20. Bölüm

20. BÖLÜM: YOKUŞ

talia lidya
lidyatalia

“Bir şeyler başlıyor, bitmek için.”

(Jean-Paul Sartre)

FEVERAN

-

YOKUŞ

🕊️

 

Teslimiyet evresindeydim. Kendimi yokuş aşağı bırakmıştım. Hiç bırakmamam gereken bir zaman dilimiydi bu. Bedelini ağır ödeyecektim fakat içimdeki ses her şeye değeceğini söylüyordu. Dönebilirdik! Bu yoldan dönülebilirdi ama ben istemiyordum.

Neden mi?

Yolun sonunda canice öldürüleceğimi biliyorum. Ha onun elinden ha onun ailesinin elinden. Ve ben gittikten sonra bile ona acı çektirmek istiyordum. Yokluğum hayatını esir alsın ve beni ebediyete dek yaşatsın istiyordum. Bizimkisi, sakın diyen bir mücadeleydi.

Kulağa korkunç geliyor, ama hissettiklerim bunlardı. Tolga’nın ölümü kaderime yazılmıştı ama en az onun kadar benim de bir yaşama hakkım vardı. Ne kadar acı çekersem bir o kadar acı çektirmek istiyordum. Uluğ’a aşıktım ve bu onun sebebi olacaktı.

Benden uzaklaşan bir çift yeşil gözün karşısında savunmasızdım. Saniyeler önce dudakları hiç ayrılmak istemezcesine dudaklarımda hükmünü ilan ediyordu. Ben ise bu eyleme öyle yabancıydım ki bedenime kal gelmişti. Ona öylece bakarken belimde olan elini çekmiş ve elimi avuç içine hapsetmişti. Diğer eli ile de silahını çıkartmıştı.

Şaşkınlıkla diğer elim dudaklarıma gitmişti. Tuhaftı, her şey oldukça tuhaftı. Bunu bu kadar erken beklemiyordum. Onunla her göz göze geldiğimde bu anı yaşayacağıma dair sinyalleri alıyordum fakat bu kadar erken veya böyle bir ortamda değildi. Herkesin içinde meydan okur bir tavır sergilemişti. Bu beni şaşırtsa da bir o kadar da kafamı karıştırmıştı.

Ona gerçeği söylemek için saatlerdir kendimi hazırlıyordum. Ama şimdi kafamda başka planlar için bir kapı aralanmıştı. Sonumu ve sonunu getirecek bir plandı bu. Fakat bir gerçek vardı ki o da kısa da olsa unutulmayacak bir mutluluğa kucak açacaktık. Hissediyorum, bu sefer gerçek mutluluğa erişecektim. Ama bedeli de bir o kadar ağır olacaktı ve ben bu bedel karşısında sadece susabilirdim.

Silah sesleri az olsa kesilmişti. Ne olduğunu anlamak için etrafıma baktığımda Tersiyer’in adamlarının geri geri gittiklerini görmüştüm. Bu süre içerisinde Tersiyer’in konuşmasına şahit olmuştum, göz dağı verin ve çekilin demişti. O adamın derdi öldürmek falan değildi. Tek bir konuşmasıyla çözmüştüm. Tersiyer’in tek isteği Uluğ’un acı çekerek yalnız kalmasıydı. En büyük korkusu ise Uluğ’un ölmesiydi… Çünkü o, Uluğ’un her gün ölmesini istiyordu.

Karşımda zafere ulaşmış bir tavra sahipti. Bana oldukça nazik davranmıştı. Ve bir sözü ile böyle davranmasının nedenini açıklamıştı. “Sen benim elimi bile sürmeme gerek kalmadan bu dünyadaki en güçlü gördüğüm adamı yerde süründürecek kadınsın ve ben bu kadının önünde gerekirse diz çökmeye hazırım.” Bu sözleri kalbime oturmuştu. Ona acı çektirenlere karşı büyük bir öfke duyarken, bırak acı çektirmeyi intiharın eşiğine getirecek kişi olacağım gerçeği nefesimi kesiyordu.

Uluğ’un beni elimden tutarak sürüklemesi ile gerçek dünyaya dönmüştüm. Arkama baktığımda ise şok olmuş vaziyete bir çift Uraz, Mert ve Merve bıraktığımızı görmüştüm. Hatta Arif ile Fuat’ta oldukça şaşkın bir yüz ifadesi içerisindeydiler. Dikkatimi çeken bir şey olmuştu o da Arif’in yüzü yara bere içerisinde olmasıydı. Artık bir şeylere çok da takılmamayı öğrenmiştim.

Uluğ beni kendi aracına bindirmişti. Ve kapıyı üzerime kapamadan önce ise herkese karşı bir seslenişte bulunmuştu. “Hiçbir Allah’ın kulu beni takip etmeyecek. Takip edeni ezer geçerim!” Kapının kapalı olmasına rağmen Mert’in itirazını ve sitemini duyabilmiştim.

“Kafayı yedin, sen iyice kafayı yedin! Toplu intihara sürüklüyorsun herkesi!” Ama Uluğ’un zerre umurunda değildi. Arabayı çalıştırmış ve bir an arkasına bakmadan gaza basmıştı. Patika yoldan son sürat geçmiştik. Her iki tarafımızda da dev çam ağaçları ile doluydu.

Heyecanıma engel olamıyordum. Ona bakamıyordum bile ama bu bakamayışım heyecandan değil keza utanç duygusundan geliyordu. Gözüm gözüne dediği vakit her şeyi öğrenmesinden endişe duyuyordum. Yabancısı olduğum bu duygunun şaşkınlığını da atmış değildim.

Elimin üzerine elini koyması ile irkilmiş ve hızlıca elimi çekmiştim. Tepkisine bakmaya bile yüzüm yoktu. Ses etmemiş ve önüne dönmüştü. Bunu hareketinden anlamıştım. Ne ben konuşmuş ne de o tek kelime etmiş değildi. Yol şehir merkezine değil gibiydi çünkü çokça yol kat etmemize rağmen bir bina bile görünürde yoktu.

Başlangıçta acımasız taraf oyken şimdiki gidişatımızda ıstırap verici bir tarafa evrilmenin acısını çekiyordum. Onun hikayesini bilmiyordum ama hiç de kolay şeyler yaşamadığı aşikardı. Bir yenilerini eklemek istemezdim. Canına taş değsin bile istemezdim. Gerçekten de istemezdim…

Bir marketin önünde arabayı durdurmuştu. Emniyet kemerini çıkartmış ve bana doğru dönmüştü. “Gideceğimiz yer için bir şeyler alacağım. Benimle gelmek ister misin?” Usulca ona dönmüştüm. Gözlerimin dolmasına engel olamamıştım. Tuhaf ve şüphe içinde bana bakmıştı. Ama yine tek bir kelime bile sormadı. Hiçbir şey demeden önüme geri dönmüştüm. Sesli bir nefes almış ve arabadan inmişti.

Markete girene dek onu izlemiştim. Gözden kaybolması ile hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştım. Önümdeki kaputa ardı ardına yumruk yaptığım ellerim ile vurmuştum. Öfkeme hâkim olamayıp parmaklarımı saçlarıma daldırıp çekmiştim. Bu canımı yakmasına rağmen acısını hissedememiştim. Sesli bir biçimde ağlayışlarıma bir son getiremiyordum.

Bir çukura düşmüştüm. Ve ben nasıl çıkacağımı bilmiyordum. Bilmeyi bırak yürümeyi bile yeni öğreniyormuş gibi habire yere kapaklanıyordum. Gerçeklerin gücü beni mahvedecekti. Yoldan dönme gibi bir şansım halen vardı. Ama korkuyordum. Ölmekten değil, onu kaybetmekten. Ben ilk kez hissettim. Mutluluk kapımdaydı, nasıl olurda onu geri çevirebilirdim ki?

Yirmi bir yıllık hayatımda tek arzuladığım duygu kapıma gelmişti. Aslında bu tercihim benim zevkime yönelik değildi. Zorunlulukta vardı işin içinde. Mesela her şeyi anlatsam ailem katledilecekti. Bunu söylemese bile dolaylı yoldan bana bu mesajı vermişti. Aptal değildim nazik olduğu kadar tehditkâr bir tavra da sahipti. Canım acıyordu, bu acı ki kemiklerime kadar işlemişti. Adeta bir kanser hücresi gibi ilmek ilmek beni bitiriyordu.

Bağırmak, yeter diye haykırmak istiyordum. İstanbul, ah İstanbul benim sonumu getirecek olan şehir. Kurtuluş diye çıktığım şu yola bak hele.

Karşıdan Uluğ’un geldiğini görünce hemen burnumu çekmiş ve yüzümü sıvazlamıştım. Dikiz aynasından kendime baktığımda, yanaklarımın al al olduğunu saçımın ise kabardığını görmüştüm. Hızlıca saçımı düzeltip derin bir nefes almıştım. Elleri poşet doluydu, arabanın önünden geçip arka bagaj kısma doğru yönelmişti. Dikiz aynasından onu izliyordum. Onu ne kadar fazla görsem ilerisi için kardı.

Poşetleri yerleştirip bagaj kapısını kapatmıştı. Bakışları direkt benim baktığım dikiz aynasına olmuştu. Hızlıca gözlerimi ondan çekmiştim. Onunla yüzleşmeye, göz göze gelmeye cesaretim yoktu. Ama kaçamazdım. Zeki bir adamdı, şimdi bile bu tavırlarımdan ötürü şüphelenmeye başlamıştı. Adeta bir heykel gibi durmuş ellerimi birbirine bağlamış ve başımı eğmiştim.

Kapıyı açmış ve koltuğuna yerleşmişti. Bir süre öylece durmuştu. Konuşmasını, bana bir şey sormasını bekledim lakin umduğum gibi olmamıştı. Dönüp bana tek bir kelime dahi olsun sormamıştı. Arabayı çalıştırmış ve yeniden sürmeye başlamıştı. Yol boyunca hiç konuşmamıştık. Ve tuhaf tarafı dönüp bana bakmıyordu bile. Dediğim gibi şüphelenmişti. Kim bilir aklında ne sahneler dönüyordu? Oysa şimdi aklımda beni öptüğünün gerçeği dolaşması gerekirdi. Ama aklımın ucundan bile olsa geçmiyordu. Geçemiyordu çünkü…

Saatler sonra arabanın yavaşlaması ile bakışlarımı etrafa çevirmiştim. Burası bir sahil kasabasıydı. Her yerde çok tatlı yazlık evler bulunuyordu. Oturduğum taraf yani sağ tarafı denizdi ve binlerce insan kumların üzerinde güneşleniyordu. Saat öğleni geçmek üzereydi. Günün yarısını yolda geçirmiştik. Arabanın durması ile bakışlarımı önümdeki eve çevirmiştim.

Ahşaptan yapılma bembeyaz bir evdi. Sadeliği karşısında gözlerim parlamıştı. İki katlı etrafı ahşaptan çitlerle çevrili ortada ise birbirine sarılmış bir kadın ile bir erkek figürü heykel vardı. Kadın, bir elini havaya kaldırmış mutluluğunu ilan ediyordu. Kaldırdığı elin avuç kısmından ise su akıyordu. Heykelin etrafı Lotus çiçeği ile çevrilmişti. Aynı şekilde tüm çitlerin etrafını bu çiçek sarmalamıştı. Adeta cennete düşmüştüm.

“Sevmiş gibisin.” Uluğ’un sesi ile kendime gelmiştim. Ona döndüğümde göz içinin parıldadığını görmüştüm. Başımı onaylıyor biçimde sallamış ve ondan kaçmak ister gibi arabadan inmiştim. Ona bakmamış evin ardındaki denize dalmıştım. Daha ne kadar ondan kaçabileceğimi düşünüyordum. Birkaç dakika sonra o da arabadan inmişti. Muhtemelen bu anlamsız davranışlarımı düşünüyordu.

Elindeki poşetlerle önümden geçtiğinde titrek bir nefes vermiş ve onu takip etmiştim. Kapının önünde durmuş, poşetleri yere bırakmış, cebinden anahtarı çıkarmış ve kapıyı açmıştı. Ben onda takılı kalmışken, o bana dönmüş ve mahsun bir bakış atmıştı. Kenara çekilmiş ve geçmem için eliyle işaret vermişti. Utançla başımı eğmiş ve ona bakmadan içeri adım atmıştım.

İçerisi de dışarısı gibi çok güzeldi. Her yer ve her eşya beyazdı. Tıpkı hayal ettiğim gibi… Koca bir salon ve salonla bitişik bir mutfak vardı. Üst kata çıkan merdivenin her iki kısmı da duvarlarla örülmüştü. Arka bahçeyi camdan gördüğüm kadarı ile deniz ile iç içeydi. Kapının sesi ile arkama dönmüştüm.

Uluğ, içeri girmiş poşetleri mutfağa bırakmış ardından ise kapıyı kapatmıştı. Benim tarafa döndüğünde yine gözümü kaçırmıştım. Sesli bir nefes verdiğini duymuştum. Bana doğru gelmeye başladığında telaşa kapılmıştım. O korkuyla konuşmaya başladım.

“Ben lavaboya gideyim, hangi taraftaydı?” Demiş bulundum. Ama Uluğ’un gözü benden başkasını görmüyor gibiydi. Yanıma geldiği vakit telaşla yanından geçecekken kolumdan tutmuş ve beni kendine doğru çekmişti. Daha ne olduğunu idrak edemeden belimi sarmalamış ve sıkıca sarılmıştı. Muhtaçlığını iliklerime kadar hissetmiştim. Başını saçlarımın arasına sokmuş bir eli ile de saçlarımı okşuyordu diğer eli ise belimi kıracak derecede sarmıştı. Böylesi yoğun bir duygunun içinde yetim bir çocuk gibi çaresizdim.

Ona sarılamıyordum bile, keza hakkım da yoktu. Yavaşça benden uzaklaştığında göz pınarlarının kan rengi içerisinde kaldığını görmüştüm. Saçları birbirine girmiş sakaları ise uzamıştı. Yeşil harelerinden öpmek istemiştim. Yorgundu. Hissediyorum çok yorgundu. Benden yana bir ışık arıyordu. Oysa karanlığın ta kendisiydim.

“İyi misin güzelim?” Ses tonundan bile anlaşılır bir çaresizlik vardı. “Neden buraya geldik?” Elimde olmadan sesim sert çıkmıştı. Gözlerinden şüphe akıyordu. Tavırlarıma karşı bir anlam yüklemeye çalışıyordu. Zeki bir adamdı, ona ilk ihanetimde beni nasılda tuzağına çekmişti. Unutmak ne mümkün! Şüphe etmekte de sonuna kadar haklıydı.

“Sakin bir kafayla baş başa konuşmak istedim. Yanlış mı yaptım?” Açıktı bana karşı oldukça açıktı. Yüzümün her yerine büyük bir özlem içerisinde bakıyordu. Oysa sadece bir gece yoktum. Daha dün akşam kaçırılmadan önce beni incitecek bir sürü sözler sıralamıştı. Ama bana yaptığı tüm eylemleri silip atacak bir gerçeği öğrenmiştim. O gerçek ki boynumu büküyordu.

“İlla buraya gelmemize gerek yoktu. Eve de gidilip konuşulabilirdi, bu kadar uğraşıp zahmet etmişsin!” Yüzünde saniyelik bir kırgınlığın geçtiğini görmüştüm. “Yok zahmet değil.” Tüm sözlerime karşı anlayışlı bir cevap vermişti. Sanki razı gibiydi. Benden gelecek her şeye karşı kabullenmiş gibi bir hali vardı. Bu duygu böyle bir şey miydi? İşte bu içimi sızlatmıştı.

“Açsındır şimdi sen, ben bir arıyım bir şeyler sipariş edeyim.” Demiş ve telefonunu çıkartmıştı. İtiraz etmek için koluna dokunmuştum. Teninin, tenime değişi onu duraksatmıştı. Bende ise yine bir kalp çarpıntısı yaratmıştı. Hep heyecanlanıp ateşim çıkıyormuş gibi ani bir sıcaklık hissediyordum. Bu durum beni biraz geriyordu.

“Aç değilim ama duş alsam iyi olacak.” Elimi elinden çekeceğim sıra buna izin vermemiş elimi avuçları arasına almıştı. “İyi de dün akşamdan beri ağzına bir lokma bile koymadın. Sen duşunu alana kadar yemek hazır olur çıktığında yersin küçük hanım.” Ciddiyetini bozmadan konuşmuştu. Bu tavrı hoşuma gitmişti. İlk zamanlardaki gibi yine bana küçük hanım demişti. Ve bu nedense içimi kıpır kıpır etmişti.

“Peki öyle olsun.” Diye karşılık verdim. Gülümsemiş ve tüm yüzümü detaylıca incelemişti. “Öyleyse benimle geliyorsunuz hanımefendi.” Demiş ve beni üst kata doğru sürüklemişti. Merakla etrafımı inceliyordum. Tam bir yazlık evdi. Ama fark ettiğim bir şey oldu. Boya kokusu vardı, bu da yeni boyandığı anlamına geliyordu.

Katın girişindeki ilk odaya girmiştik. Etrafı incelerken, Uluğ’da gardırobu açmıştı. “Kız kardeşimin bir elbisesi olacaktı. Doğum gününde almıştım ama ona vermek kısmet olmadı.” Demiş ve kocaman bir kutu çıkarıp yatağın üzerine koymuştu.

“Kız kardeşin mi var?” Elbiseyi çıkarttığında yazlık efil efil bir elbise olduğunu görmüştüm.

“Evet on altı yaşında ismi Lila. Yaşına göre boylu poslu bence sana olur gibi.” Demiş ve elbiseyi önümde tutmuştu. “Güzelmiş.” Yeniden yatağa koymuş ve bana dönmüştü. “Anladığım kadarıyla ailen buraya geliyor.” dedim merakla. Çok dikkat çekiyordum ama elimde değildi.

“Yok burayı Uraz’dan başka kimse bilmez.” Demiş düz bir sesle. Ellerini göğsüne bağlamış ve gardıroba yaslanmıştı. Her bana baktığında göz bebeği parıldıyordu. Bu hareketine karşı ben ise dudağımı kemirmekle kalıyorum.

“Nasıl yani? Neden sadece o?” Demiş bulundum.

“Burası bana ait değildi.” dedi tereddütlü bir sesle. “Kime aitti peki?” dedim merakla. Saçlarını karıştırmış ve sesli bir nefes vermişti.

“İstanbul’a geleli hemen hemen bir buçuk ay oldu, onun öncesinde hiç buralara adım atmadım. Ama bizim çocuklar hep gelgit yapıyordu. Burası da Uraz’ın yeriydi, bir şeyler oldu diyelim ve bana verdi.” dedi açıklayıcı bir edayla. O bir şeylerden kastını merak etmiştim lakin soramamıştım. Anlatmak isteseydi anlatırdı.

Sadece, “Anladım.” Diyebilmiştim. O da onaylar biçimde başını sallamıştı.

“Ben çıkıyım artık, banyo arkanda. Bir ihtiyacın olursa seslenirsin.” Gözlerini benden koparamıyor gibi bir hali vardı. Zoraki biçimde yanımdan geçmiş ve odadan çıkmıştı. Aradan sadece saniyeler geçmemesine rağmen kapı yeniden açılmış ve Uluğ başını uzatmıştı.

“Ben sana sormayı unuttum, istediğin bir şey var mı?” Bu hareketine gülmüştüm. “Ne gibi tam olarak?” Demiş bulundum. Bakışları yeniden dudaklarıma uğramıştı.

“Ne biliyim herhangi bir şey olur?” Sözlerinde oldukça ciddiydi. Gülümsememe engel olamıyordum. O da farkına farmış olacak ki ensesini kaşımış ve bakışlarını kaçırmıştı.

“Neyse ben gidiyim en iyisi.” Deyince yeniden gülmüştüm ve bu sefer tek değildim. Uluğ’da bu yaptığı harekete gülmüştü. Ve ben ilk kez böyle samimi bir an yaşamış oldum. “Sen git en iyisi.” Diye karşılık verdim. Bu anı bekliyormuşçasına kapıyı kapatmıştı. Yeniden açmasını bekledim ama bu sefer olmadı.

Bu tatlı an yine gözümün dolmasına sebep olmuştu. Her mutlu anımızın vereceği maximum verim bu kadardı. Bunun bilincine varmıştım. Kabullenmiştim.

Kendimi silkeleyip banyoya girmiştim. Üstümdeki kirli eşofman takımını çıkartmış bir kenara bırakmıştım. Sürüklenerek evden çıkartıldığım için üzerim toprak olmuştu. Bu dediğime gülesim gelmişti. O kadar basit bir biçimde söyleyebiliyordum ki kendime şaşırmadan edemiyordum. Başımdan aşağı akan sıcak su ile gözlerimi yumuştum. Sadece su sesi vardı. Ama içimde çığlık çığlığa bağıran sesi susturmaya yetmiyordu. Hiçbir gücün onu susturabileceğini sanmıyorum zaten.

Yarım saatin sonunda banyodaki işimi bitirmiş ve çıkmıştım. Çıkarttığım iç çamaşırlarını geri giymiş Uluğ’un giymem için verdiği elbiseyi üstüme geçirmiştim. Dediği gibi tam olmuştu. İnce askıları vardı, aşağıya doğru açılan çiçekli tatlı bir elbiseydi. Tıpkı kız kardeşinin ismi gibi Lila rengine sahipti. Banyoda bulduğum tarak ile saçlarımı taramaya başlamıştım.

Aynadaki yansımamı izliyor ve aklıma gelen kötü senaryoları defetmeye çalışıyordum. Ama bu savaştan da mağlup çıkmış olacağım ki göz yaşlarım kendiliğinden akmaya başlamışlardı. Ablamı olabildiğince hızlı bir şekilde buradan uzaklaştırmam gerekiyordu. Ona bir zarar gelmesine müsaade edemezdim. Benim yaşantımın temiz bir tarafı yoktu. O yüzden onlara da bir zarar gelmeden buradan yolamam lazımdı.

Bu yorgunlukla ellerim iki yana çaresizce düşmüşlerdi. Yatağa kendimi sırt üstü atmış ve ayaklarımı karnıma doğru çekmiştim. Cenin pozisyonunda ağlamamı şiddetlendirmiştim. Beni kahreden olanlar değildi asıl olacak olanlardı. Elbet yaşanacak sahneler kafamın içinde dönüp duruyorlardı.

Kapımın tıklanmasıyla tedirginlikle ayağa kalkmış ve göz yaşlarımı silmiştim. “Mihran?” Diye seslendiğinde aynaya son kez bakmış ve kapıyı açmak için yürümüştüm. Titrek bir nefes verip kapıyı açmıştım. Sakin ama meraklı bir yüzle karşılaşmıştım.

“Uzun süredir aşağı inmeyince merak ettim.” Demiş ve bakışlarını saçlarımda tutmuştu. Hemen sonra ise gözlerime bakmıştı. Ve anlamadığım biçimde kaşlarını çatmışı. “Bende inmek üzereydim.” Diye karşılık verdim.

“Ağladın mı sen?” Sesi kadar bakışları da sertti. Bu sorusuna sesli bir nefes vermiş ve elimde olmadan bakışlarımı kaçırmıştım.

“Hayır, su sıcaktı o yüzden gözlerim kızardı.” Demiş bulundum. Şüphe içinde bakmış fakat bir ısrarda da bulunmamıştı. Bakışları ve hareketleri bana inanmadığının göstergesiydi.

“Anladım, saçlarını kurutmayı unutma yemeğin geldi, hızlı ol soğutma daha fazla.” Bakışları ve davranışları anlayamadığım biçimde sertti. Bence benim bu tuhaf hareketlerim onu sinirlendirmeye başlamıştı. Derin bir nefes almış ve sadece başımı sallamıştım. O da bir an beklemeden arkasına dönmüş ve merdivenlerden inmeye başlamıştı. O gözden kayboluncaya dek onu izlemiştim.

Üstünü değiştirmiş gömleğin yerine beyaz bir tişört giymişti. Nadir tişört giyiyordu o da bugünlerden bir tanesiydi. Boynunun açık kalan tarafında beyaz bir bez parçası gördüğümde vurulduğu aklıma düşmüştü. Bu beni üzmekle beraber ne kadar bencil olduğum gerçeğini de yüzüme vurmuştu. Bitkin bir biçimde kapıyı kapatmış ve sırtımı kapıya yaslamıştım. Bitmek tükenmek bilmeyen bir derdim vardı.

Derin bir nefes almış ve saçlarımı kurutmak için yeniden banyoya girmiştim. Tüm işlerimi halletmiş biçimde odadan çıktığımda ellerim titremeye başlamıştı bile. Bana soru sormasından korkuyordum. Yine yalanlar sıralayacaktım. Başka çarem yoktu. Vardı aslında ama yapamazdım. Artık oyuncu değil oyun kuran olmak istiyordum. Tüm bedellere razıydım. Bu beni şeytan yapsa bile…

Düşüne düşüne salona ayak basmıştım. Gözlerim Uluğ’u aradığında onu camın karşısında elleri cebinde dalmış biçimde durduğunu görmüştüm. Biraz daha ilerlediğimde ayak seslerimi duymuş ve bana doğru dönmüştü. Giydiğim elbiseye bakmıştı. Sanki yukarda görmemiş gibi iç çekerek incelemişti.

“Yemeğin masada geç istersen.” Demiş eli ile de işaret etmişti. Bakışlarımı gösterdiği yere çevirdiğimde bir porsiyon ızgara biftek yanında burgul pilavı ve salata görmüştüm

“Sen yemeyecek misin?” dedim merakla. “Aç değilim, rahatına bak.” Demiş düz bir sesle. Bir şey demeyip masaya geçmiştim. Açtım ama midem bulanıyordu. Gerçekler mide bulandırıcıydı. Uluğ masanın diğer başına geçmiş ve beni izlemeye koyulmuştu. Yavaştan yemeye başlamıştım. Biftekten sadece üç lokma almıştım almış, iki kaşıkta salata yemiş ve doymuştum. Hatta midem yediklerimden dolayı daha da bulanmıştı. Yuttuklarım ağzıma geliyor gibiydi.

O kekremsi tadı yok etmek için bir yudum su içmiş ve arkama yaslanmıştım. Uluğ elini yanağına yaslamış baygın gözlerle bana bakıyordu. İstemsizce utangaç bir tavra bürünmüştüm. O pozisyondayken konuşmaya başlamıştı.

“Neden bu kadar az yiyorsun? Hep bakıyorum ama hiç önündekileri bitirdiğini görmedim.” dedi gözleri bir an olsun gözlerimden ayrılmıyordu.

Bazen insanı yaşadığı kötü olaylar doyurur derdi dedem. Belki de o yüzdendir…” Demiş, ona hayranlıkla bakmadan edememiştim. Gördüğüm en güzel yüze sahip adamdı. Kaşlarını çatmıştı. Ona veda eder gibi bakıyordum. Kim olsa şüphelenirdi.

“İyi misin sen? Alelade bir cevap istemiyorum, bana gerçek bir şey ver.” Oturuşunu düzeltmiş ve ciddi bir yüzle konuşmuştu. Sesimi temizlemiş ve rahatsızca yerimde hareket etmiştim.

“Aynı soruyu ben sana sorsam, ne cevap verirsin?” Aklım da sırtındaki yara vardı.

“Önce ben sordum, bir yanıt istiyorum.” Demiş net bir tavırla.

“Değilim desem ne değişir?” dedim içtenlikle. Kaşları düz bir çizgi halini almıştı.

“Çok şey… Hem de çok şey güzelim.” Demiş yüzünde bir tebessüm oluşmuştu. Ben onun dudaklarında takılı kalırken o ayağa kalkmış ve yanı başımda duran sandalyeyi çekip oturmuştu. Ardından benim sandalyemi tutmuş ve kendine doğru çekmişti. Bacaklarım bacaklarının arasında kalmıştı.

“Senin iyi olman için gökyüzünü karayla birleştirebilirim. Bunu seve seve yaparım.” Demiş tüm güzelliğiyle. Bu sözü beni güldürmüştü.

“O nasıl olacakmış acaba, böyle bir yeteneğin mi var?” dedim ondaki gülümseme bende de vardı. Her şekilde beni gülümsetiyordu.

“Beni küçük gördüğüne göre sana bunu ispat etmem gerekiyor güzelim?” Demiş gözünün içi parıldıyordu. Bu tavırları sevildiğimi haykırıyordu. Bende gözle görülür tek bir şey vardı, o da hayranlık duygusuydu.

“Hadi kalk, gidiyoruz.” Deyip elimi tutmuş ve ayağa kalkmıştı. Onunla birlikte bende ayağa kalkmıştım. “Ama nereye?” dedim merakla. “Soru yok, sadece beni takip ediyorsun.” Son sözü söylemiş ve yürümeye başlamıştı. Bahçeyle açılan kapıdan çıkmıştık. Adeta denizin ortasındaydık.

Küçük bir bahçesi vardı çünkü ardı denizdi. Deniz ile birleşik bir evdi. Etrafı önü gibi çitlerle çevriliydi. Tahtadan yapılma bir kapı ve ardında denize açılan bir merdiveni vardı. O kapıdan geçmiş ve merdivenlerden inmeye başladık. Merdivenin bitiminde kıyının içinde binlerce kayalık vardı. Yer çakıl taşları ile doluydu. Dalgalar kayalıklara vuruyor ve dans ediyordu.

Kıyıya adım attığımızda ayaklarımıza su gelmişti. Bu benim tebessüm etmemi sağlamıştı. Evden bulduğum terlik sayesinde ayaklarımı korumuştum.

“Burası,” Demiş ve denizin kokusunu içime çekmiştim. Uluğ elini elimden ayırmış ve arkasında duran kayalığa yaslanmıştı. “Huzur verici.” Sözümü tamamlamıştı. Gülümseyerek ona dönmüştüm. Güneş yüzüne çarpıyor ve güzelliğine güzellik katıyordu. Rüzgâr ise saçlarım ile ahenk içerisinde hareket ediyordu.

“Çok güzel bir yer. Ölene kadar burada yaşanır.” dedim samimiyetle. Yarım bir gülümseme peyda etmişti dudaklarında. “Biliyordum.” dedi karşılık olarak.

“Neyi?” Diye sordum. “Burayı seveceğini, uzun zamandır seni buraya getirmek istiyordum ama bir şeyler engel oldu.” Bu dediğine mutlu olmuştum. Benim için çabalıyordu. Bunu görebiliyordum. Ve bu benim için bir ilkti.

“Anladım.” Demiş ve yeniden denize dönmüştüm. Karşımda muazzam ötesi bir görüntü vardı.

“Sırtın nasıl oldu?” dedim aklımı kurcalayan mevzuyla. Usulca onun tarafına dönmüştüm.

“İyileşiyor, dert etme.” Demiş yüzündeki tebessüm ile. “Dikkat et ama.” Diye karşılık vermiş ve yeniden ona arkamı dönmüştüm. Gözümü denizin maviliğinden alamıyordum.

“Daha görmedin mi?” Diye bir söylemde bulundu. Merakla ona döndüm.

“Neyi?” Der demez gülmüştü. Ellerini cebine sokmuş ve gözlerini kısmıştı. “Kara ile gökyüzünün birleşimini görmüyor olamazsın.” Demiş bakışlarını bir an olsun benden çekmemişti. Bunu demesiyle gülmüş ve bakışlarımı denizin ardına çevirmiştim. Denizin maviliği ile gökyüzünün maviliği bir bütün halindeydi. Ne demek istediğini anladığımda gülmüştüm. O da bana eşlik etmişti. Yüzümdeki anlamsız ifade ile ona dönmüştüm.

“Yalnız kara dediğin deniz, farkında mısın?” dedim yüzümden bir türlü silinmeyen tebessüm ile.

“Hayır yanılıyorsun küçük hanım senin ne görmek istediğine bağlı. Ben bakınca orayı kara görüyorum.” Kendini kanıtlamak için çok güzel bir kılıf bulmuştu. Buna gülmüştüm.

“Öyleyse oraya doğru yürüyerek gidebilirsin? Doğru muyum?” dedim yüzümdeki sinsi ifadeyle. Hiç bozuntuya vermeden ayağa kalkmış tişörtünün eteklerini düzeltmişti.

“Elbette sonuçta orası kara, bak izle hatta nasıl gidiyorum.” Oldukça rahat ve profesyoneldi. Yüzünde tedirginliğe ait bir kırıntı dahi yoktu. Yürümeye başladığında hayretle onu izlemeye koyuldum. Nereye kadar gidebileceğini merak ettim. Paçalarına kadar su geldiğinde durmamış yine ilerlemeye devam etmişti. Ben dur demeden durmayacağını anladım.

Bu hareketlerine gülmeye başlamış ve onun yanına koşmuştum. Çıplak kolunu tutmuş ve kendi tarafıma çevirmiştim.

“İnandım orası kara ama bu kadarı kâfi.” dedim gülerek. Bileklerimi geçen suyun soğukluğu beni daha da keyiflendirmişti. O bu sefer gülmemişti ama gülüşümde takılı kalmıştı. Yutkunuşunu bile duymuştum.

“Ben yalan söylemem güzelim neyse odur benim için.” Demiş yüzündeki tebessüm ile. Bunu demesi yüzümdeki son kalan tebessümü söküp atmıştı. Oysa benim göbek adım yalandı. Nasıl bir arada duruyorduk hayret ediyorum doğrusu. Yanında dürerken bile yalan söylüyordum. Nasıl gülebiliyordum mesela yanında. Onu kandırırken… İyi olmam için uğraş verirken nasıl ona yalan söylüyordum. Bence susmakta bir çeşit yalandı.

“Sormayacak mısın hiç?” Deyi verdim. Oysa kaç saattir beni sorguya almasını bekliyordum. Ama o sadece benim iyi olmamla ilgilendi. Yüzünde yeniden bir tebessüm oluşmuştu.

“Daha iyi oldun mu?” Ben ne diyordum o ne diyordu. Bilerek yaptığını düşünüyordum artık.

“Ne önemi var, hiç mi merak etmiyorsun neler olduğunu?” dedim öfke dolu bir sesle. Bu öfkem kendimeydi. Aslında onaydı da. Hak etmediğim biçimde bana çok iyi davranıyordu.

“Mihran biliyor musun ben çok sabırlı bir adamımdır. Yani bağırır çağırırım söylemlerim katıdır, kesindir. Ama söz konusu değer verdiğim insanlar olduğu vakit bende kredi sınırsızdır. Bunu herkes bilir, o yüzden hep darbeyi ailemden sevdiklerimden almışımdır. Demem o iki kaçmıyoruz, şu an sadece senin iyi olman benim için önemli olan. Şu an ki tek önceliğim bu…”

Öyle içten biçimde konuşmuştu ki kendimi şu denizde boğmak istemiştim. Bağırmak öfkemi birilerine kusmak istiyordum. Sabırdan bahsetmişti, düşündüm de baştaki tavırlarını saymazsak annemin bile göstermediği sabrı gösteriyordu bana. En büyük darbeyi benden alacaktı fakat haberi yoktu.

“İyiyim ben Uluğ, kendini suçlu hissetme artık!” Gözlerim dolmuş, bebeğini mezara koymuş bir annenin baktığı gibi bakıyordum. Ve buna engel olamıyordum. Hayatım da ilk defa bir adamın yanında kendimi güvende hissetmiştim. Gözleri yuvam olmuştu. Göz göre göre gidiyordu. Ve ben hiçbir şey yapamıyordum.

“Neden böyle bakıyorsun Mihran?” Yüz ifadesi acı çeker nitelikteydi. Hissediyordu. Ayrılığın kokusunu almıştı. Gözümden bir damla yaş akmıştı. Hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordum. Uluğ yüzümü ellerinin arasına almış ve gözyaşımı silmişti. Yüzünde korku vardı.

“Güzelim korkutuyorsun beni, yapma!” Demiş sesi öyle kısıktı ki. Konuşmak bile güçmüş gibi. Dalgalar giderek hırçınlaşıyordu. Su darbeleri elbisenin eteklerini ıslatmıştı. Dizimin üzerine kadar sular yükseliyor ve yer ayağımızın altın kayarmışçasına çekiliyordu. Ve bu nedenle de ayaklarımız kuma daha da batıyordu.

“Sarılır mısın bana?” Tereddütteydi fakat bir an beklememiş ve beni kolları arasına almıştı. Altımızda deniz üstümüzde gökyüzü ve batmak üzere olan güneşin tam ortasındaydık. Tüm benliğimle kollarımı ona dolamıştım. Başım göğsüne denk geliyordu. Gözyaşlarım dur durak bilmiyordu. Acı çekiyordum. Yas sürecim çok erken başlamıştı. Bu kadar zayıf olmayı bende istemezdim.

“Neyin var Mihran? Benim yüzümden iyi değilsin diye sana doğru düzgün soru da soramıyorum ama senin üzülüyor oluşun beni kahrediyor güzelim. Her neyse sorun çözülür, çözeriz.” Benden uzaklaşmadan ve saçlarımı okşayarak bu sözleri söylemişti. Hallen suçu kendinde arıyordu. Onu daha fazla şüphelendirmemeliyim yoksa sonu benim için felaket.

Ondan uzaklaşmak istediğimde buna mâni olmuş daha da sarılmıştı. İşte bu hareketi sesli biçimde ağlamama neden olmuştu. Hissediyordu, bir şeyler başlıyor, bitmek için. Başını yeniden saçlarımın arasına gömüştü. Ve boynuma uzun sayılacak bir öpücük kondurmuştu. Tüm vücudum adeta alev almıştı. Islak dudakları anlamadığım biçimde karnımda hareketlenme yaratıyordu.

Yandım, bu hissettiklerim beni yaktı. Buna hangi can dayanır? Âşık olduğumu yeni idrak etmişken nasıl olurda ona acı çektirebilirdim? Bir yolu olmalı bu işin bir yolu olmalıydı?

Bir süre sonra ağlamam durmuştu o da iyi olduğuma kanaat getirip benden uzaklaşmıştı. Yüzümü ellerinin arasına almıştı yine. Üzgün biçimde bakıyordu. Gözünün içi kızarmıştı. Kumral saçları rüzgarla ahenk içerisindeydi. Sakalı çok uzamamıştı ama az da olsa vardı. Sakal bırakmayı sevmiyordu, her fırsata kesiyordu. Ama düşündüm de sakalı halini daha çok seviyordum. Dağınık saçlarını da öyle…

“Aklımda binlerce senaryo dolanıyor ama seni üzmek istemiyorum. Mihran? Sana değer veriyorum sende benim sırtımdan vurma, yalvarırım bunu bir kez daha bana yaşatma! Gel el ele çözelim, bak ne olursa olsun. Seni korumak kollamak boynumun borcudur. Gerekirse herkesi karşıma almaya razıyım, yeter ki sen yanı başımda dur. Varlığın bana güç versin başka da bir şey istemem.” Öyle sakin ve uslu bir tonda söylemişti ki hayran olmamak mümkün değil.

Tüm dedikleri kafamın içerisinde bir volkan gibi patlamıştı. Peki dediklerini yaparsam bencil olmaz mıyım? Onu ailesine dostlarına karşı düşman yaparsam ben nasıl mutlu olabilirdim ki? Mümkün müydü?

“Gittiğimiz bu yol acılara gebe, gerçekten de hiç hayal edebiliyor musun; bir geleceğimiz olacağına dair?” dedim umutsuzca. Her ne kadar kendimi tutsam da engel olamıyordum. Kaşlarını çattı ve bir adım geriye gitti. Şüphe içerisinde gözlerini kıstı.

“O adam sana ne anlattı Mihran?” Sıkın bir nefes ile solumuştu. “Hiçbir şey.” Demiş ve arkamı dönüp denizden karaya adım atmıştım. Eve doğru gideceğim sıra Uluğ öyle bir bağırmıştı ki yerimde çakılmıştım.

“Sırtımdan vuracaksın değil mi? Yine bana ihanet edeceksin!” İlk zamanlardaki o ses tonuna bürünmüştü. Kendime gelmeliydim yoksa dönülmez bir yola giriyordum. Ona doğru döndüğümde, gözle görülür bir öfkeye sahip olduğunu görmüştüm.

“Öyle bir şey mi dedim ben, nerden çıkarıyorsun bunları Uluğ?” dedim afallamış sesle. Yüzünü öfkeyle sıvazlamıştı.

“Hissediyorum çünkü, yüzüme bile bakamıyorsun Mihran. Vazgeçtim iyi olmanı beklemeyeceğim o adam her ne anlatıysa teker teker bana anlatacaksın, anlatmadan bu evden çıkmayacağız!” Öfkeyle solumuş ve yanıma gelip kolumu tutup eve doğru sakin adımlarla gitmeye başlamıştı.

“Uluğ bırak, sadece kafanda kuruyorsun. Benim hesap soracağım yerde sen mi benden hesap soracaksın? Hakkın yok!” Ondaki öfke yavaştan bana da sıçramıştı. Zaten sinir sistemim alt üst durumda bir de yetmezmiş gibi üzerime geliyordu. Merdivenleri aşmış ve bahçeye adım atmıştık. Benim söylediğim hiçbir söze yanıt vermemişti. Öfkeyle saçımı arkaya atmıştım. Eve girdiğimizde sinir havliyle kapıyı ardımızda kapatmıştı. Kolumu bırakmış ve tam karşımda durmuştu.

“Hesap mı sormak istiyorsun? Sor. İçinde ne varsa dök, aynı şekilde ben de içimde ne var ne yoksa dökeceğim. Bu evden aramızdaki tüm sorunları haletmiş biçimde çıkacağız. Başka yolu yok!” Demiş net bir üslupla. Gözlerimi kırpmadan ona bakmıştım. Zeki bir adamdı ve problemlerini çözmek için hiç sabrı yoktu.

“Ne değişti? Senden net bir cevap istiyorum, dün gece ile bu sabah arasında ne değişmiş olabilir?” Dudaklarımın titreyişine engel olamadım. Aklımı kurcalayan tüm bilinmezlikleri dökecektim. Çünkü benim karşımdaki adama karşı tam bir inancım yoktu. Bakacak olursak gözleri her şeyi anlatıyordu aslında. Duyuyordum onu. Ya da iyi oyuncuydu.

“Hiçbir şey…” Demiş emin bir ses tonuyla. Başımı yana yatırmış anlamsız bir yüzle ona bakmıştım. “Hiçbir şey değişmedi, benim sana olan hisselerim aynı… Sadece koşulların gerektiği şekilde davrandım.” Kendine öyle güveniyordu ki inanmaktan başka çare bırakmıyor gibiydi. Fakat bu bende tam tersini yaratıyordu.

“Koşullar, yarın değişse yine onamı bürüneceksin? Sence sen ne kadar güvenilir bir adam mısın Uluğ?” dedim kindar bir yüzle. Kaşlarını çatmış ve gözlerini yumuştu.

“Şayet yarın sırtımdan vuracak olursan bende o şekle bürünürüm, her insan gibi. Güvenmeye gelince de senin kadar.” Gözleri kapalı konuşmuştu. Öfkesine hâkim olmaya çalışıyordu. Gözlerini açınca o sinir emaresine ait bir şey görmemiştim. Yine bakışları yumuşamıştı. Bunu hep fark ediyordum. Esip gürleyecekken her ne düşünüyorsa tuzla buz oluyor gibiydi.

“Aldım cevabımı, o halde artık başka bir soruya geçeyim, bundan birkaç gün önce başka bir kadını öperken bugün beni öptün, sorarım sana yarın kimi öpeceksin?” Tüm öfkemi ondan çıkaracaktım. Yoksa içimde harlanan bu ateşi söndüremeyecektim. Donuk bir yüze bürünmüş ve başını yana yatırıp dudaklarıma bakmıştı. Bu hareketine karşı sesli nefes vermiştim. Birkaç adım atmış ve tam dibimde durmuştu. Kalbim yine maraton koşucusu gibi ritme girmişti.

“Yarın yine seni öpeceğim ondan sonraki günlerde de öpeceğim gibi.” dedi halen bakışları dudaklarımdaydı. Dilim birbirine bağlanmış bir şey diyememiştim. “O kadını da ben öpmedim.” Yeniden konuşmasıyla kendime gelmiştim.

“Engelde olmadın ama ne fark eder ki?” dedim yüzümü yüzüne yaklaştırmış içimdeki bu ateşi ona püskürtmüştüm. Dudağında yarım bir gülümseme belirmişti.

“Bakıyorum da iyi incelemişsin?” dedi keyifle.

“Yalnız soruma cevap vermedin?” İnadımdan asla ödün vermeden konuşuyordum. Gözlerinde adını koyamadığım bir duygu geçmişti o his ki önce sağ eli ile belimi kavramış ve beni kendine yaslamıştı. Ani çekişiyle ellerim ile kollarını dolamıştım. Alnını alnıma yaslamış ve kokumu içine çekmek istercesine bir nefes almıştı. Hareketleri beni öldürecek düzeydeydi.

“Hiçbir kadına sana hissettiğim duyguları hissetmedim! Ve sana yeminim olsun güzelim bugünden itibaren değil bir kadınla selamlaşmak göz göze bile gelmeyeceğim!” Ses tonu öyle yoğun çıkmıştı ki şuracıkta bayılacaktım. Benim böyle bir isteğim olmamıştı ama o çoktan bana ait olduğunun ilanını vermişti. Bu sözlerini sevememiştim. Gerçekler öyle ağırdı ki bu sözler bizim felaketimizdi.

“Ben bunu kastetmedim yani senden böyle bir şey beklemiyorum. Hem daha yolun başındayız…” Lafımı tamamlamama müsaade etmeden yeniden dudakları dudaklarımla bütünleşmişti.

Ateşim çıkmış tüm vücudum hakimiyetini kaybetmişti. Bu seferki farklıydı, dudakları ihtirasla tüm dudaklarımı keşfe çıkmış gibiydi. Sabah şaşkınlığımdan ötürü karşılık bile verememiştim. Aslında bakacak olursak bugüne kadar böylesi bir anı yaşamamıştım ve bu konu da bence oldukça beceriksizdim. Ama o oldukça profesyonel davranıyordu.

Karşılık vermeye çalışmış ve dudaklarımı hareket ettirmiştim. Bu anı bekliyormuşçasına kalçamı kavramış ve beni havaya kaldırmıştı. Arkamdaki yemek masasına oturtmuş, iki bacağımı da aralamış ve beni kendine çekmişti. Bir eli ile çıplak bacağımı okşarken diğer eli ise saçımın arasındaydı. Ben yavaşça onu öpmeye çalışırken o oldukça yoğun duygular arsında beni öpüyordu. Üst dudağımı dişlerinin arasına alıp çektiğinde ağzımdan, “Ağ!” diye bir nida dökülmüştü.

Nefesimiz kesildiği vakit Uluğ dudaklarını dudaklarımdan ayırmış ve alnını alnıma yaslamıştı. Dudakları kızarık ve aralıktı. Dili ile dudaklarını yalamış, kapalı gözlerini aralamıştı. Bakışlarının hedefi yine dudaklarım olmuştu. Yüzünde gözle görülecek derecede büyük bir şehvet vardı.

“Bu aralar herkes hissettiklerimi küçük görüyor ama ben daha en başından beri duygularımdan emindim. Bu anı kaç gecedir hayal ettiğimi bilsen aklın şaşar güzelim.” Demiş ve usulca bakışları gözlerime çıkmıştı. Merhameti tüm uzuvlarıma bulaşmıştı.

“Bana güven olur mu, her ne sorun varsa halledeceğim. Seni ağlatan ve üzen her şeyi hayatından söküp atacağım, senden tek istediğim sadakat ve zaman.” Alnını alnımdan ayırmış en yumuşak ses tonuyla konuşmuştu. Sözleri gözlerimin dolmasına sebep olmuştu.

“Ya halledemezsen ya istediğimiz gibi gitmezse?” Titremesine engel olamadığım dudaklarım ile karşılık verdim. Aklımı kurcalayan çıplak bacağımda dolaşan parmaklarıydı.

“Varsın gitmesin yeter ki sen yanımda ol, yüz çevirme bana. Her kötü günün sonunda senin kollarında uyumak istiyorum. Anlamışsındır bence, ben düz bir adamım ne hissediyorsam, o anda ne yapmak istiyorsam onu yaparım. Şu an olduğu gibi mesela…” Engel olamamış sağ gözümden bir yaş damlamıştı. Uluğ kaşlarını çatmış ve sağ yanağımı avuç içine almış parmakları ile akan yaşımı silmişti.

“Ağlamandan nefret ediyorum. Ne düşünüyorsun ne hissediyorsun bilmiyorum ama gözlerindeki çaresizliği görüyorum bence artık bana olan biteni anlatmalısın güzelim.” Demiş burnundan soluyarak. Yüzümü kendi tarafıma çekmiş ve elini üstümden uzaklaştırmıştım. Bu tepkime kaşlarını çatmıştı.

“Ne duymak istiyorsun anlamıyorum ki?” dedim kısık bir sesle. Öfkelendiğini görmüştüm. Bacağımdaki elini uzaklaştırmış aynı bedenini uzaklaştırdığı gibi. Ve yüzünü sıvazlamıştı. Bende masadan inmiş ayaklarımı yerle birleştirmiştim.

“Bak güzelim, o adamın aklından geçen her şeyi tahmin edebiliyorum. Onu benden başka kimse daha iyi tanıyamaz ve o elinde elle tutulur bir şey olmazsa hiçbir şekilde seni bana bu kadar erken vermezdi.” dedi dişlerini sıkarak. Sağ elimi almış sol kolumu sıkmıştım. Başını tavana kaldırıp nefesini bırakmıştı. Bakışlarımı ondan kaçırmıştım. Başını geri indirmiş ve bana dönmüştü.

“Ya seni tehdit etmiş ya da bir anlaşma yapmış. Bu ikisinden biri, şimdi sen bana bunlardan hangisiyle karşında durduğunu söyleyecek ve kenara çekileceksin. Bu konuyla da bir daha yakından uzaktan hiçbir ilişkin kalmayacak!” Tüm sabrını üstümde uyguluyordu. Alnındaki damar bile gün yüzüne çoktan çıkmıştı. Alt dudağımı kemirmeye başlamıştım bile.

“Bir şey olmadı Uluğ, gerçekten de hiçbir şey olmadı. Geldi kendini tanıtı sabaha kadar burada misafir olarak kalacağımı söyledi ve bir daha onu görmedim. Emir arada bir geldi öylesine konuştu ve o da kayboldu. Hatta hiç de kaçırılmışım gibi davranılmadı bile.” Öyle rahat biçimde konuşmuştum ki kendime hayret etmiştim. Son sözüme kadar kaşları havadaydı. Son sözümden sonra kaşları düz bir çizgi halini almıştı.

“Nedir o zaman bu?” Demiş hiddetle. Merak içinde ona bakmıştım.

“Gözlerinde gördüğüm bu suçlu da kim? Veda eder gibi bakıyorsun, utanıyorsun, kaçar gibi bir halin var. Sitemkârsın güzelim…” Demiş emin bir biçimde. Susmuş ve beni analiz etmek istercesine tüm vücuduma göz gezdirmişti.

“Sana inanmak istiyorum ama iç sesim bana sakın diyor. Ve biliyor musun, ben bugüne kadar ne hissetiysem şak diye oldu, bir kez olsun bile yanılmadım. Yanılmak ve haksız olmayı dilediğim kaç gece yaşadım bir ben bir Allah bilir.” dedi içtenliğiyle. Gözleri adeta yalvarıyordu. Gözlerim ve duruşum düzdü. Hissiz gibiydim. Gibi değil öyleydim. Konuşacağım sıra yeniden devam etmişti.

“Bu evden ya el ele ya da düşman olarak çıkacağız. Temennim el ele olması, şayet düşman olarak çıkarsak yazık olacak! Ama el ele çıkarsak herkesi karşıma alacağım ve ben tüm bunları göze alıyorum demek. Şimdi senden tüm gerçekleri bana anlatmanı istiyorum.” Düz ve netti sözleri. Her söz kafamın içerisinde yankılanmıştı. Sertçe yutkunmuş ve derin bir nefes almıştım.

“Neden sana yalan söyleyeyim ki, elime ne geçecek Uluğ?” dedim hayret dolu bir sesle. Sesli bir nefes vermiş ve üzgün bir biçimde bana bakmış ve buruk bir tebessüm etmişti.

“Neden bana yalan söyleyemeyesin ki güzelim?” Biliyor ve her şeyin farkında gibi bir hali vardı. Ne söylersem boştu.

“İnanmıyorsun, ne desem faydasız. Hangi kelimeyi sarf etsem boşmuş gibi bakıyorsun. Daha ne duymak istiyorsun, anlamıyorum ki?” dedim hiddetle. Öfkelenmeye başlamıştım. Zor bir durumdaydım ve o halen benim üzerime geliyordu. Cevap vermesini beklemeden yeniden konuşmuştum.

“Ben hiç sana o adama ne yaptın diyor muyum Uluğ? Demiyorum, o zaman sende bana bir şey deme!” İçimde taşmayı bekleyen bir su bardağı vardı ve her an Uluğ’a patlayabilirdi. Bu sefer öfkelenmişti. Ciddi bir sinirin eşiğindeydi.

“O ne demek, neye dayanarak bunu söylüyorsun?” Şüphe içerisindeydi. Bir şey dememiş sadece öylece ona bakmıştım. Sert adımlarla yanıma gelmiş tam dibimde durmuştu.

“Bir cevap ver, bir gecede ne değişti de sen o adamı bana karşı korur hale geldin?” Bas bas bağırıyordu. Başımı dikleştirmiş ve onun gibi bende sinir içerisinde bakmaya başlamıştım.

“Birini koruduğum falan yok ama gördüm, Tersiyer senin ölmeni istemiyor sadece ve sadece acıyla kıvranmanı istiyor Uluğ! Sen ne yaptın ki bu adam bu hale geldi?” dedim aynı onun hiddetiyle. Tuhaf ve anlamadığım bir yüze bürünmüştü.

“Birincisi bir daha o adamın ismini ağzını almayacaksın yoksa o güzel ağzını kapamasını çok iyi bilirim küçük hanım. İkincisi ise hani sadece kendini tanıtmış ve ne zaman gideceğini söyleyip kaybolmuştu. Hangi süre içerisinde sen bunları anladın?” Dişlerini sıkmaktan çenesi kızarmıştı. Bir an afallamış ve öylece bakakalmıştım.

“Konuşmamız esnasında bir an çıkıştım ve o da sana karşı birtakım sözler sarf etti, o kadar Uluğ! Yeter ama her sözümde sen bir mana mı arayacaksın, bundan sonra böyle mi olacağız? Söyle biliyim, hatta ne yap biliyor musun ilk zamanlardaki gibi beni odaya kapat! Bu sürede de sen olan bitenleri anlar ve şüphe içerisinde kalmamış olursun. Nasıl fikir ama?” dedim kindar sesle. Öfkesi halen yerindeydi.

“Beni manipüle etmeye çalışma Mihran! Senden adam akıllı cevap almadan seni rahat bırakmayacağım! Anlamıyor musun o adamın ruhunu biliyorum seni öylece bırakmaz!” Tüm kelimeleri bastıra bastıra sarf etmişti. Kan beynime çıkmıştı artık. Tahammül edemiyordum hiçbir şeye. Vücudumda dolaşan sinir ile göğsünden onu itmiş ve kendimden uzaklaştırmıştım.

“Adamın kızını, kardeşini kaçırtmışsın elbette benimle bir pazarlığa girecek. O anlaşma doğrultusunda da beni serbest bırakacak. Burada ben yanlış bir şey görmüyorum! Her ne olduysa sana anlattım, daha ötesi ebesi yok Uluğ! Korktum yine bir felaketin içerisine dahil olmaktan çok korktum hata şu an bile üzerimde bir şok var. Hani bakışlarımda bir şey arıyorsun ya? Buydu, hepsi buydu! Yetti artık, birilerine hesap vermekten sorgulanmaktan, her an bir şey yapacakmışım gibi etiketlenmekten yoruldum. Bir canım var ya, bir canım, yol geçen hanı değil bu da!” Bağırırken boğazım acımış ve yine göz yaşlarım serbest kalmıştı. Öfke içerisinde yaşımı silmiş ve arkamı dönüp üst kata banyo yaptığım odaya hiddet içerisinde çıkmıştım. Ona bakmamıştım bile…

Yaşlarım durmuyor, ellerim tir tir titriyordu. Bacaklarım bile gücünü kaybetmişti. Kendimden ve bu yaşamdan nefret ediyordum. Odaya girmiş, yatağa uzanmış bacaklarımı karnıma doğru çekip kollarımı da ayaklarıma sarmalamıştım. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Şu an kötüydüm ama daha kötü günler kapıdaydı. Ve bunun bilincinde olmak beni tüketiyordu. Acımı iliklerime kadar hissediyordum. Onu seviyorum ama nefrette ediyordum. Bu işin içerisinden bir türlü çıkamamıştım.

Bu hissettiğimiz duygular bizi mahvedecekti. Haklıydı hissettiği ve sarf ettiği her sözde hakkı vardı. Fakat ben baştan sona dek kirli ve yalancıydım. Aydınlık olan oda karanlık bir hale gelmişti. Saatler geçti ve benim ağlamalarım durmuyordu. Bundan sonraki günlerin olacağı gibi ben sadece gelecek günler için ağlayacaktım. Susacağım her gün kıyameti yaklaştıracaktı.

Akşamın ilk saatleriydi, aklım ondaydı. Acaba kalbini kırmış mıydım? Ona yönelik sözler değildi, sadece hissettiklerimi dile getirmiştim. Düşünceler içerisindeyken kapının tıklanma sesini duyduğum vakit gözlerimi yumuştum. Onunla yeniden karşı karşıya gelecek yüzüm yoktu. Bir müddet sonra kapı temkinli bir biçimde aralanmıştı. Ben ise uyuyor taklidi yapmaya çalışıyordum. Adım seslerini duyuyordum hemen ardından ise üzerime gölgesi düşmüştü. Aslında oda kapkaranlıktı fakat aralanan kapının ardından ışık içeri süzüyordu. Bunları fark edebilmiştim.

Ne yapacağını merakla beklerken, kasılmaktan bacaklarıma ağrı girmişti. Sırtım ona dönüktü. Arkamda kalan boşluğa oturmuştu. Kokusu genzimi yakmıştı. Kalbim yeniden kendini belli etmişti. Ve hiç tahmin etmeyeceğim bir şey yaptı. Aynı benim gibi uzanmış, karnımdan tutup sırtımı bedenine yaslamıştı. Diğer elini ise boynumun altına sokmuştu. Başını başımın üzerine koymuştu. Saçlarımın arasına uzun bir öpücük kondurmuştu. Karnımda olan eli yara izimin üzerinde daireler oluşturuyordu. Bu canımı acıtmıştı.

“Uyumadığını biliyorum.” Konuşmasıyla birkaç saç telim havalanmıştı. Hiçbir tepki vermemiştim. Gözlerimi dahi açmamıştım.

“Üzgünüm güzelim, çok üzgünüm. Seni kırmak, incitmek asla istemedim!” Demiş en yumuşak ses tonuyla. Aslında bir şey yaptığı yoktu ben olduğundan fazla tepki veriyordum. Açık kalmış omzuma bir öpücük kondurmuştu. İçim kıpır kıpır olmuştu. Beni önemsiyor ve değer veriyordu. Elimi karnımda dolaşan kolunun üzerine koymuş ve o koca yanık izine dokunmuştum. Gözlerimi açmış ve odaya yayılan kokusunu ciğerlerime kadar çekmiştim.

“Her şey de kendini suçlu görüyorsun, bunu yapma artık! Sinirlerim alt üst durumda, senle bir ilgisi yok.” dedim uysal bir sesle. Elimi Kolunun üzerine koyma sebebim o adamın yüzüydü. Bir şeyler yaşanmıştı ve bence o yaşanan her neyse kıyamet azabından daha beterdi. Öyle hissediyorum…

“Tamda benimle ilgili bir mevzu, bu hayatı sana ben bahşettim. Ne acı ama?” Kederli sesi yüreğimi burkmuştu. Kolunun üzerinde duran elimi kavramış ve karnımdaki yara izimin tam üzerine sabitlemiş çekmemem içinde üzerine elini koymuştu. Adeta donmuştum.

“Bir de böyle düşün belki de bir araya gelmemizin başka bir yolu yoktu. Sen Amerika’da ben Artvin’de aramızda koca bir okyanus var.” Bu sözlerimi buruk bir tebessüm ile etmiştim. Her şey olması gerektiği gibi geçiyordu ne kadar çaba sarf etsek boştu. Vereceği tepkiyi merak ettiğim için başımı hareket ettirmiş ve bu sayede bana yaslamış olduğu yüzü çekmesine neden olmuştum. Ona baktığımda yüzünde tebessümün var olduğunu görmüştüm. Yüzü oldukça bana yakındı. Bakışları her zaman olduğu gibi dudaklarımdaydı.

“Uzaktan da sevebilir seni bu kalbim,

Görmeden de tanıyabilir seni bu bedenim,

Sende karşılığı olmasa da hiçbirinin,

Sadakatimle yıllarca yaşayabilir bu hislerim…” Gözlerimin en derinine bakarak bunları sarf etmişti. Bu kelimeler sayesinde dudaklarım aralanmıştı. Elimin üzerinde duran elini dudaklarımın üzerinde gezdirmişti.

“Bir yerde okumuştum, hayal meyal hatırlıyorum... Mihran?” İsmimi öyle bir tonda söylemişti ki göz pınarlarım titremişti. Bu bir seslenişti. “Efendim.” Diye karşılık verdim. Her zerresini inceliyordum.

“Bana güven ve inan, bak ben senden gelecek her şeye minnettarım. Biliyor musun? İlk karşılaşmamızda dahi saçların aklımı karıştırmıştı. O zamandan belliydi her şey…” Bu denli duygulara ne ara kapıldığını merak etmiştim. Sözleri karnımda kelebekleri peyda etmişti. Tüm benliğiyle beni istiyordu. Bunu görebiliyordum. Umutsuz ama huzurlu bir yüze bürünmüştüm.

“O ilk başlara girmeyelim istersen?” dedim gülerek. Bu dediğime yüzü düşmüştü. Alelade bir bakış değildi sanki kalbimi söküyorlarmışçasına acı barındırıyordu. Bana gösterdiği bu şefkati bende ona hissettirmek istiyordum. Elimi kaldırmış mahsun bir biçimde yanağına koymuştum. Sakalarının verdiği his beni mest etmişti. Baş parmağım alt dudağının kenarında bulunan beni keşfe çıkmıştı bile. Şaşkındı, benden beklenmeyen bu hareket onu şaşırtmıştı.

“İyi başlamadık.” dedi kederle. “Ama iyi gidiyoruz bence.” dedim tatlı bir üslupla. Onu neşelendirmek için zamanında onun bana yaptığını yapmış yavru bir köpeği sever gibi saçlarını karıştırmıştım. Bu hareketime kaşlarını havaya kaldırmış ve bir süre durmuş ardından aklına gelen şeyle birlikte kahkaha atmıştı.

“Sen benden intikam mı alıyorsun?” Demiş neşeyle. Bu tavrı beni epeyce neşelendirmişti. Dudaklarımı birbirine bastırmış ve gülümsememi gizlemeye çalışmıştım. “Hıhımm.” Diye bir cevap vermiştim. Daha ne olduğunu kavrayamadan sırt üstü beni yatağa yatırmış ve göz bebeğimin yerinde çıkacak o hareketi yapmıştı. Evet üzerime çıkmıştı. Elleri başımın iki yanında dik bir biçimde durarken bir ayağını kırmış biçimde bacaklarımın arasındayken diğer ayağı sağ bacağımın yanındaydı. Bu hareketi sayesinde eteğim epeyce yukarı çıkmıştı.

Ağzım açılmış ve ona bakmıştım. Yüzünü yüzüme yaklaştırmaya başladığında yeniden beni öpeceğini anlamış dudaklarını elim ile kapatmıştım. Bu da onun duraksamasına neden olmuştu. Kaşlarını çatığında ise diğer elimin işaret parmağıyla düzeltmiştim. Bu hareketim yeşil hareleri koyulaştırmıştı.

“Sen bu mesafe işini epeyce aştın bence, bu işe bir dur denilmeli.” Kendimi ciddi tutmak için çok zor tutuyordum. Bir cevap vermediğini gördüğümde kaşlarımı çattım.

“Niye cevap vermiyorsun?” dedim merakla. Kaşları ile elimi işaret etiğinde ne dediğini anlamış ve elimi çekmiştim. Bir süre sessizlik odayı hâkimi altına almış ardından daha fazla ikimizde dayanamamış gülmeye başlamıştık. Uluğ yüzünü boynuma sokmuş kahkahalarını durdurmaya çalışıyordu. Durum bende de aynıydı. Evin tüm duvarlarına gülüşlerimiz yankılıyordu.

Uluğ yanıma kendini atmış, bir ayağını diğerinin üzerine koymuştu. İki elini de kendi başının altına koymuştu. Gülüşlerimiz azalmış ama tam bitmiş değildi. “Akıl kalmadı.” dedim yarım gülüşlerimin arasında. Uluğ’un bir anda tüm yüzü donuklaşmış aceleyle dikleşmiş sırtını yatağın başlığına dayamıştı. Bu tepkisi beni de etkilemişti. Eteğimi düzeltmiş yattığım yerden doğrulup bağdaş kurmuştum.

“Güzelim?” Demiş gözlerini kısarak. Kaşlarımı çatmış ve ona bakmıştım. “Ne oldu?” dedim merakla.

“Sen az önceki sözlerinde ciddi değildin dimi?” Demiş oldukça sert bir yüz ifadesiyle. Bir an hangi sözlerim diye düşünmüştüm. Ama ne dediğini anlamıştım.

“Hangi sözlerim?” Diye takılmıştım. Yüzünde beliren bir iğrenme vardı. “O abuk sabuk bahsettiğin mesafe.” Demiş yüzünü buruşturarak. Her ne kadar gülmek istesem de bunu yapmamış ciddi bir yüzle ona bakıyordum.

“Ha anladım, yok gayet de ciddiydim. Sonuna kadar arkasındayım sözlerimin.” Konuşmamdan sonra ağzını açmış ve geri kapatmıştı. Üstündeki şaşkınlığı atması uzun sürmüştü.

“Nasıl yani, kafan iyi mi senin? Doğruyu söyle benim bilmediğim bir şey mi iştin?” dedi, alttan bir öfke sezmiştim.

“Yo, bir şey içmedim. Bunda anlaşılmayacak ne var ki?” Halen aynı tavra sahiptim. Yanıma biraz daha yaklaşmıştı.

“Kızım bugün biz sevgili olduk. Ne mesafesinden bahsediyorsun.” Demiş öfkeli bir sesle. Önüme düşen saçımı arkaya atmış, kavgaya hazırlanırcasına kollarımı belime yerleştirmiştim. Ama büyük bir gülümseme ile ona bakmıştım. Tüm hallerime şaşkınlıkla bakıyordu.

“Birincisi kızım diyen ağzını yırtarım!” Gülümsememe tezat bir söylemde bulunmuştum. Arkaya doğru kaymış ve bozulmuş bir yüzle bana bakmıştı.

“İkincisi ise sen her öptüğünle o gün sevgili oluyorsan senin geçmişin epey kabarık olsa gerek.” dedim hiddetle. Bu sözlerimde gülümseme yerine öfke vardı. Ensesini karıştırmış ve anlamsızca el kol hareketi yapmıştı.

“Ayıptır sorması neyiz biz? Kayınço olmadığımız kesin!” Bu söylemine istemsizce gülmüştüm. Onun da siniri bozulmuş olacak ki birkaç kahkaha patlatmıştı. Genzimi temizlemiş cevap vermek için kendimi hazırlamıştım.

“Şu an ki olduğumuz aşama flört, sonrasına sonra bakarız. Hem daha bana çıkma teklifi etmedin!” dedim ciddi bir yüzle. Aslında bakacak olursak bunlar kriterlerimde yoktu, kriterim dahi yoktu ama ben zaman kazanmaya çalışıyordum. Belki bir nebze de olsa onu benden uzak tutabilirdim diye.

“Mihran!” Şok olmuş bir yüzle bağırmıştı. İki elini de sertçe yanağına vurmuş bu da dudaklarını yuvarlak bir hale getirmişti. Daha fazla dayanamamış ve gülmüştüm.

“Çıkma ne oğlum? Nereye çıkıyoruz?” Bu sözünden sonra karnımı tuta tuta kahkaha atıyordum.

“Keko musun sen? Ne flörtü ne çıkması ya!” Kendi kendine söyleniyor. Ben güldükçe de o sinirleniyordu. Kolumdan tutup beni sarsmıştı. Kendime gelmem için bunu yapmıştı. Yatakta kıvranmış gülüşlerimi durdurmaya çalışıyordum Uluğ ise halen söyleniyordu.

“Bak bana böyle şeyler bana ters ha! Seviyoruz dedik bitti gitti kızım, daha ne aşamasından bahsediyorsun anlamıyorum!” Demiş öfkeyle. Kendime az da olsa geldiğimde doğrulmuş yüzümü sıvazlayıp saçımı arkaya atmıştım.

“Sana terste bana düz mü? Bende böyle gördüm seversen, yok ben yapamam diyorsan da olduğumuz bu yerden dönebiliriz basit yani!” Demiştim dik başlı bir üslupla. Yüzünde saniyelik öfkenin tuzla buz olduğunu görmüştüm. Başını tavana kaldırmış derin derin nefes almış geri indirip alnını kaşımıştı. Bir karar aşamasındaymış gibi hali vardı. Bana bakmış ve yine tüm yüzümü incelemişti.

“Flört diyorsun?” Teyit edercesine sormuştu. “Bilemem artık.” Demiş ve kollarımı göğsümün altında bağlamıştım. Sağ elini kaldırmış sonra geri indirmişti.

“Bu aşama yani flört ne barındırıyor? Neler dahil içinde?” Öğrenmeye istekli bir öğrenci gibi davranıyordu.

“Anlayamadım?” dedim dudaklarımı büzerek.

“Bu süreçte tam olarak ne yaşanıyor?” İki elini de tuhaf hareketler yapıyordu. Biraz duraksamıştım.

“Muhtemelen tanışma evresi.” dedim tereddütle. Gözlerini kısmış ve beni göz hapsine almıştı.

“Sende bilmiyorsun çok güzel.” Demiş ciddi yüzü ile. Omzuna sinirle bir tane geçirmiştim. O hiç umursamamış konuya odaklanmıştı. “Güzelim biz zaten tanıştık. Bu evreyi geçmiş olmamız gerekiyor. Gel bak ne yapalım ben o ergence çıkma teklifini edeyim sana ve başlayalım, nasıl fikir?” Anlaşma yaparcasına elini uzatmıştı. Elimin tersi ile elini itmiş ve göz devirmiştim.

“Hiç iyi bir fikir değil, unut sen en iyisi. Tanışmadan kastımda gönül bağlılığı ve ruhu tanıma evresi.” dedim onun kadar ciddi bir yüzle. Gözlerini tavana dikmiş, düşünür bir hal almıştı.

“Ruh tanıma. Ruhu tanıyacağız. Ruh. Ruh. Ruh…” Kendi kendine mırıldanıyordu. Acaba onun da yanında konuştuğu hayalet arkadaşı mı vardı. İşte buna gülerdim. Yüzü sıvazlamış ve sıkıntı ile bana bakmıştı.

“Neyse ne ya! Sen bana de bakıyım bu evrede ben sana ne kadar temas edebilirim.” İki saattir bunun için mi kıvranıyordu? Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırmıştım.

“Temasa göre değişiyor bu.” Karşımda kıvranması o kadar zevk veriyordu ki anlatamam.

“Öpeceğim dudaklarından, ne dersin?” Öyle kaba biçimde söylemişti ki kusasım gelmişti.

“Hayvansın derim!” dedim sitemle. “Of!” Diye bir yakarışta bulunmuştu.

“Mihran cevap ver, öpebiliyor muyum?” Demiş sabırsızca. Hiç böylesi ciddi olduğunu görmemiştim.

“Uyumaya git Uluğ, hadi.” Omzundan iteklemiştim. Ama yüzü daha da komik bir hal aldı.

“Yanında da mı yatamıyorum?” Öyle böyle bağırmamıştı. Adeta haykırmıştı. Dayanamayıp gülmeye başladım. “Uluğ!” Diye bir sitem de bulunmuştum. Öfke içerisinde her yerimi süzmüş ve ayağa kalkmıştı.

“Gidip sabaha kadar internetten bu flört sürecinin şartlarını inceleyim bari. Sende burada habire gül, elbet elime düşersin!” Omuzları düşük bir şekilde odadan çıkmıştı. Bir müddet daha gülmüş ve yüzümdeki tebessüm ile sırt üstü kendimi yatağa atmıştım.

Uykumun geldiğini anladığımda üzerimdekileri çıkartmak istemiştim. O yüzden ayağa kalkmış yatağın sağında bulunan gardırobu açmış ve içerisinde giyeceğim bir şeyler bakınmıştım. Tümü Uluğ’un kıyafetleriydi. Bir tane beyaz tişört almış ve dolabın kapaklarını kapatmıştım. Elbiseyi üzerimden çıkartıp yatağa atmıştım. Tişörtü başımdan aşağı geçirmiştim. Tişörtün eteklerini düzelttiğimde kalçamı kapatacak kadar bir uzunluğa sahip olduğunu anlamıştım. Elbiseyi katlamış ve yatağın yanındaki koltuğa koymuştum.

Rahat bir şekilde yatağa girmiş ve yorganı üzerime çekmiştim. Hayatımın ne zaman düzene gireceğini merak ediyordum. Her gün başka bir evde kalıyor, ait olmadığım bu diyarlarda kendime yuva arıyordum. Bugün benim miladımın günü olarak ad vermiştim. Tarihten bihaberdim. Bakabileceğim ne takvim ne de telefon vardı. Bugün, evin dört duvardan ibaret olmadığını anladım. Bugün, bir çift gözün gözbebeğinde yuvamı bulmuştum. Ona bağlanmamak için üstün bir güç sergiliyordum.

Lakin faydasız olduğunu da kavramıştım.

Uykunun sıcak kollarına kendimi teslim etmiş. Ve bu sayede acı çekişime bir mola arası verilmişti. Aslında her şeye rağmen düşünecek olursak ilk kez böylesi huzurlu bir uykuya dalıyordum. Bunu iliklerime kadar hissetmiştim…

Yüzüme vuran ışık hüzmesi yüzünde rahatsızca yerimde kıvranmıştım. Başımın altında duran yastığı çekmiş ve yüzüme bastırmıştım. Bir süre böyle daha devam etmiş ama daha fazla uykum çoktan kaçmıştı bile.

Yataktan ayaklarımı sarkıttığımda gerinmiştim. Saatin kaç olduğunu bilmiyordum. Ayağa kalkmış elimi yüzümü yıkamak için banyoya girmiştim. İşlerimi hallettikten sonra odaya yeniden adım atmıştım. Üstümü değiştirmek istiyordum ama o elbiseden başka bir kıyafetim yoktu o yüzden yeniden üzerime onu geçirmiştim. Elbisenin kuşağı vardı onu çıkartmış arkadan saçlarımı at kuyruğu şeklinde bağlamıştım. Çünkü elimde bir toka yoktu. Yatağı da düzelttikten sonra son kez aynada kendime bakmış ve aşağı inmek için odadan çıkmıştım.

Gözlerim Uluğ’u arıyordu. Salona indiğim vakit kimseyi görememiştim Bakışlarım mutfağa çevrildiğinde sırtı bana dönük biçimde tezgâhın sandalyesinde oturduğunu görmüştüm. Önündeki laptopa odaklanmış geldiğimi bile fark etmemişti. Yavaş adımlarla yanına gittiğimde, onu korkutmak istemiştim. Ama umduğumu bulamamıştım ben daha bağıramadan o bana dönmüştü. Mahsun bir biçimde gülmüştüm.

“Günaydın.” Yüzünün neden ketum olduğunu anlayamamıştım. “Öğlen oldu.” Demiş ve önüne dönmüştü. Bakışlarım salonun girişinde duran saate çevrildiğinde saatin on bire geldiğini görmüştüm. “Neden uyandırmadın?” Demiş ve arkasından yavaşça ona doğru yürümüştüm. Bu kadar ilgilendiği şeyi merak etmiştim. Arkasından bilgisayara bakmış ve okuduğum şey ile kahkahamı salmıştım. Uluğ hızlıca laptopu kapatmıştı. Öfkeli bir yüz ile bana dönmüştü.

“Ciddi olamazsın!” dedim gülüşlerimin arasında. “Sinir bozucusun!” Demiş yüzündeki iğrenme ifadesi beni daha da güldürmüştüm. Güldüğüm vakit yanımda kim varsa omzuna bir tane geçiriyordum. Bildim bileli böyleydim. Bir elim karnımı tutarken diğer elim ile Uluğ’un omzuna bir tane vurmuştum. Tam ona yaslanacağımda geriye gitmiş ve elini kendine siper etmişti.

“Sakın, uzak dur benden!” Demiş ciddi bir tonla. Bu dediği beni durdurmuş ve tüm gülüşlerimi bir anda kesmişti. “Nedenmiş o?” dedim merakla.

“Bu saatten sonra böyle gerekiyor.” Yüz şeklini halen bozmamıştı. Aklıma gelenle sinsi bir şekilde dudağım kıvrılmıştı.

“Bana sakın o abuk sabuk sitede yazılan kuralardan bir tanesi olduğunu söyleme!” dedim bilmiş edayla. Bilgisayarda gördüğüm Flörtün İlk 10 Kuralı adlı sayfasıydı.

“Tamda o…” Demiş ellerini göğsünün altında bağlamış ve arkasına yaslanmıştı. Yine kendimi tutamayıp gülmeye başlamış ve kahkaha ata ata karşısındaki sandalyeyi çekip oturmuştum. Ben gülerken bana öldürücü bakışlar atıyordu.

“Onlara inanmadığını söyle yoksa burada çatlayacağım.” Karnıma ağrılar girmeye başlamıştı.

“Beni ilgilendirmiyor madem bir yola girdik her aşamayı teker teker yapacağım. Bunu isteyen sensin! Gülmeyi de kes nefesiz kalacaksın.” Yüzü öfkeden kasılmıştı. Kendime sonunda geldiğimde derin derin nefesler almaya çalıştım.

“Peki tamam ne kadar zor olabilir ki? İlk kural neymiş onu söyle.” Dudaklarında kurnaz bir gülüş belirmişti. Bu beni gerse de dik durmuş ciddiliğimi korumaya çalışıyordum.

“İlk aşama, ilgini karşı tarafa gösterme maazallah soğurmuş diyor.” Gözlerimin en derinine bakıyor. Ve sırıtıyordu. Bu kural canımı sıkmıştı ama Uluğ’un bu kuralı çiğneyeceğini bildiğimden sırıtmıştım.

“Saçma bence ne alaka şimdi bu? İlk kuraldan ne kadar absürt bir site olduğunu gösterdi.” Dilime hâkim olmadan konuştum. Yüzündeki şeytani tavır sinirimi bozmuştu.

“İkinci aşama, nerede olduğunu sakın söyleme merakta kalsın. Bu da ilişkiye gizem katıyormuş.” Demiş alt dudağını sarkıtmış keyifle sırıtmıştı. Başlayacaktım gizemine de sana da şimdi… İşte şimdi bingo onun için.

“Bu kuralların tümü benim içinde geçerli değil mi?” dedim onu test edercesine. O bu soruyu soracağımı biliyormuş gibi rahattı.

“Ebette.” Demiş kısa ve öz. Bu tavrını hiç beğenmemiştim. Onun bu oyunlarına gelmeyecektim. “Peki buna da okey, sıradakini gönder gelsin.” Öfkelenmeye başlamıştım. Üzerine göz attığımda duş almış ve sakaları kesmişti. Üzerinde siyah bir gömlek altında ise siyah kumaş bir pantolon vardı. Gömleğin kollarını kıvırmıştı, damarları anbean gözler önündeydi. Göğsünde bağladığı kolları sayesinde kabarık kasları daha da kabarmıştı.

“Üçüncü aşama, öyle çok temas etmeyin. Geleceğin heyecanı yitirilebiliyormuş.” Demiş yine dudağında kurnaz bir gülüş belirmişti. Bu hareketleri beni tedirgin ediyordu. Kesin bir planı vardı. Ağzımı açıp bu saçmalığa bir son vermek isterken dış kapı ansızın çalınmıştı. Korku içinde Uluğ’ baktım. Kaşlarını çatarak bana dönmüştü.

“Burada bekle sakın arkamdan gelme!” Net bir tavırla konuşmuştu. Cevap vermediğimde bana doğru eğilmişti. “Duydun mu Mihran?” Benden bir cevap almadan gitmeye niyeti yok gibiydi.

“Duydum, gelmeyeceğim!” Rahatsız bir sesle karşılık verdim. Uluğ ayağa kalkmış, koltuk takımının olduğu orta sehpanın çekmecesini açıp bir silah çıkartmıştı. Bu durum beni tedirgin etmişti. Oysa kaç kez onu silahlı görmüştüm, neden şimdi bu duruma şaşırıyordum ki? Silahın emniyetini çekmiş ve eli ile arkasına saklamıştı. Salondan çıktığında artık onu görememiştim. Salon ile dış kapı arasında bir koridor vardı. Şu an bir şey görmememin nedeni buydu.

Göremiyordum ama kulak kabartmıştım. Bir dakikanın sonunda kapının açılma sesini duymuştum. Korku içerisinde kimin geldiğini bekliyordum.

“Hayırdır burada ne işin var?” Uluğ’un söylemi ile oturduğum yerden kalkmış stresli bir biçimde karşı tarafın sesini duymayı bekliyordum.

“Hoş buldum kardeşim.” Uraz’ın sesiydi. Adeta yerimden havaya uçmuştum. Artık bir olay yaşamaya gücüm yoktu. Neşeli bir biçimde onların yanın gitmiştim.

“Hoş geldin Uraz.” dedim yüzümdeki tebessüm ile. Uraz beni gördüğünde başını eğmiş ve gülmemek için kendini zor tutmuştu. Bu tavrına şaşırmış ve Uluğ’a bakmıştım. Ama o bana bakmıyor bozulmuş bir yüz ile Uraz’a bakıyordu.

“Hoş buldum yenge.” Yüzündeki gülümse gıcık taşır nitelikteydi. Bu sözü yüzümün kızarmasına sebep olmuştu. Uluğ’a döndüğümde gülmemek için dudağını kemirdiğini görmüştüm.

“Ne yengesi ya!” Yüzümdeki iğrenmeyi durduramıyordum. Uraz genzini temizlemiş, dik durmaya çalışmıştı.

“Bu saatten sonra yengemsin, yenge.” Ağzım açılmıştı adeta. Ben öylece yerimde kalakalmışken ikisi yanımdan kurnaz bakışlar atarak geçmiş ve içeri girmişlerdi. Birkaç dakika kendime gelmek için beklemiştim. Açık kapıyı kapatmış ve içeri girdim, karşılıklı koltuklarda oturduklarını gördüm. Bende Uluğ’un oturduğu koltuğun öteki tarafına yerleştim. Uraz’a baktığımda Uluğ ile birbirlerine sinsi sinsi tebessüm ediyorlardı.

“Bir daha bana yenge demeyeceksin Uraz!” dedim tok bir sesle. Uraz bana bakmış ve gülüşünü genişletmişti.

“Tamam yenge.” Benimle kafa buluyordu.

“Dalga mı geçiyorsun benimle, ben ciddiyim!” Hareketleri beni sinir ediyordu.

“Niye dalga geçeyim, dünü unuttun galiba!” İmalı sesine öfkelenip arkamdaki yastığı yüzüne fırlatmıştım.

“Dediğine bak, gören dün evlendik sanır!” dedim onun eğlenen yüzüne tezat ketum bir yüzle. Uraz attığım yastığı koltuk altına sıkıştırmıştı.

“Doğru diyorsun, bana kalırsa sevgili işi yaş direkt nikah masası en makbulü.” Bunu Uluğ’a bakarak demişti. Ona döndüğünde yüzünde bir memnuniyetsizlik vardı.

“Dur daha sevgili olmadık. Bir olalım da…” Uraz’a bakarak sitemini dillendirmişti. Gözlerimi kısmış ayak ayak üstüne atmıştım.

“Nasıl yani?” Şüpheyle Uluğ’a bakmıştı.

“Flörtüm oluyor kendisi.” Beni rezil etmek için yapıyordu. Bunun başka bir izahı olamazdı. Uraz komik bir yüze bürünmüştü.

“Neyin, neyin?” Uraz ikimize de tuhafça bakmıştı. “Abi şimdi siz sevgili değil misiniz?” Durmamış merak içinde bu soruyu sormuştu. Uluğ bana dönmüş başı ile hadi cevap ver işaretinde bulunmuştu. Sıkıntı ile Uraz’a döndüm.

“Değiliz Uraz.” Demiştim. Yüzünü sıvazlamış ve Uluğ’a bakmıştı.

“İyi de siz dün cümle alemin içinde öpüşmediniz mi amına koyuyum?” Bize kanıtlamaya çalışır bir hali vardı.

“Yok yanlışın var o yaptığımız ata sporu, ne cahil adamsın be Uraz!” Her şeyi bana inat yapıyordu. Şimdi söylenecek söz var söylenmeyecek söz. Bir tane geçiresim geldi. İkisi de gözleri ile anlaşmış gibi gülmeye başladılar. İkisine en kötü bakışlarımı atmıştım.

“Bu cahillikse cahil kalayım kardeşim.” Hemen cevabını vermişti.

“Dur daha flört aşamasından sonra çıkma teklifi var.” Demiş bu sefer ciddi bir yüz ile konuşmuştu. İzahı olmayan bir konunun mizahını yapma derdindeydi. Uraz karnını tuta tuta gülmeye başlamıştı. Benim Uluğ’a kötü kötü bakmam gerekirken o bana bu şekilde bakıyordu.

“Sen mi çıkma teklifi edeceksin?” Gülüşleri arasında yeniden konuşmuştu.

“Ta kendisi oluyorum.” Demiş düz biz sesle. “Edecek misin?” Teyit edercesine.

“Edeceğim.” Yüzü öyle donuktu ki bu söylemiyle bana tatlı gelmişti. Uraz cevaptan sonra daha da gülmüştü. Bu sefer Uluğ arkasındaki yastığı fırlatmıştı. Yalnız ortam baya iyiydi. Dünden beri bir komedinin içerisinde yaşıyormuşuz gibi. Uraz’ın gülüşleri azalınca kendini düzeltmiş ve sesini temizlemişti.

“Abi ben anlayamadım neden öyle bir şeye kalkıştınız ki, bir adam seviyorsa bitmiştir ya karısıdır ya kocası ben bilmem daha ötesini.” Bunu Uluğ’a bakarak söyledi. Ama ben bu düşüncesine şaşırmıştım.

“Söyleyene bak tecrübeli gibi konuşuyorsunuz Uraz Bey?” dedim merak içinde. Yüzü düşmüş ve Uluğ ile tuhaf bir biçimde birbirlerine bakmışlardı. Bir şey vardı, evet kesin vardı. Bu öylesine bir bakış değildi. Uluğ’da da tuhaf bir yüz ifadesi belirmişti. Fazla uzatmadan Uraz ensesini kaşımış ve konuşmaya başlamıştı.

“Burayı boyat mısın?” Eve uzun süreli bir bakış atmıştı. Konuyu kapatmak istemiş ve başarmıştı.

“Evet öyle gelişti.” Demiş gelişi güzel.

“İyi de sen beyazı sevmezsin.” Söylemi ile bakışlarımı Uluğ’a çevirmiştim. Bir insanın yan profili bile böyle muhteşem durabilir miydi? İşte bunu cevabı karşımda duruyordu.

“Seven var diyelim.” Bu sözü kalbimin depar atmasına neden olmuştu. Beni mi kastediyor bilmiyordum ama heyecanlanmıştım. Oysa ona beyazı sevdiğimi söylediğimi dahi hatırlamıyordum bile. Ben ona bakarken bir anda bana bakmıştı. Ayağını öyle sallıyordu ki kopacak sandım.

“Biraz daha uzağa otur, olmuyor böyle. Ayıp ediyorsun!” Demesi ile şaşkınlığıma mâni olamamıştım. Oturduğumdan beri bende neden bana bu kadar az bakıyor diyordum. Meğer sorun buymuş. Dediğini yapmış Uraz’ın yanına geçmiştim. Öyle bir yüze sahip olmuştu ki üzerime atlayacağından korkmuştum.

“Doğru söylüyorsun, o kurallara uymamız gerekiyordu.” Çenesini sıkmış ve ellerini yumruk haline getirmişti. Yanındaki yastığı eline aldığı gibi yüzüme fırlatmıştı. Öfkeyle yüzüme çarpan yastığı ona geri fırlatmıştım ama ona yetişmeden havada yakalamıştı. “Kuralı da flörtünü de çıkmasını da topunu sikiyim.” Ağzının içerinde bir şeyler yuvarlamış ama ben tam anlayamamıştım. Yanımda oturan Uraz’ın kıkırtısı ile ona bakmıştım. Koluna bir tane vurduğumda sustum işareti yapmıştı.

“Neyse Uraz sen niye gelmiştin?” Yan gözle bana bakıp hiç hazzetmediğini belirten hareketlerde bulunuyordu. Bende bu tavrına gülümsemiş ayak ayak üstüne atmıştım. Etek dizimin üzerine geliyordu, kısa denilecek düzeydeydi Uluğ’un da direkt bakışları bacaklarıma olmuştu. Bir az utanç bir az da rahatsızlık yüzünden yerimde hareket etmiştim.

“Telefonlarını kapattın çektin gittin arkanda da koca bir harabe bıraktın. Durumlar sarpa sardı Zafer Usta seni bulmamızı söyleyince ilk aklıma gelen yere geleyim dedim. Hem durumu anlatırım hem de bir hal çaresine bakarız diye düşündüm.” dedi stresli bir üslupla. Kalbim daralmıştı. Dertler bitmemişti sadece kısa bir mola vermiştik. Uluğ’un yüzü düşünce karnımda uçuşan kelebeklerde solmuşlardı.

“Birkaç gün daha buradayız dönünce ilgileneceğim. Kimse de ses etmesin bir zahmet.” Demiş yüzündeki o ciddi ifade yorgunluktan kaynaklanıyordu. Kalbim onu üzgün görmeye dayanmıyordu.

“Ama kurul bu akşam toplanılmasını istemiş. Özellikle de seni.” Deyince korkulu bir yüze bürünmüştüm. O masada her şey olabilirdi. Uluğ’a bir zarar verebilirlerdi.

“Ertelesinler, gelmeyeceğim.” Demiş net bir tavırla.

“Biliyorsun değil mi, bu Tersiyer’in aleyhine kullandığın evraklar için toplanılıyor. O masada her şey olabilir Uluğ, kritik bir süreç. Ama sen muhakkak bir plan kurmuşsundur?” Teyit etmek istercesine konuşmuştu. Elim ayağım boşalmıştı. Korkuma korku eklenmişti. Ne evrağından bahsettiğini bilmiyordum ama bildiğim şu ki yine bir şeyler olmuştu.

“Yok, hiç düşünmedim bile. O anla meşguldüm sonrası aklıma dahi gelmedi.” Alnını ovuşturduğunda kalbimi avuç içine alıyormuşçasına canım yanmıştı.

“Şaka dimi, koca bir şaka olsa gerek?” Demiş hayret dolu bir sesle. Uraz’da yüzünü sıvazlamıştı.

“İyi de Uluğ sen öyle bir şeyi asla yapmazdın. Bundan on yılı hesaplayan adamsın bunu nasıl düşünmedin?” İnanmıyordu. Hiçbir şekilde kabul etmiyordu. Uluğ bakışlarını bana çevirdiğinde yüzümde gördüğü korku emaresi yüzünden kaşlarını çatmıştı.

“Sen takılma ben hallederim. Kapa artık şu mevzuyu.” Tek bir sözü ile konuyu kesmişti.

“Evde her şey yolunda mı?” Diye öylesine bir konu açmıştı. Uraz ikimize de bakmış ve Uluğ’a geri dönmüştü.

“Yolunda diyelim.” Demesiyle kaşlarımı çatmış ve meraklanmıştım.

“Ablamla Vefa abi iyi mi?” dedim tedirgin sesim ile.

“İyi diyelim.” Sabır gerçekten de büyük bir sabır. Bu çocuk benim sebebim olacaktı.

“Oğlum çatlatma adamı bir şey varsa söyle!” Uluğ’un bağırması son nokta olmuştu. Uraz dudaklarını birbirine bastırmaya başlamıştı. Gülecek miydi yoksa başka bir şey mi çözememiştim.

“Ablan Merve’yi dövdü.” Demiş yutkunarak. Uluğ ile aynı anda birbirimize bakmıştık.

“Ne!” Yine aynı anda Uluğ ile bağırmıştık. Şaşkınlıktan ağzımı kapatamıyordum. Duyduklarımı anlama sürem biraz uzun sürmüştü.

“Merve, Meyra’yı dövmüş olmasın?” Uluğ’un bu sözüyle öfkeli bakışlarımı ona yollamıştım.

“Yok abi döven Meyra, dayak yiyen Merve.” İkisi halen sakin bir tavırla konuşuyordu. Ben ise olduğum yerde kendimi yemekle meşguldüm.

“Artık anlatacak mısın Uraz, ne oldu tam olarak?” Diye bağırdım. Uraz ellerini birbirine kenetlemiş önemli bir konuyu anlatacakmışçasına bir şekle bürünmüştü.

“Dün siz gittikten sonra biz de doğru eve geçtik. Evde Meyralar vardı, tabii Merve’yi biliyoruz hemen tırnaklarını çıkarttı. Ama ilk kez hiçbirimiz bir şey yapamadı. Meyra dövdü biz izledik. Baya şaşkınım, ben bu yaşıma kadar böyle tekmeler tokatlar görmedim.” O anlara gitmiş gibi uzaklara bakıyordu. Sevinsem mi üzülsem mi bilememiştim.

“Sen bana kavga etmelerinin sebebini söyle Uraz?” Demiş Uluğ ciddi yüzü halen bozulmuş değildi.

“Abi işte sizin bu mevzu, Merve patır kütür girişti. Dün çatışma esnasında olanları anlattı daha da absürt ağza alınmayacak kelimelerde bulundu. Meyra da dayanamadı!” Baştan beri olan tutumunu sergiledi yani. Eve gideyim ablamın ellerini öpecekti. Tabii ablam beni de dövmezse!

“Daha durmadı diyorsun?” Demiş Uluğ stresle. “Duracağı da yok gibi!” Uraz ümitsizce konuşmuş ve saçlarını karıştırmıştı.

“Ben varım oğlum yetmez miyim?” Dediğinde Uluğ yarım bir gülümseme bahşetmişti.

“Tam olarak neyde sen varsın?” dedim merakla.

“Sizin bu flörtlüğünüzün arkasındayım demek yenge.” Demiş sırıtan ifadeyle. “Iyy.” Diye bir sitemde bulunmuştum. İkisi de bu tepkime gülmüştü.

“Değerimi bil sonra başını duvarlara vurursun bak, hiçbiri onaylamadı ama ben herkese karşı sizi korudum.” Demiş omzuyla omzuma vurmuştu.

“Ay bende diyordum bir şey eksik bir şey eksik diye, meğer senin desteğine ihtiyacımız varmış.” dedim aynı buruşmuş yüzümle ona bakıyordum.

“Gıcık.” Söylemi ile alt dudağını sarkıtmıştı. Bu tavrına dil uzatmıştım.

“Neyse ne ben kaçıyım artık. Önemli bir gelişme olursa gelir haber ederim, hem senin bir dinlenmeye ihtiyacın var. Oraları ayarlarım, aklın kalmasın sakın!” Demiş ve ayağa kalkmıştı. Onunla birlikte bizde kalkmıştık. Önde ikisi yürüyordu. Kapıya yetiştiğimiz de Uraz durmuş ve bana dönmüştü. Gözlerinde bir hüzün vardı. Bu beni dumura uğratmıştı.

“Bizimki sana emanet… Yenge.” Yarım gülümsemesi ile o son kelimeyi söylemişti. Bu söz neden canımı sıkmıştı ki? Uluğ Uraz’ın ensesine vurmuş ve kendi ile yürütmüştü. İkisi birlikte bahçeye çıkmış Uraz’ın arabasının önünde konuşmaya başlamışlardı. Güzel bir konu olmadığı kesin. Hararetli ve sıkıntılı bir tavrın içerisindeydiler. Uluğ usulca bana dönmüş birkaç saniye bakıp yüzünü geri çevirmişti. Birkaç dakika sonra konuşmaları bitmiş ve vedalaşmışlardı. Uraz arabaya binmeden önce bana elini kaldırmıştı, aynı şekilde bende karşılık vermiştim. Araba bahçeden çıktığında Uluğ eve doğru gelmeye başlamıştı.

Yüzündeki yorgunluk belimi büküyordu. Aklında türlü türlü mevzular dolanmaya başlamıştı. Ve bu da onun gülümsemesine engel oluyordu. Yanıma geldiğinde ardında kapıyı kapatmıştı. Başı ağrıyordu, gözlerini kısmasından anlamıştım. Bana dönmüş ve yine tüm yüzümü incelemişti.

“Hadi gel kahvaltı edelim.” Demiş yorgun bir nefes vererek. Aklıma gelen düşünceyle yüzümde bir gülümseme belirmişti. Uluğ tuhaf bir biçimde bana bakıyordu.

“Onun öncesinde daha önemli bir işimiz var.” Deyip salona geçmiştim. Uluğ da arkamdan beni takip etmişti.

“Neymiş bu?” dedi merakla.

“Laptopunu açar mısın?” dedim halen yüzümde bir tebessüm vardı. Bu tavrım Uluğ’a da sıçramış ve dudaklarında yarım bir gülümseme yeşermişti. Uluğ itiraz etmeden tezgâhın üzerindeki laptopu açmış, şifreyi girmiş ve bana bakmıştı.

“Çekilebilirsin.” Deyip onu iteklemiştim. “Ne oluyor Mihran? Söylemeyecek misin?” Demiş sabırsız bir üslupla. Arama motoruna girmiş ve istediğim o şarkıyı aratmıştım. Önüme çıkan ilk görsel ile üzerine tıklamıştım. Melodi başladığına Uluğ’a dönmüştüm.

Fikret Kızılok/ Bu kalp seni unutur mu?

Kaşlarını kaldırmış yaptığım şeyi anlamaya çalışıyordu. “Benimle dans eder misiniz beyefendi?” Bu ses içimdeki kız çocuğunun sesiydi. Tüm gülümsemeleri unutun çünkü karşımda hayatım boyunca göremeyeceğim güzellikte bir gülüş peyda etmişti.

“Bu beyefendi senin için ölür.” Demiş ve beni belimden tutup kendine yaslamıştı. Ellerimi boynuna dolamış şarkının ahengiyle hareket etmeye başlamıştık. Alnını alnıma yasladığında gözlerimi kapamıştım.

“Yaşa, benim için yaşa.” Demiştim kısık bir sesle. Gözlerim kapalı sadece onun kokusunda mest olmakla meşguldüm. Dudaklarını yeniden dudaklarımda hissettiğim de kıkırdamıştım. Olmadı, yine başaramadık. Uzak duracaktık, üzerinden saat bile geçmemişken sözlerimizi yutmuştuk. Dudakları dudaklarımdan ayrılmadan şarkının sözlerini mırıldamıştı.

Bambaşka bir halin vardı.

Fark etmeden beni sardı.

Benliğimi benden aldı.

Bu kalp seni unutur mu?

Bu kalp seni unutur mu?

Kalbim seni unutur mu?

 

-BÖLÜM SONU-

Bölüm Sonu Sözü…

“Sevmek; güzel birinde aşkı aramak değil. O kişide, bilmediğin bir zamanın beklenmedik bir anında, kendini bulmaktır.”

(Dostoyevski)

 

-İçinizden Geçenler?

-Bölümü nasıl buldunuz kuzucuklar? Tüm hissettiklerinizi buraya yazabilirsiniz? Ve sizden istirhamım lütfen oy ve yorum yapmayı unutmayın. Siz yorum yapınca ben daha da motive oluyorum.

-Uluğ Mirza Köksoy?

-Mihran Uluöz?

- Tersiyer Margos Matinyan?

-Uraz Demirhan?

 

İletişim bilgileri…

Instagram/ feveranofficial

Twitter/ Dilayybaskin

Bölüm : 26.02.2025 21:35 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...