden birkaç el ateş etmişti. “Yok bir şeyim, iyiyim ben.” Demiş umursamaz bir tavırla. Öfkeyle göğsünden onu itmek istemiştim ama buna da izin vermemişti.
“Ne demek iyiyim be adam! Taş mısın, duvar mısın? Nasıl ayakta durabiliyorsun böyle… Hadi gel Hastaneye gidelim.” Korkumu ve öfkemi belli etmekten bir an bile olsa geri kalmıyordum. Canım hiç olmayacak kadar acıyordu. Adeta ben vurulmuş gibi hissediyordum. “Sorun yok Mihran.” Sesi kısık çıkmaya başlamıştı. İyi değildi, görüyorum. Hiç iyi değildi, hissediyorum. Bu duruma dayanamamış yavaş yavaş akan yaşlarım hızlanmıştı.1
“Uluğ lütfen, yalvarıyorum gidelim. C-anım yanıyor… Hissedebiliyorum.” Ağlayışlarım yüzünden sesim kesilmişti. Hayretle bana bakmıştı. Bedeni bir yana nefes alamadığını dahi anlamıştım. “M-ihran…” Uluğ ilk kez kekelemişti. “Neden?” Demişti, ardından. Belimde olan eli yanağıma konmuştu. “Neden ağlıyorsun?” Şaşkınlıkla sormuştu.1
Onun bana davrandığı gibi ona davranmak istiyordum. Kimseden görmediğim şefkati yeşil gözlü bir adamdan görmüştüm. Ve benim bu duyguya ne kadar ihtiyacım varsa onun da bir o kadar vardı. Avuç içimi yanağına yerleştirmiş ve parmaklarım ile onun yanağını okşamaya başlamıştım. Teni pürüzsüzdü fakat soğuktu. Uzun zamandır rüyalarıma giren bu anı gerçekleştirmek için ayak uçlarımdan yükselip dudağının altındaki bene uzun sayılabilecek bir öpücük kondurmuştum. Dudaklarımı çekmiş ama yüzümüz halen yakındı. Donmuştu. Onu böyle yakından hissetmek karnımda kelebekler uçurtmuştu.
“Hiç hoşuma gitmese de acın acımla karıştı. Hissettiğin her keder kaderime yazıldı. Özür dilerim orman gözlü adam lakin… Bende senden etkileniyorum.”1
Bazı şeyler razı olmak gerek… Aşk gibi mesela. Üç harften oluşuyordu fakat üçten ibaret değildi. Bu duygunun ne zaman içime işlediğinden bihaberdim. Lakin gücünün altında eziliyordum. Kudreti karşısında bir insanın ona karşılık verebileceğini hiç sanmıyordum.
Eh o zaman bizim de payımıza teslim olmak düşer.
-BÖLÜM SONU-
“Aynı duyguyu paylaşan kederli ruhlar birbiriyle karşılaştıklarında huzur bulurlar.”
-Umarım bölümü beğenmişsinizdir? Lütfen buraya duygu ve düşüncelerinizi bırakınız. Sabırsızlıkla okumayı bekliyor olacağım. Oy ve yorum atarsanız beni mutlu etmiş olursunuz. Şimdiden herkesin okuyan gözlerine sağlık.
-İçinizden geçenler?1
-Uluğ Mirza?1
-Mihran?1
-Mert?1
-Uraz?1
-Merve?1
-Zafer Usta?1
-Brando Davis? (Masa Kurulu Başkan Sözcüsü)
-Aaron Matinyan? (Tersiyer’in öz kardeşi)
-Conroy Freeman? (Masanın yöneticisi)
-Jason Anderson? (Yöneticinin sağ kolu)
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
1.57k Okunma |
270 Oy |
0 Takip |
24 Bölümlü Kitap |