“İfade edilmemiş duygular asla ölmez; sadece diri diri gömülür ve sonradan daha korkunç şekilde tezahür ederler.”1
FEVERAN
-
TARUMAR
🕊️
Ölçüsü olmayan tek duygu; sevgiydi. Ya fazla ya da hiç! Ya öldürüyor ya da yeniden hayata bağlıyordu. Hayata bağlanan için bir kurtuluştu fakat ölen için bu durum katlanılmazdı. Ne yazık ki bu şahıslar ilelebet bir yarayla dolaşıyorlardı.
Mazi bizim lekemizdi… Kaçmak isteyip de kurtulamadığımız tek yoldu. Nereye gidecek olsak hangi karaktere bürünecek olursak olalım geçmiş bizi şekillendirecek bir unsurdu. Ne kadar geriye itelesek de bir an geliyor, umursamadığın ne varsa adeta bir tokat gibi yüzümüze inip bizi dımdızlak ortada bırakabiliyordu.
Bana kalırsa geriye itelemek yerine acıyı en derinine kadar hissetmeli insan. O anda olmalı her şey ve onda bitmeli her şey. Bitmeyecek olsa bile…
Saat gecenin yarısıydı. Uykuyu unutmuş gözleri öylece denizi izliyordu. Soğuk rüzgârın dansı saçlarının karışmasına neden oluyordu. Bu hava kışın habercisiydi. Fakat vücudu bu soğuğa karşı hissizdi. Bakışları gece kadar cesur omuzları ise yetim bir çocuk gibi çaresizdi.
Farkındaydı, her şeyin farkındaydı. Yaptığı ne varsa bilinçli bir şekilde yapmıştı. Ancak ve ancak başkalarını kandırabilirdi… Kandırmıştı da! Artık bunları yaşayacak bir takati de kalmamıştı. Yerli yersiz gözyaşlarını akıtmak istiyor, bunu en derinine kadar diliyordu. Fakat ağlamanın nasıl bir his olduğundan bile bihaberken bunu eyleme dökmesi oldukça zordu.
Göğsünün tam orta yerinde bir acı hissi oluşmuştu. Hayatı boyunca böyle bir hissi yaşamadığını anımsadı. Aklını geçmişe götürmek istedi fakat tıpkı ruhunun bugüne hapsolduğu gibi aklıda bu zaman dilimine tutulmuştu. Bir iç çekmiş ve boğazın o hırçın dalgalarını seyre dalmıştı. Çıkmazdaydı, boğazın kokusu bile onu hatırlatıyordu. İkilemde kalan aklı adeta bir volkan gibi patlamak üzereydi.
Bu hiçbir can sıkıntısına benzemiyordu. Bunu en derinine kadar hissetmişti. Daha fazla durmak istememiş. Onu üzdüğü için canı sıkılmıştı lakin onu görmeliydi. Gündüzün aydınlık yüzü öyle uzun uzun bakmasına izin vermiyordu, geceler bunun için idealdi. Gözleri kapalıyken hislerini saklamak zorunda kalmıyor saatlerce onu seyredebiliyordu.
Her zaman yaptığını yapmış ve parlayan yıldızları saymaya koyulmuştu. Lakin bir türlü aklını veremiyor, beşe kadar sayıp bırakıyordu. Bu durum onu sakinleştirmesi gerekirken daha da öfkelendiriyordu. Bu ilkti, her şeyin ilk olduğu gibi bu durumda ilkti. Saçlarını karıştırmış, stres içerisinde nefesini dışarı vermişti.
Sakin adımlarla kaldırım kenarında park edilmiş arabasına doğru yürümeye başlamıştı. Arabaya binmiş ve yola koyulmuştu. Radyoda çalan şarkı yolculuk esnasında ona eşlik etmiş, her şarkıda olduğu gibi bu şarkıda da onu düşlüyordu. İmkansızlıklarını ve hayallerini…
Eve yetiştiğinde etrafta bir tuhaflık olduğunu sezmiş, arabayı bahçeye park eder etmez inmiş ve kapıyı ardında kapatmıştı. Tam o esnada yanına koruma Arif belirmişti. Telaşlı ve bir o kadar saygılıydı. Uluğ Mirza’ya karşı olan sadakati hiçbir şeyle ölçülemezdi. Onu kurtaran ona ev olan bu adama karşı boynu kıldan inceydi.
“Hayırdır Arif adamların nerede?” Sesinden bariz bir kuşku vardı. Birkaç koruma harici kimse yoktu. Arif stres içerisinde yutkunmuştu.
“Abi, Uraz abi seni aradı ama ulaşamadı. Çocuklar bir anda rahatsızlandılar, anlamadık biz de… Apar topar hastaneye götürdük.” Heyecanlı tavrı ile açıklamaya çalıştı. Uluğ şüphe içinde kaşlarını çattı.
“Hepsi aynı anda ve durduk yere?” diye sordu.
“Akşam yemeğinden hemen sonra oldu.” dedi karşılık olarak. Arif’in bu tavrına ayak uydurmaya çalışıyor lakin hafiften sinirlenmeye başlamıştı. Sakin bir tavırla Arif’e bakmış, “Öyle mi?” dedi teyit etmek istercesine. “Evet abi.” Arif kendinden emin biçimdeydi.
“Mihran odasında Meyra ile uyuyor değil mi Arif?” Aynı sakin tavrı ile yeniden bir soruda bulundu. Arif telaşlanmış biçimde etrafına baktı.
“Meyra Hanımlara akşam bir telefon geldi o yüzden dışarı çıktılar ve bu gece gelmeyeceklerini ilettiler. Mihran Hanım da muhtemelen uyuyordur abi.” Zor konuşmuştu. İşte şimdi öfkesi gün yüzüne çıkabilirdi. “Muhtemelen?” Zoraki bir soruydu bu. Arif bu soru karşısında başını eğmiş, utançla suskunluğunu korumuştu. Uluğ sakinleşmek adına başını gökyüzüne çevirmişti. Aklına kötü bir şey getirmek istemiyor, iyiyi düşünmek için üstün bir güç sarf ediyordu.
“Dua et odasında uyuyor olsun, yoksa akıbetinizin sonunu ben bile kestiremem!” Öfkeyle solumuş ve eve doğru ilerlemeye başlamıştı. Arkasında ise Arif ile Fuat vardı. İkisi de endişeliydi. Bu hengamenin içerisinde Mihran akıllarına gelmemişti. Oysa öncelikleri oydu.
Uluğ Mirza eve girmiş salonu ardında bırakıp üst kata adım atmıştı. Adımları telaşlı değil aksine sakindi. Temkinli olmaya çalışıyor, kendini korkuya teslim etmek istemiyordu. Derin bir nefes almış ve Mihran’ın odasını aralamıştı. Işık kapalı olduğundan bir şey görememiş, içeri adım atıp kapı kenarında duran ışığın kilidini aramıştı. Eline gelen sert cisim ile düğmeye basmıştı. Gözlerinin ilk baktığı yer yatak oldu. Ve beyninden vurulmuşa döndü.
Beyaz örtünün üzeri kan lekeleri ile bezenmişti.
O sakin tavrından eser dahi kalmamış, korku ile yatağa koşmuştu. Kan lekelerinin arasında tek bir gül demeti vardı. Almıştı mesajı, bunu yapanı bilmişti. Dizleri titremeye başlamış, alnından oluk oluk ter akıyordu.
Yedi yıl öncesine gitmişti, Uluğ devletin planlaması dahilinde masanın başına geçmişti. Devletin alttan yürüttüğü bir operasyon yapılacaktı. İdlib kentin de Türkiye Cumhuriyeti 34 şehit vermişti. Ve bir intikam alınması gerekiyordu. Fakat Türkiye Cumhuriyeti bunu bağırarak değil adeta bir fısıltıyı andıracak biçimde, yakından uzaktan bağlantısının olmadığını kanıtlayacak biçimde ilerlemeliydi. Ve yapmıştı. Önemli merkezdeki Amerika, Rusya, Çin ve Fransa’nın devlet yönetici adamlarını birbirine kırdırarak çatışma pozisyonuna getirilmişti. Oraya akın eden binlerce askerlerde beraberinde can vermişlerdi.
Bunu yapan Uluğ Mirza Köksoy’du. Amacında sadece o yöneticilerin öldürülmesi vardı fakat Tersiyer’in ailesi de bu operasyonda kurban edilenler arasında yerini aldı. İşte ondan sonra Tersiyer’i kimse durduramadı ilk işi Saye’yi öldürmek olmuştu. Uluğ’un lider olmasını hiçbir zaman kabul etmemişti üstüne masada aldığı yanlış karardan ötürü ailesini öldürüldükten sonra onun ebedi düşmanı konumuna gelmişti.
Tersiyer’in elinde avcunda kızı, erkek kardeşi ve sevgilisi kalmıştı. Karısını aldatıyordu. Sevgilisi ise hamileydi… Bir gece oldu milat gibi bir gece… Her yer ve herkes yandı kül oldu. Geriye kalanlar yaşadıkları her gün için Tanrı’ya lanet okudular.1
Canı yanıyordu… Ona bir şey olma düşüncesi canını sıkmıştı.
“Ev gibi hissettim diye mi bu ceza?” Sessizce mırıldandı. Tüm hayatı gözünün önünde adeta bir film şeridi gibi geçmişti.1
Arif gördüğü kanlardan sonra telefona sarılıp Uraz’a haber vermişti. Hemen ardından ise kameralara bakmaya gitmişti. Tüm görüntüler anbean gözüküyordu. Kaç defa kafasına vurduğunu sayamamıştı. Fuat ise şirketle istişare halinde korumaları artırmak için görüşmeler yapıyordu. Uluğ’un kendine gelmesi iki dakikayı geçmeyeceğini bildiklerinden oldukça hızlıydılar.
Ve çok geçmeden evi saran Uluğ’un sesi olmuştu. “Herkes ön bahçeye!” Yüzünü sıvazlamış, gülü almayı ihmal etmeden merdivenlerden aşağı inmeye başlamıştı. Herkes önünde hazır bir vaziyette durmuşlardı.
“Bu evde bizden birileri olmadığında her şeyden sorumlu olan kişi kim?” Sakindi her şeye rağmen yine çok sakindi. Fuat ile Arif başlarını öne eğmişlerdi. “Evet Ali, seni dinliyorum.” Korumalardan Ali Sönmez konuşmak istediğini gözleri ile iletince Uluğ cevap vermişti.
“Abi siz olmadığınızda biz Fuat abiye gidiyoruz. Onun dahilinde ilerliyoruz.” Saygı ve utançla konuştu. “Diyelim ki Fuat yok ne yaparsınız?” dedi yine. Öfkesi bir volkan gibi içinde büyüyordu. Bir caniye dönüşmemek için üstün bir güç sergiliyordu.
“Arif abi bu sefer bizi yönlendiriyor abi.” dedi Ali, Arif’e bakarken. Sanki onları ispiyonluyormuş gibi suçluluk duygusuna girmişti.
“Hah demek ki bu evden Fuat ile Arif sorumluymuş değil mi?” Kendi etrafında stresle dönerken konuşmuştu.
“Abi sana boynumuz kıldan ince, hangi cezayı versen razıyız.” Fuat başı eğik bir şekilde konuşmuştu. Uluğ öfkeyle soluyup Fuat’ın yakasını tutmuştu.
“Evime kadar girdi, evime kadar!” Dişlerini sıkmaktan çenesi morarmıştı. “Ben daha onun hangi Ülkede olduğunu bulamamışken o benim…” Sözlerini bir bıçak gibi kesmişti. Nefes almak bile ıstırap bir hal almıştı. Öfkeyle yüzünü sıvazlamıştı.
“Sen olsan hangi cezayı verirdin Fuat?” Diye sordu. Aklını kullanamıyordu. Öfkesi tüm vücudunu esir altına almıştı. Dışarıdan bu gözükmüyor olsa bile.
“Mahcubum abi.” Fuat yeniden başı önde konuşmuştu. Derince yutkundu ve gözlerini yumdu. Bir süreden sonra Fuat’ın yakasını bırakıp geriye adım attı.
“Melih Soykan’ı ara derhal buraya gelsin!” Sakin düşünmeye çalışıyordu. Fevri bir şey yapıp Mihran’ı da kaybetmek istemiyordu.
“Emredersin abi!” Demiş ve kaybolmuştu. Arif öne doğru adım atmış bir şey söylemek istercesine bir üsluba bürünmüştü.
“Abi Tersiyer’e göz dağı vermeyecek miyiz veyahut yapmamızı istediğin bir şey yok mu?” dedi Arif. Uluğ baygın gözlerle baktı. Ve bir an düşünmeden Arif’in suratına sert bir yumruk geçirdi. Bu ani hareketinden ötürü sırtındaki yaralar sızlamıştı. O sıra dev kapıdan ardı ardına giren arabalar olmuştu. Bunlar Zafer Usta, Uraz, Mert, Merve ve Korcan’dı.
“Bunu ona dokunmalarına izin vermeden önce düşünecektin! Kendi evimde onu korumayı beceremedim! Söyle lan şimdi ben ne yapıyım it herif?” Dayanamamış yerde olan Arif’e ayağı ile sert tekmeler atmaya başlamıştı. Öfkesinden dolayı gözü hiçbir şey görmüyordu.
Arabalarından inen herkes öylece izlemekle kalmışlardı. Kimse hiçbir harekette bulunmuyordu. Daha doğrusu buna cesaret edemiyorlardı. İlk tepkiyi veren Uraz oldu.
“Mert oğlum git bir şey yapsana, çocuk elinde kalacak.”
“Hatırlarsan onu ben birkaç gün önce yapmıştım Uraz Efendi. Sonuç; sırtımda üç fıtık oluştu. Kim kimi öldürüyorsa öldürsün artık, hümanistlikte bir yere kadar!” Mert’in sitemkâr sözleri Korcan’ı güldürmüştü.
“Yalnız farkında mısınız Uluğ’un dövüş taktikleri bizim sayemizde üst seviye atladı. Bundan iki hafta öncesinde de beni evire çevire dövmüştü. Hakkını yemiyim iyi dövüyor. Sayesinde belimde iki tane gamze oluştu, gamze olmasa bile gamze gibi duruyor sağ olsun.” dedi keyifle. Zafer Usta öfkeyle soluyup Uluğ’a doğru gitmeye koyulmuştu.
“Merve bir sen kaldın Uluğ’dan dayak yemeyen. Sahi seni neden dövmedi?” Uraz’ın bu söylemi ile Mert ile Korcan ciddiyet ve merakla Merve’ye dönmüşlerdi. Hayretler içerisinde üçüsüne bakmıştı.
“Sizin bir desteğe ihtiyacınız var, ruh hastaları!” Demiş ve Zafer Ustayı takip etmişti. Diğerleri de omuz silkip Uluğ’a doğru gitmişlerdi. Uluğ, Zafer Usta yetişmeden Arif’i bırakmış omuzları düşük biçimde arkasına dönmüştü.
“Hadi dağılın artık, Ali sende Arif’in yüzüne baktır.” Mert’in emir verici sözleri ile herkes kaybolmuştu. Herkes Uluğ’un bu tavrından dolayı tedirgindiler. Daha birkaç gün önce Uraz Mihran hakkında hoş olmayan sözler sarf ettiği vakit delirmiş ve Uraz’ı tanınmayacak hale getirmişti. Birkaç söz de bu hale gelirken şu anki durumunu hayal dahi edemiyorlardı.
“Uluğ iyi misin sen oğlum?” Zafer Ustanın endişeli sözleri herkesi hüzne boğmuştu. Uluğ yorgunca onlara dönmüştü. Göz pınarları kızarmış, dudakları kurumuştu.
“Usta?” Sesi titremişti. İşte şimdi ciddileşmişlerdi. Hepsi şaşkınlıkla ona bakmışlardı. Adeta ağlayacak kıvamdaydı, bu da halice onlara yabancıydı. “Evlat?” Zafer Ustanın sesi duyulamayacak derecede kısılmıştı.
“Nereye gidiyim?” Öyle çaresizdi ki ayakta durmak bile ona işkence gibi geliyordu. “Ne yapmalıyım?” dedi yine aynı donuk yüzle. Herkese muhtaçmış gibi baktı. Merve dehşet bir yüzle Uluğ’a dönmüştü. Uraz ise yıllardır tanıdığı kardeşini tanıyamadı.
“Bana şunu yapman gerek deyin onu yapıyım…” Öyle büyük kayıplar vermişti ki devamı gelmesin diye diz çökecek kıvama bürünmüştü. Herkes gibi onun da gitmesinden ölesiye korkmuştu.
“Allah aşkına biriniz bana yardım etsin artık!” Başını eğmiş ve arkasına dönmüştü. Bu çaresiz halini sevememişti. Uluğ’un bu hali karşısında her biri irkilmişti. Uluğ’u hiç tanımadıklarını hissetmişlerdi. Gözlerinin kızardığını dedesinin ve Teyzesinin ölümünde görmüşlerdi. Sonrasında daha büyük kayıpları acıları olmuştu ama onun yüzünde bir mimik bile oynamamıştı. Yıkılmaz gibi geliyordu onlara.
“Dedem gibi teyzem gibi onu da kaybedemem!” Ağlamıyordu belki de ama canı yanıyordu. Genzine oturan büyük bir yumru vardı. Aslında bu çöküş bugüne ait değildi, tüm bu yaşananlarda bile bir gözyaşı dökmeyen ruhu kendini bırakıyordu.
“Teyzem sana pazardan çilek almaya gidiyorum dedi onu mahallenin ortasında öldürülürken gördüm. Dedem ben uyuyacağım uyanana kadar bu mektubu okuma dedi onu tavanda asılı bir şekilde buldum. Saye’yi okula bıraktım cansız bedeniyle üç gün aynı odada kaldım, dava arkadaşımı yaktılar önümde Usta, bak şimdi de Mihran…” Tüm yaşadıklarını şu an yaşıyormuşçasına acı çekiyordu. Söz etmeyi sevmezdi, hiç de ağzına almamıştı zaten.
Birlikteydiler fakat anladıkları bir şey olmuştu. Uluğ’un hiçbir acısını bugüne kadar hissedememişlerdi. Bir Uraz’dı hep sorgulamadan susarak yanında duran. Hep o olmuştu. Mert ise Merve’ye göre hareket halindeydi. Uluğ’a hak verse de Merve’nin sözünden çıkamıyordu. Korcan ise hep çocuktu.
“Olmayacak öyle bir şey, evimize kadar girdi. Bir kan dökülecek ve bu sefer bu kan bize ait olmayacak kardeşim.” Uraz oldukça tehlikeli bir ses tonuyla konuşmuştu. Öfkelenmişti. Uraz’ın tek ailesi Uluğ’du başka kimseyi tanımazdı.
“Gerekirse tüm ülkeyi ateşe veririz, duydun mu beni? Senin boynunu büken o adamın yedi ceddisini de siker atarım!” Uraz’ın dur durak bilmeyen siniri tüm bahçeyi sarmıştı. Uluğ derin nefes almış ve onlara dönmüştü.
“Salona geçelim.” Demiş ve beklemeden eve girmişti. Önceliği lavabo olmuştu. Elini yüzünü yıkamalı ve sağlıklı düşünmeliydi. Çok oyalanmadan işini halledip salona girmişti. Elinde halen Tersiyer’in gülü vardı. Sertçe sehpaya atmıştı.
“Melih nerede kaldı?” Sabırsızca sordu. “Ben aradım yetişmek üzere yanında da Brando Davis varmış.” dedi Uraz.
“Gelmeli de zaten… Gelmese vay haline!” dedi, bakışları yerdeydi. Hepsine öfkeyle bakmıştı.
“Mihran’ın…” Demiş ve zoraki bir şekilde yutkunmuştu. “Yatağının üzerindeki kan lekelerini incelemeye verin!” Bakışları yerde aklı ise ondaydı. Zafer Usta yanında duran korumaya talimatı vermişti bile. Uluğ kendine gelmek anlamında birkaç adım atmış ve yüzünü sıvazlamıştı.
“Ben bir şey diyeceğim hatta tek bir kişiye bunu soracağım; Nasıl olurda böylesi bir oyuna düşebilirsin Merve, onları anlarımda sen hayırdır?” dedi merakla. Merve ayak ayak üstüne atmış ve arkasına yaslanmıştı. Mert ile Uraz da birbirlerine imalı bir bakış atmışlardı.
“Onları derken, o demek istedin sanırım?” Uraz’ın Mert’e bakarken ki söylemi ile Uluğ sesli bir nefes verdi.
“Çünkü ben burada değildim. Mete yine olay çıkarmış onu halletmeye gitmiştim. Yanımda da Korcan vardı. Yani o esnada bu evden sorumlu iki şahıs vardı.” Bakışları Uraz ile Mert’teydi. İkisi ise hiç duymuyorlarmış gibi etrafa bakıyorlardı. Mete, Tolga’nın en küçük kardeşiydi. Tolga’nın kaybından sonra dağılmış ve bir türlü toparlayamamıştı.
Uluğ bildiği bir cevabı sorma gereği bile duymamış ve koltuğun birine oturmuştu. “Muhtemelen Tersiyer karşılığında kızını isteyecek ama Mihran’a zarar vermeden de durmaz! Dahiyane bir plan kurmalıyız!” Korcan’ın düşünceli tavrı ile herkes ona bakmıştı.
“Ben dedim ama size kaçırmayalım Tersiyer’i delirtiriz diye ama beni dinleyen kim!” Mert’in sitemkâr sözleri Uluğ’u rahatsız etmişti fakat hiçbir tepki vermemişti.
“Tersiyer’i İstanbul’a getirmek için yaptın değil mi? O gece masada demiştin ya yerini biliyorum diye aslında bilmiyordun ama ortaya bir yem attın. Tersiyeri’in kızı oradaydı ve onu kışkırtıp sana suikast yapması için gaza getirdin hemen ardından onu kaçırtman için sana bir sebep doğdu, doğru muyum?” Merve’nin öfkeli hali ortama bomba gibi düştü. Herkes yerinden doğrulmuş şaşkınlıkla Uluğ’a bakmışlardı. Yine büyük bir sessizlik hakimdi. Uluğ öyle duvara boş bakışlar atıyordu. Suçluluk duygusu vardı. Ona bunları yaşatmaya hakkı yoktu ve bunun bilincinde olmak canını yakıyordu.
“İşler giderek sarpa sarıyor farkında mısın? Bu yola Tolga’nın intikamı için döndün sanıyordum ama sen geçmişin de hesabını sormaya gelmişsin evlat! Artık hayatında kaybetmek istemeyeceğin bir sebep doğdu ona rağmen mi?” Zafer Ustanın keskin bir bıçağı andıracak soruları Uluğ’un şaşkınlıkla bakmasına neden olmuştu. Bunları çokça düşünmüştü lakin hiç dile getirememişti. Bu sözler canını sıkmıştı.
“Cevap ver, buna susamsın! Senden net bir cevap bekliyorum, geçiştiremezsin beni!” dedi soluyarak.
“Doğrudur! Bu Ülkeye sadece Tolga’nın intikamı için gelmedim şayet böyle olsaydı, buralarda bu kadar kalmazdım. Hiçbir şekilde sormadığınız ve elimi kolumu bağladığınız o hesabı sormaya geldim. Ne kadar bu gerçekten kaçsam da artık bir zaafım var ve inan ki bununla nasıl başa çıkılır bilmiyorum.” dedi içtenlikle.
“Her şey kendi planım dahilinde ilerledi. Vurulduktan sonra sebep olarak Tersiyer’in kızı Eva’yı kaçırtacaktım bu sayede onu ayağıma getirtecektim. Hatırlarsanız Saye’yi öldürdüğünde bana da aynı şeyi yapmıştı. Emily’den alacağım o belgelerle ise onun sonunu getirecek ve Clarkların onu infaz etmesini sağlayacaktım. Ama sayenizde başarısız oldum.” Öfkeyle solumuştu.
“Vay be etkilendim doğrusu… Neyse ki önümüzde uzun bir yol var. Elbet benim payıma da bir aksiyon düşer.” Uraz’ın bu söylemi kimseyi şaşırtmamıştı. Her zamanki Uraz’dı.
“Adam tam bir şeytan Uluğ! Bir gecede tüm korumaları zehirleyip üstüne hepimizin bir tarafa dağılması da tesadüf olduğunu düşünmüyorum.” Merve’nin şüpheci tavrı Uluğ’a da sıçramıştı.
“Muhtemelen Mete’nin olay çıkarmasında bir parmağı var, seni uzaklaştırmak mantıklıca bir hareket olurdu. Ama Meyra ile Vefa niçin acele ile dışarı çıktılar o da bir muamma mesela.” Korcan’ın fikri Uluğ’u uyandırmıştı.
“Peşlerinden adam falan yollamadınız mı yoksa?” Uluğ’un sorusu ile herkes birbirine dönmüştü. Uluğ stresle sesli bir nefes vermişti.
“Pes artık bu kadarını da yapmış olamazsınız!” dedi öfkeyle.
“Arif’i çağırın, hemen!” Uraz kalkacağı sıra salona Arif girmişti. Salonun girişinde baştan beridir orada bekliyordu. Bir emir veyahut Uluğ’un istediği herhangi bir şeyi gerçekleştirmek için.
“Buyur abi.” Boynu bükük ve duruşu dik değildi. Sağ gözü morarmış ve kapanmak üzereydi. Ama halen saygısı bakiydi. Uluğ, Arif’in bu tavrına karşı derin bir nefes almıştı.
“Meyra şu an nerede Arif?” Sabırsızca sordu. “Merak etme abi Meyra Hanımın peşine adam takmıştım. Bir arkadaşı trafik kazası geçirmiş şu an şehir hastanesindeler. Az önce de Fuat abi hastaneyi korumak için adam gönderdi.” dedi düz bir sesle. Uluğ derin bir nefes almış ve başını arkaya yaslamıştı. Eli ile Arif’e kaybol işaretini yapmıştı. Başı halen önde salonun sonunda onların onu göremeyeceği bir tarafta yeniden beklemeye koyulmuştu.
Sessizlik bir süre tatil edası hissettirmişti. Herkes oldukça bitkindi. Her geçen gün onlar için ıstırap gibi geçiyordu. Altı yıldır ölüden farksızlardı. Öylesine yaşıyorlardı.
Brando Davis ile Melih Soykan’ın gelmesi ile herkes toplantı odasına geçmiş masanın etrafında oturmuşlardı.
“Siz Türklerin güzel bir atasözü var, ıı neydi?” Brando Davis’in düşünceli hali ile konuşması bakışları ona yönlendirmişti. “Hah buldum, öfkeyle kalkan zararla oturur. Atasözleriniz laf sokmada benim en sevdiklerim arasında yer alıyor belirtiyim dedim.” dedi eğlenceli halinden ödün vermeden. Tarafını beli etmede geri kalamıyor fakat Uluğ’un karşısında duramayacak kadar da korkaktı. Uluğ öyle bir bakış atmıştı ki adeta yerinde sinmişti. Uluğ sesini temizlemiş ve konuşmaya hazırlanmıştı.
“Tersiyer’i ara ve sabaha Mihran’ı bırakması gerektiğini söyle yoksa kızını da aynı şekilde kardeşinin de leşini bulacağını ilet!” Hiçbir söze yer vermeden lafını söylemişti. Herkes dikleşmiş ve rahatsızca kıpırdanmıştı.
“İyi diyorsun da Tersiyer bu, illa bu pazarlıkta senden bir şey isteyecek. O kızını bu uğurda kaybetmeye razı ya sen?” Melih Soykan’ın ciddi ve gerçek sözleri Uluğ’a dönülmesine neden olmuştu. Brando Davis anlasın diye İngilizce dilini kullanıyorlardı. Uluğ tehlikeli bir tavırla gözlerini kısmıştı.
“Yanılıyorsun Melih herkesin en az bir zaafı vardır. Kim bilir belki de Tersiyer’in zaafı benim avcumdadır.” dedi kurnaz bir tavırla. Brando kaşlarını çatmış ve şüpheyle Uluğ’a dönmüştü.
“Bu gizli saklı mevzular yüzünden bu yerdeyiz. Bize açık ol ki bizde önceden önlemimizi alalım.” Brando’nun sözleri oldukça sitemkardı.
“Sen sadece benim bilmeni isteyeceğim şeyleri öğreneceksin Davis. Aynı şekilde herkes için geçerli bir kural, o yüzden söylediklerime dikkatini ver gerisini ben hallederim.” dedi net bir biçimde. Brando bu sözlere oldukça bozulmuştu.
“Al sana kapak çıkarcı göt lalesi.” Uraz’ın Türkçe dili ile söylemi güldürmüştü. Melih Soykan uyarı tonunda öksürdü.
“Ara hadi...” Demiş ve arkasına yaslanmıştı. Brando memnuniyetsiz bir yüzle kalkmış ve odanın en uç köşesine gidip telefon etmişti.
Uluğ’un bakışları Brando’daydı. Her hareketini izliyor ve anlamaya çalışıyordu. Bir süre sonra Brando telefonu kapatmış ve masaya oturmuştu. Stresli bir yüze sahipti. Herkes onun konuşmasını beklerken o halen sessizliğini koruyordu.
“Davis bak ben sabırlı bir adam değilim, hiç olmadım.” Oturmak bile onun için işkenceyken her şeyin yavaş ilerleyişi canını sıkıyordu.
“Tersiyer kızı için Mihran’ı kaçırmadığını söyledi.” Sakindi fakat endişeliydi. Uluğ başını yana yatırmış ve şüpheli bir tavra bürünmüştü. “Hı sorması ayıptır niçin kaçırmış kendileri?” dedi Uraz alay edercesine.
“Masaya artık adım atmamanı yoksa aynı Saye gibi onun da cesedini bulacağını iletti.” Brando bu sözleri söylerken başını yere eğmişti. Karşısındaki adamın Saye öldüğündeki hallerini hatırladı, bu onu korkutmuştu. Uluğ bu sözleri duymamıştı bile kafasında planını işlemeye koyulmuştu.
“Ve bu sabaha kadar süre verdi. İstersen ben kurulu topluyum ona göre ne yapacağımıza karar verelim!” Brando’nun arayı bulma çabası anbean ortadaydı. İki tarafta güçlüydü, eğer bir şey yapmazsa herkes kim vurduya gidecekti. Bunun bilincindeydi.
“Bay Davis haklı Çebi, sağlam kafayla temiz bir plan yapalım. Yapalım ki birilerimiz zarar görmesin!” Melih Soykan ciddi yüz ifadesi ile düşüncesini belirtmişti. Fakat Uluğ onları duymuyor, aklındaki senaryoları gerçekleştirmenin derdindeydi.
“Bence siz boşuna çenenizi yormayın, Çebi planını bize söylesin bizde en az hasarla bunu atlatmaya koyulalım.” Zafer Ustanın bilmiş edası herkesi susturmuştu.
“Size planlarımı anlatmamam gerektiğini bundan tam altı yıl önce öğrenmiştim. O yüzden sadece izlemekle kalmanız kâfi olacak.” Demiş ve arkasına bakmadan odayı terk etmişti. Üst kata kendi odasına çıkmış, havanın aydınlanmamasından ötürü halen karanlıktı. Işığı açmış ve odasında bulunan kasayı açıp içerisinden özel işlemeli silahını çıkarmış ve beline takmıştı. Uzun zamandır sakladığı o flaş diski de alıp evden çıkmıştı.
Arabasına atlayıp gaza basmıştı. Telefonunu eline almış arama tuşuna basmıştı. Çağrı açıldığında konuşmasına fırsat vermeden tek söz söylemiş ve kapatmıştı.
“Atacağım konuma gel!” Konumu atmış ve telefonu yan koltuğa fırlatmıştı. Öfkesini büyük tutmak istiyordu yoksa acıyı hissedecekti. Ve onun en nefret ettiği duygu acıydı. Sahilin kaldırım kenarına arabasını park etmiş ve boğaza doğru yürümeye başlamıştı. Durmuş ve beklemeye koyulmuştu. Telefonunu çıkarmış ve onun fotoğrafını açmıştı. Fotoğraf şu an arkasında duran banka aitti. Aynı karede ikisi vardı, bu onlara ait ilk kareydi. Açelya onları gizlice çekmişti. Mihran arkasına yaslanmış, rüzgârla saçlarının bir kısmı yüzünü kapatmıştı. Uluğ ise başını bir kenara yatırmış ve Mihran’ a bakıyordu.
Ne kadar aptal olduğunu gördü bu karede. Baştan beri bu hislerini neden reddettiğini idrak edemedi. Oysa ilk anda anlamıştı nereye doğru sürüklendiğini. Bu savaşta galip olmuştu şimdi teslim olma vaktiydi.
Yanında beliren kişi ile gözünü kapatmıştı. “Sorun ne?” Demiş İngilizce dili ile. Bu adama bakarken içi geçiyordu. Gözünü açmış, cebinden çıkardığı bir dal sigarayı yakıp dudakları ile buluşturmuştu.
“Bana sabaha kadar getirmen gereken birkaç evrak var.” dedi halen bakışları boğazın derin sularındaydı.
“O kızı kurtarmak için mi?” dedi kindar bir sesle. Uluğ durmuş hiç dönüp bakmadığı kadına, Emily Clark’a bakmıştı.
“Getirecek misin?” dedi sesi kadar bakışları da düzdü. “Sence?” diye karşılık verdi. Emily Clark, Dünyaca milyarder David Clark’ın tek kızıydı. Masayı inşa eden aileydi. Masada bulunan tüm üyelerin her adımını takip eden ve bunları belge ile yanında barındıran biriydi. Masa üyelerinin bile bundan haberi yokken herkesten bir haber olan tek kişiydi. Her mevkiye söz hakkına sahip tek ailedeydi.
“Bu sabaha elimde olmalılar.” dedi emir verircesine. Emily, Uluğ’a yaklaşmış ve yakalarını düzeltiyormuşçasına oynamaya başlamıştı. “Peki benim buradaki çıkarım ne olacak?” Bu bir soru değil mesajdı. Uluğ yakasında duran elleri avuç içine almış ve kendinden uzaklaştırmıştı.
“Hiçbir şey, sende biliyorsun.” dedi aynı yüz şekli ile. Emily büyük bir gülümseme bahşetmişti. Biliyormuşçasına bir adım geriye gitmiş ve ellerini teslim oluyormuş gibi havaya kaldırdı.
“Hem de çok iyi biliyorum.” Kocaman gülümsemiş ve umutsuzca boğaza doğru dönmüştü.
“Hiç âşık olmazsın sanıyordum.” Yaktığı sigaradan bir duman içine çekmiş. “Ne kadar şansız olduğunun farkında olsa arkasına bakmadan kaçardı.” dedi acımasızca. Uluğ bu sözlere tepkisiz kalmıştı.
“Sevgisizliğin bu kadar can yakıyorken sevgini düşünemiyorum bile… Istırap verici olsa gerek.” Düşünceli gözlerle ona bakmıştı. Uzunca onu izlemişti.
“Başlangıcı olmayan aşkların bitişleri de oluyormuş, bunu bu yaşımda öğrendim.” Demiş ve bir an arkasına bakmadan uzaklaşmıştı. Geriye düşünceli bir adam bırakmıştı.
Yeniden Mihran ile oturduğu o bankta oturmuştu. Fark ettiği bir şey olmuştu, bunca yaşadığı tüm olaylarda bedenini her daim öfkesi sarardı. Oysa şimdiki haline bakılınca üzerinde gözle görülecek bir çaresizlik vardı. Savaşmaya bile hali yok gibiydi. Asıl şimdi kalkması gerekirken tüm bu olanlar elini kolunu bağlamıştı. Ne yapacağını kestiremiyor Mihran’ı nasıl koruyacağını bilemiyordu.
Ondan uzaklaştırsa bile artık çok geçti, her türlü onu bulabilirlerdi. Aklında yer edinen bir mevzu daha vardı. Yapıp yapmamak arasında bir yerdeydi. Onu korumak için tek yoldu fakat bedeli de bir o kadar ağırdı. Bu zaafı hiçbir zaafına benzemiyordu. Dedesi ile teyzesi onun kanındandı, seviyordu onları bağlıydı. Saye ise onun evladı gibiydi. Mecazen değil his olarak onu böyle tanımlıyordu. Korunmaya muhtaç annesini erken yaşta kaybetmiş bir kız çocuğuydu. Ve birlikte büyümüşlerdi. Onun kaybı onda derin bir öfkeyi uyandırmıştı.
Fakat Mihran için bir tanım koyamıyordu. Şu an üzerinde tek bir his vardı çocuk gibi sabaha kadar ağlama isteği... Ve bunu bu yaşına kadar bir an olsun yaşamamıştı.
Havanın yavaştan aydınlanmaya başlaması ile bakışları kolundaki saate gitmişti. Saat 05:15 geçiyordu. Ayağa kalkmış ve arabasına doğru yürümeye başlamıştı. Kaldırımdan geçmiş ve arabanın önünden geçip sol şoför kapısını açmıştı. Yerleştiği aracı çalıştırmış ve ilerlemeye başlamıştı. Yarım saatin sonunda eve yetişmişti. Arabasından inmiş ve eve girmişti. İlk durağı üst kat olmuştu. Merdivenlerden çıkmış ve ikinci kata yetişmişti. Bakışları onun odasındaydı. Dalgın ve bir o kadar yorgun biçimde bakmıştı. İstemese bile ayakları o odaya sürüklemişti onu. Korktuğunu sezdi, sanki dedesinin cansız bedenini tavanda asılı biçimde gördüğü gibi Mihran’ı da öyle göreceğini sandı.
Korktu hem de çok korktu geçmiş onun korkulu rüyasıydı ve artık bu durum katlanılmaz bir hal almaya başlamıştı, kapı kolunu sıkıca tuttu. Kolu indirecek gücü bulmaya çalışıyordu. Derin bir nefes almış ve gözünü kapatmıştı.
“Uluğ gelmişsin.” Korcan’ın sessi ile usulca gözlerini açmış ve ellini kapı kolundan çekmişti. Sıkıntı ile yüzünü sıvazlayıp dönmüştü. Cevap vermemiş donuk bir yüzle bakmakla yetinmişti.
“Emily yarım saate burada olacakmış haberin var mı?” dedi merakla. “Var.” En iyi bildiği şey yüzünü duygusuz tutmaktı. Şu an olduğu gibi.
“Neden peki?” Kaşları çatık ve bir o kadar korkuluydu. “Odaya çıkıyorum, geldiğinde haber ver.” Demiş ve üst kata doğru adım atmaya başlamıştı.
“Tahlil sonucu çıkmış.” Demesi ile Uluğ olduğu yerde mıhlanmıştı. Korcan’a doğru dönmüş ve tereddüt içerisinde kaşlarını çatmıştı.
“Yataktaki kanları diyorum,” Diye açıklamak istemişti. “Biliyorum, eee?” Sabırsızdı. Her şeye ve herkese karşı.
“Mihran’a ait çıktı.” dedi üzgün bir biçimde. Uluğ sertçe yutkunmuş ve merdivenin korkuluklarına tutunmuştu. Mihran’ın odasına bakacağı sıra gözünü yumuştu aynı şekilde eğmişti başını. Öyle çaresiz ve bitikti. Bugünü bir milat olarak kazımıştı aklına. Saye’nin ölümünde bile bir yaş akmamıştı gözünden. Ama Mihran’ın yokluğu onu perişan etmeye yetmişti. Düşündü, hayır, hayır hiç önceki acılarına benzemiyordu. Yalvaracak kıvamdaydı. Oysa bir kez olsun boynunu bükmemişti.
Bir an olsun arkasına bakmadan odasına doğru yürümüştü, hayır yürümüyordu adeta koşuyordu. Nefes alamıyor duvarlar üzerine üzerine geliyordu. Kendini odaya atığında kapıya sırtını yaslamış ve göğsünü ovuşturmaya başlamıştı. Yorgunca yürümüş ve yatağının sol tarafında bulunan çalışma masasına kendini bırakmıştı. Kimsenin bilmediği bir yönü vardı. Herkesten sakladığı sessizce kapandığı bir alana sahipti. O da şiir yazmaktı. İçini döktüğü ve kendini ifade edebildiği tek yerdi. Dedesinden aldığı bir yöndü, ta o zamanlardan uğraşmaya başlamıştı. Dedesini taklit etmeye çalışır, onun yazdığı şiirleri detaylıca incelerdi. Ne iddialı ne de bu yönüyle övünüyordu.
Elinde kalemi sırtında ağır gelmeye başlayan yükleri vardı. Usulca aklından ilk geçen kelimeleri kâğıda dökmeye başlamıştı. Derin bir nefes almış ve titreyen parmaklarını açıp geri kapatmıştı. Hiç bu kadar derinden yanmamıştı. Muhtaçtı, Mihran’ın her zerresine ölesiye muhtaçtı.
Defterini kapatmış ve başını masaya yaslamıştı. Öyle yorgun ve bitikti ki ayağa kalkacak halinin olmadığını gördü. Acıyordu hem de her bir yanı. Böyle mi geçecekti ömrü diye yakındı. Yanan tek ışık hüzmesi masadaki lambaydı. Her zaman olduğu konumdaydı, yalnız ve yorgun.
Düşünürken kendi benliğini öldürdü.
Mutluluğun onu bulması mümkün değildi.
Aklına annesi gelmişti tüm kini ellerine birikmişti. Bu öfkeyi içinde biriktirmeye tahammül edememiş masanın üzerinde ne varsa bir hışımla kolunun tersi ile yere fırlatmıştı. Sırtı halen sızlıyordu. Yarasını tümden saran pansuman bezi kan içerisinde kalmıştı. Fakat o kendini hiçbir zaman önemsemediği gibi bunu da önemsemiyordu. Ruhani acısı öyle büyüktü ki bedenindeki hiçbir acıyı hissedemiyordu.
Bu halde ve konumda olmasının baş mimarıydı. O kadının yaptıklarına teker teker şahit olmuştu. Oysa daha küçücüktü. Onun eylemlerine tahammül edemeyip bu ülkeden kaçmıştı. Sonra hayatın silesini yemişti.
Yerde açılmış defterin sayfasında az önceki yazdığı şiir vardı. Yanan lamba bir tarafı kırılmış ve ona rağmen yanmaya devam ediyordu. Öfkeyle kalktığı koltuğa mecalsiz bir biçimde kendini bırakmıştı. O sırada ise kapı çalınmıştı. Gelen kişi Mert’ti. Hiçbir ses gelmeyince bir süre daha beklemiş ama yine de ses gelmediğinde merakına yenik düşerek kapıyı aralamıştı. Odanın karanlık oluşu onu korkutmuş ve hızlıca ışığı yakmıştı. Etrafta Uluğ’u aramaya koyulmuştu.
Uluğ’u masanın karşısındaki sandalyede yeri izliyor biçimde görmüştü. Yerde dağılanlarla birlikte kaşlarını çatmıştı. Şu son zamanlarda onun iyi olmadığını görüyordu. Ve o bunu en başından beridir anlıyordu. Ve belki de bu konuda bu kadar sitemkâr olmasının da sebebiydi. Mihran ve Uluğ’un gün geçtikçe birbirlerine karşı olan bu çekimleri onu en başından beri tedirgin eden şeylerden tek bir tanesiydi. Öngörü yeteneği oldukça gelişmişti. Ve bu yolun sonu hiç iyiye bitmeyeceğinin gayet farkındaydı.
Usulca yanına gitmiş ve tam karşısındaki yatağa oturmuştu. “Emily geldi, aşağıda seni bekliyor.” Uluğ sadece başını sallamıştı. Fakat pozisyonu aynıydı.
“Şimdi ne yapacağız Uluğ? Bunu seni yargılamak için değil gerçekten de ne yapacağımızı merak ettiğim için soruyorum.” dedi sakin bir tavırla. Uluğ başını kaldırdı ve Mert’ e baktı.
“Sana ilk kez bir şey dersem inanır mısın Mert?” dedi düşünceli bir edayla. “Neyine inanmadım ben senin? Gözüme baka baka bana yalan söyle ve ben onun yalan olduğunu biliyim yine de inanırım.” dedi en içten hali ile. Uluğ gözünü kapatmış ve başını sandalyenin baş kısmına yaslamıştı.
“Bilmiyorum! İlk defa bilmiyorum.” dedi iç çekerek. “Önceden olsa bundan tam on yıl sonrasını hesaplardım ama şimdi tek hesapladığım Mihran’ı sağ salim görebilmek. Oysa asıl bundan sonra onun için tehlike arz ediyor. Onu nasıl korurum daha doğrusu yapabilir miyim onu da bilmiyorum.” Düşünmek onu bitiriyordu. Mert, Uluğ’un bu hali karşısında dişlerini sıkmıştı.
“Bu yolun sonunda öyle ya da böyle onu kaybedeceksin! Neden işi bu kadar yokuşa sürüyorsun? Tamam anlıyorum ondan hoşlanıyorsun ama daha başındasın ve vazgeçebilirsin. Uluğ bak bu işin şakası yok! Hiç mi düşünmedin, ya Tolga’yı Mihran öldürdüyse diye?” Uluğ kaşlarını çatmış ve öfkeyle yüzünü sıvazlamıştı.
“Yapma bunu, böyle bir ihtimalde var. Ve o gün geldiğinde hepimiz onu öldürmen için karşında duracağız! Bunları göze alamasın. Diyelim ki tüm bu olanlardan Behçet amcanın haberi oldu ve senin karşına geçip onu öldürmeni istedi sen yine de sana bakan seni bugünlere getiren adamı ezip onu mu koruyacaksın?!” Sözlerinde öfke değil gerçekler yatıyordu. Uluğ sinirle ayağa kalkmıştı.
“Sen unut, kolaysa sen git Merve’yi unut! Yapabilir misin Mert?” Etrafında dönerken öfkeyle bağırmıştı. Mert ayağa kalkmış tam karşısında durmuştu.
“Bir mi lan bu, Merve içimizden birini mi öldürdü? Hem biz koca altı yıldır birlikteyiz ya sen sadece bir aydır tanıyorsun onu. Kıyaslaman bile ironi.” dedi öfkeyle.
“O öyle değil.” diye bilmişti. İçindeki kopan şu fırtınayı kimse göremiyordu. Bir ay diyorlardı adına oysa asırlardır içinde koca bir özlem vardı. Ve iliklerine kadar o özlemin Mihran olduğundan emindi.
“Öyle ya da böyle zor da olsa senin için ölümde olsa Mihran’ı kurtardığımızda onu Zafer ustaya vermelisin ve bir daha onun yüzünü görmemelisin Uluğ. Hem onun hem de hepimizin selameti için bunu yapmalısın.” Demişti sakin bir üslupla. Mert oluşması mümkün bir felaketi önlemenin derdindeydi. Mihran’a zarar geldikçe Uluğ çıldırıyor ve dönülmez kararlar alıyordu bu başlıca kıyametti ve diğer neden ise bir seçim olursa Uluğ’un Mihran’ı seçecek olmasıydı. Uluğ’u kaybetmek istemiyordu ve tüm çabası bu yüzdendi.
“Diyelim ki Tolga’yı öldüren Mihran değil o zaman ne olacak Mert? Mademki benim yerime kendi hayatım üzerine kararlar almışsın bana bunu da söylesene?” Sözlerimde bariz bir ima vardı.
“İşte o zamanda şu soruyu sana sorarım kardeşim, böylesi bir bataklığa sevdiğin kadını nasıl atabildin diye?” dedi yine aynı gerçeklikle. Uluğ bildiği bu doğruluk karşısında sertçe gözünü kapatmıştı.
“İyi düşün. Bunca zamandır kendi içinde büyük bir savaşın içerisindesin. Fark etmedim sanma ona bakarken için gidiyor ve bunun en başından beridir farkındayım, buraya kadar iyi dayandın sakın ola pes etmeye kalkma! Mihran’a söylediğim o sözü sana da söylüyorum, gözden ırak olunca gönülden de ırak olurmuş… Bu sözü eyleme dökmeye bak derim.” Demiş ve odadan ayrılmıştı.
Uluğ dakikalarca boş duvarı seyre dalmıştı. Her kelimesinin doğru olduğunu o da biliyordu. Ama işte bazı şeyleri yapmakta zorlanıyordu. Çok kez ondan uzaklaşmaya çalışmıştı. Fakat en uzak mesafesi evin bahçesi oluyordu hemen ardından kendini onun odasında o uyurken onu izleyerek buluyordu.
Daha fazla düşünmek istemediğinden odasından çıkmış ve alt kata doğru inmeye başlamıştı. Mihran’ın odasına bakmamak için üstün bir güç sergilemişti. Sonunda salona inmeyi başardığında derin bir nefes almıştı. Herkes buradaydı. Masa üyeleri de dahil.
Uluğ boşta kalan bir koltuğa geçmiş ve ayak ayak üstüne atmıştı. Herkes oldukça tedirgin ve sessizdi. Emily oturduğu yerden doğrulmuş eteğini düzelterek ayağa kalkmıştı. Uluğ’un yanında durup elinde bulunan evrakları uzatmıştı.
“Tüm istediklerin burada. Ne var ne yoksa babama göndermesini istedim, kontrol edebilirsin.” dedi saygınlığından bir an ödün vermeden konuşmuştu. Herkes şaşkınlık ve merakla o evraklara bakıyordu. Uluğ uzatılan evrakları almış fakat inceleme gereği duymamıştı.
“Sağ ol Emily. Babana iletirsen sevinirim en kısa sürede yanına uğrayacağım.” dedi karşılık olarak. Brando Davis daha fazla dayanamadan konuşmaya başlamıştı.
“Tam olarak onlar ne oluyor?” Koca göbeğini oynatarak öne doğru doğrulmuştu. Uluğ üsten bir bakış atmış ve dişlerini sıkmıştı.
“Öğreneceksin Davis sabret biraz, ama önce Tersiyer’i arıyorsun.” dedi emredici bir üslupla. Brando kaşlarını çatmış ve öfkeyle solumuştu. “Bu arada onunla sen değil ben konuşacağım.” diye ekledi.1
“Önce istersen Bay Brando konuşsun durumu anlasın sonra sen devreye girersin. Şimdi durduk yere o kızın canını da tehlikeye sokmayalım.” Melih Soykan masa üyeleri anlamasın diye Türkçe dili ile konuşmuştu.
“Birincisi o kız değil, Mihran! İkincisi daha Mihran’ın canını tehlikeye atacak adam anasının karnından doğmadı!” Onun aksine herkesin anlaması için İngilizce dilini kullanmıştı. Mert biliyormuşçasına başını eğdi. Çok geçti bir şeyleri toparlamak için oldukça geç kalmıştı. Bunu iliklerine kadar hissetmişti.
“En iyisi biz elimizi çabuk tutalım çünkü benim yeni travmalara ayıracak vaktim yok.” Masa üyesi Leonardo Martin stresle alnını ovuşturmuştu. Martin, Çek Cumhuriyeti’ne mensup bir başbakandı. Silah kaçakçılığının da lideri oluyordu.
“Ben arıyım da ne olacaksa olsun artık!” Brando Davis bıkınca konuşmuştu. Smokininden çıkardığı telefonla biraz kurcaladıktan sonra Uluğ’a doğru uzatmıştı. O da bir an beklemeden elinden almıştı. Gerilmişti, öfkeleneceğini sezdi. Ve bir süre gözünü kapatmıştı. O sıra çağrı açılmıştı.
“Davis? Haberleri alıyım.” İngiliz aksanı ile konuşmuştu. Uluğ sinirle telefonu sıkmıştı. Gözünü açmış ve sesini temizlemişti.
“Şansına küs bugün tüm haberler bende.” diye karşılık verdi. Tersiyer oturduğu yerden dikleşmiş etrafını sarmış adamlara eli ile gitmeleri talimatını vermişti.
“Ooo kadim dostum bu ne güzel bir sürpriz böyle.” Keyifle solumuştu. Uluğ’un sabrı kalmamıştı fakat mizacını da bozmamaya özen gösteriyordu.
“Ben düz bir adamım, bilirsin. Sürprizleri seven taraf hep sendin Tersiyer Margos Matinyan.” diye cevap vermişti.
“Sen ne güzel ismimi telaffuz ediyorsun öyle. Bak ne diyorum, acaba şair mi olsan? Yakışır.” diye karşılık verdi. Uluğ stresli bir nefes vermişti.
“Tersiyer?” Bu öylesine bir sesleniş değildi. Her ne kadar düşman olsalar da herkesten çok birbirlerini tanıyorlardı. Bu sebeptendir zaten tüm savaşları.
“Çebi?” Aynı tonlama ile karşılık verdi. İkisi bir süre sessiz kalmışlardı. Her iki tarafta ölesiye birbirinden nefret ediyordu.
“Sence senin yaptığını yapsam adaleti sağlamış olur muyum?” Tersiyer ciddi bir ses tonu ile konuşmuştu. Uluğ elini yumruk yapmış ve gözünü yumuştu.
“Peki ben senin yaptığını yapsam intikamımı almış olur muyum?” dedi aynı onun gibi. Tersiyer büyük bir kahkaha patlatmıştı.
“Onları öldürebilirsin kadim dostum, bilirsin benim hayatımda zayıflara yer yok. Kızım ve kardeşim böylesi basit bir oyuna düştükleri için ölümü çoktan hak ettiler.” Öylesine soğuk kanlıydı ki şaşırılacak cinstendi. Ve durmamış yeniden konuşmaya başlamıştı.
“Ama görüyorum ki senin için durum öyle değil yoksa sen çoktan bana raconluk taslardın. Düşündüm de senin bana zamanında kestiğin cezayı bugün ben senin için kesem başlamayan oyunu kökünden bitirmez miyim sence?” Demiş oldukça rahat ve kendinden emin biçimde. Şimdi kahkaha atan taraf Uluğ’du. Tüm sözlerini dinlemiş ve sadece sabırla bitirmesini beklemişti.1
“O toy Çebi’ye bu kelimeleri sarf etseydin küfreder ortalığı dağıtırdı. Ama artık öfkemi değil de aklımı kullanmayı seçiyor ve sana onu bırakman için tamı tamına bir saat veriyorum benim kudretli dostum.” Oldukça emin ve netti sözleri. Tersiyer’in canı sıkılmış ve kaşlarını çatmıştı.
“Aklındakini diline dök de öyle konuşalım.” dedi düz bir sesle. Herkes dikleşmiş, salonun tüm duvarları dar gelmeye başlamıştı.
“Ben hiçbir zaman senin mabedine girme teşebbüsünde bulunmadım! Benim en sağlam en güvendiğim adamı öldürdüğünde usule uydum, kenara geçtim. Dişe diş kana kan dedim mertçe senle savaştım. Bak dedim eğer biri daha senin elinde can verirse senin elini sıkan herkesi öldürürüm dedim. Ama sen ne yaptın, gittin Saye’yi kardeşimi gözümün içine baka baka öldürdün. Sonra benim yaptıklarımdan beni cezalandırdınız ve ellerime prangalar vurdunuz.” Derin bir nefes almış, öfkeyle gözlerini yumuştu. Herkes suspus olmuştu. Uluğ ilk kez bu konuları dillendiriyordu. Ve bu durum oldukça tuhaftı.
“Koca bir altı yıl geçti üstünden, içimde harlanan ve herkesi yakmak için büyüyen bir ateş var. Ve bu yangın hiç öncekilerine benzemiyor. Ben bu Ülkeye birilerini yaşatmak için değil sandığınız aksine bu Ülkeyi ateşe vermeye geldim.” Tersiyer oldukça gerilmişti. En son böyle konuştuğunda tüm ailesini kaybetmişti. Yapayalnız kalmış sadece Kardeşi Aaron ve kızı Eva kalmıştı. Onların da canı şu an pamuk ipliğine bağlıydı. Fakat Uluğ’un onları öldüreceğine zerre inanmıyordu.
“Baya acıklı bir hikâye, vizyona ne zaman girer?” Demiş ukala bir tavırla. Uluğ derin bir nefes almış ve kendini dikleştirmişti.
“Bundan tam bir saat sonra o benim yanımda olmasa, Clark malikanesinde bir kargaşa kopacak, o da senin bugüne kadar ki yaptığın tüm işlerin dokümanları ve videoları olacak!” Demiş ve arkasına yaslanmıştı. Herkes oldukça şaşkın ve korkulu gözlerle dinliyordu.
“Ah benim akılsız kafam o dokümanların içinde onların çocuklarını öldürdüğün videoları mı vardı? Ailemizin başı diye tanıttıkları adam meğerse arkalarından çevirmedik iş bırakmıyor yetmezmiş gibi sadece ona muhtaç olsunlar diye soylarını yürütecek tüm çocuklarını öldürüyor. Dahiyane ve ürkütücü bir plan gerçekten!” Alaycı gözükse de sabrı kalmamıştı.
“Ne saçmalıyorsun sen? Hayal alemin oldukça gelişmiş, hayran kaldım doğrusu.” Eli ayağı boşalmış ve ayağa fırlamıştı.
“Açık ve nettim şimdi gidiyorsun ve üstüne düşeni yapıyorsun! Yoksa sonuçları ne olur demem daha beterini yaparım.” Herkes dehşete kapılmıştı. Zafer Usta ayağa kalkmış göğsünü ovalamaya başlamıştı.
“Bunu yapman demek tüm masa üyelerinin infazı demek hatta sadece bununla kalmaz soylarımızı kuruturlar piç herif! Bu mesele bizi ilgilendiren bir mevzu Clarkları zerre ilgilendirmiyor!” Tersiyer’in bağırışı her yere yankılanmıştı.
“Demek yaptıklarını kabul ediyorsun, iyi güzel.” Demişti karşılıklı olarak. “Çebi?” Öfke dolu bir seslenişti.
“Bu arada bunu es geçmeyelim lütfen ben halen masanın bir üyesi değilim. Bu da ne yazık ki can güvenliğimin bir tehlikede olduğunu göstermiyor.” dedi dudağındaki tehlikeli tebessüm ile. İşte şimdi Tersiyer tam anlamı ile öfkelenmişti.
“İnan ki Çebi, o kızı öldürmek aklımda dahi yoktu ama şimdi onun cesedini bile bulamayacaksın! Daha başlamadan aşkını kaybedeceksin ne trajedi ama!” Öyle bir delirmişti ki bağırışı herkesin kulağının çınlamasına sebep olmuştu.
“Emily babana haber ver tüm evrakları adreslerine yollayabilir.” Bu sefer deliren Uluğ’du. Tüm herkes bir anda ayağa kalkmış ve hep bir ağızdan konuşmaya başlamıştı. Emily de ayağa kalkmıştı. Emin olmak için Uluğ’a bakıyordu. Gözleri ile onay vermesini bekliyordu.
“Kesin sesinizi! Bana bak Tersiyer misin primat mısın her ne boksan değil onu öldürmek dokunmaya kalkarsan hangi ülkede olursan o ülkeyi cehenneme çeviririm!” Delirmişçesine bağırmıştı. Canının yandığını sezdi.
“Siz Türklerin bir sözü vardı, başın sağ olsun kadim dostum.” Son sözünü Türkçe dili ile söylemiş ve bir an beklemeden aramayı sonlandırmıştı. Uluğ elindeki telefonu duvara fırlatmıştı.
“Ama o benim telefonumdu. Tonlarca para döktüm ben ona.” Brando Davis’in sitemi kimse tarafından duyulmamıştı.1
“Can bana yerlerini tespit ettiğini söyle!” Herkesten uzakta oturan önündeki laptopa odaklanan Korcan’a bakışlar yönelmişti. Başını kaldırmış ve Uluğ’a bakmıştı.
“Zor oldu ama ettim abi. Hem de oldukça bize yakınlar.” dedi ciddi bir tavırla. Masa üyeleri birbirlerine imalı bir bakış atmışlardı. Bir taraf seçmeliydiler.
“Ben adamları peşinizden yollarım.” Brando Davis’in konuşması ile herkes tarafını anlamıştı.
“Bizim orada bulunmamız doğru olmaz ama Bay Davis gibi bende en güvendiğim adamları peşine takarım.” Melih Soykan’ da kendi düşüncesini belirtmekten geri durmamıştı.
“Bende adamlarımı yolarım ama lütfen onları koruyun. Adam bulamıyoruz artık!” Leonardo Martin stresle konuşmuştu.
“Başlıyoruz ha, hem de eskisi gibi?” Uraz’ın heyecan dolu sesi Uluğ’a yönelikti.
“Başlıyoruz ama bu sefer tökezlemek yok!” Demiş cevap olarak. Uraz başını sallamış ve Uluğ’un omzuna elini koymuştu.
Bir an arkasına bakmadan dışarı çıkmıştı. Uraz hemen adamları toplamış ve arabalara yerleşmişlerdi. Uluğ en önde herkes onu takip ediyordu. Radyoyu açmış ve Mihran ile dinlediği Cem Karaca şarkılarını açmıştı.
🕊️
Hayatın anlamlı ve yaşanabilir olduğunu ancak birinin gözlerindeki şefkati hissettiğinde anlayacaksın. O ana dek sadece acı çektiğini hissedecek ve yaşamın ne kadar anlamsız olduğundan yakınacaksın. İnsanoğlu ya hani panzehiri sevgidir. Bunu bu yaşımda öğrendim.
Öğrendim ve kurtuldum. Uzun zamandır bir belirsizliğin içerisinde yaşıyordum. Uyandım. Hem de hiç uyanmamam gereken bir konumda. Duygularımın adını öğrenmiştim lakin hiçbir anlamı kalmamıştı. Canım yana yana bunu anladım ve anlamam sadece birkaç dakikayı almıştı. Şimdi yas evresindeydim.
Onunla artık büyük bir savaşım vardı. Ben savaşçı o ise teslim olacak taraftaydı. Gözlerinden okumuştum. Bugüne kadarki tüm eylemlerine ve tepkilerine hak verdim. Benden kaçmasını bir türlü anlamamışken tokat etkisi yaratan bir farkındalığa gözümü açmıştım. Bu farkındalık canımdan can almıştı. Unutun, tüm tarumar içerisindeki hayatımı silin atın. Çünkü hayıtın silesini yemiştim. Şimdi korkularımın bedelini ödeme vaktiydi.
En son hatırladığım bir adamın beni yaka paça evden sürükleyerek çıkartmasıydı. Kâbus olduğunu sanmış öyle çok endişelenmemiştim lakin acı bir gerçekmiş. Yüzüme bir kova suyun boşaltılması ile de kendime gelmiştim. Gecenin bir karanlığıydı. Karşımda ilk gördüğüm yüz ise kırklı yaşlarda oldukça uzun ve yapılı bir adamdı. Ayak dibine kadar biten bir palto giymiş ve yüzünü gizlemesine sebep olacak bir şapka takmıştı. Yanında görüp şaşırdığım bir sima vardı. Dövmeli Emir.
Bana kendini tanıtmıştı. İsmi; Tersiyer Margos Matinyan. Kim olduğunu öğrendiğimde vücudumu istemsiz bir korku sarmalamıştı. Tuhaf tarafı akıcı bir şekilde Türkçe dilini konuşuyor olmasıydı. Başta yolun sonunda olduğumu sezerken şimdi ise yolun daha başında bile olmadığımı anlamıştım. Bataklığın tam orta yerindeymişim. Gördüklerimi silmek istiyordum. Kabul edemiyorum. Bugüne kadar ara ara aklıma düşse de böyle bir ihtimali dahi düşünmüyordum. O kaçtığım gece yaka paça karşıma dikilmişti. Ne yapmak istediğimi dahi bilmiyorum. Ama çaresizdim hem de bu sefer iliklerime kadar hissetmiştim.
Başlangıcı olmamış bir aşkın yası tutulur muydu? Asıl soru buydu aslında. Saatlerdir kafayı yemek üzereydim. Tuhaf gelecek ama onun beni kurtarmasını istemiyordum. Kendimce burada bu konumda acımı özlemimi yaşayayım ve bitsin. Ama onu bir daha görmek istemiyordum. İşleri daha da berbat etmek istemiyorum. Aslında istiyorum. Hayır, hayır istemiyorum. İşte istememeliydim.
Apaçık bir yolun sonunu görmeye başlamıştım. Mert’in sözleri şimdi anlamlı bir hal aldı. Keşke sadece keşke daha önce fark etmiş olsaydım.
Tersiyer’in önüme koyduğu gerçekler karşısında öylece kalakalmıştım. Kendini tanıtmış beni öldürmek istemediğini kesin bir dile ifade etmişti. Ve görmem gereken birtakım şeylerin olduğunu söylemişti. Kör olmayı diledim, bu sefer gerçekten de kör olsaydım da böylesi acı bir gerçeği görmeseydim dedim. Gözümden yaş dahi akmadı. Zaman durdu gibi. Beni saran korku değil onu kaybetmiş olmamdı. İmkânsız duyguların içerisinde acı çekiyorduk. İliklerime kadar hissediyorum ne hissediyorsam o da aynı şeyleri hissediyordu.
Hiç de tutsak konumunda değildim uyandığım odada oturmuştum kapı açıktı ve hiçbir yerde koruma görememiştim. Dışarıda oldukları kesin fakat evin içinde kimse yoktu. Artık öyle bir hale gelmiştim ki camdan dışarıya bakıp nerede olduğuma bakma gereksimi dahi duymuyordum. Önemi de yoktu, görmüştüm ben. Ben kendi sonumu birkaç saat önce görmüştüm. Hayatımı kaybedişim birkaç saniyeye sığmıştı. Ama neden öleceğim için değil de onu kaybettiğim için yas tutuyordum ki? Oysa daha bir şey yaşamamıştık…
Peki eğer beni bulursa onun yüzüne nasıl bakardım? Yalan söyleyebilir miyim ki? Yine sırtından mı vuracağım? Bu sefer yapamam, affetmezdi beni, her şekilde affetmeyecekti beni… Kendi elleri ile infazımı gerçekleştirecekti. Yolun sonu ikimizi de bitap bir hale çevirecek.
Kapının tıklanması ile saatlerdir kıpırdamadığımı fark ettiğim pozisyonumu oynatmıştım. Hiçbir şey dememiştim ve dışarı da ki her kimse ısrarla kapıyı çalıyordu. Benim sesimi duymadan açmaya niyeti yok gibiydi. Gıcıklık yaptığını durmaksızın kapıyı çaldığından kim olduğunu tahmin etmiştim. İlk karşılaşmamızda da ukalaydı şimdi de öyle. Ama Tersiyer’in yanın da adeta süs köpeğine dönmüştü. Daha fazla dayanamamış öfkeyle bağırmıştım.
“Gir artık Allah’ın cezası!” Diye sesimi yükseltim. Tüm dişleri meydan da içeri girmişti. Oydu elbette, hiç şaşırmadım.1
“Havalar nasıl marul kafa?” Yatakta oturmuştum ve o bunu göre göre yanıma kendini boyluca atmıştı. Yüzümü ekşiterek onu itmiş ve ayağa fırlamıştım.1
“Ne yapıyorsun sen be?” Demiştim. Yine aynı ukala yüzü ile bana bakıyordu.
“Bir türlü konuşma fırsatımız olmadı o yüzden biraz sohbet etmeye geldim.” Kendini düzeltmiş ve oturur pozisyonuna gelmişti. O alaycı gülümsemesini de yüzünden atmıştı.
“Benim seninle konuşacak hiçbir şeyim yok!” Öfkemi kusmaktan geri kalmıyordum. Üzgün bir yüze bürünmüştü. Ciddi mi yoksa benimle oyun mu oynuyordu kestiremiyorum.
“Saçmalama Mihran geceden beri kendini yiyorsun biriyle konuşmaya ihtiyacın olduğunu biliyorum.” dedi oldukça ciddi bir tavırla.
“Ve bu sen değilsin.” dedim gözünün içine baka baka. Yarım bir gülümseme dudaklarında belirmişti.
“Tuhaf cidden hayat çok tuhaf.” Kendi kendine mırıldanmıştı. “Nedir tuhaf olan?” dedim merakla.
“Uluğ’un cidden âşık olması çok tuhaf, halen idrak edemiyorum.” Ciddiydi her hali ile ciddiydi. Dumura uğramış, zorla yutkunmuştum. Daha biz adını yeni koymuşken herkesin bilmiş edaları beni delirtiyordu. Ve bunun neden bu kadar abartıldığı da beni düşündürüyordu.
“Yok öyle bir şey.” Demiştim hem de acı çeke çeke. Öyle umut ediyordum. Bana bu denli duygular beslememesi için gerekirse ayaklarına kapanırdım.1
“Maalesef ki var öyle bir şey.” Samimi biçimde üzgündü. “Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz, anlayamıyorum ve neden bu mevzuyu bu kadar büyütüyorsunuz?” dedim nefes alamayarak. Başını yana yatırmış ve gözlerini kısmıştı. Ben halen ayaktaydım. Oda oldukça geniş, koca bir yatak gardırop makyaj masası ve banyo bulunuyordu. Zemin katı, bina zaten tek katlıydı fakat tavanlar oldukça yüksekti.
“Enin de sonunda senin öldürülmen için oylama yapılacak ve ölüm emrin verilecek. Eğer Uluğ Saye de olduğu gibi bir tutuma girerse şayet, çokça ölüme sebebiyet verecek. Kimse bunun olmasını istemez değil mi Mihran?” dedi ciddi bir ifade ile.
“İlla ölmem mi gerekiyor?” dedim kederle. “Bunu üst kurul belirliyor, ne yazık ki biz değil! Şayet masa üyeleri belirliyor olsaydı halledilirdi, o az önceki tanıştığın adam bile ezeli düşmanının yanında olur herkesi sustururdu.” Herkes sonumuzu biliyor gibi konuşuyordu. Tedavisi olmayan bir veba gibiydik. Bu kadar mı acizdik.
“Tahmin edersin ki dalgacı bir adamımdır, Korcan’ı bile sollamışlığım var. Ve ona rağmen sizinle dalga geçemiyorum. İşlerin ciddiye gittiğini anladığımdan beri kenara geçmiş sadece izliyorum. Saye meselesinde Uluğ sadece öfke doluydu ama şimdi sana bir şey olma düşüncesi bile ona acı çektiriyor. Oysa işkence görürken bile yüzünde acı kırıntısına dair bir şey görmemiştim.” Samimi sözleri beni daha da üzmüştü.
“Peki şimdi yaptığınız ney? Ya bir şey yaparsa?” dedim anlamsız bir yüz ifadesi ile.
“Uluğ, Bay Margos’un kızını kaçırdı. Her ne kadar onu önemsemiyormuş gibi gözükse de ailesinden kalan son kişi ve onu korumaya çalışıyor. O yüzden misilleme yaptı ve seni kaçırdı. Her ikisi de farkında öldürme gibi niyetleri yok ama bir üstünlük savaşı içerisinde debelenip duruyorlar.” Demiş açıklayıcı biçimde.
“Yani beni bile isteye bir tehlikenin kucağına attı öyle mi?” Dişlerimi sıkmaktan çenem ağrımıştı.
“Artık sen ne ad verirsen.” dedi saçlarını karıştırarak. Odanın içerisinde volta atmaya başlamıştım. Düşünceler beni boğuyordu.
“Sana önerim Bay Margos’un sözlerine kulak as, o öyle boş konuşacak bir adam değil!” dedi ciddi bir yüz ifadesi ile. Ayağa kalkmış gözlerini kısıp tüm yüzümü incelemişti. Bu hareketi tuhafıma gitmişti.
“Ve o görüntüleri hafızandan çıkartma! Bir uykudan uyandın, artık gerçeklerle yüzleşme vakti!” dedi yine aynı ciddi hali ile. Arkasına döndüğü vakit aklımdaki soruyu sormuştum.
“Ne zaman buradan gideceğim ya da gidebilecek miyim?” dedim çaresizce. Yeniden bana dönmüş ve gülümsemişti.
“Gün doğumu olduğunda Uluğ burada olur, endişe etme. Bir gece daha sensiz geçirebileceğini sanmıyorum!” Demiş ve odadan çıkmıştı. Bu sözünü bir gün önce söylemiş olsaydı mutluluktan havalara uçardım ama şimdi sadece acı veriyordu. Hayatım hiç zor değilmiş gibi bir de başıma bu adam çıkmıştı.
Saat 5:20’yi geçiyordu. Gün doğumuna az bir zaman kalmıştı. Acaba gelecek miydi? Gelmesin ve bizi bu işkenceden kurtarsın diye ümit ediyordum. O görüntüleri gördüğümden beri ona olan hislerimden emin olmuştum. Aşıktım… Aşkın ne olduğunu bilmeden ona bağlanmıştım. Bu duygu mutluluk vermesi gerekirken bende acı veriyordu. Mesela dün fark etmiş olsaydım yani dün adını koymuş olsaydım bu duyguların belki heyecan veya bir mutluluk hissedebilirdim. Ama Ona kavuşmamla ayrılmam aynı zaman dilimine tekabül etti ve benim bir şeyleri hissetmem için bir zamanım kalmadı.
Ama istiyordum. Kısa da olsa aşkı tatmak istiyordum. Merak ediyordum… Mert ile Merve’yi hayal ediyorum. Ablam ile Vefa abiyi düşünüyordum. Çok güzel seviliyorlardı, hem de bir erkek tarafından. Ben bu hissi hiç tatmamıştım. Bazen imreniyordum. Onlar sevgilerinin bedelini ödememişlerdi. Peki biz? Sonumuz belliyken böylesi bir çukura bile isteye atlayabilir miydik? Onu bilmem ama ben cesur değildim.1
Fakat küçükte olsa bir delilik yapma hakkına sahiptim bence. Kısa da olsa sevgisini hissetsem bir şeyi kaybetmezdim. Bir tarafım ise bencil olma diyordu. Ona bunu yapamazsın, yapmamalısın Mihran. Çünkü en çok yarayı o alacaktı. Rus ruletini oynayacaktım. Her şey şansımıza yönelik ilerleyecekti. Onu ne kadar istesem de bunu ona yapmayacaktım.
Bir buçuk saat geçmişti. Ve benim odada tur atmadığım tek bir yer bile kalmamıştı. Artık bunalmaya başladığım için odadan kendimi dışarı atmıştım. Uzun bir koridor vardı. Gün aydınlanmış olmasına rağmen ışıklar halen yanıyordu. Duvarlar toprak rengine sahipti. Oldukça modern bir evdi. Çiftlik evi de denilebilirdi. Koridoru atlatmış ve salona giriş yapmıştım. Dediğim gibi tek katlıydı ve salonla iç içe olan bir bar yeri vardı. Sol tarafta ise bir mutfak. Etrafa göz attım lakin kimse yoktu. Tavana kadar uzanan camın tam karşında durduğum da herkesin dışarıda olduğunu anlamam uzun sürmemişti. Tersiyer ve Dövmeli Emir ile hararetli bir mevzu üzerinden konuşma yapıyorlardı.
Tersiyer’le konuşmamız boyunca yüzünü görememiştim. Başı eğik ve şapka yardımı ile sadece yüzünün sağ tarafını görebilmiştim. Ama şimdi açık bir şekilde karşımdaydı. Sol tarafı yanmıştı, gözünde protez bir göz vardı. Biraz ürkmüştüm. Çünkü hiç hoş gözükmüyordu. Ve aklıma Uluğ’un sağ kolu gelmişti. Koca bir yanık izi vardı. İkisi arasındaki bağlantıyı düşünmek istemiyordum. Tesadüf olmasını diliyordum.
Emir, Tersiyer’in önünde ellerini önde bağlamış ve başını eğmişti. Tersiyer, belindeki silahı çıkarmış ve emniyet kilidini çekmişti. Öfkeyle eve doğru yani bana doğru dönmüştü. Beni karşısında gördüğünde başını yana yatırıp gözünü kısmıştı. Korkuyla bir adım geriye gittim. Bu adam bana hiç güven vermiyordu. Emir Tersiyer’in yanına ulaşıp kulağına bir şeyler söylemişti. Gözleri benden bir an olsun ayrılmamıştı. Yüzünde kurnaz bir gülüş belirdi. Bu tavrı beni germişti. Silahı yeniden beline yerleştirip bana doğru gelmeye başlamıştı.
Yüzünün hali beni daha da korkutmuştu. Kapıyı açıp yanıma gelmişti. Emir’in yaptığını yapmış tüm yüzümü incelemişti. Sol tarafına bakmamak için üstün bir güç sergiliyordum. Korktuğumu belli etmek istemiyordum. Epeyce uzun olduğunda başımı kaldırmıştım.
“Küçük Hanım, korkmuşa benziyorsunuz?” dedi akıcı Türkçesiyle. Zorla yutkunmuş ve sesimi temizlemiştim.
“Yok, neden korkuyum ki?” dedim sakin bir tavırla. “Bence de korkmamalısınız, daha yaşayacağınız uzun bir yol var.” dedi aynı nazik tavrı ile.
“Şimdi sizinle bir oyun oynayacağız. Herkesin selameti için yapmamız gereken küçük bir pürüz sadece.” dedi aynı nazik tavrı ile. Arkadan Dövmeli Emir gelmişti.
“Nedir, anlatın?” Artık hiçbir şeye şaşırmıyordum. “Önce bir geçelim.” Demiş ve eli ile geçmemi iletmişti. Hiç beklemeden yanında geçip oturma grubuna yerleşmiştik.
“Sizden Uluğ Mirza Köksoy ile telefonda konuşmanızı rica ediyorum.” Kaşlarımı çatmıştım. Merak içerisinde onlara bakıyordum.
“Sizin önünüze bir not koyacağız, onu bizzat Çebi’ye iletmeniz yeterli olacak” dedi sakin üslupla.
“Nedir bu not peki?” dedim şüphe içerisinde. Gülümsemiş ve Emir’e eli ile işaret etmişti. Emir de beklemeden gitmiş ve yemek masasının ortasında duran vazonun altından bir kâğıt parçası çıkartmış ve yanımıza gelmişti. Hiç düşünmeden bana uzatmıştı. Merakla elinden alıp okumaya koyulmuştum. Okuduklarıma hiç şaşırmamıştım aslında. Tahmin de etmiştim aslında. Beni zorlayacak olan onun sesini duymamdı.
“Emir, Çebi’yi ara!” Diye bir ses duyunca kafamı kaldırmıştım. Tersiyer arkasına yaslanmış ve sadece odağı bendim. Derin bir nefes almıştım. Canım yana yana gözlerimi yumuştum. Emir’in telefonu bana uzatması ile gözümü açmış ve zoraki bir şekilde yutkunmuştum.
“Ne lan piç herif ne bok yemeye beni arıyorsun?” Uluğ’un tok sesi tüm salona yankılanmıştı. Çağrı hoparlöre verilmişti. İçli bir nefes vermiş ve Tersiyer’e bakmıştım. Hiçbir tepki vermiyor düz bir biçimde tüm hareketlerimi izliyordu.
“Uluğ?” Oldukça sessiz harflerle konuşmuştum. Zoraki bir seslenişti. Kulaklarıma araba fren sesi gelmişti. Seyir halindeydi. “Güzelim…” O şefkat barındıran sesi tüm duvarlara çarpmıştı. Az önceki öfkeli sesinden eser dahi kalmamıştı.
“İyi misin, bir şey yapmadılar değil mi? Yalvarırım dayan yoldayım, geliyorum.” Öyle telaşlı ve çaresizdi ki sesinden bunu anlamıştım. Notta yazılanlara yeniden bir göz atmış ve gözlerimi yumuştum.
“Gelme, istemiyorum.” İstemsizce sesim titremişti. “N- nasıl, o ne demek?” Bocalamıştı. Gözlerimi geri açmış ve bu sayede sağ gözümden bir yaş akmıştı.
“Bana bunu yapmayacaktın, o yüzden senin yanında kalmaktansa Tersiyer’in yanında kalmayı tercih ediyorum.” dedim içim acıya acıya. Bir yere vurma sesi kulaklarıma işitti.
“Ulan… Yavrum bir şeyler mi içirdiler? Herhangi bir ipucu ver bana.” Öfkesini dizginlemekte güçlük çekiyordu. Tersiyer’in adını ağzıma almam bile onu çıldırtmaya yeterken ben onunla kalmak istediğimi söylemiştim.
“Kaçırılacağımı bile bile o adamın kızını kaçırmışsın. Beni gözden çıkarmışsın, ha senin yanındayım ha bu adamın ne fark eder ki artık? Gelme geri dön, istemiyorum seni!” Notta ne yazılıyorsa onları söylüyordum. Sesli bir nefes vermişti.
“Kim sana bunları anlatıp aklını bulandırıyor?” Yorgun ve kısık sesle konuşmuştu.
“Ne fark eder, yalan mı söylediklerim?” Gözümden akan yaşlar dur durak bilmiyordu.
“Bana bunlara inanmadığını söyle, benim sana olan hislerimi bu kadar küçük görmüş olamasın!” Ağlıyor muydu? Yok, hayır Uluğ ağlamazdı. Ama neden sesi bu kadar acıklı geliyordu ki?
“Yapma Uluğ, yapma lütfen bizim hissettiğimiz bir bok yok! Kandırmayalım artık birbirimizi! Bir saçmalıktır gidiyoruz, hepsi bu!” Sözlerim canımı eziyordu. Bir araba gazını duymuştum.1
“Asıl senin bir bok bildiği yok! Köpek gibi sana âşık oldum, senin kaçırılma ihtimalini bile düşünmedim şayet düşünseydim bırak o adamın kızını kaçırmayı dokunmazdım bile… Oraya geliyorum, o kızı da amcasını da serbest bırakıyorum. Sana bu sözleri de yutturacağım Mihran Hanım.” Öyle böyle bağırmamıştı. Kafayı yermişçesine hareketlerde bulunmuştu.
Bu itiraf bağrımı yakmıştı. Öğrendiğim gerçek kadar canımı yakıyordu. Ve geç kalınmış bir itiraftı… Dün söylemiş olsaydı her şey daha farklı olabilirdi…
“Tersiyer, senin beynini sikiyim! Onu bu işlere karıştırmayacaktın! Elbet seninle hesaplaşırım, bekle sadece o günü bekle!” Demiş ve aramayı sonlandırmıştı. Tersiyer memnun biçimde ayak ayak üstüne atmıştı. Amacına ulaşmıştı. Kızını almak istiyordu ve başardı da.
“O geldiğinde direkt dışarı çıkabilir aynı şekilde ona gidebilirsin. Şimdilik bize müsaade küçük hanım.” Demiş ve ayağa kalkmıştı. Kaşlarımı çatmıştım.
“Bu kadar mı?” dedim şaşkınlıkla. O yine bilmiş bir edayla gülümsemişti.
“Ben sana göstereceklerimi gösterdim. Bundan sonraki süreç sadece seni ilgilendiriyor. Merak etme ben seni istediğim zaman bulurum ama sen bu zaman diliminde sana anlattıklarımı işleme koymaya bak. Tabii yaşamak istiyorsan, seçim her zaman senin küçük hanım.” Demiş ve arkasına bakmadan evden dışarı çıkmıştı. Araba seslerinin uzaklaştığını duyduğumda başımı ellerimin arasına almıştım.
Saatlerce bu pozisyonda kalmaya razıydım. Ölesiye ondan kaçmak istiyordum. Bizim payımıza düşen buydu. Üzgünüm bu yükü kaldıramıyorum artık. Çocuk gibi ağlamaya başladım. Hem ona hem bana akıttım yaşlarımı.
Hiç birleşemeyecek olmamıza feryat ettim. Gökyüzünün bizi kucaklaması için dualarda bulundum. Hiçbir şeyi bu kadar arzulamamıştım. Canım acıyordu. En çok da onun için… Gerçekler herkesten çok onun canını acıtacaktı.
Patlayan silah sesi ile koltuktan ayağa sıçramıştım. Bir el ateş daha ve bir el ateş daha… Gelmişti. Oydu. Kalbim bedenimden çıkacakmışçasına atıyordu. Nefes alamıyor, ellerim titriyordu.
“Mihrann!” Diye bir ses yükseldi. Bu ses tanıdık geldi. Tıpkı annemi aradığım zamanki feryadı gibiydi. Titreyen dizlerim ile kapıya doğru yürüdüm. Kalbimin sesini duyabiliyordum. Onu özlemem için bir zaman kalmamıştı. Yaşlarım dur durak bilmiyordu. Bu yaşlar ikimizeydi. Hiç birleşememiş olan iki kalbin ayrılığınaydı.1
Kapıyı açmış ve dışarı adım atmıştım. Önümde koca bir orman ve ağaçların arasında duran binlerce zırhlı siyah araçlar vardı. Evi koruyan adamlar ağaçların arasında tetikte durmuşlardı. Mert, Merve ve Uraz en öndeydiler. Herkesin elinde silah vardı. Onlarca adam kenara geçmeye başladığında onu görmüştüm. Vücudunu saran beyaz gömleğinin üst düğmeleri kopmuş vaziyette ve siyah kumaş pantolonu onu kusursuz göstermeye yetmişti. Dağınık saçları ise serseri bir hava katmıştı. Öfkeli tavrından ötürü çene hattı belirmişti. Onu özlemiştim, gözüme kusursuz geliyordu.
Zoraki biçimde nefes alıyor gibiydi. Bakışları direkt bana gelmişti. Kaşlarını çatmış ve tüm vücudumu taramıştı. Her zaman yaptığını yapmış ve saçlarımda olduğundan fazla oyalanmıştı. Elindeki silahı beline yerleştirip bana doğru bir adım attığında bende aynı şekilde bir adım geri gitmiştim. Bu eylemime karşı duraksamış ve gözlerini yumuştu. Birkaç saniye sonra öfkeli ve hızlı biçimde bana doğru gelmeye başladı. Tersiyer’in adamları Uluğ’un ayak diplerine vurmaya başladıklarında endişe ile ona doğru yürüdüm.
Uluğ’un adamları da karşılık vermeye başladığında her yer savaş alanına dönmüştü. Ben korkudan titrerken Uluğ’un tek odak noktası bendim. Etrafta olan biten zere umurunda değil gibiydi. Adımları hızlı ve kendinden emindi. Ben sadece birkaç adım atmışken o benim yanıma yetişmişti bile. Ben korku içerisinde ona ve etrafa bakarken o oldukça yoğun duygular içerisinde bana bakıyordu. Şehvet, evet bu bakışların tek adı olabilir o da şehvet duygusuydu.
Etrafımızı daire biçimde Mert, Merve, Uraz, Arif ve Fuat sarmıştı. Ben ona gerçeği açıklamak için ağzımı aralayacağım vakit Uluğ elini belime sarmış ve kendine çekmişti. Gözlerim fal taşı gibi açılırken bir diğer elini de enseme yerleştirmişti. Ne yaptığını sormama kalmadan uzun zamandır rüyalarıma giren o an yaşanmıştı.
Uluğ Mirza Köksoy dudaklarını dudaklarım ile buluşturmuştu.1
Sevdanın kutsallığı karşısında ellim kolum bağlanmıştı. Bu duygu ebediyete dek beni kendine kul köle edecekti. Zihnimle, kalbimle bütünleşmiştim onunla. Dönülmez yolun uçurumundaydık. Gerçekler bile hükmünü yitirmişti.
Bizimkisi, acemi aşıkların bir olma savaşıydı. Geçmiş bizi tüketirken geleceğe açılmış kapıların umutlarıydık. Aşıktım ona aşıktı bana bu ne yüce duygudur böyle…
-BÖLÜM SONU-
“Dönsek mi bu aşkın şafağından, dönmek mi? Ne mümkün geri dönmek, düştüyse gönüller bu melale?”
-Bölümü nasıl buldunuz? Aklınızdaki tüm soru işaretleri buraya yazın lütfen. Sabırsızlıkla okumayı bekliyorum. Oy ve yorum atmayı da lütfen unutmayın.1
-İçinizden geçenler?1
-Uluğ Mirza?1
-Tersiyer Margos Matinyan?1
-Uraz?1
-Mert?1
-Merve?1
-Korcan?1
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
1.54k Okunma |
270 Oy |
0 Takip |
24 Bölümlü Kitap |