
“Ben, içimdeki gökyüzünü sen gelinceye kadar herkesten sakladım.”
(Necip Fazıl Kısakürek)
FEVERAN
-
DUVARLAR
🕊
Bilmeliydim. Ve belki de biliyordum. Hiçbir şeyim olan adamın her şeyim olacağını bilmeliydim. Canhıraş biçimde çırpınan şu kalbim adeta onun için deli danalar gibi etimi parçalamak istiyordu. Hissettiklerimin birer tasviri yoktu. Zaten olmamalıydı da yoksa ne anlamı kalırdı değil mi? Uzun zamandır içime sinen ve zehrini tüm uzuvlarıma bulaştıran bu derin duygular gün yüzüne çıkmak için benimle birlikte büyük bir savaşın içerisindeydiler.
Yenilmek istemiyordum lakin başka çarem yok gibiydi de. Teslim olmak ile kaçmak arasında bir yerdeydim. Hadi ama süslü laflara gerek yoktu. Aklımda, fikrimde, kalbimde onu yanımda istiyordu. Tüm engeller beni ona daha çok itiyordu. Bunun psikolojide bir tanımı vardı lakin onu asla aklıma getirmek istemiyordum. Neyse, yüzü yine önüme düşmüştü. Ve benim tek yapabildiğim iç çekmekti.
Güzelliği karşısında elimden saygıyla eğilmekten başka hiçbir şey gelmiyordu. Ah, canım hiç bu kadar yanmamıştı. Bugün sadece onu anacaktım. Ne geçmiş ne de gelecek zerre umurumda değildi. Onu zikredecek ve yaşadığımı hissettiren adama bugünü ayıracaktım. Baştan yanlıştık, üzgünüm daha fazla bu hissettiklerimle tek yürüyemiyordum.
Bu hislerin daha bende tam bir tanımı yoktu. Etkileniyorum demişti. Etkileniyorum demiştim. O hislerinden emindi. Bunu gözlerinden okuyabilmiştim. Ama ben, işte orada takılı kalıp duruyordum. Onun söylediklerinin hepsini bende yaşıyordum ve o söylediklerinden istinaden dudaklarımdan o kelimeler dökülmüştü.
Bir keresinde içtenlikle gözlerimi gözlerinden ayırmadan bir cümle kurmuştu; belki de aşk dedikleri şey erişilmez olmalı… O an birine âşık olduğunu sanmış ve sabaha kadar yatağımda debelenmiştim. İşte diyorum ya bu hislerim tek bir kavrama sığamıyor, sığdıramıyorum.
“Hiç hoşuma gitmese de acın acımla karıştı. Hissettiğin her keder kaderime yazıldı. Özür dilerim orman gözlü adam lakin… Bende senden etkileniyorum.”
Çatışmanın ortasında sarf ettiğim sözcükler yüzünden Uluğ öylece kalakalmıştı. Zafer babanın yanımıza gelip bizi arabaya çekiştirmesi ile de suskunluğumuzu korumuştuk. Etraf halen savaş alanıyken arkamızda koruma ordusu ile oradan uzaklaşmıştık. Uluğ arabada fenalaşmıştı. Gözleri kapanmak üzereydi ve ben çocuk gibi ağlamamak için kendimi çok zor tutuyordum. Belinden bir kurşun ve sağ omuzundan da iki kurşun yemişti.
O odada ona söylediğim her kelimenin pişmanlığını yaşıyordum. Limuzin tarzında bir aracın içerisinde ilerliyorduk. Uluğ yanımda, başını arkaya yaslamış dik durmak için üstün bir güç sergiliyordu. Üstündeki gömleği çıkartmıştı. Çıkarttığı gömlek ile de belindeki yaranın üzerine baskı uyguluyordum. Bana verdiği ceketi de omuzundaki kanayan yaralara bastırmıştım. Zafer baba ise telefonda birileri ile hararetli bir tartışma içerisindeydi. Bu yapılanın ağır bir yaptırımı olacağından bahsedip duruyordu.
Arabanın durması ile bakışlarımı etrafa çevirdim. Şehrin göbeğinde rezidans tarzında bir binanın önünde durmuştuk. Uluğ sağ elini çıplak bacağımın üzerine koyması ile ona doğru dönmüştüm. Yüzü kireç gibi bembeyaz olmuştu. Aynı şekilde baya bir terlemişti.
“B-en… Ben bir süre olamayacağım. S-akın bir aptallık edip Z-afer Ustanın yanından ayrılmaya kalkma! B-en çıkana kadar yanında kal.” Kısık sesi ve baygın bakışları ile beni tembih etmeye çalışıyordu. Hâlen beni düşünüyor olması canımı sıkıyordu.
“Sen beni düşünme, kendine odaklan artık.” Çenemi sıkmaktan kırılacaktı. Yüzümün her milimine iç çekerek izlemişti. Bu hareketleri ağlama isteğimi tetikliyordu.
“D-ediğimi yap, dikkat et Mihran! G-özümü açtığımda ilk seni göreceğim... S-ağlıklı bir şekilde.” Bana son kez bakıyormuşçasına konuşmuştu. Cevap vermeme fırsat olamadan arabanın otomatik kapısı açılmış Arif ile yanında beyaz önlüklü bir adam gözükmüştü. Doktor olduğunu anladığım adamın arkasında ekibi duruyordu. Aralarından bir tanesini tanımıştım. Yaralandığımda bana bakan hemşir Oğuz’du.
“İnanılır gibi değilsin! Haberin olsun diye söylüyorum, üç kurşunla baygın olmaman artık bana şov gibi geliyor adamım!” Doktor olduğu kesin olan adamın kınayan bakışları ile Uluğ’u süzüyordu.
“Ş-ovu sevdiğimi en iyi sen bilirsin Doktor…” Umursamaz sözleri beni sakinleştirmek içindi. Çünkü ben daha fazla dayanamamış gözyaşlarımı salmıştım. Aslında bakacak olursak patlamak üzereydim.
“Halen konuşuyor ya, halen konuşuyor. Alın çabuk… Kesip biçeyim de görsün gününü!” Demişti. Uluğ, yanına gelen ekibe eli ile durmalarını söylemişti. Bana doğru dönmüş ağlamaktan kızarmış burnuma bir fiske vurmuştu.
“E-llerini yıkamayı u-nutma kıvırcık?” Sözlerinin ardından bakışlarımı ellerime indirmiştim. Kanın görüntüsü midemi bulandırmıştı. Bir şey diyememiş öylece ona bakakalmıştım. Sonra zaten her şey kendiliğinden gelişmişti. Ekipler gelmiş Uluğ’u sedyeye yatırmışlardı. Rezidans sandığım aslında özel bir hastaneymiş ve yine Köksoy’lara ait bir yermiş. Her şey ve herkes hazır bir şekilde ameliyata girmişti. Hastanenin içi cam fanusu gibi ultra lüks bir ortamdı. Teknolojinin son noktası denilebilir. Her yer dokunmatik ekranlarla kaplıydı.
Ameliyat kapısının önünde koridorda volta atıyordum. Hiçbir yere sığamıyor, bu içimdeki acıyı kavrayamıyordum. Elimi yıkamamı söylemişti fakat buna cüret dahi edemiyordum. Onun olmadığı bu vakitte kendimi cezalandırıyor gibi bir hal takınmıştım. Önüme atlamıştı, ölümü göze almıştı. Ve acı çekerken bile aklında bir tek ben vardım. Söylediğini yapmıştı. Sarhoş olduğu gece bakışları göz bebeğime tutunduğu vakit, bugün ölsem aklımda tek bir kişi olur demişti. Sözleri canımı yakmamıştı lakin bunun eyleme dökmesi işte bu beni darmaduman etmeye yetmişti.
Zafer babanın omuzuma dokunan eli ile ona doğru dönmüştüm. Bana oturmam ve sakinleşmem gerektiğine dair bazı sözler zırvalıyordu. Herkes çok sakindi, kimse endişeli değildi. Bu duruma öfkelenip, omzumla bana dokunan elini iteklemiştim. Daha dakikalar öncesine kadar Uluğ’a bir şey olur düşüncesi ile duygusallığa bağlamışlardı. Hepsi birer oyundan ibaretti. Kimsenin gerçek anlamda Uluğ’u sevdiğini düşünmüyordum. Bu acı da olsa böyleydi.
Ona acımayan herkesi bir kaşık suda boğmak istiyordum. Onun birine bile zarar gelmemesi için verdiği savaşı bilirken başkalarının onu umursamamasını kabullenemiyordum. Hayır ya, bu kadar kötü olamazlar. Bugüne kadar yaşanan her sahne gözümün önüne düşmüştü. Ve ilk kez kafamın içinde dönen filmin başrol kahramanı ben değildim. Daha fazla dizlerimin titreyişine kayıtsız kalamamış duvar dibine çökmüştüm. Başımı dizlerimin üzerine yaslamış, ellerimi de bacaklarımın etrafına dolamıştım.
Hikayemiz iyi başlamamıştı, iyi gideceğini de düşünmüyordum lakin giderek ona bağlanıyordum. Ve içimdeki ses bu yolun sonunda ondan ayrı düşmek canımı yakacağını söylüyordu. Buna engel olamıyordum kim bilir belki de engel olmak istemiyorumdur. Hemen hemen onu bir aydır tanıyordum… Bu çok saçma!
Saatler geçti, ayaklarım uyuştu aynı kalbim gibi. Ve göz yaşlarım ilk kez kurumadı. Sesli ağlayışlarım bir an olsun durmamıştı. Bu içimi yakıp kavuran acıyı tanımlayamıyordum. Zafer baba ile Arif tuhafça bana bakıyorlardı. Daha diğerleri gelmemişti. Ve bu durum daha da öfkelenmeme neden oluyordu. Uluğ içeride canı ile uğraşırken onların ne bok yediklerini düşünüyordum. Düşüncelerimden beni sıyıran karşımda oturan Zafer babanın telefon melodisiydi.
“Efendim.” İngilizce dili ile yanıtlamıştı. Belli ki o masadakilerden birileriydi. “Ne, nasıl?” Öfkeyle ayağa fırlamıştı. Arif’te hızlıca yanında belirmişti. Yine neler dönüyordu acaba. Zafer baba derin bir nefes almış ve dişlerini öfkeyle gıcırdatmıştı. “Tamam kapat, ben sana geri döneceğim.” Demiş ve aramayı öfkeyle sonlandırmıştı. Hiçbir şey demeden de birkaç tuşa basıp telefonu yeniden kulağına götürmüştü. Bastonu ile kendi etrafında dönmeye başladı.
Ağlayışlarım dinmiş değildi fakat azalmıştı. Ama üşüyordum oysa yaz ayının ortasındaydık. “Mert, neredesiniz siz oğlum?” Sesinden belli olan bir mesaj vardı. Konunun hepsiyle ilgili olduğunu anlayınca yavaşça çömeldiğim yerden kalkmıştım. Üstümü düzeltmiş ve Zafer babaya odaklanmıştım.
“Lan bu sözlerde ne böyle? Şehir magandası mı olacaksınız siz başıma, derdiniz ne ulan it köpekler!” Kafayı yemiş biçimde tüm katı sesi ile inletmişti. Ve hiç beklemediğim bir şey oldu. Mert öyle bir bağırmıştı ki sesi ta benim kulağıma kadar gelmişti.
“Sesini kontrol et Usta, bu gece herkes sesine dikkat etsin! Madem bu kadar öldürmek istiyorlar, o halde günahta benden gider, anladın mı beni?” Mert’in her zamanki uysal tavrı yok olmuş gibiydi. Hiç de düşündüğüm gibi değillerdi. Kafam allak bulak olmuştu.
“Kafayı mı yedin oğlum sen, Uraz’dan beklerim de senden asla, bunlar ne biçim sözler böyle! Mekân basmakta ne demek oluyor? Hem de Tersiyer’in tüm mekanlarını… Soylarını kurutmuşsunuz ulan ibneler! Siz neye sebep olduğunuzun farkında mısınız?” Bağırmasından ötürü kulaklarım acımıştı. Mekân basmak mı? Acaba Uluğ’un intikamını mı almışlardır. O zaman bize bu saldırıyı düzenleyen Tersiyer’di. Bu adamın Uluğ ile derdi neydi? Bu sefer Mert’in sesi kulağıma yetişmemişti. Zafer baba şaşkınlıkla etrafına bakmıştı.
“Uluğ öyle bir şey demez! Yanlışın var senin, başka bir şeyden bahsetmiştir ve siz bambaşka bir şey anlamışsınızdır.” dedi tereddütle. Susmuş ve karşı tarafı dinlemişti. Her duyduğu kelime de daha bir şaşırıyordu. Duydukları dizlerine ağırlık getirmiş olacak ki kalktığı yere geri oturmuştu. Bastonunu kenara bırakmış ve alnını ovuşturmuştu.
“Bu geceki her şey onun planı dahilinde gerçekleşti değil mi Mert?” Sesi titriyordu. Beni ilk gördüğündeki aynı tavırlara bürünmüştü. Kimin planından bahsediyor olabilir ki? Bir önceki konuşmasından istinaden sadece Uluğ’un ismi geçmişti. Ve bu kafamı karıştırmıştı.
“Ne, hayır delirdi mi bu adam? Madem Uluğ size böyle bir şey söyledi siz nasıl olurda bana haber vermezsiniz? İşler daha da sarpa sarmadan, çabuk buraya geliyorsunuz çocuklar, çabuk!” Demiş ve telefonu yüzlerine kapatmıştı. Alnını yeniden stresle ovmaya başlamıştı. Bu geceki tüm tavırları zaten baştan değişikti. Açıkçası hiç şaşırmadım.
“Arif, oğlum git Mark’a Cumhurbaşkanlığı sözcüsüne gerekli talimatları vermesini söyle. Bu konu hakkında en ufak bir şey bile duymak istemediğimi de ilet! Polis ile bizi münakaşa etmesinler, kendi aralarında halletsinler.” Aynı huysuz hali ile konuşmuştu. Ne kadar şaşırmam gerekiyordu, halen anlamış değildim. Birilerini öldürüyorlardı ve kimse onları sorgulamaya dahi cüret etmiyordu.
“Emredersin Dayı! Benden istediğin başka bir şey var mı?” Endişeli bir yüz ile konuşmuştu. Arif’in de bir şeyler için tedirgin olduğunu gördüm ya ölsem de gam yemezdim. Zafer baba bir şey demeden eli ile gitmesini iletmişti. O da bir saniye beklemeden uzaklaşmıştı. Bulunduğum ortam artık beni boğmaya yetmişti. Kirliydim. Üzgündüm. Kırgındım. Bitkindim.
Yavaş adımlarla Zafer babanın yanına varmıştım. Eğmiş olduğu başını buruşuk bir yüzle bana doğru kaldırmıştı. Dudaklarımı ıslatmış, kuruluk hissiyatını gidermek istemiştim. “Zafer baba, lavaboya kadar gidebilir miyim?” dedim yorgunca. Bir şey demeden yanındaki adama bir işarette bulunmuştu. Adam eli ile geçmemi iletmişti. Bir şey demeden yürümüştüm.
Korumayı takip ederek lavaboya girmiştim. O da beni kapının önünde beklemeye koyulmuştu. Aynadaki yansımamla karşı karşıyaydım. Fön çekilmiş saçlarım resmen elektrik çarpmış bir vaziyetteydi. Göz makyajım akmış, berbat bir haldeydim. Sabahtan beri çığlık çığlığa ağlama isteğim tek kalmanın bilinci ile gün yüzüne çıkacaktı. Farkındaydım. Bu içimi daraltan duygunun dışa vurumu ağır olacaktı. Hissediyorum.
Lavabonun sert zeminine sıkı sıkı tutunmuştum. Düşecek gibi bir halim vardı. Göz yaşlarım durmuyordu. Bağırmak istiyordum. Ellerimdeki kan ruhuma acı çektiriyordu. Yeniden silahların arasında kalmıştım. Tolga tam karşımdaydı. Gitmeliydi. Gitmeliydim. O gece zihnimden silinmeliydi. Acı bir tokat gibi zihnime bir sahne düşmüştü. Yerde kıvranan bedeni mırıltılı bir ses ile, “Ölmek istemiyorum.” Diyordu.
Delirmişçesine kendimi yere bırakmıştım. Ellerim uzun bir aradan sonra yeniden boğazımda yerlerini almışlardı. Silinen izlere yenilerini ekleyecektim ve en acısı bunu hissedemeyecek olmamdı. Ve ben yeniden sessizce ve kendimi sıkarak ağlamaya çalışıyordum. O görüntü zihnimden gitmeliydi. Bana yalvaran o yüz ifadesini unutmalıydım. Neden şimdi, şu anda vicdan yaptığımı kavrayamıyordum. Hiç bu kadar arada kalmamıştım. Ah Tanrım, ölmek istiyordum.
Bu içimi deliveren sahneler sonumu getireceklerdi. Yeniden, yeniden ve yeniden. Hepsi, tüm travmalarım karşımdaydı. Elimde olmadan yaptıklarım benden hesap sormanın peşindeydiler. Hiç bu kadar çıkmazda kalmamıştım. Bağıra bağıra, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştım. Uluğ’da benim yüzünden ölecekti. Onun katili de ben olacaktım. Şeytandım. İblisin tekiydim. Herkesin sonu olacaktım.
Kapının açılma sesini duymuştum. Ama ben adeta kafayı sıyırmışçasına kendimi boğmaya çalışıyordum ve sesli biçimde ağlıyordum. Birileri geldi gitti. Bir şeyler bitmeliydi. Bu çektiklerimin bir sonu olmalıydı. Saç diplerim uyuşuyordu. Annemi yanımda istiyordum. Babamı bile özlemiştim. Keşke o evden hiç ayrılmasaydım. Bu benim için çok zor bir kelimeydi. Razı gelseydim her şeye. Belki bazı şeyler daha farklı olabilirdi. Tolga yaşardı, Uluğ acı çekmezdi. Tolga’nın ablası Ahu bu kadar yalnız kalmazdı belki de. Ve belki de Uluğ nefret ettiği o masaya geri dönmek zorunda kalmazdı. Ablam mesela böylesi iğrenç bir duruma düşmezdi. Belki, belki, belki… Belkilerle geçecek bir ömür.
Biri gelmiş ayak diplerimin yanında çömelmişti. Bir şeyler zırvalıyordu. Fakat ben avuç içimle kulaklarımı kapatmıştım. Zihnimdeki tüm sesleri susturmak için geliştirdiğim bir eylemdi. Ne olduğunu kavrayamadan biri var gücü ile kulaklarımı kapattığım iki elimi de çekmişti. Korkulu gözlerle başımı karşımdaki kişiye kaldırdım.
Yine o vardı, acımasız fakat herkesten merhametli o adam yine yanımdaydı. Bugün bu ikiydi. Uraz, öfkeli hali ile yeniden karşımdaydı işte. Ellerimi öyle bir sıkı tutmuştu ki canımı yakıyordu. Fakat bunu kendime gelmem için yaptığını anlayacak kadar kafam yerindeydi. Göğüs kafesim yeniden daralmıştı. Nefes alamadığımı sezdim. Gözlerine bakarak acı çektiğimi anlatmaya çalıştım.
“Canın mı yanıyor?” dedi buruşuk bir yüz ifadesi ile. Sadece başımı sallayabilmiştim. Baş parmağı ile ellimi okşamaya başlamıştı. Göz yaşlarım devam ediyordu. Durmak nedir bilmiyorlardı. Ama bu yaşlar sessizdi. Her zamanki gibi. Az önceki o bağırışlarımdan eser yoktu. “Onunki kadar değil!” Acı dolu sesime ben bile acımıştım.
“Nefes almaya çalış,” dedi. Gözleri dolu doluydu. Bana mı acımıştı yoksa Uluğ’un durumu mu onu yıkmıştı bilemiyordum. “Lütfen.” dedi sessiz harflerle. Başımı yana yatırmış, ne kadar çaresiz olduğumu ona göstermek istemiştim. Ve o bunu anlamıştı. Uluğ hep üçümüzün de ortak noktalarına değinip duruyordu. Bir keresin de çocukluğumuzun birer kâbus olduğunu söylemişti. Başımı iki yana sallamış, nefes alamadığımı ona anlatmak istemiştim. Ve bir şey oldu, Uraz’ın sağ gözünden bir yaş düşmüştü.
Beni kendine çekmiş ve sıkı sıkı sarmalamıştı. Bu hareketi sayesinde ağlamam daha da artmıştı. Bugün tüm yaşananların birer dışa vurumuydu. “İyileşeceğiz, beraber.” Titreyen sesi ile saçlarımı okşarken konuşmuştu. “U-raz,” Canım yanıyordu. Her şey gözümün önündeydi. Ama her şey. Görmek istediklerim ve istemediklerim. Yüzleştiklerim ve kaçtıklarım.
“Ö-zür dilerim,” dedim çaresizce. “Varlığım için çok özür dilerim.” Diye devam ettim. Bedenini benden uzaklaştırdı. Ve hüzünle tüm yüzümü taradı. Ellerimi yeniden avuç içine aldı. Ve öyle bir baktı ki bana, sanki çocukluktaki babam bakıyor gibiydi. “İyi ki Mihran, iyi ki.” Bunu mu demişti cidden. Ben var olmamdan utanırken o şükrediyordu. Bu nasıl bir iş böyle. Bunu sonraya bırakarak içimi kemiren o soruyu sormak istiyordum.
“Uraz, o iyi olacak değil mi?” Yeniden ağlayacağımı anladığımda gözlerimi kaçırmıştım. Merakla ona baktığımda dudağında hafif bir tebessüm belirmişti. “O her zaman iyi olur Mihran. Merak etme.” dedi rahat bir yüz ifadesi ile. Bu dediğine kızmıştım. Öfkeyle elimi elinden kurtarmıştım. Bu yaptığıma şaşırmış ve tuhaf bir yüz ifadesi ile bana bakmıştı. “O da bir insan, senin benim gibi biri. Siz sanki hiç canı yanmıyor gibi davranıyorsunuz ve bu artık benim canımı çok sıkıyor… Sıkmaktan ziyade acıtıyor Uraz.” dedim sinirle. Gözlerim yeniden dolmuştu.
“Çünkü… Çünkü Mihran, onun vücudu acıya dirençli. Dirençli olmak zorunda bırakıldı. Bu kurşunlar onun için sinek ısırığından farksız, özür dilerim ama durum bu. Kendini sıktığını, acısını göstermemeye çalıştığını sanıyorsun değil mi?” dedi ciddi bir yüz ifadesi ile. Sarf ettiği kelimeler beynimi uyuşturmuştu. Dirençli olmak zorunda bırakıldı da ne demek oluyordu? Bu sözler sırtıma yük olarak oturmuştu. Acaba söylediği kelimenin bende ki ağırlığının farkında mıydı?
Hiçbir şey diyememiş öylece ona bakakalmıştım. “Sandığın gibi değil, cidden artık vücudu bağışıklık kazandı ve o acıyı öyle büyük hissetmiyor.” Demiş huzursuz bir tavırla. Sol gözümden bir yaş akmış ve dudaklarımda yerini almıştı. Kollarım uyuşmuştu, aynı ayaklarım gibi. Ayağa kalkmaya çalıştım ama pek beceremedim. Uraz, ellini belime koyup beni ayağa kaldırmıştı. Kendime gelmeliydim. Ellerimdeki kana daha fazla maruz kalamazdım.
Aynada olan yansımam midemi bulandırmıştı. Nefesim bile tiksinmeme sebebiyet veriyordu. Bu dayanılmaz bir durumdu. “Hadi gel elini yüzünü yıkayalım. Kendine gelirsin biraz.” Uraz konuşmuştu ama benim kulağıma yetişmemişti.
Sanırsam cevap vermediğimi görünce hiç beklemeden musluğu açmış, bir eli ile saçlarımı arkadan toplamış diğer eline de bir avuç dolusu su doldurup yüzüme bocalamıştı. Islaklık hissi nefesimi kesmişti. Ben öylece durur iken o hem ellerimi hem de yüzümü yıkamanın derdindeydi. Bir çocuğa davranır gibi şefkatle yaklaşmıştı. Bu bile beni ağlatmaya yetmişti. Ani gelen ağlamalarım Uraz’ı şaşırtıyordu. Sesli bir biçimde hıçkırıklarım yükselmişti. Uraz’ın eli havada ne yapacağını bilemez vaziyette durmuştu.
“Arif, hemen buraya gel!” Uraz’ın yüksek sesi beni irkiltmiş hâkim olmadan sarsılmıştım. Destek almak istercesine lavabonun fayansına tutunmuştum. Aynadan ötürü arkamda duran kapıyı görebiliyordum. Telaşlı biçimde kapı açılmış içeriye Arif girmişti. İlk durağı ben olmuş ve kaşlarını çatmıştı.
“Mert’i buraya çağır çabuk!” Emiri alır almaz gözden kaybolmuştu. İyi değildim, iyi de olmak istemiyordum. Etrafımda olan herkesin ölüm sebebi olacaktım. Nefret ediyordum artık. Bu duruma katlanamıyordum. Annem de benim yüzümden hastalanmıştı, daha bebek olan kardeşimi de ben öldürmüştüm. Tolga’nın da yine ben sebebi olmuştum. Ve şimdi de…
Bu nasıl bir hayattır böyle? Ben neye dönüşüyordum? Ama anlamıyordum, nasıl kendi canını hiçe sayardı? Ben onun neyiydim ki de benim canım onunkinin önünde geliyordu. Kapının sesi ile başımı kaldırmıştım. Mert yerine Merve belirmişti. Üstüne tuhafça bakmıştım. Açıkta kalan teninin üzeri oluk oluk kanlarla bezenmişti. Boynu, göğsü, kolları, bacakları her yeri kan içerisindeydi.
“Bir sorun mu var Uraz!” dedi düz bir sesle. Başımı geri eğmiş daha fazla dayanamadan ayaklarımdaki topukluları bir kenara fırlatmıştım. “Mert nerede, ben onu çağırmıştım.” dedi Uraz düz bir sesle. Aralarında bir şey yaşanmıştı. Bariz bir soğukluk vardı.
“Zafer Ustayla konuşuyor, ne varsa bana söyle.” dedi aynı hali ile. Eğer ona bir şey olursa ben ne yapardım. Nerelere giderdim. Gidebilir miydim de… İlk işleri beni öldürmek olurdu. Fark ettim de o olmasaydı kimse bana acımazdı. Bu durum daha bir içime oturmuş durmayan yaşlarımı hızlandırmıştı.
“Sakinleştiremedim onu.” Beni göstererek konuşmuştu. Onlara hiç bakmıyor başımı eğmiştim. Tek yapabildiğim sessizce gözyaşı dökmekti. Yanıma yanaştığını sezdim. Baygın bakışlarla aynaya baktım. Tam arkamda duruyordu. Tüm yüzüme detaylıca baktı. Yüzü her zamanki sertliği ile bana bakıyordu.
“Kim için ağlıyorsun?” Demiş imalı ifadesi ile. Gözlerimi kapatmış pınarlarımda takılı kalan yaşları salmıştım. ‘Herkes için ama en çok da onun için…’ Demek isterdim lakin suskunluğumu korumuştum. Neyi, kime anlatabildim de şimdi anlatacaktım. Her şey bir saçmalıktan ibaretti. Ona dönüp bakmıyordum, bakamıyordum.
“Ağlama, böyle bir hakka sahip değilsin! Eğer kardeşime bir şey olursa seni kendi ellerim ile öldürürüm. Dua et yaşasın Mihran. İyileştiği zamandan sonra da aranızda ilerleyen bu ilişkiyi bıçak darbesi gibi keseceksin!” Bu sözleri ruhuma daha bir ağırlık getirdi. Daha ben sözlerini yutmadan bir yenileri gelmişti.
“Kendini toparla, Uluğ’un ameliyatı gayet başarılı geçiyormuş. Elini yüzünü yıka, saçını da topla demedi deme bu halin tam bir ucubeye benziyor.” Demiş Uraz’a da başı ile gelmesini söyleyip lavabodan çıkmıştı. Uraz üzgünce son kez bakıp o da kaybolmuştu. Merve’nin tek bir dediğine takılı kalmıştım. Uluğ’un durumu iyiye gidiyormuş. Bu haber üzerimdeki ölü toprağı savurup atmıştı. Sabırsızca elimi yüzümü yıkayıp saçımı toplamış ve lavabodan çıkmıştım. Beni karşılayan yine Arif olmuştu.
“Daha iyi misiniz?” dedi ciddi bir yüz ile. “Umurundaymış gibi rol yapmana gerek yok Arif.” dedim iç çekerek. Beklemeden yürümeye başlamıştım. O da tam yanımda yürümeye başlamıştı.
“Doğrudur, umurumda değilsiniz! Fakat abinin umurundasınız ve sizi bana emanet etti!” dedi düz bakışları ile. Sesli bir nefes vermiştim. “Zaten ondan başka kimse beni düşünmüyor.” Mırıltılı sesim Arif’e yetiştiğinden bihaberdim. Ameliyathanenin önüne geldiğimde herkes buradaydı. Mert ile Korcan Zafer babayla hararetli bir konuşmanın içerisindeydiler. Merve bir duvara yaslanmış elleri ile oynuyor, karşı duvarda da Uraz yaslanmış gözlerini kapatmıştı. Gördüğüm kişi ile sinirlerim bozulmuştu. Emily, oturakta oturmuş ayak ayak üstüne atmış bir şekilde duruyordu. Yanında ise masa da gördüğüm sarışın adam Soykan vardı. Onun da yanında Brando Davis duruyordu. Şaka gibi bir ortam.
Brando Davis beni fark etmesiyle tepeden bakmış çok oyalanmadan başını geri indirmişti. Soykan göz ucuyla bakıp önüne dönmüştü. Uraz’ın yanına gitmiş onun gibi sırtımı duvara vermiştim. “Bunların ne işleri var burada?” dedim öfkeyle. Uraz gözlerini açmış ve bana dönmüştü. “İşleri mi, işi mi?” dedi imalı sesi ile. En kötü bakışımı ona atmış ve önüme dönmüştüm. “Her ne boksa Uraz!” dedim öfkeyle.
“İşler karışık Mihran, Uluğ’a bir şey olmasın diye az kalsın secdeye kapanacaklar. O yüzden buradalar.” dedi eğlencesinden bir an taviz vermeden. Göz ucuyla hepsine baktım ve kusasım geldi. “O peki, ne ayak yani? Yoksa o da mı bu işlerin içinde?” dedim iğrenir bir ifadeyle.
“Yok Emily bir sosyetik güzel, babası bu işlerin mimarı. O yüzden önemli bir yere sahip. Buraya da Uluğ için gelmiştir, başka ne için gelecek.” Sonlara doğru eğlenen bir tavır almış ve ben dayanamadan karnına gelişi güzel vurmuştum. “Ağğ!” Diye bir nidada bulundu. Herkes göz ucuyla bize bakmıştı.
“Ne vuruyorsun kızım? Allah, Allah gören kızı ben getirdim sanır! Ama senin de kıskançlığın ne çirkin oluyormuş öyle, maazallah evlerden ırak.” dedi ağzının içinde. Sinirle ona döndüm. “Ne kıskançlığı be, sensin o!” dedim düşünmeden. Bu tepkime ağzının içinde gülmüştü. Bezmişçesine önüme dönmüştüm. Gözüm durmaksızın o kadına gidiyordu. Elimde olmadan onu süzerken kendimi buluyordum. İçim patlamak üzereydi. Aradan kaç zaman geçmişti ama hiçbirinden ses seda çıkmamıştı. Bu sakinlik beni deli ediyordu.
“Elini yüzünü yıkamaya niyetin yok galiba. Temizlenme gibi bir derdin yoksa eğer gözümün önünden kaybol!” Brando Davis’in kınayıcı üslubu sessizliğin sesini kesmişti. Kime dediğini anlamak için ona dönmüştüm. Tam karşısında duvara yaslanan Merve’ye bakıyordu. Üzerindeki kan onu rahatsız etmiş olmalı.
“Öyle bir niyetim yok Bay Davis, bu kadar rahatsızsanız kapıya kadar sizinle eşlik edebilirim. Hem neden bu kadar rahatsız olduğunuzu da anlamış değilim, bu kanlar eğer bir hata yaparsanız diye size bir ders niteliği taşıyor. Kulak asmanızı öneririm.” Merve’nin akıcı İngilizcesi ortama bomba gibi düşmüştü. Bakışları, tavrı ve duruşu acımasızdı. Tehlike kokuyordu. Brando, dikleşmiş ve kaşlarını çatmıştı.
“Ah siz Köksoylar hiç mi ayarınız yok! Hep bir kendini gösterme çabaları, ama unutma ki devede de boy var tatlım!” dedi huysuz sesi ile. Bu adamdan nefret etmeye başlamıştım. Uluğ’a kötü davranan herkesi bir kaşık suda boğmak istiyordum.
“Sen onu bunu bırak da Brando, bana Roy ile Aaron köpeğinin leşini ne zaman önüme atacağını söyle!” Zafer babanın gür sesi meydan okur bir nitelik taşıyordu. Bu adamın hakkından bir o gelirdi zaten. Brando Davis oturduğu yerde kıvranmaya başlamıştı bile.
“Efendim bildiğiniz üzere, Roy’un oğlu ile Aaron’un yeğeni masadaki konuşmalardan rahatsızlık duyup böyle bir girişim de bulunmuşlar. Yani Aaron Matinyan ile Gloria Roy’un bu meseleyle yakından uzaktan hiçbir ilgileri yoktur. Hem onlar Çebi’yi hedef almamışlar bu kızı vurmak istemişler ama Çebi göründüğü üzere buna mâni olmuş. Siz söyleyin nasıl olurda onları öldürebilirim ki?” Ellimden onu tiksintiyle incelemekten başka bir şey gelemiyordu. Bu ölüm kavramını ben yanlış biliyor olabilirim. Şahsen ben vurulmuş olsaydım onlar için gereksiz bir bilgiden ibaret olacaktım. Fakat bana göre yabancı olan biri içinde yas tutulur ve vicdan muhakemesi kurulabilirdi. Benim için yakın örnek, Tolga’ydı.
“Brando, ne dersin bundan tam altı yıl öncesine gidelim mi evladım? Uluğ masayı çiğnemiş ve üç yüzden fazla adamın ölümüne sebep olmuştu. Elinize vermedim mi sizin? Ben ona dokunmaya kıyamam, alın ne yaparsanız yapın demedim mi? Peki Uluğ’un başında kim vardı? Acar değil mi, o ne yaptı başını eğip kenara geçmedi mi? Üstüne düşeni yap ve kenara geç derim, yoksa demedi deme kim vurduya gideceksin!” Ne demek oluyordu bu? Uluğ’un yarım yamalak anlattığı hikâyenin bir kısmını da şu an öğrenmiş bulunmaktayım.
Parçalar birleşince önüme farklı bir görüntü çıkmıştı. O zaman olay bence şöyle gelişmişti. Uluğ’un bahsettiği kişi Saye’den başka kimse olamazdı. Saye katledilmiş ve bence onu öldüren Tersiyer’di. Masa ayağa kalkmış ve Uluğ’a durmasını söylemişlerdi. Fakat Uluğ kabul etmeyip Tersiyer’i bulmak için önüne geçen herkesi öldürmüştü. Masayı çiğnediği içinde aylarca işkence çekmiş. Onu serbest bıraktıklarında ise elini kolunu bağlayacak imzalar atılmıştı. Anladığım bunlardı. Bir şey daha vardı. Bu geceki olanlar ve önceden yaşananlar… Geçmiş tekerrür ediyordu. Bütün bunlar Uluğ’un bir planı dahilinde gelişiyor olabilir miydi? Yoksa bir şeylerden veya herkesten intikam mı alıyordu?
“Ben bu dediklerinizi üst kurula bildireceğim efendim. Affınıza sığınıyorum.” Demiş ve başını eğmişti. Gerçekten de dinsizin hakkından imansız gelirmiş. “Müsaadenizle bir telefon görüşmesi yapacağım.” Zafer babaya bakarak konuşmuştu. Bir cevap verme gereksiniminde bulunmamış eli git işaretini yapmıştı. O da bir an beklemeyip gitmişti.
“Peki böyle duracak mıyız? Sinik bir korkak gibi…” Merve’nin söylemi ile herkes ona dönmüştü. Anlaşılan öfkesi halen yerinde ve yaptıkları onu kesmemişti. Zafer baba ise öfkeyle yüzünü sıvazlamış ve etrafında dönmüştü. “Bence hiç durmamamız gereken bir yerde duruyoruz. Bugüne kadar bu ameliyathanenin önünde her birimizi bekledik ama bu hiçbir zaman Uluğ olmadı. Ona kadar bu mevzu sıçradıysa artık bize uyku haram demektir.” Mert’in sözleri herkesi farklı bir zaman dilimine ışınlandırmıştı.
“Bence bir süre durun! En azından Uluğ kendine gelene kadar… Herkes çok gergin etrafı daha da alevlendirmeyin.” Masanın üyesi Soykan akıcı Türkçesi ile konuşmuştu. Bu sayede Türk olduğundan da emin olmuş olduk. Yanında oturan Emily’de anlamsız bir yüzle etrafa bakıyordu. Dilimizi bilmediği için konuşmaya dahil olamıyordu.
“Abi düşüncen için sağ ol ama sen bu işe karışma.” Uraz yaslandığı yerden dikleşmiş ve cevap vermişti.
“Uraz ne yaptığınızın farkında değilsiniz dimi aslanım? Onlar sizden bir kişiyi bile öldüremedi ama siz onlardan geriye kalan leşlerini bile yok ettiniz! Kim size bu aklı veriyor oğlum, biliyorsun şimdi hepsi birlik olacak. Ben çok merak ediyorum bunca kişiyle nasıl baş edeceksiniz?” Soykan’ın sitemli sesi bomba gibi koridorun davarlarına çarpmıştı. Aklım bu muhabbeti algılamakta güçlük çekiyordu. Bıkkınca nefes alıp vermiştim. Saat gecenin kaçına geldiğini bilmiyordum lakin camın ardından da ki zifiri karanlığın azaldığına şahit olmuştum. Ve Uluğ’dan halen bir haber alamamıştım. Bu durum artık canımı sıkıyordu. Çıksın istiyordum. Görmek istiyordum. Nefes almak istiyordum.
“Artık Uluğ’un ne yapmak istediğini gerçekten de bilemiyorum Melih oğlum. Tolga’nın ölümü ile tüm tabularını yıktı. Önceden olsa bunu yapmaz derdim ama şimdi tek bildiğim bilmiyor oluşum.” Zafer babanın sesi ile kendime gelmiştim. Uluğ masada Soykan diye hitap ettiği adama Zafer baba Melih demişti. Herkes birbirine soyadı ile hitap ettiğinden gerçek isminin Melih Soykan olduğunu kavramıştım.
“Bir planı var, bunu dün ki toplantı da anlamıştım dayı. Bu gecekinde de emin olmuş oldum. Ama kendi aklı ile hareket etmesi beni endişelendiriyor. Her birimizi karşına alabilir gibi geldi. Sadece tek bir kişiyi kaybetmeyeceğini veyahut kaybetmek istemeyeceğini açıkça belli etti. Bence bunu yapması da oldukça riskli bir hareketti. Akıllı bir adam, neyi hesapladığını kavrayamıyoruz fakat böyle olmaz. Toplanın, bir olun ve aynı yörüngede ne yapacağınıza daha doğrusu ne istediğinize karar verin. Benlik bir şey varsa da bir telefon edin.” Melih Soykan, dönmüş beni kastederek bana bakmıştı.
Bu durum tüylerimin elektriklenmesine sebebiyet vermişti. Uluğ’un nezdinde iyi bir yerde olduğumu biliyorum fakat bu kaybetmek istemeyeceği düzeyde bir seviye değildi. Hem bunun olması için aramızda ciddi bir bağın oluşması gerekirdi. Bu konu beni epeyce şüphelendirmişti.
“Bundan iki hafta önceydi Uluğ yanıma geldi ve dedi ki, eğer bana karşı bir saldırı olursa ve ben yara alırsam ardımda kimseyi bırakmayın. Leşlerini bile alamasınlar. Ne Zafer babayı ne de başka birine sormadan bu dediğimi gerçekleştirin. Bende bunu emir belleyip yerine getirmiş oldum.” Mert’in konuşması ile herkes suspus oldu.
Melih Soykan huzursuzca ayağa kalkmış ve boyluca tur atmıştı. “Güçlü, akıllı ve bir o kadar da kurnaz. Eğer düşündüğüm şeyi yapıyorsa bu hepimizin sonunu getirir. Ama dahiyane bir plan kurduğunu da inkâr edemem. Her şey onun planı doğrultusunda ilerliyorsa da önünde eğilmekten başka hiçbir seçeneğimiz olmaz.” Kendi etrafında dönerken konuşmaya başladı.
“Tüm bu soru işaretlerimizi ondan başka kimse gideremez. Bekleyelim bakalım, bu sabrın sonu delilik olmasın da.” Mert düşünceli sesi ile konuşmuştu.
Zaman akmış saat sabahın 6’sına gelmişti. Fakat halen ameliyat devam ediyordu. Bu beni biraz gerse de sabretmeye çalışıyordum. Katlanılmaz bir durumdu ama çaresizdim. Sabahın bu saatine kadar koridorun tüm köşelerini keşfetmiştim. İçimde tarifsiz bir yara oluşmuştu. Bu durmaksızın ağlayabileceğimi hissettiriyordu. Korkum dinmiyor katlanarak büyüyordu. Hissettiğim acının altında eziliyordum. Yürüyerek çıkmalıydı ve her şey bitmeliydi. Yoksa ben bitecektim.
Bu hisse daha fazla kayıtsız kalamamış duvarın dibine çökmüştüm. Başımı arkaya yaslamış ve bugünün bitmesi ümidi ile gözlerimi kapamıştım. Vazgeçme Uluğ, anlamı yok ama sen yine de vazgeçme olur mu?
Sana kırgın olsam bile iyi olmanı istiyorum. En azından yaşamayı hakkediyorsun.
Bir çığlık sesi ile korkuyla gözlerimi açmıştım. Ameliyathane kapısı açılmış doktor önünde durmuş ve herkes toplanmıştı. Hızlıca ayağa kalkmıştım. Emily çığlık atmıştı. Herkesin yüzüne rahatlama ve bir sevinç yerleşmişti. Bu endişemi azaltsa da merak ve heyecan ile doktorun söyleyeceklerini can kulağı ile dinlemeye çalışıyordum.
“Dediğim gibi hayati bir tehlikesi yok ama biz Uluğ’u tanıdığımız için üç gün boyunca uyutma kararı aldık. Ne de olsa uyanır uyanmaz ayaklanacak çünkü, o yüzden tedbiri elden bırakmamak en doğrusu.” İçimde şu harlanan yangına su serpilmiş gibi nefes almıştım.
Bir kez olsun onu görmek istemiştim fakat bunu kime dile getirmem gerektiğini kestirememiş ve sadece susmuştum. Ayak uydurmaktan başka elimden bir şey gelmiyordu. Bu insanlar arasında kendimi istenmeyen biri olarak görüyor ve başımı eğiyordum. Üst kata çıkmış adeta bir daireyi andıracak alan bizi karşılamıştı. Bir tarafı mutfak diğer taraf ise her evin salonunda bulunan her şey. Salonun tüm köşelerinde odalar vardı. Bunlar birer yatak odalarıydı. Özel olarak tasarlandığı aşikardı.
Herkes kanepelere kendini atmıştı. Brando Davis, Uluğ’un haberini alır almaz gitmişti. Aynı Şekilde Melih Soykan’da. Ama Emily’in böyle bir niyeti yok gibiydi. Bu canımı sıksa da geriye ötelemeye çalıyordum. Zaman su gibi akmış Uluğ burada bulunan odalardan bir tanesine yerleştirilmişti. Bu sayede onu görebilmiştim. Yüz üstü yatırılmış bir vaziyeteydi. Ve yüzünün bir tarafını görebilmiştim. Bu da saniyelik bir zaman dilimine tekabül ediyordu.
Gündüzün ışıkları kendini geceye teslim ettiğinde Zafer baba oturduğu yerden hareketlenmişti. “Hadi kalkın artık eve gidiyoruz. Üç gün boyunca burada kalacak halimiz yok. El aleme yeterince maskara olduk zaten!” Bu söylemi herkese karşıydı. Göğsümün tam orta yerine bir taş oturmuştu.
“Olmaz Usta, en azından başında birimizin durması gerekiyor.” Uraz’ın itirazı doğru bir tepkiydi. Mesela ben kalabilirdim. Dilim bir türlü varmıyordu. Gücümü toplayıp tam söze başlayacağımda Zafer baba giriş yapmıştı. “Emily yanında kalacak... Hem biliyoruz ki Emily’in olduğu her yer güvenlidir, kimse bir şey yapmaya cüret edemez. Eğer biz burada kalmaya devam edersek de korkak olduğumuzu ve birbirimize ne kadar bağlı olduğumuzu sezip üstümüze gelebilirler. Şu an bize düşen bu üç gün içerisinde etrafı yumuşatmanın çaresine bakmak olacak.”
Midem bulanmıştı. Aynı vücudumun buz tutması gibi. Bu kadından nefret ediyordum. Hem de iliklerime kadar. Ona döndüğümde yine aynı anlamayan bir surat ifadesi ile konuşanları anlamaya çalışıyordu. Üç gün boyunca yanında mı kalacaktı yani. İyi de bu çok saçma. Duyduğum en saçma şey. Kolumu biri dürtmesi ile irkilmiştim. “Hadisene Mihran ne duruyorsun öyle?” Mert’in şaşkın yüzü ile anlamsızca etrafa göz atmıştım.
“Mert bir şey isteyebilir miyim senden?” dedim tereddütle. Kaşlarını çatmış ve merakla bana dönmüştü. “Yapabileceğim bir şeyse elbette.” Diye karşılık verdi. Biraz utanç biraz da can sıkkınlığı vardı üzerimde. Gözlerimi gözlerine bir an olsun değdirtememiştim.
“Emily’in yerine ben kalsam. O elin ecnebisi nereden bilecek. Uluğ’un durumu ile ilgili bir şey derler anlamaz. Hem avalak gibi bakıyor etrafa.” Sonunda içimdekileri tutamamıştım. Bu sözlerimden rahatsız olmuştu. Uzunca gözlerime bakmıştı. Sesli bir nefes vermiş ve gözlerini kapatmıştı.
“Düş önüme Mihran sadece düş! Yeter artık bu rezillik kurban olayım ya! Sebebim olacaksınız!” Bu sözleri beni düşündürmüştü. Hata düşündüm de ben ile Uluğ hakkında Mert ile Merve bir şey duymaya dahi tahammül edemiyorlardı.
“Neden öyle dedin ki? Pardon da ne rezilliğimizi gördün tam olarak?” dedim tuhafça. Tüm vücudunu bana döndürmüştü. “Bu iş olmaz Mihran! Her nereye doğru sürükleniyorsanız, durmalısınız! Sonu sizin için hüsran olacak bir hikâye yazıyorsunuz. Hepimiz bunu gözlerinizden okuyabiliyoruz. Size de bize de yazık. Etmeyin! Olabildiğince ondan uzak durmaya çalış. Hani büyüklerimiz demiş ya, gözden ırak olan gönülden de ırak olurmuş diye, o hesap işte.” dedi öfkeli bir hali vardı. Açıkça dile getirmişti. Daha nasıl izah edebilirdi ki zaten. Açık olmalıydım onun gibi.
“Bunları ona da söyledin mi peki? Senle Merve hep beni uyarıyorsunuz ya, hem de ortada hiçbir şey yok iken. Aklım artık almıyor Mert.” Diye sitem ettim. Yüzünde anlamlı bir tebessüm belirmiş ve arkasına dönmüştü. Cevap dahi vermemişti. Canımdan bir parçayı burada bırakıyormuşçasına onları takip etmiştim. Düşünmek benim için katlanılmaz bir eylemdi. Bedenim yoruluyordu.
Hastaneden çıkmış ve eve giriş yapmıştık. Beni ilk karşılayan ablam olmuştu. Elbisem de yer yer kan vardı. Ve bu onu endişelendirmişti. Gözleri kan revan içindeydi. Geceden beri ağladığı aşikardı. Yorgunca kendimizi odaya atmıştık. Benim bittik halimden dolayı hiçbir soruda bulunmuyorlardı. Ablama duş almak istediğimi ama tek yapamayacağımı söylemiştim. O da benimle girmiş ve ben bu süre içerisinde suyun altında yaşlarımı saklayabilmenin rahatlığı ile bolca ağlamıştım. Çıktığımızda yatağa boyluca uzanmış ve birbirimize sıkıca sarılmıştık. Ben Uluğ’a ağlamıştım ablam ise benim bu halime akıtmıştı yaşlarını. Bedenimdeki bu acıya daha fazla kayıtsız kalamamış ve gözlerimi uykuya teslim etmiştim.
Sabahın ilk ışıkları ile gözlerimi açmıştım. Ölüden bir farkım yoktu. O değil de ben vurulmuş gibiydim. Bedenimde canımı acıtan ve bir türlü geçmek bilmeyen bir yara vardı. Gün boyu yatakta kalmıştım. Hiçbir şey yapmak gelmiyordu içimden. Davranışlarım tuhaftı, bu ben değildim. Ne dövülmüştüm ne de ağır sözler işitmiştim. Hiçbir şey yaşamamıştım. Fakat fiziksel anlamda büyük bir acı yaşıyordum. Bu acı hiç öncekilerine benzemiyordu. Diyorum ya tuhaf. Her şey çok tuhaftı.
Diğer gün de bir önceki gün gibi katlanılmaz geçmişti. Tıpkı yarınında bu şekilde geçeceği gibi. Sadece öylece yatmak istiyordum. Temel ihtiyaçlarımı dahi yerine getiremeyecek raddeye gelmiştim. Ablamın zorlamaları ile birkaç lokma ağzıma atabiliyordum. Aralarında sadece Uraz yanıma uğruyordu. O da Uluğ ile ilgili haber ediyor ve hemen kayboluyordu. Yine bir günü ardımda bırakmanın sevincini yaşamıştım. Bugün sondu yarın sabah Uluğ taburcu edilecekti. Bu akşam uyandırmayı planlıyorlardı. Uraz’dan öğrenebildiğim bunlardı.
İki günün sonunda yataktan kalkmış elimi yüzümü yıkayıp ablam ve Vefa abi ile salona inmiştim. Evde sadece Zafer baba vardı. Söylenilene göre bu iki günde hiç evden ayrılmamış. Çok kişi eve girip çıkmış ama o adımını bile dışarı atmamıştı. Ve Arif kapımın önünden bir saniye olsun ayrılmamıştı. Şu anda peşimi bırakmadığı gibi. Bu oldukça canımı sıkmıştı. Fakat bana hastanede söylediği sözler aklıma gelince susuyordum. Bir süre etrafta dolanmış daha fazla dayanamayıp odaya yatağıma geri dönmüştüm. Bu ev zindandan bir farkı yoktu. Aile evi bile çekilir ama burası imkânsız.
Gece yarısına kadar birinden bir haber beklemiş fakat hiçbir ses seda olmayınca uykuya kendimi teslim etmiştim. Uykunun en tatlı yerinde birinin koluma dokunup sarsması ile kendimi diğer tarafa doğru atmıştım. Bu sefer daha şiddetli dürtmesi yorganı kafama kadar çekmek istedim. Ama bu her kimse buna iz vermemiş, yorganı üzerimden çekmişti.
“Kızım kalksana artık! Ne ağır bir uykun varmış senin de!” Meyra ablamın ciyak dolu sesi tüm katı sarmıştı. Yarı baygın gözlerle gözlerimi açmaya çalışmıştım fakat tepemde yanan ışık sayesinde başaramamıştım. Çatlamış dudaklarım ile konuşmaya meyletmiştim. “Ya abla rüyanda benimi gördün, kapa şu ışığı Allah aşkına.” Sitem dolu sesimin ona ulaştığından emindim. Kendimi diğer tarafa atmış ve yüzümü yastığa gömüştüm.
“Kızım aptal mısın sen! Kalk diyorum duymuyor musun? Üç gündür kendini perişan ettin, şimdi Uluğ gelmiş sen halen uyuyorsun!” Sözlerini algılamakta güçlük çekiyordum. Yoksa ben rüyamı görüyordum. Gözlerim fal taşı gibi açılmış ve kendimi yataktan ani hızla atmıştım. Kendi içimde rüya olmaması için telkinlerde bulunuyordum. Ablama dönmüş dolu gözlerle bakmıştım.
“Gerçek mi? O bu evde mi?” Bir yaş akmış ve dudaklarıma konmuştu. Kaşlarını çatmış ve verdiğim bu tepkiye karşı şüphelenmişti.
“Evet, yani araba ile bahçeye giriş yaptılar. En son onu gördüm ben.” dedi düz bir ses ile. Derin bir nefes almış ve ne durumda olduğumu anlamak için aynaya bakmıştım. Üstümde bir askılı ve şortlu takım vardı. Kiraz meyvesi desenleri ile tam bir çocuğa benziyordum. Topuz yapmış olduğum saçımı çözmüş ve salık bırakmıştım. Yüzüm biraz solgun gözüküyordu fakat yapacak bir şey yoktu. Heyecandan elim ayağım birbirine dolanmıştı. Galiba onu özlemiştim. Ama emin değildim.
Ablamın tuhaf bakışlarını önemsemeyip aşağı kata inmek için harekete geçmiştim. Yer ayağımın altından kayıyor gibiydi. Adeta kalbim yerinden çıkacakmış gibi bir ritim haline girmişti. Benim merdivenleri ardımda bırakmam ve alt kata ayağımı basmam ile evin devasa kapısı açılmıştı. Önde Uraz ile Merve girmişti. Onun arkasından ise Zafer baba ve Mert adımlarını atmışlardı. Sonunda o çok görmek istediğim yüzü gördüğüm vakit göz bebeğimin sızladığını sezmiştim. Öylece merdiven korkuluklarına tutunmuş bir biçimde içimdeki tarifi imkânsız acının dinmesi için ümit ediyordum.
Geçecek gibi bir hali yoktu lakin beklemekten başka elimden bir şey gelemiyordu. Hemen onun yanında başka birini görmem ile kaşlarımı çatmıştım. Bunun burada ne işi vardı? Sinirlerime hâkim olamıyordum. Bu kadını her gördüğümde ateşim çıkıyordu. Uluğ hiç vurulmamışçasına rahat biçimde yürüyordu. Üstünde uzun kolu siyah bir badi, altında ise siyah kot pantolon vardı. Kaşları çatık ve oldukça dalgın bir hali vardı.
Ona baktıkça içimin sızladığını sezmiştim. Bana yaklaştıkça avuç içim terliyordu. Fakat o kadar dalmıştı ki beni fark edemiyordu bile. Aramızda birkaç adım kala sonunda etrafa umursamaz bile olsa bir bakış atmayı akıl etmişti. Gözleri gözlerime tutunduğu vakit yürümeyi kesmişti. Öylece olduğu yerde durmuş, bir an olsun bakışlarını gözlerimden çekmemişti. Farklıydı, her zamankinden daha farklıydı. Hissiz gibi bir hali vardı. Ben elimde olamadan ona bir tebessüm bahşetmiştim. Bakışlarının durağı dudaklarım olmuştu. Derince yutkunmuş ve nefes vermişti. Lakin yüzünde bir mimik bile oynamamıştı.
Bu tavrı beni demoralize etmişti. Bir an bile tereddüt etmeden yüzünü çevirmiş ve salona geçmişti. Ben ise öylece arkasından bakakalmıştım. O derince iç çekerek bana bakan gözler gitmiş gibiydi. Ben abartıyor olamazdım. Ve kalbim kırılmıştı. Bunca gündür kendimi perişan etmiştim. Lakin onun bu tavrı gururumu kırmıştı. Hepsi salonda yerlerini almış vaziyeteydiler. Emily hiç yadırgamadan Uluğ’un yanına oturmuştu. Bu bende tokat etkisi yaratmıştı. Ben yerimden bir an olsun kıpırdayamıyor ve gözümü ondan alamıyordum.
“Meyra siz bize müsaade edin.” Onun sesini duymamam bile karnımda ağrıya sebep vermişti. Ablam ile Vefa abi arkalarına dönüp merdivenden çıkmaya başladıkları vakit sesi yeniden çıkmıştı. “Sende.” Tek bir kelime ama anlamı geniş. Bana bakmadan konuşmuştu ve ben haliyle etrafıma bakmıştım. Herkesin bana baktığını fark ettiğimde kaşlarımı çatmıştım. Aynı hızla ona döndüm. Hayretle gözlerimi kısmıştım. Ama o bana bakmamakta inatçıydı. Öfkeyle solumuş ve yüzümü sıvazlamıştım.
Bu adam benim sebebim olacaktı. Sonum olacaktı. Sinirle arkamı dönmüş, heyecanla indiğim merdivenleri hayal kırıklığı ile yeniden tırmanmıştım. Hayır, hayır öfkeli değildim. Kırgındım. Hem de bu sefer kim olduğunu biliyorum. Odaya girdiğimde ablamın düşünceli biçimde odada dolandığını görmüştüm. Vefa abi ise ayakta duvara yaslanmış biçimde durmuştu. Odaya adım atmamla bana doğru dönmüşlerdi.
“Hayırdır, sen niye aşağıda kalmadın? Yoksa seni de mi postaladı?” Hiddetle çıkıştı. Bu tavrına dişlerimi sıkmıştım. “Rahat bırak beni abla!” dedim umursamazca. Yanından geçeceğim sıra kolumu tutmuştu. Şaşkınlıkla ona bakmıştım.
“Bana her şeyi anlat Mihran ama her şeyi…” İmalı sesine karşı düşünceyle kaşlarımı çattım. Neyden bahsettiğini anlayamamıştım. “Neyi duymak istiyorsun abla, her şeyi bizzat ben size anlattım zaten.” dedim anlamsız bir biçimde. Başını yana yatırmış, her şeyin farkındayım der gibi gülümsemişti. Bu tavrı beni endişelendirmişti.
“Mesela Uluğ ile aranda ne gibi bir münasebet olduğunu bize açıklayabilirsin ablacığım!” Sessiz harflerle konuşmuştu. Kastettiği şey ile kalakalmıştım. Bu kadar belli etmiş olmamın imkânı yoktu. Daha ben doğru düzgün ne hissettiğimin bilincinde değilken hem de.
“Yok artık Meyra! Sen neyi ima ettiğinin farkında mısın?” Vefa abinin hayretli sesi bile birbirimizde olan bakışlarımızı koparmamıştı. “Gayet de farkındayım Vefa!” Gözlerini benden almadan konuşmuştu. “Böyle bir şeyin olabilirliği bile olamaz! Öyle ya da böyle onlar düşman… Değil mi abicim?” Sözleri irkilmeme neden olmuştu. Öyle ya da böyle onlar düşman. Bu gerçekten kaçmak, ölmek istemiştim. Bu gerçeklik canımı yakmıştı.
“Bir şey desene? Yalan de saçmalamayın de ama bir şey de bana Mihran!” Vefa abi omuzlarımdan tutup hiddetle sitemini göstermişti. Böylesine öfkelendiğine hiç tanık olmamıştım. Sesimi temizlemiş kızarmış gözlerle ona bakmıştım. Gözlerinde endişe vardı. Hissediyorum.
“İçini ferah tut, yok öyle bir şey! Dediğin gibi biz düşmanız!” Bu sözlerin benden çıktığına inanamıyordum. Şayet kalbim bunun tersini söylemek için daha bir hızlı atmaya başlamıştı. Aynı şüphe halen yerli yerinde bir şekilde bana bakıyordu.
“Olmasın, buna izin verme sakın! Aklından bile geçmesin abicim. Daha küçüksün, çok yara alırsın. Şu ankinden de beter bir hale düşersin! Biz olmayabiliriz fakat sen kendine mukayyet olacaksın! Bana söz ver, o adama kendini teslim etmeyeceksin!” Gözümden çaresiz bir gözyaşı akmıştı. Göz yaşımı takip etmiş ve kaşlarını çatmıştı. Sanki cevabını almış gibi beni kollarının arasına almıştı. Zaman durmuş gibiydi kendimi çok bitkin hissediyordum.
Onun yanında bir yerim yoktu. Bunda emin olmuştum. O kadınla geçmişe dayalı derin bir ilişkileri vardı. Dört gündür yanından bir an olsun ayrılmamıştı. Onun da bundan rahatsız olduğunu pek sanmıyordum. Düşündükçe ağlama isteğim geliyordu. Neden bana öyle davranmıştı ki? Beni neden yok saymıştı. Aklım almıyordu. Nefes almam bile çekilmez oluyordu.
Vefa abinin kollarından sıyrılıp kendimi banyoya atmıştım. Sesim duyulmasın diye musluğu açmış ve gözyaşlarımı serbest bırakmıştım. Kendimi çok yalnız hissediyordum. Ve bu sefer gerçekten de çok yalnızdım. Bir şeyler artık zor geliyor. Adım atmak için bir isteğim kalmamış gibi… Onun umursamazlığı beni yetim bırakmıştı. Evet bu acı da olsa öyleydi. Babamın yok saymasına bile alışamamışken onun da aynı kimliğe bürünmesi canımı acıtmıştı.
Göz yaşlarımı elimin tersiyle silip, üstümü çıkarmıştım. Güzel ve kısa bir duşun ardından çıkmış üstümü giyinmiştim. Ablam ile Vefa abi odada değillerdi. Bu konunun üzerine pek durmamıştım. Altımda tayt şort üstüm de ise kalın bir gri sweatshirt vardı. Saçıma kremimi sürmüş, ıslak ve salık bir biçimde bırakmıştım. Ablamlara bakmak için aşağı inmeye kara verdim. Odadan dışarı çıkmış ve merdivenlere doğru inmeye başlamıştım. O sıra merdivenlerden yukarı doğru çıkan kişi ile göz göze gelmiştim. Bir bu eksikti gerçekten... Sevmediğin ot burnunun dibinde bitermiş dedikleri bu olsa gerekti.
“Hay, biz sizinle tanışmamıştık galiba.” İngilizce dili ile konuşmuştu. Hiçbir aksana sahip değil fakat şımarık olduğu aşikardı. Masmavi gözlere ve kavisli bir burna sahipti. Güzel bir kadındı ama o kadar. Daha ötesi yoktu.
“Ah siz dilimizi bilmiyorsunuz sanırım.” Demiş ve kocaman gülümsemişti. Ardından elini uzatmış, diğer eli ile kendini işaret ederek, “Ben Emily.” Ne kadar salak olduğunun farlında mıydı acaba? Baygın gözlerle onu izliyor ve ondan hazzetmediğimi yüz şeklim ile anbean beli ediyordum. Farklı milletlerdeniz diye mimiklerimizde farklı olacak değil ya…
Uzattığı eline bakmış ve gözlerimi devirmişti. Omzuna çarparak yanından geçmiştim. Arkamdan söylenmeye başlamış, son duyduğum şey ise, “Salak mı, ne bu?” Söylemiydi. Sıkıntılı bir nefes bıraktım. Salona indiğimde kimsenin olmadığını anlamıştım bile. Ortalık oldukça sessizdi. Herkes nereye gitmişti böyle dememe kalmadan Korcan bahçe kapısından içeri adımını atmıştı.
“Ooo prensesimiz sonunda salona teşrif edebilmiş.” Korcan yine Korcanlık yapıyordu. Her durumda bu enerjisini kaybetmiyor olması beni gülümsetiyordu.
“Herkes nerede Korcan?” dedim uzatmayarak. “Herkesten kastın kim yavrum?” İması canımı sıkmıştı lakin kaşlarını dans ettirmesi beni gülümsetmişti. “Can!” Sitemle bağırdım.
“Tamam be! Ablan ile o çirkin inişten Uluğ’a geçmiş olsun demeye odasına çıktılar. Bizimkiler küçük bir işleri var, o yüzden dışardalar. Ve o…” Demesine kalmadan onu susturmuştum. “Tamam kâfi bu kadar. Sağ ol.” İstemsizce dişlerimi sıkmıştım. Korcan tam dibimde durmuş, tepeden kurnaz biçimde bana bakıyordu.
“Sen sinirlendin mi?” Gözleri kısık tuhaf bir şekle bürünmüştü. Kendimi ondan uzaklaştırmış. “Ne münasebet, yok öyle bir şey!” dedim hiddetle. Çocuk gibi yerinden sıçrayıp dibime girmişti. “Sinirlendin, sinirlendin. Ben bilirim…” Adeta mahalle dedikoducusu gibiydi. “Sinirlenmedim!” Öyle bir bağırmıştım ki sesim yankı yapmış ve bu sayede sinirlenmiş olmuştum. Korcan’ın gülmesi ile modum düşmüştü. Tam omzuna vuracağım sırada ise kapı çalınmıştı. Korcan kahkaha ata ata kapıya doğru gitmişti. Kapıyı açması ile sesi soluğu kesilmişti.
Merak içinde kapıya doğru ilerlemiş, kimin olduğunu anlamaya çalışmıştım. Ama gördüğüm yüzler tanıdık değildi. Kırklı yaşlarda iki adam duruyordu. Uzun boylu ve birbirlerine oldukça benziyorlardı.
“Müsaaden yok mudur Can oğlum?” Diğerine göre daha uzun boylu olan ve mavi gözlü adam konuşmuştu. Bir diğeri daha kısa ve benim göz rengime sahipti. Korcan telaş içerisinde kenara geçmişti.
“Yok öyle şey olur mu Faruk amca? Buyurun lütfen.” Tedirgin olmuştu. Korcan bana bakıp kaş göz işareti yapıyordu. Fakat ben hiçbir şey anlamıyordum. İçeri girdiklerinde karşılarında tam ben vardım. İkisinin de odağı ben olmuştum.
“Kimdir bu hanım kız?” Aynı mavi gözlü adam yeniden konuşmuştu. Korcan ateş topuna dönmüştü. Bu tavırları beni endişelendiriyordu. Elini saçlarına daldırıp stresle dağıtmıştı.
“Im... Şey… Bu bizim bir misafirimiz. Yani Merve’nin arkadaşı, öyle.” Çok saçmalamıştı. Acaba haberi var mıydı bundan? Benim gözlerime sahip diğer adamın bakışları beni düşündürüyordu. Oldukça sessiz ve gizemliydi. Uzun bir süre bana bakmıştı.
“Memnun olduk kızım... Uluğ nerede Can?” Önce bana ardından Korcan’a dönmüştü.
“Odasında istirahat ediyor Faruk amca.” İkisi talimat almış gibi merdivenlere doğru dönmüşlerdi. Geldiğinden beri sessiz duran adam merdivenlerin dibinde durmuş ve bana doğru dönmüştü.
“Çocuk… Seninle bir yerde karşılaşmış olabilir miyiz?” dedi şüphe içinde. Kaşlarımı çatmış ve düşünmeye başlamıştım lakin hiç öyle bir sahne aklıma düşmemişti. Tereddüt içinde Korcan’a dönmüştüm. Adeta ecel teri döküyordu.
“Iıı amca… Saye’ye dehşet bir benzerliği var. Belki oradan bir anımsadın.” Kaşlarını çatmış daha detaylı bakmıştı. Ardından başını sallamış, “Olabilir, mümkün.” Demişti. Yeniden arkalarına dönüp çıkmışlardı.
“Mihran, sen doğru odana gidiyorsun! Ve mümkün oldukça çıkmıyorsun.” Korcan’ı hiç bu kadar ciddi görmemiştim. Benim cevap vermemi bile beklemeden koşarak merdivenlerden çıkmıştı. Yine bir şeyler dönüyordu. Bu sefer kapı baca dinlemeyecektim. Yetti canıma… Bir an beklemeden ben de onun arkasından çıkmıştım.
Uluğ’un katına geldiğimde derin bir nefes almıştım. Odasının kapısı sonuna kadar açık vaziyete içeriden hiçbir ses gelmiyordu. Merakla odasına doğru gittim. Yetiştiğimde herkesin burada olduğunu görmüştüm. Gözlerim Uluğ’u aramıştı. Tam karşı da ki terasın trabzanlarına yaslanmış vaziyete içeri bakıyordu. Hatta karşı karşıyaydık. Kaşları çatık biçimde o iki adama bakıyordu. Öfkeli olduğunu alnında parlayan damardan anlayabilmiştim. Tam yanında ise Emily duruyordu. Bu avcumu sıkmama neden olmuştu.
“Buraya kadar gelmenizin bir lüzumu yoktu.” dedi düz bir sesle. Beni halen fark edememesini anlayamıyordum. Önümde Korcan, ablam ve eniştem vardı. Kalabalıktan mı göremiyordu diye düşünmeden edemedim. Lakin uzun boylu olması bu tezimi yıkmıştı. Kafasını kaldırıp baksa görebilirdi.
“Merak ettik ve geldik. İzin mi almamız gerekiyordu yiyenim.” Sessiz ve soğuk bakışlara sahip adam konuşmuştu. Bir akrabalık mı vardı acaba.
“Estağfurullah amca ben öyle bir şey mi dedim.” Mahcup bir ses tonu ile konuşmuştu. Amcası mı yoksa öylesine mi demişti. Daha bir meraklanıp bir adım atıp içeri girmiştim. Ve o sırada uzun zamandır beni görmeyen yeşil hareler kirpiklerime tutunmuştu. Kaşları çatılmış, bakışları tüm vücudumu taramıştı. Uzun bir süre sayılacak biçimde saçlarımda takılı kalmıştı.
“Sen niye ayaktasın, geç uzan daha fazla asabımı bozma!” Kısa boylu adamın yeniden konuşması ile bakışlarımı ondan çekmiştim.
“Gayet iyiyim ben amca. Gördün ayaktayım, ölmüyorum. Siz daha fazla endişe etmeyin.” dedi telaşlı bir ses ile.
“Aslında… Lila ile ikizlerde gelmek istedi ama sen rahatsız olma diye getirmedim onları.” Sesini bile zor duymuştum. Uzun boylu güler yüzlü olan adam. Uluğ yerinden hareket edip içeri adım atmıştı. Ben yokmuşum gibi davranıyordu. Bir an olsun dönüp bakmamıştı. O kadında tam arkasından ilerlemişti. Beni fark edince üsten bir bakış atıp geçmişti. Onun da içeri girmesi ile o iki adamda bana doğru dönmüş ve bu sayede beni fark etmişlerdi.
“İyi ettin.” Çok soğuk ve mesafeliydi. Aralarında bir anlaşmazlık var gibiydi. Uluğ Korcan’a bakmış ve yatağına oturmuştu. Sırtını yaslayamamıştı. Birinin arkasındaki yastıkları düzgün bir pozisyona koyması gerekiyordu. Fakat benim öyle bir niyetim yoktu. Ne de olsa oldukça bana uzaktı. Fiziksel biçimi kastetmiyordum.
“Hadi artık biz çıkalım. Rahat, rahat konuşsunlar.” Ablam, eniştem ve bana hitaben konuşmuştu. Fakat Emily’i buna dahil etmemişti. Stresli bir nefes bırakmıştım. Bu kadın kim oluyordu idrak etmekte güçlük çekiyordum.
“Kızımız kalsın, biraz sohbet etmek isterim.” Sessiz ve soğuk bakışlı adam beni işaret ederek konuşmuştu. Şaşkınlıkla adama dönmüştüm.
“Lütfen gel kızım, çekinme.” Ne yapacağımı bilmez vaziyete Uluğ’a bakmıştım. Alnında boncuk boncuk terler birikmişti. Yerinden kıpırdanıp, yüzünü buruşturarak ayağa kalkmıştı.
“Ne konuşabilirsin ki amca, tanımazsın etmezsin.” Bana doğru gelirken konuşmaya başlamıştı. Yine o geceki gibi beni yanına çekmişti. Adeta korumak ister gibi… Emily’in bakışlarını kaçırmamıştım. Uluğ’un karnıma siper ettiği kolluna bakıyor şekilde kalmıştı. Kaşlarını çatmış şüphe içinde bakıyordu.
“İşte zaten tanımak için konuşmak istiyorum yiyenim. Bir sakıncası mı var?” dedi şüphe içinde.
“Bende onu anlamadım işte amca, tanıyıp ne edeceksin?” Dişlerini sıkıyordu. Neden bu kadar geriliyordu ki? Tehlikeli bir durumun içerisindeymişiz gibi sezmiştim.
“Evlat bir sorun mu var?” Adamın tam karşımızda durup şüphe içinde bakması Uluğ’un kolunu benden çekmesine neden olmuştu.
“Yok amca.” Uluğ benden uzaklaşmış ve yeniden yatağına yerini almıştı. Amcası diye hitap ettiği kısa boylu adamda Uluğ’un yanına oturmuştu. Diğer adam da tam yatağın karşısındaki koltuk grubuna yerleşmişti. Uluğ kaşlarını oynatıp benim de koltuğa oturmamı iletmişti. Emir almış gibi dediğini uygulamıştım. Emily’de Uluğ’un diğer tarafına oturmayı seçmişti. Oysa bir koltuk daha vardı, bu ne had bilmezlik böyle? Bir türlü anlamlandıramıyorum.
“Neyse ne… Kızım sen Merve’nin nereden arkadaşısın? Genelde tüm arkadaşlarını tanırım fakat seni ilk görüyorum.” O adamın yeniden konuşması ile korkuyla Uluğ’a dönmüştüm. Başını eğmiş ve gözünü kırpmadan bana bakıyordu. Gözünde ilk kez bir şey fark etmiştim. Korku…
Tereddüt içinde yeniden adama döndüm. “Şey ben, Üniversiteden kulüpten arkadaşıyım. Çok sık görüştüğümüz söylenemez. Denk geldik ve buluştuk.” Bir ara Korcan’la birlikte Üniversitedeki kulüp anılarından bahsedip gülüyorlardı. Umarım bu bilgi işe yaramıştır. Uluğ’dan o güveni almak için bakmıştım. Sesli bir nefes verdiğini görmüştüm. Uzunca bana bakmış ve tüm yüzümü hayranlıkla taramıştı.
“Olabilir aslında, kusura bakma kızım böyle seni sorguya çeker gibi bir tavır takındım ama bende şüpheci bir adamım.” dedi kendini izah etmek istercesine. Neden yalan söylediğini bilmediğim bir konunun rahatlığını yaşamıştım. “Bu arada ben Behçet… Behçet Köksoy. Merve ile Uluğ’un öz amcaları oluyorum kızım.” Bunu dememeliydi. Yanlış duymalıydım. O tanışma anı bugün olmamalıydı. Daha hazır değildim. Korku ve dehşet biçimde Uluğ’a dönmüştüm. Düzdü, bana bakmıyordu. Bakışları balkondan bahçeye doğruydu.
“Yani… Tolga sizin…” Zoraki sesle düşüncemi teyit etmek istemiştim. Behçet Köksoy’un zikrettiğim ad ile yüzüne bir hüzün çökmüştü. Hayır ya, bu anı yaşamamalıydım. Bu kadar erken olmamalıydı. Sağ gözümden usulca dudağıma doğru akan göz yaşım canımı daha da artırmıştı. Behçet Köksoy gözümden akan o yaşı takip etmişti. Aynı anda ondan da bir yaş akmıştı. Bu beni bitap bir hale çevirmişti. Acısını hissediyor olmak acımı hatırlatmıştı bana. Çaresizliği tüm bedenimi sarmalamıştı.
“Tanıyor musun onu? Oğlumu yani…” dedi kısık sesi ile. Oğlunu ben öldürdüm, onu son gören kişi benim diyemedim. Böyle olsun istemezdim fakat sonuçlar insanın susmasına sebep oluyordu.
“Evet tanıyorum.” Ağzımdan çıkan kelimelere ruhsuz bir tebessüm etmiştim. Uluğ’un ayağa kalkması ile ona dönmüştük. Göz bebeği yerinden çıkacakmışçasına bana bakıyordu.
“Sırtıma ağrılar girmeye başladı. Müsaade ederseniz ki pansumanım yapılsın.” Bakışları halen bendeydi. Öfkeliydi.
“Tamam oğlum bir lafını tamamlasın kız, çıkarız.” dedi inatla. “Amca tanıyor olması normal değil mi? Tolga hep bizimleydi o da yanımızda görmüştür işte. Değil mi Mihran?” Çenesi sıkılmaktan morarmaya başlamıştı. Derince yutkunmuştum. Karşımdaki adamdan korkuyordum. Ne de olsa oğlunun cinayetinde baş şüphelisi konumundaydım.
“Evet öyle.” Zoraki biçimde ona bakmıştım. Geri çekmem saliseleri almamıştı. Behçet Köksoy ayağa kalktığında ben de onunla bir kalkmıştım. Bana uzunca bakmıştı. Gözleri dolu doluydu. Yorgunluğu yüzünden anlaşılabiliyordu. Göz çevresindeki kırışıklıklar yeni oluşmuş gibiydi. Tüm saçı bembeyaz ve gelişine taranmıştı.
“Kızım eğer kalbini kırdıysa hakkını helal et olur mu? Deli doluydu ama temiz kalpli bir çocuktu.” Dayanacak takatim kalmamıştı. Burada, şimdi yok olmak istiyordum. Cevap olarak sadece başımı sallayabilmiştim. Benden uzaklaştıklarını görüyordum ama ben olduğum yerde öylece bekliyordum.
“Aşağıya kadar tek başına inebilirsin gibi geliyor. Yürüyemiyorum diyorsan koluna girebilirim.” Amcasına hitaben konuşmuştu. Behçet Köksoy, Uluğ’un omzuna bir tane geçirmiş ve kahkaha atmıştı.
“Sen daha dalga geç, gel beni geceleri gör, sonra konuş!” Az önceki halinden eser yoktu. Yanında duran adam başını eğmiş çaktırmadan onları izlemeye çalışıyordu. Muhakkak bir problemleri vardı.
“Aylin yenge duymasın kalan saçlarını da kendisi yollar demedi deme!” Bahsettiği kişi muhtemelen eşi oluyordu. Yani Tolga’nın da… Düşündükçe boğazım düğümleniyordu.
“Sus oğlum beni de mi toprağa koymak istiyorsun. Bunun şakası olmaz bak yiyenim.” dedi gülerek. Mevzuyu daha uzatmadan vedalaşıp odadan çıkmışlardı. Fakat Japon yapıştırıcısı görevi taşıyan kadın halen dikiliyordu. Uluğ’un yanına gitmiş elini omzuna koyup sıvazlamıştı.
“İyi misin? Gergin gibisin, masaj yapmamı ister misin?” Bunu dediğine inanamıyordum. Bu güveni kimden aldığını merak ediyordum. Uluğ stresle bana bakmıştı. Benden aldığı enerji onu daha da germişti.
“Yok sağ ol, sadece biraz dinlenmek istiyorum. Kusura bakma lütfen.” Bu kadına karşı oldukça nazikti. Ne gerek vardı onu da anlamamıştım. Çık git demek bu kadar zor olmamalı. Mesela o el halen Uluğ’un kolundaydı fakat Uluğ hiç rahatsızlık duymuyor gibiydi.
“Peki sorun yok sana iyi dinlenmeler.” Ayak ucuna yükselmiş ve yanağına bir buse kondurmuştu. Ben mi, sadece izlemekle kalmıştı. Her anıyla, hafızama kazımak ister gibi…
Uluğ sadece başını eğmiş, ensesini kaşımıştı. Emily arkasına dönmüş bir adım atıp durmuştu. Hemen ardından bana doğru dönmüştü. Eli ile gel işareti yapmıştı. Kendisini işaret ederek dışarıyı göstermişti. Bu kız gerçekten de salaktı.
“Of İngilizce de anlamıyor ki? Uluğ der misin o da benimle birlikte çıksın.” Yüzümde tebessüm oluşmuştu. Onları takmayarak kapıya doğru adım attım.
“Sonunda anladı.” Diye mırıldandı. Kapıdan çıkmadan Uluğ kolumdan beni içeri çekmişti.
“Sen git Emily onunla konuşmam gereken bir konu var.” dedi hemen ardından. Kolumu kolundan çekmeye çalıştım lakin buna mâni olmuştu.
“Bırak kolumu benim seninle konuşacak bir şeyim yok!” dedim hiddetle. Emily şaşkınca ikimize bakmıştı. Benden hiç haz almadığı gözlerinden okunabiliyordu. Bir şey demeden kapıyı aralayıp çıkmıştı. Yeniden kolumu çekmeye çalıştım fakat yine başarısızdım.
“Uluğ, yeter artık!” Kafayı sıyırmış gibi bağırmıştım. Ev sesimle yankılandığından hiç şüphem yoktu.
“Rahat dur biraz sadece konuşacağız Mihran.” dedi hiddetle. En az benim kadar öfkeliydi. Yerimde bir an durmuyor hatta adeta zıplıyordum. Elimi ondan kurtarmanın derdindeyim.
“Ama ben istemiyorum, anlamıyor musun?” Gözümden yaşlar akmaya başlamıştı bile. Beni kendine çekmiş adeta sarmalamıştı. Ayaklarım yerden kesildiğinde çığlık atıp omzuna ve sırtına vurmuştum. İnleme gibi bir ses çıkarttığında yarası aklıma gelmiş ve ellerime inme inmişti. Kilit sesini duyduğumda kapıyı kilitlediğini anlamıştım.
“Bunu bana yaşatmaya hakkın yok!” Kırgın bir sesle. Usulca beni yeniden yere bırakmıştı.
“Bunu neden kendine yapıyorsun?” Öfkeyle konuşmuştu. Neyden bahsettiğini bilmiyordum.
“Geçtim… Kendini düşünmüyorsun anladım, aileni de mi düşünmüyorsun kızım sen?” İlk kez dudakları titriyordu. Ağlayacak gibiydi. Tuhafça ona bakıyordum.
“Onu tanıyorum ne demek, kafayı mı yedin? Sahi sen ne söyleyecektin çünkü ben senden her şeyi bekliyorum artık. Allah aşkına canının değeri bu olmamalı… Beni bu duruma düşürmeye hakkın yok!” Öyle bir bağırmıştı ki yerimden sıçramıştım. Hayretle ağzım açılmıştı.
“Pardon da ben seni ne gibi bir durumun içerisine sokabilirim ki? Hem de her şey senin kontrolün dahilinde ilerliyorken?” dedim acıyla. “Engel olmalıydın, bizi karşı karşıya getirmemeliydin!” Gözümden akan yaşa engel olamamıştım. Kaşlarını çattı derince yutkundu.
“Demek ki her şeyi kontrol edemiyormuşum…” dedi usulca. Söylenecek çok şey vardı ama biz susmayı tercih etmiştik. Uzun bir süre birbirimize bakmıştık. Gözlerinde herhangi bir şey arıyordum. Mesela bana karşı değişen bu davranışlarının sebebini delicesine merak ediyordum. Duygusuz ve hissizdi.
“Dengesiz bir adamsın, beni yormaktan öteye gitmiyorsun.” Buruşmuş yüzümle konuştum. Ama o yine düzdü. Arkasına dönmüş sehpanın üzerinde duran sigara paketinden bir dal çıkarttıktan sonra aynı yerden çakmağı alıp sigarasını yakmıştı. Bir nefes içine çekip dumanı geri havaya bırakmıştı. Sırtı halen bana dönükken konuşmaya başladı.
“Farkındayım Mihran, gayet farkındayım.” Mırıldanmıştı. Kendi kendine konuşuyor gibiydi. Yüzüme bile bakmaya tahammülü yoktu sanki. Sanki değil öyleydi. Bu canımı sıksa da kafamı karıştırmıştı.
“Madem bu kadar benden iğreniyorsun, daha fazla seni yormamayım, bana müsaade.” Sorgulamadım, sorma gereği bile duymadım. Bakmadım ve arkamı döndüm. Dönüşümle önüme geçmesi bir oldu. Yüzünde telaş vardı. Kendini kasıyor, zorlanıyor gibiydi.
“Bu kanıya nerden vardın. Ben öyle bir şey mi dedim?” dedi düz bir sesle.
“Bir şey demene gerek yok! Bunu hal ve hareketlerinle açıkça bana yansıttın zaten. Hastaneden döndüğünden beri sanki seni vuran benmişim gibi davranıyorsun. Vurulduğun geceki sözlerin ile şu an ki davranışların arasında dağlar kadar fark var. Uluğ bilmediğim bir şey mi oldu, bunu bana açıkça izah etsen seni anlamayacak biri değilim!” Dürüstçe konuşmaya çalıştım. Çatık olan kaşları düz bir çizgi haline dönmüştü. Kirpiklerinin titreyişine tanık olmuştum. Bu da bir konu da tereddüt yaşadığını bana göstermişti.
“O gece…” Demiş ve derin bir nefes almıştı. Hiç duran, kelimelerini yutan biri değildi. Bu durum beni endişelendirmişti. Ensesine kaşıyıp, saçını dağıtmıştı.
“O geceki söylediğim her şeyi unut Mihran…” Gözlerini yeniden benden kaçırmıştı. Neyden bahsediyordu bu adam? Ya ben anlamak istemiyordum ya da o anlatamıyordu.
“Sana sarf ettiğim o cümleler saçmalıktan ibareti. Hastanede yatığım süre zarfında epey bir düşünme fırsatı edindim. Ve anladım ki sana hissettiğim tek bir duygu var, o da acıma. O kadar daha ötesi yok… Kafanda kurma diye izah ediyorum!” Kirpik dipleri bile her kelimesin de tir tir titremişti.
Ben mi? İçimde bir savaş muharebesi dışım da ise bir oyun parkı. İçim kan ağlıyor fakat dışım sevinç nidaları atıyordu. Öyle bir çıkmazdaydım ki kendime bile tahammülüm yoktu.
“Kafasında kuran sensin, kendi kendine bir şeyleri başlatan aynı şekilde bitiren kişi tam olarak karşımda duruyor. Seni zeki bir adam sanırdım ama tam bir boş tenekeymişsin!” Öfkemi kusmak istiyordum lakin sakin kalmalıydım. Kalbim kırılmıştı, delicesine ağlamak istiyordum.
“Kendi kendine mi?” İnanmıyor gibiydi. Uluğ bana yaklaşmış ve konuşmak için dudaklarını ıslatmıştı. “Yanlış hatırlıyorsam düzelt lütfen, beni öpen ve etkilendiğini söyleyen hatta kederin kaderime yazıldı diyen kişi sendin. Bu demek ki ben kendi kendime bir şey yaşamadım. Bir şeyler oldu hem sende hem de ben de ama tarafımca yanlış adlandırıldı.” dedi ciddiyetle. Sözleri beni delirtmeye yetmişti. Bu kadar duygusuz olması canımı yakmıştı. İşaret parmağımı kaldırıp gözüne sokmak istercesine sallamıştım.
“Derdin ne senin, bu tavırlarını anlamıyorum. Bakışların bile buz gibi, fark edemediğim bir kusurum mu oldu Uluğ?” Gözlerim istemsizce dolmuştu. Artık bir şeyleri anlamaya çalışmak bile beni yıpratıyordu. Ruhsal biçimde hiç iyi bir evrede değildim. Bir süre sessiz kalmış lakin bakışları aynıydı.
“Yaptığın bir şey yok fakat mesafeyi epeyce aştığımızı düşünüyorum. Bunu artık dengelememiz gerekiyor yoksa…” Demiş ve bir süre beklemişti. Bu sefer ben bir adım atmış ve bahsettiği o saçma mesafeyi sıfırlamıştım. Her kelimesi beni daha bir sinirlendiriyordu. “Yoksa?” Demiştim. Âdem elmasının oynadığını anbean şahit olmuştum. Gözlerini kısmış dudağında beliren o küçücük tebessümle adeta dalmıştı.
“En fazla ne olabilir ki? Canımızdan mı oluruz Çebi!” dedim onun aksine cesur biçimde. Neye meydan okuduğumu bilmeden sadece onun bu tutumundan rahatsızlık duyduğum için sergilediğim bir üsluptu. “Mihran…” Yapma der gibi bir hali vardı. Bir konuda zorlandığı aşikardı.
“Kokuyor musun? Oysa seni yürekli bir adam sanırdım!” Kaşlarını çatmış ve gözlerini yummuştu. Birkaç saniye sonra gözlerini açtığında başını yavaşça yana yatırmış ve oldukça sakin bir biçimde gözlerime bakmıştı. Yüzüme gelen asi bukleyi parmakları arasına almıştı. Bir an arkaya gitmek istediğimde izin vermemiş ve beni belimden yakalayıp kendine yaslamıştı. Bu hareketi nefesimi kesmişti. Hipnoz olmuşçasına ona bakıyordum. Parmakları arasındaki bukleyi kulağımın arkasına almış ve o pürüzsüz parmakları tüm yüzümü okşamaya konulmuştu.
Yaptığı bu eylem karşısında derince bir iç çektim. “Ne istediğini bilmiyorsun ama ben biliyorum…” Bakışları dudaklarımdayken konuşmuştu. Nefesi nefesime karışırken vücudum uyuşmaya başlamıştı. Sözleri beni korkutmuştu aynı şekilde hissettikleri de. Elinin tersi ile yanağımı okşayıp derin bir nefes çekmişti.
“Evet canımızdan olmamak için mesafeyi iyi ayarlamamız gerekiyor. Şayet ben ihlal edersem senin buna mâni olman lazım. Anladın değil mi kıvırcık?” Öyle sakin biçimde konuşmuştu ki dalmamak mümkün değil.
“Şu an olduğumuz bu mesafeden mi bahsediyorsun Çebi?” dedim onun kadar sakin biçimde.
“Evet. Uygulamalı olarak sana son kez göstermek istedim. Anladığını varsayıyorum.” Yüzündeki eğlenen ifade anbean gün yüzüne çıkıyordu.
“Fakat ben tam anlayamadım siz acıdığınız herkese bu şekilde şefkat içerisinde mi yaklaşırsınız bay Çebi?” Boşta kalan ellerimi omzuna koymuş yüzümü yüzüne yaklaştırmıştım. Gözlerini kısmış uzun bir süre tüm yüzümü izlemişti. Aklına ne geldiyse omuzunda duran ellerimi avuç içine alıp indirmiş ve benden uzaklaşmıştı. Yüzü, sabah hastaneden geldiği o yüz şekline evrilmişti.
“Neyse ne, bundan sonra çok dikkatli olmalısın… Kendi can güvenliğin için ve ablan ile enişteni tatlı bir dile artık buradan göndermelisin yoksa onlarda bu bataklığa çekilecekler!” dedi ciddiyetle.
“Nasıl göndereceğim ki, onları buraya getiren sensin!” dedim tedirginlikle.
“Ben getirdim, gönderecek olanda sensin. Bunu onların iyiliği için halletmelisin!” Katı yüzü beni telaşlandırıyordu.
“Onları buraya getirmemeliydin!” dedim öfkeyle. “Ama geldiler.” dedi aynı inatla.
“Ve sana gelecek olursak da…” Emin bir yüz ifadesine bürünmüştü. Yine hangi kötü haberi duyacaktı şu kulaklarım.
“Vurulmadan önceki söylediğim o sözlerimin arkasındayım.” Ben hangi sözlerini düşünürken o bir sigara yakmıştı. “Kıyafetleri toplamakta zahmet etme ben söylerim, hallederler.” dedi oldukça rahat biçimde. Şimdi neyden bahsettiğini anlamıştım.
“Bazen gerçekten de senin ruh hastası olduğunu düşünüyorum. Daha saniyeler öncesine kadar mesafeyi korumamamız gerektiğine dair zırvalıyordun şimdi de bana aynı odada kalacağımızı söylüyorsun. Sen iyi misin?” Haykırışım benim bile kulağımı acıtmışken onda hiçbir etki olmamıştı.
“Aynı odada kalacağımızı da kim söyledi? Kusura bakma ama senin yüzünü her gün görmeye tahammül edemem!” Yüzü bakışları her hareketi oldukça düzdü. Adeta hiç duyguları yok gibiydi. Tavırları ve sözleri canımı acıtıyordu. Aile evinde her zaman değersiz olduğum zaten hissettiriliyordu. Fakat onun da bunu yapmış olması, işte bu beni ciddi anlamda kırmıştı.
“Senin derdin ne? Hiçbir şey yapmadım sana, bana bunu yapmaya hakkın yok tamam mı? Benden hoşnut etmiyor olabilirsin fakat saygı duymalısın. Ne var ki yüzümde, mideni bulandıracak derecede ne olabilir yani?” Sesim titremişti. Bu aralar hiç iyi değildim, her an her yerde ağlayabilirdim. Uluğ’un kaşları çatılmış ve yutkunmuştu.
“Patavatsız ve ne yapacağı belli olmayan bir kızsın ve bu huyun başımıza bela olduğu sürece benim sana olan tutumum bu olacak. Alışsan iyi edersin!” Yine aynı yüz ifadesi ile konuşmuştu.
“Kalmayacağım anladın mı, sana ait bu odada kalmayacağım! Beni böyle değersiz hissettirdiğin için senin yüzüne bile bakmayacağım! Ve Mirza Köksoy bir daha sakın ama sakın benden hoşlanıyormuşsun gibi rol yapma çünkü benim artık bunlara inanacak gücüm de kalmadı! Ve sana yalvarıyorum asıl sen benden uzak dur çünkü varlığın canımı yakıyor!” Gözümden akan yaşı elimin tersi ile silmiş ve bir an ona bakmadan arkamı dönmüştüm. Kilitli olan kapının kilidini bir öfkeyle çevirmiş ve kendimi dışarı atmıştı. Göz yaşlarım durmaksızın akıyordu. Koşarak odama geçmiştim. Kendimi yorganın altına atmış ve içli içli ağlamaya başlamıştım. Üst kattan kırılma sesleri geliyordu fakat bu durum bile içimdeki acıyı dindirmiyordu. Yattığım yerde nefes darlığı çekmeye başlamıştım. Ve uzun bir süre böyle devam etmişti. Öleceğimi sandım ama öyle bir şey olmadı. Sahi ben yaşıyor muydum ki?
Saatler birbirini kovalamış ve ağlamalarım sessiz bir mırıltıya dönüşüvermişti. Gecenin kör karanlığı odamı doldurmuştu. Bu huzursuzluğa karşı gözlerimi yummuş ve kendimi uykuya teslim etmiştim. Uykunun en güzel ve özel yerinde ağzıma kapanan el ile gözlerim yerinden çıkacakmış gibi açılmıştı.
Her yerin karanlık olmasından bir şey göremiyordum. Fakat başımda dikilen adamın karartısı gün yüzündeydi. Ellerim ile onu itmeye çalışmıştım fakat faydasızdı. Sessimi dahi çıkartamıyordum. Öyle sıkı bir biçimde ağzımı kapamıştı ki çenemin kırılmasından korkmuştum. Ablamı yanımda aradım fakat yoktu. Bir yerlere kaybolması bugünü mü buldu? Olduğum yerde çırpınırken belimden tutuğu gibi kendi ile beni de sürüklemeye başlamıştı. Elini kolunu salaya salaya kapıdan çıkmış alt kata salona doğru inmeye başlamıştı.
Öyle umursamazca beni sürüklüyordu ki çıplak ayaklarım zemine vurup canımı yakıyordu. Korkuyordum ve bu korku ağlamama sebep oluyordu. Ellerim ile adama vuruyordum ama hiçbir tesiri olmuyor gibiydi. Kimse yoktu ciddi anlamda hiç kimse yok gibiydi. Herkes nereye kaybolmuştu? Hani burası çok güvenliydi? Uluğ normalde hiç uyumayan bir adamdı, nereye kaybolmuştu? Salondan çıkmış arka bahçeye adım atmıştı. Evi çevreleyen duvarı sarmalayan sarmaşıkların arasında gizlenen kapıdan çıkmıştı. Benim kaçtığım o ormana doğru ilerliyordu. Bu adam beni nereye götürüyordu böyle? Ve neden kimse etrafta yoktu?
On beş dakika boyunca beni sürüklemişti. Artık pes etmiş ve çırpınmayı bırakmıştım. Ormandan çıkıp asfaltlı yola çıkmıştık. Hemen hemen on araba arka arkaya dizilmiş biçimde duruyordu. Bu derece hiç korktuğumu hatırlamıyordum. Bu korkum delicesine çırpınmama neden olmuştu. Beni tutan adamın sinirlendiğini daha çok çenemi sıkmasından anlamıştım. Lakin bu bile beni durdurmamış adeta ölürcesine ayaklarım ile beni tutan adım tekmelemeye çalışıyordum. Son hatırladığım epeyce uzun bir adamın limuzinden inmesi ve sadece onun ayaklarını görmemdi. Başıma yediğim sert bir cisim ile her yer bulanıklaşmış ve ben derin bir uykuya girmiştim.
-BÖLÜM SONU-
Bölüm sonu sözü…
“Galiba yoruldum. Her şey kadar, sen kadar… Kendimi her kaybettiğimde, seni de kaybediyor olmaktan yoruldum.”
(Can Yücel)
-Umarım bölümü beğenmişsinizdir? Lütfen buraya duygu ve düşüncelerinizi bırakınız. Sabırsızlıkla okumayı bekliyor olacağım. Oy ve yorum atarsanız beni mutlu etmiş olursunuz. Şimdiden herkesin okuyan gözlerine sağlık.
-İçinizden geçenler?
- Uluğ Mirza?
-Mihran?
-Mert?
-Uraz?
-Merve?
-Korcan?
-Zafer Usta?
-Behçet Köksoy?
-Faruk Köksoy?
-Brando Davis?
-Emily Brown?
-Melih Soykan?
İletişim bilgileri…
Instagram/ feveranofficial
Twitter/ Dilayybaskin
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.24k Okunma |
323 Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |