“Uçurumları sevenin kanatları olmalı.”
FEVERAN
-
BİTAP
🕊️
Güzelliklerin, çevresel faktörlerle birlikte geldiğine inanırım. Kimse bana bunun aksini iddia edemez. Hani deniliyor ya, kalbin temizse öyle bir yaşantın olur diye. Bu söylem başlı başına bir saçmalıktan ibaretti. Hayır efendim yetiştiğin yer senin yaşama biçimini ve standardını etkiliyordu.
Her ne kadar konumunu ve kültürünü değiştirmiş olursan ol günün sonunda büyüdüğün bu toprağın dönüşmekten korktuğun o bireyi haline büründüğünün gerçeğiyle yüzleşeceksin. Gördüklerim ve hissettiklerim daima benimle kalacak. Budur ki beni umutsuzluğa ve yalnızlığa iten tek etken.
Üç gündür kaldığımız evin salonunda öylece yalnız başıma oturuyordum. Uluğ duşa girmişti. Hayatımın en sakin günlerini yaşamıştım. Aile kavramını onda görmüş, birlikte yemekler yapmış ve saatlerce sıkılmadan sohbetler etmiştik. Ara ara didişsek de günün sonunda yaptığımız bu hareketlere doyasıya gülmüştük. Mutluluğun o olduğunu biliyordum. Keza sonumuzun çok yakında olduğunu da. Bile bile çıkmıştım bu yola…
Bir dönem bahar için bir ömür kışı kendime reva gördüm.
“Bu arabesk yüzünü neye borçluyuz?” Salona adım atan Uluğ ile ona doğru dönmüştüm. Saçları ıslak, üzerinde siyah bir tişört ve altında mavi kot pantolon vardı.
“Öyle bir dalmışım.” dedim usulca. Yanıma gelmiş ve önümdeki sehpaya oturmuştu. Bacaklarımın üzerindeki ellerimi elleri arasına almıştı. Alnına dökülen ıslak saçlarına bakarak titrek bir nefes verdim.
“Dökül dinliyorum.” Ciddi ve sakin bir üslupla söylemişti. Bana vakit ayırıyor ve küçük bir yüz düşmesinde hareket ediyordu. İstemsizce dudaklarımda yarım bir gülümseme belirmişti.
“Korkuların var mı?” Diye solumuştum. Çıplak bacağımın üzerindeki ellerimiz kafamı kurcalıyordu. Parmakları yavaş hareketlerle avuç içimde şekiller çiziyordu.
“Hem de çok.” Her zamanki gibi samimi tavrı ile cevap vermişti. Başımı eğmiş ve ellerimize bakmıştım. Birleşmesi imkânsız iki el. Biri gelse ve onu alsa soramazdım bile. Öyle bir hiçtim ki hiçbir yere kendimi koyamıyorum.
“Bana biraz ailenden bahsetsen olur mu?” dedim iç çekerek. Gözlerine bakmış ve böylesi bir ton karşısında yutkunmuştum. Yemyeşil, bu yeşillik ki içimi parçalıyordu. Doyamıyordum, bakmaya doyamıyordum.
“Ne öğrenmek istiyorsun?” Başını yana yatırmış, her ne aklımdan geçiyorsa onu anlamaya çalışmıştı.
“Küçük Uluğ’u merak ediyorum.” Demiş ve onun yaptığı bu hareketi bende yapmıştım. Tepkisi ise gülmek olmuştu.
“Hım aslında bakarsan bende küçük Mihran’ı merak ediyorum. Düşündüm de ne dersin bir oyun oynayalım mı?” Yüzündeki ifade kafamı karıştırmıştı.
“Nasıl bir oyun bu?” Şüphe içinde ona bakmıştım. “Merak ettiğimiz her şeyi sıra içerinde birbirimize soracağız. Nasıl fikir?” Heyecanına karşı gülmeden edememiştim.
“Hoşuma gitmedi değil, o halde önce benim sorduğum soruya cevap veriyorsunuz beyfendi.” Aynı ondaki heyecan bana da sıçramıştı. Tepkime kahkaha atmıştı. Bir araya gelince adeta yaramaz iki çocuğa dönüşüyorduk.
“Hay, hay seve seve…” Başını eğmiş ve bir beyefendiyi aratmayacak harekette bulunmuştu. Hayranlığımı gizleme ihtiyacı duymuyordum artık. Sesini temizlemiş ve dikleşmişti. İstemsizce ciddi bir tavra bürünmüştüm.
“Küçük Uluğ İstanbul’da büyümedi. Dedesinin yanında Trabzon’daydı. Annesi öyle istemiş üç yaşına gelince kendi babası ile annesinin eline bırakmış.” Burnuma bir fiske vurmuştu. Eline gıcık bir tavırla vurmuş ve gülmüştüm. Söyledikleri ise kafa karıştırıcıydı.
“Bir sebebi var mı peki?” dedim, şaşkınlığımı gizleyememiştim. Kirpikleri titremişti. Ellerini ellerimde uzaklaştıracağını anladığımda ondan önce davranmış ve iki elini de sıkıca tutmuştum. Bana bakmış ve derin bir nefes almıştı. Bakışları beni eritiyordu.
“Var, hem de çok büyük sebepleri var.” Demiş ve susmayı tercih etmişti. Tüm yüzünü detaylıca incelemeye başlamıştım. Anlatmak istiyor da nereden başlayacağını bilmiyor gibi bir hali vardı.
“Yanıma gelsene?” Mahzun ve merhametliydi bu isteğim. Gülümsemesi gözlerinin kısılmasına neden olmuştu. Bunun beraberinde gençliğin simgesini gösteren kırışıklıklar merhaba demişti. “Mesafe işine ne oldu?” Diye takılmıştı. Göz devirmiş ve sıkınca bir nefes vermiştim.
“Siktir et! Bir itirazın mı var?” dedim hiddetle. Yüzünde gördüğüm tüm bakışları ezip geçecek bir duygu geçmişti. Öfkelendi desem değil mutlu oldu desem hiç değil. Usulca ayağa kalkmış ve tam dibimde oturmuştu. Bedenlerimizin bir olması yetmiyor olacak ki ne olduğunu anlayamadan beni kucağına oturtmuştu. Ağzım açık bir biçimde ona bakmıştım.
“Hayranlığım var desem?” Ses tonu dahi değişmişti. Kalınlaşmıştı. Bu benim ateşimi çıkartmıştı. Hipnotize olmuş gibi ona bakıyordum. Yutkunmaya çalışmış ellerimi yelpaze niyetine kullanıp bu boğucu hissi atmak istemiştim.
“Fazla sıcak oldu buralar.” Demiş bulundum. Tepkisi ise kahkaha atmak olmuştu. Sinirimi hepten bozmuştu.
“Neyse ne, sıra bende hazır mısın?” Daha fazla uzatma gereği duymamıştı. Ama ne dediğini anlayamamıştım.
“Soru soruyorduk ya aklın karıştı sanırsam?” Sorusunda meraktan çok ima vardı. En kötü bakışlarımı ona yollamış ve dudaklarımı büzmüştüm. Bu tepkime iç çekmişti.
“Küçük Mihran nasıl biriydi? Neyi sever, neye kızardı?” dedi yüzündeki tebessüm ile. Aklıma gelenlerle titrek bir nefes vermiştim.
“Hangisini soruyorsun? Kardeşinin canını almadan öncekinden bahsediyorsan cıvıl cıvıldı. Ama sonraki için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.” dedim, stres içinde tırnaklarımın etrafındaki et parçalarını koparıyordum.
“Bana buna inanmadığını söyle, senin hiçbir suçun yoktu. Onun vadesi dolmuştu sadece… Çocuktun ve çocuklukta kaldı.” dedi en ciddi haliyle. Bu cevabı beni şaşırtmıştı.
Nasıl bir tepki vermem gerektiğini bilemiyordum. Bugüne kadar bu konuyu açıp benim suçsuz olduğumu söyleyen kimse olmamıştı. Annem babama dil dökerdi ama benim yanımda sadece göz yaşı dökerdi. Benimle bu konuyu konuşmaya çekiniyor gibiydi. Ablamla her kavga ettiğimizde benim katil olduğumu haykırırdı. Sonra özür diler ve kapanırdı. Fakat hiç kapanmadı…
“Nasıl yani? B-en öldürdüm onu, nefesiz bıraktım.” Utançla başımı çevirdim. Kucağından inmek için harekete bulundum ama izin vermemişti. Bir eli bacaklarımda diğer eli de sırtımdaydı. Sıkı sıkı tutmuştu. Bacağımdaki elini boynuma koymuş ve yüzümü onun tarafına çevirmem için yön vermişti. Gözleri merhametle beni sarmalamak için an kolluyor gibiydi. Tuhaf ama Uluğ’un yanında ağlamak bana terapi gibi geliyordu. Yadırgayan, küçümseyen ve acıyan bakışları yoktu.
“Çocuktun Mihran daha çok küçüktün kimsenin seni suçlamaya hakkı yok! Senin bile güzelim…” Öyle emindik ki inanmak istemiştim. Sözlerinde öfke de sezmiştim.
“Sekiz yaşına kadar her şey çok güzeldi. Öyle hatırlıyorum yani, evin en küçüğüydüm ve resmen herkes etrafımda pır dönüyordu. Hatta dedemin babama söylediği bir lafını hatırlıyorum. Demişti ki, “Çocukların arasında ayrımcılık yapıyorsun Soner. Bak iki çocuğun daha var. Hep Mihran hep Mihran olmaz. Birazda onlara ilgi göstermelisin.” denedi hatta biliyor musun? Ama sonra yanıma geldi ve dedi ki,” O sözleri aklıma gelince gülmüştüm. Yanağımda bir ıslaklık hissettiğimde ağladığımı anlamıştım.
“Galiba ben seni daha çok seviyorum, abin ile ablan biraz kıskanç ve asiler ama sen öyle misin? Benim tatlı prensesimsin. Ayrımcılıksa ayrımcılık ne yapıyım Allah Allah!” Demiş ve dayanamayıp kucağından inmiştim. Uluğ hiçbir tepki verememişti. Öylece beni dinliyordu. Başımı koltuğun başlığına yaslamıştım. Unutamayacağım birlerce sahne kafamın içerisinde hükümlerini ilan ediyordu.
“Ondan bir evlat çaldım ve bir daha onun evladı olamadım. Benim tek yaram babamdır, her şeyi unuturum Uluğ. Yemin ederim ki unuturum ama onun beni yok sayması ve sözlerini ölsem de unutamam!” Göz yaşlarım yine durmuyorlardı. Göğsümde oturan koca bir taş parçası vardı. Bu benim nefes alamamama ve acı çekmeme neden oluyordu. Baba demeyi bile özlemişim. Çok acizdim…
“Sıra sende.” Konuyu bir bıçak gibi kesmişti. Dirseklerini, dizlerine koymuş ellerini ensesinde birleştirmişti. Başı eğik benim ağlamama katlanamıyor gibi bir hale girmişti.
“Senin de ölsen bile unutamayacağın bir şey var mı?” Koltukta bağdaş kurmuş ellimin tersiyle yaşlarımı silmiştim.
“Dedemin intiharına sebep olan her şey.” Demiş, yüz hatları keskinleşmişti. Alnı kırışmış ve kol kasları gerilmişti. Hiçbir şey diyememiş sessizleşmiştim.
“Özellikle beni doğuran o kadının kahpeliğini ölsem unutmam!” Buram buram feveranın sinyallerini almıştım. Geçmiş benim için koca bir kırgınlıktan ibaretken Uluğ için sönmeyen bir öfkeydi. Meraktan kafayı yiyecektim. Ne yaşamış olabilirdi ki? Annesi Uluğ’a ne yapmış olabilir?
“Bu ağır oldu sanki, ne dersin?” Onun ne yaşadığını anlamaya çalışıyordum. Başı halen eğikti. O pozisyonda bana bakmıştı, gözleri kıpkırmızıydı. Acı değil bu başlı başına öfkeydi.
“Ağır olan ne biliyor musun Mihran? On yaşındaki çocuğun tüm kirli işlerini ve sapkınlıklarını görüp susması daha fazla dayanamadığı içinde siktir olup gitmesi. Kanımdan canımdan dediğim kişilerin susmam için beni öldürmek istemesi. Daha dokuz yaşındaydım ne yapabilirdim ne gelebilirdi ellimden… Yetmiyor teyzemi gözümün önünde öldürdüler, yanlış anlama yabancı biri değil, ablası ablası. Annem…” Son sözünde kahkaha atmıştı. Çığlık atmamak için elim ile ağzımı kapatmıştım. Tüm vücudunu bana döndürtmüş ve tüm yüzüme bakmıştı. Yüzünde tek bir duygu emaresi var o da öfke ne bir üzüntü kırıntısı ne de pişmanlığı vardı.
“On beş yıl oldu bu gerçeği öğreneli ama halen midem ağzıma gelir. Dedemde bu gerçeği hazmedemedi intihar etti adam. Düşünsene üç kız çocuğu büyütüyorsun biri soysuz çıkıyor ve diğer en mert çocuğunu kendi elleriyle öldürüyor. Kim olsa dayanmaz elbet!” Her sözünde içindeki ateş daha da büyüyordu.
“Uluğ…” Kısık bir sesle ismini telaffuz etmiştim. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Ama onun diyeceği çok sözü vardı. Her halinden bunu görmüştüm. Bugünü bekliyormuşçasına anlatmaya başladı.
🕊️
(20 Nisan, 2007)
Trabzon/ Maçka
Bir evdi onları birleştiren ve yine bir ev oldu yıkan. Sessizliğin kucakladığı ortamda küçük Uluğ öfkeli bakışlarını etrafa yöneltmişti. Oturduğu tahtadan yapılma sandalyede ayaklarını yere vuruyordu. Gitmiyorlardı bir türlü diye içinden geçirdi. Yas eviydi ama insanları memnun etmek için bir uğraş içerisindeydiler. Ağlamak istemiyordu ama bu öfkesini nasıl atacağını da bilemiyordu. Bir el omzuna dokununca yere eğmiş olduğu başını kaldırdı. Ve hiç görmek istemeyeceği o yüzü gördü.
“Dokunma bana! Katil!” Kimseye aldırış etmeden ayağa fırlamış ve haykırmıştı. Bağırışı ile ev yankılanmıştı. Veranda da oturan erkeklerin arasında boynu bükük Hasan Çebi’de vardı. Ailenin babası ve en büyüğüydü. O Çebilerin başıydı. Bir gün öncesine kadar hayatta olan kızını bugün toprağa vermişti. Üç kız çocuğuna sahip ve onlara ölesiye bağlı bir babaydı. En küçük çocuğuydu. Bahar Çebi. Hükmü ve saygınlığı Trabzon’un dışına kadar yayılmıştı. Saygın ailelerin başında yer alıyordu. Ama şu an savunmasız ve bitikti. Elleriyle goncasını toprağa koymuştu. Dik kalmak için gücünü kaybetmişti.
Duyduğu kelimeler karşısında şaşkınlıkla başını kaldırmış, ilk durağı yanında oturan Behçet Köksoy olmuştu. İkisi de ayağa kalkmış ve ahşaptan yapılma evin içerisine adım atmışlardı. Melek, Uluğ’un kolunu sıkı bir biçimde tutmuş salonun sonundaki yatak odasına geçirmişti. Hasan Çebi olanı biteni anlamaya çalışıyordu. Yanına gelen büyük kızı Firuze Çebi Saral’a dönmüştü.
“Bir sorun mu var kızım?” dedi uysal ve yorgun bir sesle. Firuze’nin de aşağı kalır bir hali yoktu.
“Bilmiyorum baba ama belli ki var. Melek ile konuş bence, tuhaf davranıyor.” Demiş endişeli bir yüzle. Hasan Çebi, şüphe içerisinde kızına bakmış ve girdikleri odaya doğru ilerlemişti. Arkasında da Behçet Köksoy takip ediyordu. Usulca kapıyı araladığında gördüğü manzara karşısında gözleri büyümüş ve hızlıca koşmuştu. Havada kalkan eli bir hışımla tutmuş, öfke İçerisinde kızına Melek Köksoy’a baktı. Ve merakla yerde yüzünü kapatan küçük Uluğ’a döndü. Uluğ ellerini yüzünden çektiği vakit gözünün altındaki kızarıklık ve patlayan dudağı gözler önüne serilmişti. Behçet Köksoy korku içerisinde kapıyı kapatmış ve yeğeninin yanına koşmuştu. Yeşil, yeşil bakan gözleri ıslanmış öfkesi katlanarak büyümüştü.
“Melek sen ne yaptın?” Uluğ’u sarmalayan Behçet Köksoy anlamsız bir yüzle yengesine sitemini belli etti. Hasan Çebi havada tutuğu eli öfkeyle savurmuş, bu da Melek’in sarsılmasına ve yere düşmesine neden olmuştu. Tek odağı Uluğ’du. Korku içerisinde ona bakıyor, bir şeyler anlatmasından dolayı endişe duyuyordu.
“Kızım sen kafayı mı yedin? Daha az önce kardeşini toprağa verdik, el kadar sabiye niye vurursun? Ne haltlar yiyorsun sen Melek?” Dişlerini sıka sıka konuşmuştu. Behçet, Uluğ’u kollarından tutmuş yatağa oturtmuştu. Melek ise korku içerisinde olduğu yerde halen Uluğ’a bakıyordu.
“Helva dağıtımına yardım etmiyor ve etmeyeceğini söyleyince, üzerine içimdeki acı katlanınca dayanamadım baba.” Acıklı ve kısık bir sesle konuşmuştu. Uluğ duyduğu kelimeler karşısında küçük bedeni baş kaldırmış ve öfkeyle amcasının kollarından firar etmişti. İşaret parmağını annesine doğrultmuş ve yaşları daha da hızlanmıştı.
“Yalan söylüyor dede.” O küçük bedeninden büyük bir öfkeyi içinde taşıyordu. Melek Köksoy, telaşla ayağa fırlamış ve oğlunun yanına varmıştı. Omuzlarında tutup kendine doğru çekmişti. Parmakları etini parçalamak istercesine sarmıştı kolunu. Uluğ’un canı yanmış fakat ses çıkaramamıştı.
“Ben oğlumun gönlünü alırım baba, siz endişe etmeyin. Bana öfkeli şu an o yüzden ne dediğini bilmiyor.” Açıklayıcı bir üslupla. Hasan Çebi, tek yere Uluğ’u tutuğu koluna bakıyordu.
“Uzaklaş oradan Melek, hemen şimdi rahat bırak çocuğu.” Katı bir yüzle konuşmuştu. Melek tedirginlikle başını eğmiş ve ellerini çekmişti.
“Söyle uşağum, nedir bu gözlerindeki öfke? Seni ben büyüttüm, bir derdin var. Anlat dinliyorum oğlum.” Uluğ’u yanına çekmiş ve ensesini okşamıştı. Küçüklüğünden beri ona yaptığı bir hareketti. Uluğ utançla başını eğmiş ve akan yaşlarını kazağının eteği ile silmişti.
“Annem yalan söylüyor dede.” Diye bilmişti.
“Onu anladım evlat ama hangi konuda?” Hasan Çebi, yere çömelmiş ve torunuyla aynı boya gelmişti.
“Gördüm ben, her şeyi gördüm dede.” Hıçkırıkları çoğalmış, tüm bedeni titremeye başlamıştı. Melek Köksoy öne atlayacağı sıra Behçet Köksoy kolunu tutmuş ve yanına çekmişti.
“Neyi uşağım, de hadi?” Duyacaklarından korkmaya başlamıştı bile.
“Bahar Teyzemi dede…” Boynu dahada eğilmiş ve ağzından büyük bir hıçkırık kaçmıştı.
“Ne ilgisi var Bahar Teyzenin bu konuyla evladım?” Zoraki bir biçimde konuşmuştu. Hasan Çebi gözlerini yumuş sanki başına geleceklerinden haberdarmış gibi bir hisse kapılmıştı.
“Teyzemi annem öldürdü, gözlerimle gördüm ben dede.” Ağlayışları ne azalmış ne de artmıştı. Aynı ritimde konuşmaya çalışmıştı. Sesinde utanç duygusu yatıyordu. Bu duygu sesinin kısılmasına neden olmuştu. Hasan Çebi, yumduğu gözlerini öyle bir açmıştı ki adeta yuvalarından çıkacaklardı. Dizlerinin üzerindeyken iki metrelik boyuna rağmen ayağa kalkmak isterken dengesini kaybedip yere düşmüştü.
Uluğ ile Behçet Köksoy koşmuş koltuk altından tutmak istediklerinde ikisini de itmişti. Şokta olan bedeni halen yerde öylece parkelere bakıyordu. Bir süre daha öyle kalmış ardından usulca başını Uluğ’a çevirmişti. Kızına bakamıyordu bile. Melek Köksoy odanın en ucuna gitmiş yere oturmuştu. Yüzünü elleri ile kapatmış ağlıyordu.
“Ne…” Demiş, küçük çocuğa tüm muhtaçlıkla bakmıştı. “Nasıl yani?” Titrek bir nefes vermiş ve sağır olmayı dilemişti. “Neden?” Sesi kısılmış ne diyeceğini bilememişti. Asıl mevzu şimdi başlıyordu. Uluğ başını eğmiş utanç duygusu yüzünden dedesine bakamıyordu. Behçet Köksoy Uluğ’un yanına gitmiş ve şefkatle başını okşamıştı.
“Söyle aslanım her ne gördüysen anlat bize, eğme başını senin hiçbir suçun yok! Annenin kefaretinin bedelini sen ödemeyeceksin, söz veriyorum.” Demiş yatıştırıcı bir sözle. Uluğ başını kaldırmış ve Behçet Köksoy’a bakmıştı.
“Ama amca çok ayıp.” Tüm bedini titriyordu. Usulca annesine bakmış ve midesinin bulandığını sezmişti. Hasan Çebi zoraki biçimde ayağa kalkmış ve Uluğ’un tam karşısında durmuştu.
“Sen ayıbı nerden bilirsin uşağum, anlat ona biz karar verelim.” Belki de olanları yanlış anlamıştır diye düşünüyordu. Bir ümit arıyordu.
“O Fatih’i annemle gördüm.” Dedesi ile aynı renkte olan gözleri öfkeyle parlamıştı. Fatih Çağıran, Bahar Çebi’nin nişanlısıydı. Yani Hasan Çebi’nin damadı.
“Nasıl gördün?” İdrak etmeye çalışıyordu.
“Aynı yatakta, garip garip şeyler yapıyorlardı.” Bu son söz olmuştu. Hasan Çebi tüm acısı ve öfkesiyle kızının boğazına yapışmıştı. Behçet Köksoy ağzı bir karış açık bir şekilde yüzünü sıvazlamış ve yere çökmüştü. Uluğ duvarın dibine koşmuş ve oturmuştu. Ayaklarını karnına çekmiş, kulaklarını ise elleri yardımıyla tüm gücü ile kapatmıştı. Yaşları durmuyor, ayaklarının titremesine engel olamıyordu. Kargaşa giderek büyüyordu.
Uluğ evin bahçesinde teyzesi ile ektiği çilekleri suluyordu. Bundan birkaç gün önce hepsini kökünden koparacakken anneannesi buna mâni olmuştu. Bahar Çebi, yeğeni Uluğ’un canı çilek çektiği için çarşıya gitmişti ve orada kuytu bir köşede öldürülmüştü. Bu çilekleri o zaman daha yeni ekmişlerdi, o yüzden daha olmamışlardı ama şimdi hepsi yenilmeyi bekliyordu. Ve bereketliydi. Anneannesi ona çok kızmıştı.
“Bunlara Bahar’ımın eli değdi oğul hiç yok edilir mi? Görmeyim bir daha gözünden sakınmalısın!” demiş gözü yaşlı bir tavırla. O gün bugündür her gün her bir yaprağı okşar teyzesinin yaptığı gibi şarkılar söylerdi. Gözleri bahçenin büyük demir kapısına uğruyor, yeniden sulamaya devam ediyordu. Dedesini bekliyordu. Kırk gün boyunca her sabah kızının mezarına gidiyor ve ona Kuran-ı Kerim’den ayetler okuyordu. Bazen gün boyu kalıyordu. Evi olmuştu. En düşkün olduğu kızıydı, belli etmemeye çalışırdı. Ayrımcılık yapmamak için üstün bir güç sarf ederdi ama gözünün nuru olduğunu bilirdi. Acısı da herkesten fazlaydı. Kimsecikler kalmamış tek başına yasını çekmeye devam ediyordu.
Eve varınca Uluğ elindeki hortumu yere atmış ve vanayı kapatmıştı. Dedesinin yanına koşmuştu. “Neden beni uyandırmadın dede, bende gelecektim.” dedi üzgün bir tavırla. Hasan Çebi ayakkabısını soymuş ve ayakkabılığa koymuştu. Eve adım atıp elindeki Kuran-ı Kerimi televizyonluğun üzerine bırakmıştı.
“Sen başka zaman gidersin artık paşam, nenen nerede göremedim.” Etraftan bakışlarını ayıramıyordu.
“Firuze teyzeyle birlikte hastaneye gittiler. Ayakları ağrıyordu ya, ona baktıracaklarmış.” Bunu duymuş olması onu mutlu etmişti. Ama torununa baktığında ise yüzü düşmüştü.
“Tamam uşağım, odada ufak bir işim var, sen televizyon izle.” Demiş ve odasına girmişti. Uluğ’da televizyonun karşısındaki koltukta oturmuş dedesi ile her zaman izlediği hayvan belgeselini açmıştı. Yarım saatin sonunda odasından çıkmış ve salona adım atmıştı. Elinde ise kalın bir zarf tutuyordu.
“Gel bakıyım yamacıma.” Demiş yüzündeki tebessüm ile. Uluğ şaşırmıştı çünkü teyzesinin vefatından bu zamana dek dedesinin yüzünde bir mimik bile oynamamıştı. Tuhaf bir hisle dedesinin yanına varmıştı.
“Ben biraz odada kestireceğim, bu ellimde gördüğün zarfı ben uyanmadan açmıyorsun ve kimseye sakın göstermiyorsun. Şayet olur da uyanamazsam ne zaman büyüdüğünü sezersen o vakit aç ve oku uşağum.” Demiş ve alnından öpmüştü. Uluğ elline verilmiş zarfa merak içerisinde bakmıştı.
“Uyanamazsam ne demek dede?” Kaşlarını çatmış ve merakla sormuştu. Hasan Çebi ölümün soğukluğu ile bir gülümseme bahşetmişti. Torununa sıkıca sarılmış ve saçlarına bir öpücük kondurmuştu. Her zaman yaptığını yapmış ve ensesini okşamıştı. Bir adım geriye gitmiş ve aynı yüzle torununa bakmıştı.
“Hiçbir şey demek aslan oğlum, içini ferah tutmaya bak sen.” Son sözü bu olmuştu. Odasının kapısını aralamış ve son kez Uluğ’a bakmıştı. Koca bir gülümseme var etmişti yüzünde ve göz kırpmıştı. Kapı kapanınca Uluğ odanın karşısındaki koltukta oturmuş ve ellindeki zarfa bakmıştı. İçinin oldukça dolu olduğunu gördü. Birden fazla kâğıdın olduğunu anladı.
Aradan baya bir zaman geçmişti ama dedesi halen odadan çıkamamıştı. Hiç bu kadar uzun uyuduğunu hatırlamıyordu. Gündüz vakti de çok uyuyan bir yapıya sahip değildi. Biraz korksa da olduğu yerden kıpırdamamıştı. Ona bakmaya gitse kapı sesinden bile uyanabilen biriydi, o yüzden biraz daha bekleme kararı almıştı.
Camdan gökyüzüne baktığında her yerin karardığını görmüştü. Evin tüm ışıkları kapalıydı. Hasan Çebi’nin kaldığı odanın kapısının üzerinde küçük bir pencere vardı. Dedesi rahatsız olmasın diye hiçbir ışığı yakmamıştı. Ellindeki zarfı sıkı sıkı tutmuştu. Artık dedesini uyandırmak ve zarfın içinde ne varsa birlikte okumak istiyordu. Usulca oturduğu koltuktan kalkmış ve kapının önünde durmuştu. Küçük eli ile kolu tutmuş sessizce indirmişti.
Her yer karanlık olduğu için hiçbir şey görememişti. İçeri bir adım atmış ve kapının yanında duvarda olan kendisinin de yerini ezbere bildiği anahtar kilidine basmıştı. Göz hizasında olan tek şey iki çift çıplak ayaktı. Korku ile arkaya bir adım atmış ve tavana başını kaldırmıştı. Dedesinin ağzı açık ve mosmor yüzü ile karşılaştı. Elinde tutuğu zarf yere düşmüştü.
“Dede!” Diye haykırmış, tüm gücü ile koşmuş ve ayaklarına sarılmıştı. O küçük bedeni ile dedesini taşımaya çalışıyordu. Bağırıyor ve haykırıyordu. Ağlıyor ve çırpınıyordu. Tüm mahalleye sesini duyurmuştu.
“Dede neden ordasın, korkuyorum.” Bas bas bağırmış acısını öfkesini haykırmıştı.
“Dede uyan! Bırakma beni!” Uluğ’un aldığı nefesten uyanan Hasan Çebi o gün hiç uyanamamak üzere gözlerini yumuştu. Uluğ salondan bir sandalye getirmiş dedesinin boynuna dolanan ipi sökmek için bir uğraş içerisindeydi. Ama boyu yine yetmemişti.
“Uluğ, evladım neyin var niye bağırıyorsun! Aç şu kapıyı yavrum.” Duyduğu sesten dolayı kapılarının önüne gelen komşuları Erzumlu Ahmet endişeyle kapıyı çalmıştı. Uluğ hızlıca koşmuş ve kapıyı açmıştı.
“Ahmet amca yetiş dedemi tavandan indiremiyorum. Yardım et bana!” Tüm evler iç içe olduğundan dolayı sesi duyan herkes Hasan Çebi’nin bahçesine akın etmişti. Uluğ’un sözlerinden sonra tüm erler evin içine dalmışlardı. Uluğ’da aralarında odaya girmişlerdi. Gören herkesin kalbine inme inmişti. O koca çınar bir yaprak gibi sallanıyordu. Eve gelen Hatice Çebi ile Firuze Çebi Saral bu kalabalığa anlam veremeyip korku içerisinde herkesin arasından geçmeye başlamışlardı. Kalabalığa soru soruyor ve bağırıyorlardı ama kimsenin söylemeye cesareti yoktu. Başından ipi çıkartılırken görmüşlerdi. Ana, kız kendini yere bırakmış ve ağıtlarını gökyüzüne yollamışlardı.
Uluğ dedesinin ona verdiği mektubu aramaya koyulmuştu. Onlarca ayak arasında ona bıraktığı emanete sahip çıkma derdindeydi. Kapının üzerinde yıpranmış zarfı görünce eline almış ve kazağının içine saklamıştı. Teyzesini gördüğünde koşmuş ona sarılmıştı. Firuze bağrında saklamak istercesine sarılmış ve ağzından bir haykırış kopmuştu.
“Baba ne ettun bize. Beni böyle yettum mi bırakacaktun?” Diye bir sitem yayıldı evin duvarlarına.
Bir süre sonra komşuları Serdar yanlarına gelmişti. Ve Uluğ’u yanına çağırmıştı. Uluğ o küçük hali ile teyzesinin kollarından ayrılmış ve yanlarına gitmişti.
“Bunları yatağın üzerinde buldum, biri sana biri Firuze teyzene, biri de Zafer Ustaya şimdilik sende kalsın emi oğlum.” Eline tutuşturulan zarflara buğulu gözlerle bakmıştı. Kalabalıktan uzaklaşmış ve teyzesinin odasına girmişti. Kendi zarfının üzerinde yazılanlarla daha okumadan içerisinde neyden bahsedildiğini anlamıştı.
Zarfın en alt köşesinde ise şimdi oku yazıyordu. Diğer iki zarfı bacaklarının arasına almış ve kendisininkini açmıştı. İçerisinde bulunan dört parçaya katlanmış kâğıt parçasını açmıştı. Gözünden bir damla yaş düşmüş ve kâğıdı ıslatmıştı. Çok kısa ve net bir mektuptu.
“Uluğ, oğlum kırılma bana… Yapamadım be evladım, cennet kokulu kızımın hasretine dayanamadım. Gerçeklere aklım ermiyor, kendini suçlama sakın. Annen adına senin utanmanı gerektirecek hiçbir şey yok. Gördüklerin içinde senden özür diliyorum. Herkesten farklı bir yüreğe ve akla sahipsin bunca sapkınlığın içerisinde kendini kaybetme uşağum. Senden tek bir isteğim var aslanım, mert ve delikanlı biri ol! İhanet etme, sev ve sevil. Sana ait bir sürü mektup yazdım onları sakın şimdi okuma, büyüdüğünü bildiğin vakit okumaya bak oğlum. Seni doğuran o kadına da anne dersen sana hakkımı helal etmem! Sen gördün ve sen bildin, yürekli ol sil ve at bu aileyi. Buralardan çekip gitmek istersen de Zafer amcanın yanına git. O seni yarı yolda bırakmaz!”
🕊️
(9 Ekim, 2021)
İstanbul/ Riva
Yaşadıkları canımı sıkmıştı. Yüreğim parçalanmıştı. Usulca yanına sokulmuş ve sol koluna tutunmuştum. Tüm kolunu kaplayan o ize takılı kaldım. Eli tümden yanmıştı. Daha bilmediğim onca şey vardı ki düşündüğüm vakit kalbim ağrıyordu. Başını koltuğun başlığına yaslamıştı. Gözleri kapalı, kirpiklerinin gölgelediği yerde var olmak istemiştim. Yarasından öpmek istedim. Acısını silmek istedim. Canı yanmasın artık dedim. Bitsin bu sınavı diye dualarda bulundum. İzlerinin olduğu yere bir öpücük kondurmuştum. Ellerimi ellerinin üzerinden bir saniye olsun çekmemiştim.
Başını kaldırmış bocalamış bir yüz ifadesi ile bana bakmıştı. “Gitme, sende çekip gitme sevgilim.” Öyle bir tonda söylemişti ki her şeyin farkındaymış, gideceğimden eminmişçesine…
“Kalmak için canımı ortaya koyacağım.” Yalandı, her sözüm gibi bu da yalandı.
“Yaramdan öptün, yaramdan ölsem unutamam seni…” Sağ gözümden bir damla yaş akmıştı. Uzanmış ve dudağına ilk kez küçük bir öpücük kondurmuştum. Dudakları aralanmış ve heyecanlanmıştı. Gördüm ve hissettim. Başımı göğsüne yaslamış kollarımı da beline sarmıştım. Sıkıca ona sarılmıştım. Gitmek istemiyordum ama o benim gitmemi isteyecekti. Bana kal diyemeyecekti. Biliyordum. Bunu ona mecbur bırakacaktım. Kal demeye utanacaktı…
Bir eli sırtımda diğer eli saçlarımın arasındaydı. Günlerce ve aylarca bu pozisyonda kalabilirdim. Kokusunda deniz ile ormanın karışımı bir ferahlık vardı. Beni uyutmaya yetiyordu. Kolay uyuyan biri değilken onu yanında saniyeler içerisinde mayışıyordum. O da bu fark etmiş olacak ki gülmüştü. Gülüşü ile sarsılmıştım.
“Uyuyayım deme sakın biliyorsun ki yola çıkacağız güzelim.” Demiş eğlenen bir sesle. Pozisyonumu bozmadan gözlerimi yumuştum.
“Bence azıcık bir uykudan zeval gelmez.” Bunu derken esnemiştim. O yine bir kahkaha patlatmıştı. Bu hareketine sinir olup karnına bir yumruk atmıştım. “Kes şunu rahatsız etme beni, zaten başımı koyduğum yer rahatsızlık verecek kadar taş gibi üzerine gülüyorsun.” Diye soludum.
“Sen iyice beni dövmeye alıştın, evde ablan bizimkileri paralar burada sen. Genlerinizde olsa gerek.” Dalga geçmede üzerine yoktu.
“Eğer biraz daha konuşmaya devam edersen asıl hünerlerimi senin üzerinde sergilemekten hiç çekinmeyeceğimi bil.” dedim munzur bir sesle. Kalp atışlarının ritmi değiştiğinde kaşlarımı çatmıştım. Aklından geçen şeyi tahmin etmek öyle zor değildi. Karnına bir tane daha vurduğumda bu sefer anırırcasına gülmüştü.
“Aklına mukayyet ol Köksoy!” dedim sinir bozucu bir sesle.
“Seni tanıdıktan sonra onu kaybettim sevgilim!” dedi boğuk bir sesle. “Sus.” Demiş ve bir daha hiç konuşmamıştık. O bana karşı ne kadar yumuşaksa bende bir o kadar katı olmaya çalışıyordum. Bu yolun sonunda kendini suçlu çıkartmasını istemiyordum her şeyi üstleniyordum. Kabul ettim.
Bir süre sonra uykunun sıcaklığına teslim olmuştum. Böylesi huzurlu uykuyu bir annemin iki Uluğ’un kollarında tatmıştım. Başka da kimsenin kollarında bu uykuyu tatmayacağımı adım kadar emindim. Tanrıya yalvarıyorum daha fazla bu kör kuyuya bağlanmamak için... Direnmenin ne kadar faydasız olduğundan haberdardım lakin bir şey yapmak geliyor içimden. Belki de gelmiyordu sadece kendimi avutuyorumdur…
Bir sarsıntı ile irkilmiştim. Başımı huzursuzca oynattığımda boynumda bir sızı oluşmuştu. Yüzümü ekşitmiş ve birkaç saniye acımın dinmesini beklemiştim. Gözümü araladığımda ise var olan ışıktan ötürü rahatsız olmuş ve yeniden gözümü yummuştum. Kulağıma araba sesi geliyordu, bu beni biraz meraklandırdığı için yeniden gözlerimi aralamıştım. Bu sefer hiçbir rahatsızlık duymamıştım. Etrafıma göz attığımda, arabada olduğumu görmüş şoför koltuğuna baktığımda ise Uluğ’un ciddiyetle arabayı sürdüğünü görmüştüm. Ama burada değil gibi, bir eli direksiyondayken diğer eli ise telefondaydı. Biri ile mesajlaşıyordu ve oldukça gergindi.
“Uluğ?” Çatlamış sesim ile konuşmuştum. Sesime karşı irkilmişti. Dediğim gibi uzun bir süre aklı burada değil gibiydi.
“Uyandırdım mı? Yol biraz engebeli.” dedi kısık bir sesle.
“Sorun değil de ne zaman buraya geldik, en son salondaydık.” dedim kafası karışmış bir üslupla.
“Akşam olmadan yola çıkmalıydık, şirkette birkaç işim var. Bende seni uyandırmak istemedim. Hem iki saate evdeyiz.” Diye açıkladı.
“Anladım.” Demiş ve önüme dönmüştüm. Üç gün boyunca bir rüyadaydım ve şimdi uyanma vaktiydi. Üzerimde tatil yaptığımız o kasabadaki butikten parçalar bulunuyordu. Altımda mini çiçekli bir etek üzerimde ise crop beyaz tişört vardı.
“Rüyadan uyanma vakti geldi diyorsun yani.” dedim munzur bir sesle. Kaşlarını çatmış ve bana bakmıştı.
“Öyle bir şey demiyorum, farkındayım üç gündür hiçbir şey düşünmeden bir zaman geçirdik, bu demek değil ki dertlerimizden kurtulduk. Şu an gelecek için savaşma sırası... Bu süreçte olabildiğince bu konuların dışında tutacağım seni. Aklın kalmasın.” Düz ve netti sözleri.
“Bu konuları başlatan benken nasıl dışında kalabilirim ki?” dedim ümitsiz bir üslupla. Sözlerim hoşuna gitmemişti.
“Öncelikle evet senin vesilenle buraya geldim ama haberi alır almaz benim buraya gelmem için bir bahane olduğunu anladım. Altı yıla yakındır ellim kolum bağlı bir biçimde etrafımdakilerle tehdit edildim ve ben hiçbir şey yapamadan öylece oturdum. Buna bir son vermem ve o masaya en güçlü halimle geri dönmem gerekiyordu. Tolga’nın ölümü de buna vesile oldu. Yani demem o ki, Tolga’nın ölümü bahane masa şahane!” Sonlara doğru esprili bir tutum sergilemişti. Dediği söze karşı gülmeden edemedim.
“Uluğ ya, bazen sana hayret ediyorum.” Yüzümde kalan tebessümle konuşmuştum. O da gülüyordu.
“Travma yaratacak derecede büyük olayları hep dalgaya vuruyorsun. Bazen kalbinin olduğundan şüphe duyuyorum.” dedim merakla. Ağzından çıkan dumanı hayranlıkla izledim. Üzerindeki siyah gömleğin üst döğmeleri açıktı. Kollarının şişkinliğinden patlayacağını sandım.
“Ciddiye alsam kafayı yerdim de ondan.” Demiş başını arkaya yaslamış ve bana göz kırpmıştı. Bu tavrına tebessüm etmiştim.
“Bir ara İstanbul turu yapalım mı?” dedim konuyu değiştirerek.
“Hım neden olmasın.” Diye cevap vermişti. Başımı arkaya yaslamış geçtiğimiz yerleri incelemeye başladım. Etraftaki koca koca binalara baygın gözlerle baktım.
“Ablama ne diyeceğim ben?” Kendi kendime mırıldanmıştım. Uluğ’un bana doğru döndüğünü hissetmiştim lakin ben yine de pozisyonumu bozmamıştım.
“Onun buradan gitmesi gerekiyor biliyorsun değil mi?” Benim soruma tezat bir cevap vermişti. Ciddi bir ses tonuna bürünmüştü. Merakla ona döndüğümde önüne baktığını ve yüzünün hiçbir şekil almadığını görmüştüm.
“Bende farkındayım ama anlamadığım senin neden bunu sürekli dillendirmen? Kaçırılmadan önceki gece de bunu söylemiştin, bilmediğim bir şey mi var?” Diye sordum. Yan gözle bana bakmış ve sigarayı dudaklarına sabitlemişti. Sigara dudaklarındayken konuşmaya başlamıştı.
“İşler karıştı ve daha da karışacak, ben o masaya oturana kadar etraf yangın yerine dönecek. Demek istediğim onu korumak istiyorsan buradan göndermenin bir yolunu bulmalısın.” Ciddiyeti karşısında kasıldım. Stresli bir nefes vermiş ve başımı koltuğun başlığına yaslamıştım.
“Bulmalıyız demelisin çünkü onu buraya getiren sensin.” dedim sitemkâr bir tavırla.
“Ben onu buradan kolaylıkla gönderebilirim güzelim ama hoşuna gider mi sanmam!” Demiş yan gözle bana bakarak. Sesli bir nefes vermiş ve yolu izlemeye koyulmuştum. Düşünmek katlanılmaz bir hal. Her şeyi biliyorken muş gibi davranmak beni deli ediyordu. Ama susacağım her şey olacağına varırdı. Benim söylemem ölümümü yaklaştırmaktan başka hiçbir halta yaramazdı.
Bir saattin sonunda ev gözükmüştü. İçime büyük bir huzursuzluk kaplamış, avuç içlerim terlemişti. Ellimin üzerine destek olmak istercesine elini koymuştu.
“Her şey düzelecek sakin ol sen?” Deyip avuç içimden öpmüştü. Bu tavrına karşılık yeniden gözlerim dolmuştu. Yüzüme detaylıca bakmış ve kaşlarını çatmıştı. Bakışlarım her şeyi ele veriyordu. Ve o bunun farkındaydı ama itiraz etmiyor, kabullenmiş gibi bir hali vardı. O da bende sonumuzu biliyor ve bu kısa hikâyenin tadını çıkartmanın derdindeydik.
Bahçenin giriş kapısının önündeki adamlar otomatik kapıyı açmış ve kenara geçmişlerdi. Bahçeye giriş yapmış ve Uluğ arabayı park etmişti. Nefret içerisinde eve bakmıştım. Uluğ arabadan indiğinde bende daha fazla onu bekletmeden arabadan inmiş ve yanına varmıştım. Yanımıza hızlıca Arif gelmişti. Dudağındaki yara geçmek üzereydi.
“Abi hoş geldin,” Demiş başını eğerek. Ardından bana bakmış aynı ona gösterdiği saygıyı bana da göstermiş ve başını eğmişti. “Sende hoş geldin yenge.” Mahcup hali ve o son söylediği kelimden dolayı tüm kan yanaklarıma toplanmıştı. Uluğ’a baktığımda Arif’in omzuna vurmuş bu tavrından ötürü hoşnut bir hal almıştı.
“Bir daha bana yenge demeyeceksin Arif, anladın mı?” Onlara tezat bir üslupla. İkisi de bana dönmüş, Uluğ gözlerini kısmıştı.
“Emredersin yenge.” Aynı Uraz’ın tutumuna sahipti. Niye şaşırıyorsan, aptallık bende. Öfkeyle ona bakmış yüzünü dağıtmamak için kendimi çok zor tutuyordum.
“Neyse Arif sen gidebilirsin.” Uluğ benim aksime oldukça keyifliydi. Arif’in yanımızdan ayrılması ile uslanmaz bakışları ona yöneltmiştim.
“Neden bir şey demiyorsun, bu durumdan oldukça memnun gibi duruyorsun.” Rahatsız bir sesle konuştum. Uluğ yine en güzel bakışları ile bana dönmüştü.
“Memnunum çünkü, aitlik hissini baya bir sevdim.” Demiş yüzündeki tebessümü ile.
“Aitlik bir kelime ile mi belli oluyor?” Onun aksine sert bir tutum sergilemiştim.
“Elbette değil ama bu aşama için bile yeterli.” Tüm ketum tavırlarıma inat uysaldı. Şüphelenmiyor değilim. “Ama anlayamadığım bu durum seni neden bu kadar rahatsız ediyor?” Devam etmiş ve gözlerini kısmıştı.
“Farkındaysan daha ortada somut bir şey yok. Ne olacağı belli değil ve herkesin çoktan kabul etmesi dengemi bozuyor. Bunun yanında ablamın bunca şeye vereceği tepki var ve bir patavatsızın gelip o kelimeyi ablamın yanında söylemesi onun sinirini bozacak. Şayet onun buradan gitmesini istiyorsak öncelikle aramızda kuvvetli bir şeyin olmadığını ona ikna etmemiz gerekiyor.” Tuhaf bir yüze bürünmüş ve benden uzaklaşmıştı.
“Somut bir şey derken Mihran?” Beni anlama çabası içerisindeydi fakat öfkelenmemek için kendini de zor tutuyor gibiydi.
“Onca sözden buna mı takıldın gerçekten!” dedim şaşırmış bir edayla. Etraftaki tüm korumalar biz konuşmaya başladığımızda Arif’in el işareti ile bizden uzaklaşmışlardı.
“Evet aynen öyle, şimdi bana somut diye bahsettiğin o kavramı lütfen açıklar mısın?” Sabrı yok ve burnundan soluyordu.
“Yolumuz belli değil ve nereye savurulacağımız meçhul bunu demek istedim. Daha başlangıç noktasında bile değiliz. Kim bilir günü gelir düşman bile olabiliriz. Ve bunca bilinmezliğin içerisinde bir gerçek aramak ne kadar doğru?” Her sözümü tüm sakinliği ile dinlemişti. İki dudağını da dişleri arasına almış ve ensesine kendine gelmek adına iki kere vurmuştu.
“Sen açıkça desene benim bu ilişkiye bir inancım yok diye. Daha baştan ümitsizsin, ne diye beni sürüklüyorsun!” Dişlerini sıkarak sözlerini kusmuştu. Yine öfkesini bastırma çabası içerisine girmişti. Bu tepkisi bende buz etkisi yaratmıştı.
“Ben öyle bir şey mi diyorum Uluğ?”
“Ne diyorsun Mihran?” Yüzünü buruşturmuş, beni anlama çabası içerisine girmişti. Derin bir nefes almış ve başımı tereddütle etrafa çevirmişti. O sıra gözüm bizi camdan izleyen Merve’yi görmüştü. Hızlıca bakışlarımı ondan koparmış ve Uluğ’a dönmüştüm.
“Korkuyorum.” dedim hüzünle. Uzun bir süre bana bakmıştı.
“Anladım ama en iyisi biz sonra konuşalım çünkü ben şu an seni anlayabilecek bir psikolojide değilim.” Soğuktu bana karşı bir mesafe inşa etmişti. Kendimden bıktırıyordum, aynı herkesi bıktırdığım gibi. Bir cevap beklemeden eve doğru ilerlemeye başlamıştı. Stres içinde yüzümü sıvazlamış ve onu takip etmiştim. Ne yapmalıyım bilmiyorum. Onu kendimden soğutmak istemiyorum ama bağlanmasına da karşıyım. Bu çelişkiler içerisinde yanında durmaya çalıyorum. Ve bu yüzdende hiç sağlıklı bir ilişki kuramıyorduk.
Salona girdiğimizde Zafer Usta bizi karşılamıştı. Yanında tanımadığım üç adam daha vardı. Mert ile Korcan’da onlarla birlikte oturmuşlardı. Herkesin bakışları bize döndüğünde titrek bir nefes vermiştim. Uluğ tüm saçmalıklarıma inat elini elime kilitlemişti. Şaşkınlıkla ona baktım ama onun bakışları Zafer Ustadaydı.
“Hoş geldiniz.” Zafer Ustanın öylesine söylediği bir söz değildi. Ben size göstereceğim tarzındaydı. Ayağa kalkmış ve tanımadığım adamlara dönmüştü.
“Yarın toplantıdan sonra bazı şeyler netlik kazanacak inşallah, şimdi bize müsaade edin lütfen.” Onlarda emir almış gibi ayağa kalkmış herkesle vedalaşıp evden ayrılmışlardı.
“Oo kimler gelmiş kimler…” Arkadan duyduğum ses ile o yöne doğru bakmıştım. Merve merdivenlerden inmiş bize doğru geliyordu.
“Herkes susun ne diyeceksem ben diyeceğim.” Zafer Ustanın söylemi ile Merve yanımdan geçerken omzu ile omzuma vurarak geçmiş ve tam karşımda durmuştu. Çıldırmamak elde değil. Zafer Usta tam sesini yükselteceği anda Uluğ’un tok ve gür sesi yankılanmıştı.
“Diyecek hiçbir şey yok, herkes haddini ve yerini bilsin ona göre davransın!” Korcan’ın sessiz ve soğuk bakışları beni geriyordu. Tek noktaya ellerimize bakıyordu. Mert ise oldukça sakin ve tepkisizdi. Bunların olacağından haberdarmış gibi.
“Sende yerini bil ve yanımıza gel!” Herkesten beklerdim de Korcan’dan bu tepkiyi ölsem beklemezdim. Uluğ’a baktığımda gülümseyerek Korcan’a baktığını görmüştüm.
“Sizin yanınız mı benim yerim?” Dalga geçer bir üslupla sormuştu. Hepsi Uluğ’u analiz etme derdindeydiler. Bana bakmıyorlardı dertleri Uluğ’du. Ben yokmuşum gibi davranılıyordu.
“Orası mı senin yerin?” Yine aynı soğuk bakışlarıyla Uluğ’a karşılık verdi. Korcan gözüme bambaşka biri gibi gelmişti. Ne olmuştu bu çocuğa böyle? Uluğ’un cevabını beklemeden araya Zafer Usta girmişti.
“Yeter, bu saçmalığa bir son istiyorum artık! Üç gündür ayakta zor duruyorum, bana bir açıklama borçlusun çocuğum.” Sabrı tükenmiş fakat mecali yok gibiydi.
“Kimseye borçlu değilim Usta, borçtan da hazzetmem zaten.” Demiş onlardan daha sert bir tutumla. Zafer Usta sinirlerine hâkim olmaya çalışıyordu.
“Madem sen bana saygı duymuyorsun o zaman günahta benden gider oğlum.” Huzursuz sesi ile kalktığı koltuğa yeniden oturmuştu. Aynı şekilde diğerleri de yerlerini almıştı fakat Uluğ yerinden kıpırdamamış elimi daha da sıkmıştı.
“Elini tutuyorsun? Bu ondan vazgeçmem demek oluyor, o halde Behçet amcanın da her şeyi öğrenmesinde bir sakınca görmüyorsun?” Sakinliği acımasızlığından geliyordu. Duyduğum kelimelerden sonra elimi çekmek istemiştim lakin buna izin vermemiş parmaklarını parmaklarıma daha da geçirmişti. Ben tereddüt ve korku içerisinde her birine bakarken o oldukça cesur ve söyleyecekleri her şeyi biliyormuş gibi davranıyordu. Yüzünde dalgacı bir gülümseme oluştu. Her birine üsten bir bakış atmıştı.
“Tehdit ediyorsun ve ne acı ki ben bunu çok önceden hesaplamıştım. İstediğine dilediğini söyleyebilirsin hem bilirsin beni önceden planlamadan hareket etmem, mizacıma ters! Her şeyi göze aldım Usta.” Emin duruşu beni şüphelendiriyordu. Bana ne ara bu derecede bağlandığını idrak edemiyordum. Her biri Uluğ’a düz bir biçimde bakıyor ve bu davranışı karşısında bir konuda şüpheleniyormuşçasına bir yüze büründüler. Zafer Usta kendinden emin bir şekilde gülümsemişti.
“Bilirim ya hem de çok iyi bilirim, sen sevdiğin hiç kimseye sevdiğini göstermez, onu senden almasınlar diye de en uzağında tutarsın fakat şu an bir tezatlık var evlat.” Arkasına yaslanmış ve sonunda bakışları bana dönmüştü. Üzgün fakat öfkeliydi. “Şayet onu seviyor olsaydın herkesin içerisinde öpmezdin oğlum. Bir planın varsa dahi bunu yapmana izin veremem, sende iyi biliyorsun ki bu konular için dedene söz verdim.”
Tüm dedikleri beynimde volkanların patlamasına neden olmuştu. Ve aklıma o not gelmişti. “Seninle dost olmak isteyecekler ve sonra seni yem olarak kullanacaklar.” Böyle bir ihtimal olabilir miydi? İmkânsız Uluğ bana bunu asla yapamazdı. Ben ona ihanet edecekken o da mı bana ihanet edecekti. Bu mümkün müydü? Titrek bir nefes vermiş ve ona bakmıştı. Bana bakmıyor bakışları Zafer Ustadaydı. Canım yanmış ve kırılmıştım.
“Hatırlar mısın usta, Saye’ye çok değer verirdim. Onu büyütmüş ve onunla büyümüştüm ama hiçbir zaman ona sevgimi veremedim, vermek istemedim. Aynı şekilde dedem ve teyzem içinde bu geçerli, sevdiğim kimse ile bir samimiyet kuramıyordum. Küçükken o kadının onlara zarar vermesinden korktum ve hiçbir zaman yanaşamadım. Büyüdüm ve bu sefer de masanın değer verdiğim tüm insanlara ellemesinden çekindim. Hayatım boyunca çekindiğim ve korktuğum ne varsa hepsini kaybettim. Ölümünü asla kabul edemem dediğim kim varsa kollarımda son nefeslerini verdiler.” Demiş duruşu gibi sesi ve yüzü de donuktu. Hepsi o alaycı tavrı bir kenara atmış dikkatle Uluğ’u dinliyorlardı. Ve oldukça şaşkındılar.
“Ve ben şunu anladım, bir kendi canım için korkmadım. O da halen gördüğünüz gibi hayatta. Ne kadar güçlendiysem bir adım geriye gittiler. Nasıl ki kendi canım için korkmadıysam aynı şekilde Mihran’ın canı içinde korkmayacağım ve bunu tüm cümle allem önünde anbean göstereceğim. Onun da en az benim kadar güçlü olması için canım pahasına da olsa savaşacağım. Ha bu yolda yanımda olmasanız ne zaman oldunuz ki der size elleşmem bile. Ben olacak ve olması ihtimali ne varsa düşündüm. Ona rağmen göze aldım.” Her sözü kalbime oturmuştu. Küçüklüğü beni yaralıyordu. İçime bir şüphe konmuş fakat ona olan duygularım daha ağır basmıştı.
“Tüm söylediklerinde haklısın ama ya ters teperse, hiç düşündün mü bunu?” Zafer Ustanın düşündüren sorusu kafa karıştırıcıydı. Uluğ bana dönmüş ve sesli bir nefes vermişti. Bakışları halen bendeyken konuşmuştu.
“İyisiyle kötüsüyle her şeye razıyım, göze aldım.” Söylemleri anlamlıydı fakat neden ben farklı şeyler düşünüyordum. Daha az önce kapının önünde tartışmıştık şimdi ise bana olan aşkını haykırıyordu. Endişeliydim.
“Peki evlat ama şunu söylemeliyim ki ben bu ilişkiyi onaylamıyorum. Hiçbir durumda bu konuda yanında asla duramam!” Kederli bir yüzle bunları söylemişti. Uluğ’un gerildiğini sırt kaslarından anlamıştım.
“Bizde karşıyız, bundan sonra değil aynı çatı altında işimiz düşmedikçe yan yana bile gelmeyelim mümkünse.” Korcan’ın bu tepkisi karşısında şaşırmadan edememiştim. Uluğ ise oldukça rahattı. Hepsini tanıyordu ve kim ne tepki verirse versin o bihaberdi.
“Kesinlikle öyle.” Diye ekledi Merve. Mert, Korcan ile Merve’ye tereddüt içerisinde bakmış ve başını eğmişti. Karşıydı fakat bu kadar tepkinin yersiz olduğu yönündeydi.
“Can sağlığınız, mühim değil.” Uluğ’un sesinden kırıldığını sezmiştim. Evet kesinlikle kırılmıştı çünkü işaret parmağı ile elimde daireler çiziyordu. Ne zaman canı sıkılsa aynı dedem gibi elime birtakım işaretler resmediyordu.
“Ben sizin yanınızdayım yavru kurtlarım.” Duyduğumuz sesten ötürü arkamızda kalan mutfağa doğru dönmüştük. Elinde dilimlenmiş şeftali tabağı ile mutfaktan çıkan Uraz oldukça neşeli gözüküyordu. Ağzına tıka tıka bize doğru gelmişti.
“Benim de en şaşırdığım ve en merak ettiğim kısım da bu oldu. Ne iş sen Uraz?” Merve’nin sorgulayan öfkeli sesi beni delirtiyordu. Ona tahammüllümün olmadığını anlamıştım.
“Kızım ben bu adamla buralara kadar geldim ve yine bu adamla da gideceğim. Siz istediğiniz yere siktir olabilirsiniz, orası beni ırgalamaz. Benim tarafım her zaman belliydi.” Yanımıza geldiğinde bana karşı göz kırpmıştı. Ağzına bir parça daha atmış ve elindeki tabağı bana doğru uzatmıştı.
“Yersin yenge?” Gözlerimi kısmış ve elindeki tabağa bakmıştım. Sesli nefes bırakmış ve gözlerimi büyütmüştüm. “Kalsın Uraz kalsın.” Diye sitem de bulunmuştum. İşaret parmağını göz hizama getirip aşağı yukarı hareketlerde bulunmuştu.
“Bence biz senle süper bir ikili olacağız bak demedi deme!” Alaycı bir üslupla konuşmuştu.
“Allah korusun!” Diye karşılık verdim. Bu cevabıma daha bir gülmüştü. O sıra dış kapı büyük bir gürültü ile çarpılmıştı. Herkes tedirginlikle ayağa kalkmış ve salonun giriş hölüne ilerlemişti. Daha birkaç adım atmadan hızlı bir biçimde bize doğru gelen ablamı ve Vefa abiyi görmüştüm. Direkt bakışları bana çarpmış ve ışık hızı ile birleşen ellerimize çevrilmişti. Aynı hızla bende elimi elinden kurtarmıştım, boşluğuna gelmişti ve tuhafça bana bakmıştı. Yüzü kıpkırmızı ve sinirden saçlarını yolacak derecede elleri titriyordu.
“Hatırlıyor musun hani bana demiştin ya, burası ne yeri ne de zamanı diye işte o yüzden şimdi düş önüme ikimiz baş başa odada konuşacağız.” Önce Uluğ’a hemen ardından bana yönelik konuşmuştu. Ben daha tepkimi veremeden Uraz atlamıştı.
“Of be baldo pirinç, hayır ya ben kabul etmiyorum! Aynı Merve’yi patakladığın gibi burada döv Mihran’ı vallahi de ayıplamayız.” Oldukça ciddi bir yüzle bunu dillendirmişti. Uraz ablama baldo pirinç mi demişti? Koşarcasına sehpanın üzerine tabağı barakmış ve donuk bir yüzle Meyra ablama bakmıştı.
“Uraz daha devam edersen dayak yiyen sen olacaksın!” Merve’nin tehditkâr sesi ortaya düşmüştü.
“Gururu okşandı, çok da kale almayın.” Sanki o uzaktaymış da duymasın diye sessiz bir tonda söylemişti.
“Mihran!” Ablamın ikazı ile ona doğru ilerleyeceğim sıra Uluğ elimi tutmuştu. Şaşkınlıkla ona dönerken, benimle gelmek istediğini anlamıştım. Gözlerimi yumuş ve bir problemin olmadığını ona anlatmak istemiştim. Bakışları çok şeyi anlatıyordu, tereddütlük vardı. Aynı bende olduğu gibi…Ondan usulca uzaklaşmış ve ablama bakmadan yanından geçip üst kata doğru ilerlemiştim.
Üstümde bir vazgeçiş vardı, ablama bir şeyleri anlatmak veya bana sarf edeceği hiçbir kelime umurumda bile değildi. Aklımda, fikrimde onu düşünüyordu. İmkânsız birlikteliğimize… Öyle bir raddedeyim ki onun varlığı karşısında herkesin bendeki yeri tuzla buz olmuştu.
Odaya adım attığımda iyi hissetmediğimi sezmiştim. Yine burada olmak canımı sıkmıştı. Kapı sesi ile arkama dönmüştüm. Vefa abi gelmemiş, tekti. Zehir zemberek sözlerini kusmasını bekledim. Uzun bir süre bana bakmamış, tek kelime etmemişti. Uzun bir süredir dolu olan göz pınarları yavaşça süzülmüşlerdi. Yine bir tepki vermemiş söze onun başlamasını beklemiştim. Başını yana yatırmış umutsuzca başını sallamıştı.
“Ziyan ediyorsun,” Demiş kırık bir sesle. Onu dinleyecek hemen ardından tüm kelimelerini unutacaktım. “Hiç mi acımıyorsun kendine?” Diye soludu. Yutkunmak istemiş fakat genzim yanmıştı. “Oysa daha adam akıllı yaşamadın bile?” Ağzından kaçan hıçkırık ile birkaç dakika beklemişti. Tüm sözleri beynimde çınlıyordu.
“Anneme ne söyleyeceğim ben Mihran?” Geleceği görüyormuş gibi acı çekiyordu. Bu sözü beni kırmaya yetmişti. Gözümden yaşlar akmaya başlamıştı bile. “O yaştaki kadına kızın celladına âşık oldu mu diyeyim.” Bu sözü öfkeyle solumuştu.
“Abartma!” Onun aksine sakin bir sesle.
“Seninle hayallerimiz vardı, sonu gözükmeyen denizin kıyısında piknik yapacaktık. Efil efil elbiseleri giyecek çimenlerde koşacaktık…” Acı çekiyordu. Aynı benim çektiğim gibi.
“Ama artık bir umudum kalmadı, bu şehirden cenazeni almaya geleceğim. Bunu iliklerime kadar hissediyorum... Mihran? Ben korkmaya başladım ve sen göz göre göre ellerimden kayıp gidiyorsun. Bana hiçbir kapı aralamıyorsun, ölüm kokuyorsun.” Yere çömelmiş ve sırtını yatağa yaslamıştı. Onun önüne oturmuş ve bağdaş kurup ellerini ellerimin arasına almıştım.
“Abla bak ben ne yaptığımı biliyorum ve sana söz veriyorum bana hiçbir şey olmayacak.” Tüm samimiyetimle konuşmuştum. Masmavi hareleri solmuştu.
“Biz ne yapıyoruz, neredeyiz? Tamam bir suç işledin belki ama onun da bir cezası bir usulü var. Her gün ölümle burun buruna gelinmez ki? Bu insanları tanımayız etmeyiz, bak onlar aralarından birini kaybetti ve öyle ya da böyle tek sorumlu sensin! Hiç aklına bu ölen çocuğun annesi ile babası gelmiyor mu? Ya öğrenirlerse seni, yaşatmazlar ki… Yapma, ben düşündükçe deliriyorum. Bu kadar kişi ile savaşamazsın!” Her halinden kahroluyordu. Daha fazla dayanamamış hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştım.
Eskisi gibi beni göğsüne çekmişti. İkimizde hıçkıra hıçkıra ağlıyorduk. Geçmişe, bugüne ve geleceğe… Dakikalarca gözyaşlarımızı dökmüştük.
“Mihran…” Sakin bir ses tonu ile bana seslenmişti. Burnumu çekmiş ve ondan uzaklaşmıştım. Ona baktığımda halen yaşlarının aktığını görmüştüm. Hüzünle ona baktım. Buraya gelmesi büyük bir hataydı.
“Benim aklıma bir şey geliyor.” Demiş kırgın bir ses tonuyla konuştu. Susmuş ve merakla ona bakmıştım.
“Çok düşündüm ben, diyorum ki Poyraz’a haber mi versek?” Dilenir bir biçimde konuşmuştu. Duyduğum sözlerden sonra kan beynime çıkmıştı.
“Sakın abla, öyle bir şey yapmak aklının ucundan bile geçmesin.” Öfkemi dizginlemekte güçlük çekiyordum.
“Fevri karar verme, sen bilmiyorsun ama komiser olarak tayini buraya düşmüş.” Heyecanlı bir biçimde cevap verdi. Bunu duymak içime ferahlık getirmişti. Güvendiğim biri ile aynı şehirde olmak iyi hissettirmişti. Poyraz abi, öz Ömer amcamın oğluydu. Dedem her zaman beni ona emanet ederdi, abimden yaşça büyüktü ve kaç kere benim için onu dövmüştü saymadım bile. En son Rize’de polislik görevini icra ediyordu.
“Hayır abla istemiyorum. Tüm ailemize haber verir, dedem bile o hali ile buraya gelmek ister saçmalama.” Telaşla konuşmuştum.
“Ben onunla konuşurum her şeyi anlatırım. Biliyorsun ailenin en akıllı adamı, ondan başka kimse bize yardım edemez. Bak Mihran geç olmadan seni güvenceye almalıyız.” Ellerimi tutmuş beni ikna etmeye çalışıyordu.
“Abla lütfen sen görmedin ama ben baştan beri bu insanları tanıyorum. Ve bir insan evladının dokunmak istemeyeceği kadar yüksekteler. Kimsenin gücü Uluğ’a yetmez, hatta bazen devletin bile onun yanında olduğunu seziyorum. Benim yüzümden Poyraz abinin kariyerinin heba olmasına izin veremem!” Çaresizce boynumu bükmüştüm.
“Mihran…” Bendeki çaresizlik onda da vardı. Yeniden beni kendine çekmiş ve sıkıca sarılmıştı.
“Korkma ama sen, o ne yazık ki beni ne pahasına olursa olsun koruyacak. Gördüm gözlerinde abla.” Başım göğsünde usulca konuşmuştum.
“Onu gerçekten de seviyor musun?” Bunu söylemesi ile yüzümü buruşturmuştum. Kalbime bir ağrı saplanmıştı. Yaşlarım yerini biliyormuşçasına yol çizmişlerdi.
“Acı verecek kadar.” Titreyen ve kısık sesimi duymakta güçlük çekmiştim.
“Hep düşünürdüm acaba âşık olursa nasıl olursun diye ama bunu düşünmemiştim. Ah Mihran hiç olacak iş mi ablacım.” Bağırmasını bana kızmasını beklemiştim ama beklediğim gibi olmamıştı.
“Merve gibi beni de pataklamanı bekliyordum.” Derken kıkırdamıştım. O ise kahkaha atmıştı. Bir süre sonra durulmuş ve sessizleşmişti.
“Hakkım yok ki keza öyle bir lüksüm de yok. Ancak ve ancak seninle birlikte ağlayabilirim. Hiçbir zaman diliminde yanında olamadım, hissettiğin duygular yüzünden seni yargılayamam ki.” Hüzünle mırıldanmıştı. Tekrardan konuşmaya başladı.
“Ama korkuyorum, ilk kez seni canım pahasına korumak istiyorum. Bu yolun sonunda seni canlı görmeliyim yoksa asla kendimi affetmem Mihran!” Tüm çaresizliği odayı sarmalamıştı.
“Daha fazla üzme kendini, akışına bırak biraz. Korkma hiçbir şey olmayacak.” Onu sakinleştirmek için yumuşak bir ses tonu kullanmıştım.
Aradan yarım saat geçmiş ablamla yatağın üzerinde uzanmıştık. Ben tavanı izliyordum o ise daha yeni uykuya dalmıştı. Yüreğim kederle aklım ise Uluğ’daydı. Ona karşı istemsiz bir mesafem oluşmuştu. Zafer Ustanın söylemleri kafamı karıştırmıştı. Oysa bunu düşünmeye bile hakkım yoktu. Susacağım her Allah’ın günü ona ihanet edecektim. Belki beni kandırıyordu belki de kafasında bin bir türlü plan geçiyordu. Geçebilirdi, hakkıydı belki de. Şüphe içimi kemiriyordu ama sesimi çıkartamıyordum. O hak benden alınmıştı.
Kapımın çalınması ile eteğimi düzeltmiş ve usulca yataktan kalkmıştım. Ablama baktığımda uykuya devam ettiğini görmüştüm. Saçlarımı arkaya almış ve yüzümü sıvazlamıştım. Kapıya varmış ses çıkarmamaya özen göstererek kapı kolunu indirmiştim. Aralanan kapının ardında ömür boyu baksam da doyamayacağım o yeşil hareleri görmüştüm. Detaylıca yüzüme bakmış ve ardımda kalan yatağa çevirmişti bakışlarını. Koridora çıkmış yavaşça kapıyı geri kapatmıştım. Tam karşımda bana iç çekerek bakmıştı.
“Nasıl geçti, iyi misin?” Demiş usulca. Kollarımı göğsümün altında bağlamış sırtımı arkamda kalan duvara yaslamıştım.
“Sandığım gibi olmadı diyelim, iyiyim. Sen peki?” dedim merakla. Yanıma yaklaşmış ve parmakları ile saçımdan bir tutamla oynamaya koyulmuştu.
“Tahmin ettiğim gibi oldu diyelim, iyiyim.” Tebessüm etmiş ve saçlarıma büyük bir özlem içerisinde bakmıştı.
“Neden öyle bakıyorsun?” Diye sordum. Bakışlarını gözlerimde sabitlemiş.
“Çok güzeller de ondan.” Sesiz fısıldayışı beni kendimden geçirecekti. Onun beni seyredilişine hayrandım.
“Mihran? Kafan karışmasın olur mu?” Ciddiyetle konuştuğunda kendimi dikleştirmiştim.
“Neden karışacak ki anlamadım?” Aptala yatmıştım. Bilen bir edayla gülümsemişti.
“Güzelim seni tanıyorum o yüzden senden tek ricam etrafa kulak asmaman. Herkes konuşur sen benim gözlerime bak.” Bir insanın ses tonu karizmatik olur muydu? Oluyormuş. Bu sözden sonra bir şey deme lüksüm yoktu. Başımı yana yatırmış ve gülümsemiştim.
“Zor bir yol bizi bekliyor.” İçimdeki huzursuzluğa engel olamıyordum.
“Kolayı herkes yapar küçük hanım önemli olan o zorluğu aşmak, ben inanıyorum. Genel de hissettiklerim çıkar ve seninle bir ömür görüyorum.” Hayali bile çok güzeldi. Ama işte hayali…
“Umarım Uluğ, umarım dediğin gibi olur.” Yüzümdeki tebessüm ile cevap vermiştim. Bakışlarından cevabımı beğenmediğini anlamıştım.
“Kırgın değilsin değil mi bana?” Diye sordum. Yüz şekli düzdü hiçbir şey anlayamamıştım.
“Hangi konuda?” Bilmiyormuş gibi davranıyordu.
“Evin önünde sana söylediklerim için?” İster istemez mahcup bir ses tonu içinde konuşmuştum.
“Fazla tepki verdim değil mi?” Saçını kaşıyarak sormuştu. Bunu düşünüyor olamazdı.
“Saçmalama, yerinde bir sitemdi fakat benim dobralığım seni incitsin istemem.” Sakin ve anlayışlı bir biçimde konuşmak için çalışıyordum. Dudaklarında küçük bir tebessüm oluşmuştu.
“İmkânı yok böyle bir şeyin, hem hakkım da yok. Baştaki davranışlarımdan dolayı her şey bana müstahak. Evet bazen öfkelenebiliyorum ve bunu sezdiğim an konuyu orta yerinden kesiyorum. Çünkü hakketmediğin onca şeyle karşı karşıya kaldın ve benim senin yanında boynum kıldan ince.” Tüm samimiyeti ile dillendirmişti. Bu lafları hiç sevmemiştim.
“Yanlış düşünüyorsun, evet iyi başlamadık fakat şu an buradayız ve eğer seni kırıyor aynı şekilde benim gibi düşünmüyorsan bunu bana açıkça söylemelisin. Ben bazen ağzımdan çıkanları çok sonradan algılıyorum ama eğer sen beni uyarırsan o vakitte hatamı anlar ve senden özür dilerim. Uluğ ben aramıza bir soğukluğun girmesini istemiyorum.” Onun kadar samimi olmaya çalışmıştım. Bu sözlerim hoşuna gitmiş ve gözünün içi parlamıştı. Yanıma yaklaşmış elini boynuma koymuş ve okşamaya başlamıştı.
“Hiçbir kuvvet aramıza girmeye cüret edemez güzelim.” Tok sesi ve bakışları bedenimde yangınlar yaratıyordu.
“Uluğ?” Sesim istemsizce kısık ve cilveli çıkmıştı. “Hı?” Bakışları dudaklarımdan ayrılmıyor bu yoğun duyguların arasında eziliyordum. Dayanamamış elini çekmiş ve duvardan yana kaymıştım.
“Hava almalıyım, hem sıcakta oldu.” Açıklamak istercesine dedim. Bu tepkime gülmeye başlamıştı.
“Uluğ!” Sitemli bir tavra bürünmüştüm. Derin bir nefes almış ve kendine gelmeye çalışmıştı.
“Sustum.” Küçük bir çocuğa dönmüştü. Sonunda kendine geldiğinde karşımda durmuştu.
“Birazdan şirkete gideceğim, akşama gelip gelmeyeceğim belli değil. Merve, Mert ve Korcan gittiler, artık burada kalmayacaklar. Canını sıkacak herhangi bir şey yok fakat ben yine de uyarı da bulundum.” Düşünceli ve sakin bir edayla.
“Açıkçası benim açımdan onların gidişi iyi oldu ama senin hissettiklerini merak ediyorum.” Stres içerinde dişlerimi alt dudağıma geçirmiştim.
“Benim için önemli bir konu değil onlara hatta kimseye karşı bir bağlılığım yok. Yaşamaları yeterli ha yanımda ha uzakta, aramam.” Sakin ve düz bir ses ile bunu söylemişti. Söylediği sözler beni düşündürtmüştü.
“Anladım.” Diye bilmiştim. Güzel bakıyordu öfkelendiği kırıldığı halde bile güzel bakıyordu. Bakışları bana karşı asla değişmiyordu. Ve böyle kalması için Tanrı’ya yalvarıyordum. Elini kumaş pantolonunun içine geçirmiş ve bir telefon çıkartmıştı.
“O gece telefonun kırılmıştı, bende yenisini istedim. Bu arada kartta yeni, numaraları da eklettim, al bakalım.” Diye bana uzatmıştı. Sorgulamadan elinden almış ve telefona bakmıştım.
“Teşekkür ederim ama zahmet etmişsin.” dedim kısık bir sesle. Uluğ yanıma yaklaşmış ve beni kendi ile duvar arasına almıştı. Çenemi hafifçe tutmuş ve kendi yüzüne doğru yaklaştırmıştı.
“Bu kelimeyi unut ve öğren artık. Ben konu sen olunca her şeyi canı gönülden yaparım. Zorunluluk söz konusu dahi olamaz!” Demiş ve burnumun üzerine küçük bir buse kondurmuştu ardından sağ gözümün üzerine bir tane ve sol gözümün. Bu hareketine içtenlikle gülmüştüm. Yanaklarımdan, boynumdan ve çenemden öpmüş ve ben sadece gülüyordum. Gözlerinden çıkan alev beni tedirgin ediyordu. Oldukça yoğun bir biçimde dudaklarıma bakıyordu. Dudaklarımızın birleşmesi için birkaç santim kalmıştı ve Uluğ kendi dudağını dili ile ıslatmış ve dudağını dudağıma dokundurtmuştu. Ben tam dudaklarımı oynatacağım sıra arkadan bir öksürme sesi geldi. Ve benim Uluğ’u üzerimden iteklemem bir oldu.
Uraz merdivenlerin başında sırtı bize dönük vaziyete bekliyordu. Uluğ ile birbirimize bakmış ve sesli nefes vermiştik.
“Lan oğlum odalar ne diye var? Ben artık durmadan sizin mahreminizi mi göreceğim? Ayıp denen bir şey var yahu!” Halen aynı pozisyonda söylenmeye başlamıştı. Utanmıştım, hiç hoş olmamıştı.
“Belli oldu seni de bu evden postalamanın vakti geldi. Dön lan önüne.” Uluğ uyarıcı sesi ile konuşmuştu. O benim aksime rahattı.
“Emin misin aga bak dönüyorum.” Naziklikten değil kurnazlıktan söylemişti.
“Oğlum yatakta basmışsın gibi konuşma, getirtme beni oraya!” Hafiften sinirlenmeye başlamıştı. Uraz bize doğru döndüğünde yüzünü eli ile kapatmış vaziyeteydi. Bu tavrına gülmemek için kendimi zor tutmuştum. Parmaklarını aralayıp usulca bize baktığında elini yüzünden çekmiş ve bir oh çekmişti. Dudağında yarım bir gülümseme vardı. Ellerini arkada birleştirmiş ve ikimizi de süzmeye koyulmuştu.
“Ne yapıyordunuz?” Dudağındaki pislik gülümseme daha da büyüyordu. Uluğ soğuk bir biçimde ona bakıyordu.
“Gel, uygulamalı olarak göstereceğim sana.” Bu söze dayanamamış gülmüştüm. Bir an önümde canlanmıştı.
“Sen ve ben. Çebi ile Demir. Hem Köksoy hem de Demirhan!” Farklı bir dil konuşuyor gibiydi.
“Aynen kardeşim sen biraz daha hayal et. Bakalım ne çıkacak.” Onunla takılıyordu. Ortam biraz sıkmaya başlamıştı.
“Neyse ne ben odaya geçiyorum.” dedim Uluğ’a hitaben. Uraz’a en kötü bakışlarını yollayıp bana dönmüştü.
“Tamam ben şirkete geçiyorum sorun veyahut başka bir şey olursa bir mesajına bakar.” Demiş ciddiyetle. Gitmek istemiyor gibi bir hali vardı.
“Merak etme.” Son kez ona bakmış ve odaya girmiştim. Üzerimde anlamlandıramadığım bir mutluluk hali vardı. Bana karşı bu tutumu ona daha fazla bağlanmama neden oluyordu. Buna mâni olamıyordum.
Önce saate bakmış ardından yatağın yanındaki komidine telefonu bırakmıştım. Ablamın yanına sokulmuş ve ona sıkıca sarılmıştım. Uykusu her zaman ağırdı o yüzden hissetmedi bile. Saat altıya gelmek üzereydi, anlamadığım bu saatte şirkete ne gibi bir işinin olduğuydu? Mesai saati dışındaydı, evet farkındayım şirket ona aitti fakat bu kadar acil olan durumu anlayamamıştım. Bugün yeterince uyumuştum fakat bir türlü uykumu alamıyor durmaksızın esniyordum. Mayışıklığın sonunda uykuya kendimi teslim etmiştim.
“Yok babacığım sen düşünme ben gayet iyiyim.”
Yattığım yerde kulağıma çalınan ses yüzünden huzursuzca kıpırdanmıştım. Yüzüme doğru gelen ışık hüzmesi yüzünden yorgan ile yüzümü kapatmıştım. Yeniden uyku pozisyonuna gireceğim vakit sesler daha bir artmıştı.
“Merak etme sen, hem ben gelirken sana hep getirdiğim Alman çikolatalarından aldım. Ama bu sefer aralarında daha farklı olanları da var, Türk kahvesinin yanında iyi gider.” Bu sefer duyduklarımı algılamış ve usulca gözlerimi aralamıştım. Bir müddet hareketsizce durmuştum.
“Ya baba alemsin gerçekten, bak yaşlı şimşek bu dalgaların sayesinde yüzmeyi öğrendin.” Kahkaha atarcasına konuşmuştu. Her zamanki halleriydi, peki benim neden her zamandan daha fazla canım acıyordu ki? Bu kadarı haksızlık diye bağırmak istiyordum. Kulağıma değen ıslaklık ile ağladığımı anlamıştım. Çok duygusaldım çünkü yastaydım.
“Vefa ile dün akşam bir saat kadar ne konuştunuz acaba, merak ettim bak?” Yine en tatlı ses tonuna sahipti. Hep böyle oluyordu, her babamla konuştuğunda küçük bir kız çocuğuna dönüşüyordu. Bir amcam vardı ve onun üç kızı iki de oğlu vardı. Bir oğlu Poyraz abiydi. Ömer amcam üç kızına da eşit sevgiyi verebiliyordu. En küçük kızı benim yaşımdaydı ama diğer ikisi otuzunu geçmiş insanlardı. Fakat her babalarının yanına geldiklerinde küçücük bir kız çocuğu gibi davranıyorlardı. Hatta hatırlarım en büyük kızı otuz üç yaşındaydı amcam ise altmışına dayamıştı, o yaşına rağmen duştan çıkmış kızının saçlarını tarayıp örmüştü. O anda anlamıştım babalık içten gelen bir duyguydu. Kaç yaşında olursan ol, babanın gözünde onun elini ilk tutuğun yaşta kalacaksın.
Hep izleyen taraftım… Dedem elden ayaktan düşmeden önce amcam ile babamın kızlarına gösterdiği sevgiyi bana vermeye çalışırdı. Gözü her zaman üstümdeydi. Hatta zamanında şöyle bir söz söylemişti; “Kırgın bakan bakışların canımı yakıyor kuzum. Elden de bir şey gelmiyor.”
Yorganı üzerimden atmış, ellerimden destek alarak kendimi çekmiş ve sırtımı yatağın başlığına yaslamıştım. Meyra ablam balkonda kulağında telefon yüzünde ise mutluluğun emaresi vardı.
“Bal gözlüm benim sen merak etme ben iyiyim, sadece geçenlerde biraz üşütmüştüm o yüzden öyle geldi sesim. Sen endişe etme tamam mı baba?” Abimi sevmezdi diyemem ama hazzetmezdi, bilirim küçüklüğünden beridir ona karşı sert bir tutumu vardı. Fakat ablama düşünmeden canını verirdi. Sinirli olsun olmasın, o gün onun için berbat geçse bile ablamın sesini duysa yüzünde güler açardı. Ve genelde sinirlenmesinin veya üzülmesinin sebebi ben olurdum. Küçük bir hareketim bile gözüne batar ve saatlerce benim duyacağım biçimde sert sözler sarf ederdi.
“Biliyorum, biliyorum bu sefer ki kalışım biraz fazla uzun oldu farkındayım elbette ama benden kaynaklı değil. Sende biliyorsun baba yaz okuluna kaldım ve birkaç vermem gereken ders vardı. Ama hallettim sayılır, zaten okullar açılmadan önce bir haftalığına yanınıza geleceğim.”
Hayat çok garipti, aynı koşullar içerisinde büyüdük. Fakat hiçbir zaman onun sahip olduklarına sahip olamadım. Okumak için bile savaşmak zorunda kaldım. Ama o öyle mi, dünyanın bir ucunda aylarca gelmiyor ve en önemlisi sorgulanmıyor bile. Haksızlıktı, başlı başına haksızlıktı.
“Tamam baba ben sonra tekrar ararım dikkat edin siz kendinize seviyorum seni bal gözlü adam.” Öyle bir histi ki onunla aynı gözleri taşıdığım için bazen şükrediyordum. Bu acizlik miydi? Bastıramadığım bir özlem vardı. Ben babamı geri istiyordum. Buna hakkım var mıydı? Onca söz ve hareketlerine rağmen…
“Aa Mihran uyanmışsın, hiç fark etmedim?” Ablamın sesi ile ona dönmüştüm. İçeri girmiş ve yatağımın tam karşısında durmuştu. Kendime gelmek anlamında yüzümü sıvazlamış ve yataktan ayaklarımı sarkıtıp ayağa kalkmıştım.
“Aynen öyle, sen ne zaman uyandın?” dedim gelişi güzeli. Banyoya doğru gitmeye başlamıştım.
“Oldu bir saat ya ama saat daha yeni altı oldu. Dün yorgunluktan olsa gerek baya erken uyumuşuz.” Arkamda kalmış fakat sesini duymuştum. Girdiğim banyoya elimi yüzümü yıkamış ardından dişlerimi fırçalamış vaziyete odaya geri dönmüştüm. Dün ki kıyafetlerle uyumuştum gardıroptan üstümü değiştirmiştim. Bu aralar yüzüm aşırı kuruyordu, o yüzden nemlendirici sürmüştüm.
“Vefa abi nerede?” Diye sordum.
“Kendine bir laptop almaya gitti. Bitirme tezini yazması gerekiyordu, diğer laptopu da acele ile çıktığımız için Almanya da ki evde kaldı.” Stresli bir tutum içerisine girmişti. Kendisi yatağımda elinde telefonu ile oynuyordu. Ben ise makyaj masasının koltuğundaydım. Koltuğu ona doğru çevirmiş ve ciddi bir yüze bürünmüştüm.
“Abla ne zamana kadar böyle sürecek?” Dik bakışlarım onu öfkelendirmiş dudağını öne doğru sarkıtmıştı.
“Bu soruyu benim sana sormam gerekiyor ablacım?” İnadım inat demeye çalışıyordu.
“Farkında mısın sorguladığın şey benim hayatım, iyisi ile kötüsü ile ben yaşayacağım. Bugüne kadar hayatım ile ilgili küçük bir yorum bile yapmadın. Sadece ağlamayı bildin aynı annem de olduğu gibi. Yanlış anlama sizi suçlamıyorum, onca kalabalığın içerisinde hep tek başımaydım. Ne sorunum var ise ben çözdüm, yine çözerim. Yine düşerim ve yine kalkarım. Peki senin halen burada ne işin var abla?” İçimdekileri en samimi halim ile ona kusmuştum.
“Doğal olarak yanında olmak istiyorum Mihran, bugüne kadar yalnızdın ama şimdi seninle bir olmak istiyorum. Geç veyahut değil, zor zamanında burada seninle kalmak istiyorum. Yeterli, değil mi sence?” Telefonu yatağa fırlatmış ve stres içerisinde iki elini de ayaklarının arasına geçirmişti.
“Zamanında verilmeyen tepki yersiz ve değersizdir. Ben böyle gördüm ve böyle de bileceğim. Benim yanımda bana destek olmak istiyorsan buradan gideceksin. İtiraz etmeye kalkma Vefa abiyi de al ve git. Ben ne yapmam ve kendimi nasıl korumam gerektiğini gayet iyi biliyorum hatta bu konuda senden bin kat daha tecrübeliyim.” Açıktım, yalanım yoktu. Ona bir zarar gelmeden buradan defolmalıydı.
“Yapamam Mihran, burada öylece seni nasıl bırakayım?” Korkulu bir yüze bürünmüştü.
“Gayet de bırakırsın abla. Hiç öyle bakma, ikimizde senin nasıl umursamaz biri olduğunu biliyoruz? Evet vicdan yapıyorsun ama buradan uzaklaştığın an o his yok olup gidecek. Bana sakın duygu sömürüsü yapmaya kalkma, tahammülüm yok artık!” Kimsenin kalbi kırıldı mı diye düşünemiyordum öyle bir zaman dilimi ki bu gerçekler o belirsiz olan yolumu aydınlatmıştı. Ve her sonunu bilen gibi umursamaz davranmaya başlamıştım.
“Mihran?” Sesi titremiş ve gözlerinden yaş gelmişti. Bu beni öfkelendirmiş ve ayağa kalkmama neden olmuştu.
“Sakın, sakın abla. En kısa vakitte buradan git, sen de kurtul bende! Sen benim sırtımdaki yükleri almak yerine daha da yük bindiriyorsun. Fakında olmadan o kadar çok büyük bir hasar bırakıyorsun ki bende duysan aklını kaçırırsın!” Düşündüklerim kesinlikle bunlardı. Ona bakmadan kapıya varmış ve kendimi dışarı atmıştım. Var gücüm ile de kapıyı çarpmıştım. Tüm ev yankılanmıştı.
“Yavaş be kızım siz iki flört de ne bitmez tükenmez ateşiniz varmış arkadaş!” Duyduğum sesten ötürü irkilmiş ve korkmuştum. Kalbimi tutmuş ve hayret içerisinde yere bakmıştım. Dün akşam Uluğ’un beni yasladığı ve öpmeye çalıştığı yerde Uraz bağdaş kurmuştu. Sinirle saçlarımı sıvazlamıştım. Tuhaf tarafı elinde bir kitap ve gözünde okuma gözlüğü vardı.
“Uraz sen ne yapıyorsun?” Sakinliğim taşmayı bekleyen volkan gibiydi.
“Valla sorma yenge ya!” Onu sinir etmek için susmuştum. Bana dik dik bakmıştı.
“Sorma dedin ya!” Öfkeliydim daha da öfkelenmiştim.
“Senin böyle terimlere karşı bir kıtlığın var. Biraz geliştir kendini.” Çok bilmiş bir eda ile konuşmuştu. Gözlüğünü oynatmış, görüp görmediğini tespit etmek istercesine gözlerini şaşı yapmıştı.
“Düzüm ben düz anlamadın mı daha?” Dudağını büzmüş ve beni süzmüştü. Yerinden hareket etmiyor keyfi gayet yerindeydi.
“Anladık otobansın, Uluğ’ da yol silindiri.” Kahkaha atmış yok bu gülmek değildi anırıyordu.
“Salak!” dedim onu susturma amacı ile. Keyfine diyecek bir şey bulamıyorum.
“Sen bu akılla okumayı nasıl söktün hayret ediyorum, onu da geçtim üzerine bu yaşına kadar halen elin kitap tutuyor ya madalyalıksın.” Onu sinir etmek için tüm gücümü kullanıyordum. Sonunda oturduğu yerden kalka bilmiştim. Tam karşımda durmuş ve pis bir biçimde gülmüştü.
“Hadi ya öyle mi?” Ne saçmalıyor diye ona bakmıştım. O sıra ellinde tutuğu kitabın ön kapak kısmını yüzü ile hizalamıştı. Ve gördüğüm şeyden sonra onun neden bu sözü söylediğini anlamıştım. Buna kayıtsız kalamamış içten bir biçimde kahkaha atmıştım.
“Çok doğru bir başlangıç olmuş.” Gülmelerim arasında ona takılmadan edememiştim.
“Sinir bozucusun, ketumsun bir de çirkinsin evet çok çirkinsin.” Yüzünü ekşitmiş ve bana öldürücü bakışlarını yollamıştı. “Hem bunu benim elime tutuşturan senin kocan oluyor.” Bezmiş ve sıkın bir sesle.
“Nasıl yani?” Merakıma engel olamıyordum.
“Senin sayende, koruyamadık ya hani! Tüm korumalara hepimize bu kitabı tutuşturdu okuyoruz işte.” İstemsizce ağzımdan kıkırtı çıkmıştı. Öyle bakıyordu ki ama aklına bir şey gelince dişlerini dudaklarına geçirdi.
“Merve ile Zafer Usta da okuyor.” Bir süre sessizce birbirimize bakmış ve senkronize bir biçimde gülmeye başlamıştık.
“Şaka yapıyorsun!” dedim hayret dolu bir sesle. Ve dayanamamış tekrardan gülmüştüm. O da benimle eşlik ediyordu. “Valla!” Diye karşılık verdi. Gülüşlerimiz daha da artmıştı.
“Peki neden bu kitap?” Gülüşümü bir türlü durduramıyordum. Bozulmuş bir yüze bürünmüştü.
“Sen git onu kocana sor!” Çemkirir biz yüzle söylemişti. “Neymiş içimizde sevimli bir panda yatıyormuş. Ve aşağılamaları yetmedi üşenmeyip rehberde herkesi sevimli panda bir, iki diye kaydetti. Sende kocan gibi böyle zorba mısın?” Tüm dedikleri beni daha da güldürmüştü.
“Sen kaçıncısın?” Dudağını büzmüş ve omuzlarını adeta bir çocuk gibi oynatmıştı.
“Kapının önündeki yavrulara rakam koydu ama bize daha yaratıcı lakaplar taktı. Mesela ben, Sevimli Demir Panda!” Gülüşümü durduramamış yüzümü sıvazlayıp nefes almaya çalışmıştım. Aklına bir şey gelmiş ve kendini silkelemişti.
“Dur, dur ben kocan dedim sen neden itiraz etmedin?” Takıla takıla buna mı takılmıştı gerçekten? Saçımı arkaya savurmuş ve en az onun kadar sapık olmaya çalıştım.
“Kocam çünkü.” Bunu demem ve Uraz’ın kolumu tutup sarsması beraberinde anırması bir oldu.
“Sen de benim gibi azdın mı?” Öfkeyle onu itmiş ve omzuma bir tane geçirmiştim.
“La havle, la havle!” Diye sitemde bulundum.
“Havle demişken ben küçükken havale geçirenlere böyle seslenildiğini sanırdım, inanır mısın?” Demiş ciddiyetle.
“Uraz biliyor musun inanırım. Demek ki o yaşta gelişimin duraklamış ama sen üzülme tamam mı bugünlerde geçer keke?” Onunla takılmak giderek hoşuma gitmeye başlamıştı. Yüzünü ekşitmiş ve boka bakar gibi bana bakmıştı.
“Keke ne kızım, Adanalı mısın?”
“Mizaçlarını severim!” Bilmiş bir edayla. Dudaklarını büzmüş ve başını sallamıştı.
“Neyse ne hadi gel aşağı inelim.” Demiş ve yürümeye başlamıştı. Bende onunla bir ilerlemiştim.
“Bu arada sen ne yapıyordun kapımın önünde, burada olduğuna göre Uluğ da evde değil galiba?” Merdivenlerden yan yana inerken aklıma gelen soruyu yöneltmiştim.
“Yok evde değil sabaha karşı üstünü değiştirip gitti ve doğru bunların hepsi kocanın işleri, o olaydan sonra benden başka hiçbir adama güvenemez oldu. Aslında Merve’ye hepimizden daha yakındır, daha fazla güvenir ama bu son zamanlarda ona karşı biraz mesafeli anlamadım açıkçası.” Düşünceli ve ciddiydi. Salona inmiş aynı koltuğa yan yana bir şekilde yerlerimizi almıştık bile. Dünden beridir Uluğ’u görmeyişim canımı sıkmıştı. En azından bana haber edebilirdi.
“Ya ben Merve’yi çözemiyorum. Dengesiz biri bence.” dedim düşünceli edayla.
“Onu da anlamak lazım ama dediğin doğru dengesizdir benim bacım.” Yarım gülümseme ile konuşmuştu.
“Seviyorsun onu?” Soru değil tespitti. Yan gözle bana bakmış ve ne zaman çıkartacağını düşündüğüm o saçma gözlüğü çıkartmıştı.
“İnsanın bir ailesi olmayınca yanında kim varsa onlara sarılıyor. Onlar benim ailem Mihran.” Düşünceli ve netti sözleri. Acaba o da Korcan gibi ailesiz miydi?
“Nasıl tanıştın onlarla?” Koltukta bağdaş yapmış ve ona dönmüştüm. O da bana doğru çevirmişti bedenini.
“Onlar değil, onunla.” Gözlerini uzağa dikmiş ve geçmiş günlere dalmıştı.
“İlk Uluğ’u tanıdım.” Yüzünde dermansız bir gülümseme belirdi.
“Trabzon’daydık. O büyük Çebilerin torunu ben ise mahpushaneden yeni çıkmış sokak itiydim.” Yüzünde halen süregelen bir gülümseme vardı. Şaşkınlıktan dilimi yutacaktım. Bu lakabı neden ona taktıklarını şimdi anlamıştım. Dedesini soyadı onun adı olmuştu.
“Ne hapis mi!” Kaşlarım çatılmış anlamsız bir yüzle ona bakıyordum. O ise oldukça rahat ve dikti tuhaf tarafı halen gülümsüyordu.
“Yedi yaşında girdim on yaşıma girmeye birkaç ay kala çıktım. Tabii ev yok bir müddet sokakta kaldık, o ara da Korcan’ı gördüm sokakta daha altı yaşındaydı inanır mısın? Öyle sokağa atılmıştı, hiç ayırmadım yanımdan. Sonra İşte Uluğ ile tanıştık. Üç yıl boyunca çok güzel bir dostluğumuz oldu.” Her şeyi tebessüm ile anlatmıştı. Ben ise şaşkınlık ile merak arasında bir yerdeydim. Ama onu bölmek istemiyor ne anlatmak istiyorsa anlatmasını bekliyordum.
“Ama öyle dediğime de bakma! Uluğ ile dostane bir biçimde karşılaşmadık. Önce birbirimizi güzel bir benzettik, Hasan dede Uluğ’un dedesi bunu öğrendi. Haliyle Uluğ’unda yüzünü gördü sözde beni fırçalamaya gelmişti ama bana babalık yaptı. Ölsem unutmam! Sonra Hasan dede vefat etti, diğer gün Uluğ yanıma geldi gözlerinin altı mosmor kaşları çatık; ben gidiyorum geleceksen gel dedi arkasına döndü. Bende Korcan’ın elini tutum onu takip ettim. Sorgulamadım bile. İşte buradayız. O gün bugündür yan yanayız.” O anları yaşıyormuş gibi heyecanlıydı.
“Neden girdin?” Üzüntü ve merak içerisindeydim. Yüzü düşmüştü.
“Bende kalsın Mihran.” Bakışları yerde ve canı sıkılmıştı.
“Uluğ bana bir şeyler anlatı ve anladığım kadarı ile seni ve Korcan’ı almış Zafer Ustanın yanına gitmiş. Peki sonra ne oldu? Halen çocuksunuz ne yediniz ne içtiniz, Zafer Usta mı size baktı? Yani bunca zenginlik onun eseri mi?” Uraz bana bakmış bilmiş bir eda ile gülümsemişti.
“Mihran az çok Uluğ’u tanıdın, sence birine tamah edecek biri mi?” Bu bana yönelik bir soruydu, cevap bekliyordu.
“Onu şu an ki hali ile tanıyorum, evet boyun eğmeyen her şeyi kendi başına haleden biri fakat o zaman çocuktu tek başına neyi halledebilir ki?” Düşünceli ve meraklıydım. Ellerini dizlerinin üzerinde birbirine kenetledi.
“İyi şeyler yaşamadı Mihran hatta bu yaşına kadar iyi bir günü olduğunu hatırlamıyorum. Zafer Ustanın o zamanlar Trabzon’da bir araba tamirat hanesi vardı. Yani biz onu sadece Zafer Usta diye tanıdık ama iş başkaymış onu da yanına gittiğimizde anladık. Dükkânını, evini, barkını her şeyi kapattı aldı bizi Amerika’ya getirdi. Ben ayak uyduruyordum ama Uluğ her şeyi sorguluyordu. Zaten asi ve öfkeli bir çocuktu. Bu arada Mert ile Merve’de peşimize takıldı. Onlar Uluğ’u bırakamadı ama bence geldiklerine pişman oldular. Neyse bir gün beni ve Uluğ’u aldı bizi koca bir üsse götürdü. Bu özel yetiştirilen bir askeri birlikmiş.”
Bir iç çekmiş ve gözlerini yumuştu. Duyacaklarıma daha ne kadar şaşırabilirdim bilmiyorum. Yaşadıkları beni kahrediyordu.
“Ben Uluğ itiraz etmedikçe ağzımı bile açmıyordum, meğer Hasan dede bunu istemiş. Burada Uluğ’un eğitim görmesini ve devlete hizmet etmesini istemiş. Tabii Uluğ bunu duyunca kabul etti. Ama onun matematik zekâsı ileri seviyede iyiydi, o yüzden hedefi finans yönündendi. Boş vaktinde kafelerde, inşaatlarda çalıştı ve para biriktirdi. Askeri üs özel eğitim merkeziydi yani ortaokul ve lise diploması sağlıyordu. Benim amacım buradan devam etmekti fakat Uluğ bunu hiçbir zaman kabul etmedi. İleriyi gören biriydi ve başımıza geleceklerinden haberdardı.” O anları yaşıyormuşçasına ara ara duraklıyordu. Bakışları yerden bir an olsun ayrılmamıştı. Ara ara dişlerini sıkıyor, kirpiklerini çok kez kırpıştırıyordu.
“O yüzden gecesinden gündüzüne çalıştı ve para topladı. Ailesini silmişti ve hiçbir yardımı kabul etmiyordu. Hafta sonları orada burada çalışıyor geceleri ise Üniversite sınavı için çabalıyordu. Eğitimimizi tamamlandıktan sonra sınava girdik. Ve Uluğ yüzde yüz bursla Oxford Üniversitesi Ekonomi İngilizce bölümünü kazandı. Ve birincilik ile bitirdi. Ben ise Uluğ’un zorlamaları ile İngiltere de alelade bir üniversitede işletme kazandım. Zekâsı sayesinde hem kendisinin hem benim torunlarımızın torunlarına yetecek bir malımız mülkümüz oldu ama o finansın duayeni Mihran, rakibi yok!”
Başarının getirdiği bir özgüven ve gururu barındırıyordu. Duyduklarım beni hem heyecanlandırmış hem de savaşmam için büyük bir ders niteliği taşımıştı. Uluğ başlı başına savaşı yaşamıştı ve yaşamaya devam ediyordu. Etrafa bakışlarımı çevirdim.
“Bunca şeyin böyle bir hikayesi olduğuna çok şaşırdım. Peki bu masa mevzusuna nasıl dahil oldunuz? En iyi yerlerde eğitim almışsınız çabalamışsınız, şirket kurmuşsunuz. Bile isteye hayatınızı mahvetmeniz çok saçma!” Uraz sıkıntıyla nefes almış ve göğsünü kabartmıştı.
“Üniversiteyi kazandık kazanmasına da geride aldığımız bir eğitim vardı. Ve ne üs ne de Zafer Usta bizi bıraktı. Bir amaç için yetiştirildik, o amaç masaydı yani oranın etrafında oturanlardan sonra eğer iyi başarı elde edersek yerlerine bizleri yerleştirme derdindeydiler. O yüzden hep bir görev verdiler ve biz devam ettik. Sonu gelmedi, bir türlü sonu gelmedi. Herkes yükseldiğimizi sanırken bizim hayatımız kayıyordu.” Umursamazdı sözleri ama bence sadece onun mizacı böyleydi. İçinde bir fırtınanın koptuğundan emindim.
“Bunca çabalamanın karşılığı bu olmamalı? Haksızlık, Uraz bu çok büyük bir haksızlık!” Sitemkâr ve öfkeliydim. Göz göre göre hayatlarını el birliği ile kaydırmışlardı.
“Boş ver Mihran, boş ver.” Konuyu bir bıçak gibi kestirip atmıştı. Uluğ ile Uraz’a çok üzülmüştüm. O sıra aklıma diğerleri geldi.
“Peki neden Mert, Korcan ve Merve dahil değil bunlara?”
“Mert ile Merve bizimle geldiler gelmesine ama Köksoylar ellerini koydukları gibi buldular. Fakat geri dönmek istemediler, o zaman da Behçet amca Uluğ için Amerika’ya taşındı. Merve ile Mert onlarda kaldılar ve özel okullarda okudular. Bu yüzdende hiçbir şekilde bize dahil olamadılar. Uluğ maddi desteği kabul etmediği gibi amcasının yanında kalmayı da reddetti. Biz zaten üste kalıyorduk, Korcan en ufağımız olduğu için ve Merve ona fazlasıyla bağlandığından dolayı Behçet amcalarla yaşıyordu. Biz maddi desteğimizi kazanana kadar Behçet amca ona destek oldu ama üniversiteyi Uluğ okuttu, hatta geçen yıl mezun oldu. Benle Korcan’ın kimsesi olmayınca Uluğ sanki bizden sorumluymuş gibi okuyacağımız bölümleri de o belirledi. Korcan için ise pazarlama bölümünü uygun gördü. Amacı ikimizi de yamacından ayırmamaktı.” Bir babadan bahseder gibi bahsetmişti. Bu dediklerine gözlerim dolmuştu. Aklıma birtakım sahneler düşünce Uraz’a tuhafça bakmıştım.
“Anladığım kadarı ile Uluğ her dönemde kendinden ödün ve size iyi bir hayat sunmak için savaş vermiş. Aslında siz onun için yabancıdan ibaretsiniz, peki ben sana sorarım Uraz böylesi fedakâr bir adamı suçlamak ve yargılamak ne kadar hakkaniyetli?” Uraz bu soruma karşı bocalamış ve şaşırmıştı. Sesli bir nefes vermişti. Her fırsata ona saldırmışlardı, tüm yükü omuzuna bırakıp yaptığı her hatada yakasına yapışmışlardı. Geçmişi öğrenmiş olmam onlara olan öfkemi uyandırmıştı.
“Çok çok kötü olaylar yaşadık ve bir suçlu arıyorduk sadece?” Diye solumuştu.
“Başka birini bulamadınız mı?” dedi öfkeyle. Başını eğmiş yüzünü elleri arasına almıştı.
“Kolayımıza geldiyse demek ki!” Sesi bir mırıltıdan ibaretti.
“Bu çok acımasızca bir söz, kabul edilir gibi değil!” Onun sesine tezat gürdü.
“Doğru, kabul edilemez!” Sesi il kez hüzünlü ve suçlu çıkmıştı. O da farkındaydı ama geçti bazı şeyler için. Onda bıraktıkları hiçbir izi silemezlerdi. Nasıl bunu görmediler, ona karşı bu kadar gaddar olmuş olamazlardı?
Aradan dakikalar geçti ve Uraz halen aynı pozisyondaydı. Bence uzun bir süre kendisinin de düşündüğü bir konuydu. Belki de suçluluk duyuyordu. Üç gündür aklımda olan ama nasıl yapmam gerektiğini bilmediğim işi kime söyleyeceğimi bilmiştim. Ondan başka kimse bana yardım edemezdi.
“Uraz bana bir konuda yardımcı olabilir misin?” Tereddüt ile mırıldanmıştım. Eğmiş olduğu başını kaldırmış ve meraklı bir yüzle bana bakmıştı.
“Konuya bağlı.” Ciddi yüzü beni geriyordu.
“Beni bir yere kadar götürmeni istesem götürebilir misin?” Stresle tırnaklarımın etrafındaki etleri koparmaya başladım. Kaşları düz bir hal almış ve kendini arkaya yaslamıştı.
“Hayır!” Kısa ve netti. Bu beni demoralize etmişti.
“Uluğ’a söyleme kaidesi ile olur!” Demiş aynı ketum yüz ile.
“Ben ona söylemek istesem senin yanına gelmezdim!” İnat ve öfke bir aradaydı. Kaşlarını çatmış ve bana doğru eğilmişti.
“Aklından ne geçiyor senin, önce onu söyle!” Uluğ’dan da katı birini ikna etmeye çalışıyordum. Buzlar kralıydı nasıl erisin.
“O rüyama girdi, görmek istiyorum.” Titrek bir nefes vermiştim. Sessiz kelimelerle konuştum.
“Ben düz bir adamım Mihran, o yüzden direkt söyle!” Kuşkulu bakışları beni geriyordu.
“Tolga’nın mezarına gitmek istiyorum.” Utançla başımı başka yöne çevirmiştim. Uraz kolumu tutmuş beni kendine çevirmişti. Bakışları korkunç bir ton almış ve gözünün altındaki yara daha belirginleşmişti.
“Sen bir şey mi hatırladın?” Şüpheli ve oldukça ciddi bir tavra sahipti. Dikkatleri üstüme çekmede üstüme yoktu.
“Hayır tabii ki de sadece son zamanlarda korkunç sahneler görüyorum. Ve bir yol arıyorum.” Bu konu doğruydu. Kafayı yemeden bir şey yapmalıydım. Yüzü halen aynıydı. İnanmışa benzemiyordu.
“Mihran!” Uyarı tonunda ve kendine hâkim olma derdindeydi.
“Uraz yalan söylemiyorum, bir şey hatırlasaydım ilk söyleyeceğim kişi Uluğ olurdu. Çünkü beni koruyacak tek kişi o ve ben onu kaybetmeyi göze alamam. Tolga’ya gidip artık rüyalarıma girmemesi için ondan rica edeceğim. Yoksa ben kafayı yemek üzereyim!” Zordu, bu sözlerin benden çıkması epeyce zordu. Kendime dahi açıklayamadıklarım var.
“Götürürüm ama sonra Uluğ’a da bunu söylerim Mihran. Başka türlü söz konusu bile değil!” Yüzündeki ciddi tavırdan itiraz etme hakkımı kaybetmiştim. Sadece başımı sallamış onayladığımı belirtmiştim.
Konuşmadan sonra evden çıkmış arabaya yerleşmiş ve binaların arasında mezarlığa doğru ilerliyorduk… Aklıma Uluğ geldiğinde cebimden telefonu çıkartmış ve mesaj atmıştım.
Telefonu kapatacakken bildirim sesi gelmişti. Benim mesaj atmamı bekliyor gibi anında cevap vermişti.
-Selam güzelim. (07:15)
-Masa üyeleri ile bir toplantıya gireceğim. Sen neden bu kadar erken uyandın? (07:17)
-Kendine dikkat et, kışkırtma birilerini. Dün erken uyumuşum o yüzden. (07:18)
-Birilerini kışkırtmak? Bence onlar beni kışkırtmasınlar! Sen ne yapıyorsun peki bebeğim. (07:20)
-Yalnız raconluğun bana geçmez, sen dediğimi yap. Ablam ile konuştum, gitme meselesi var ya. (07:21)
-Emredersin, sen söyle yapmayan adam değil. Nasıl geçti? (07:22)
-Uluğ🤗 İdare eder işte. Bu arada akşam gelmedin sanırım? (07:23)
-Mihran🤗Siktir et ablanı gönder gitsin. İşim biraz uzun sürdü o yüzden sabaha karşı anca gelebildim. Zaten gelmemle evden ayrılmam bir oldu. (07:25)
-Dalga geçme benimle🤗 Yoksa gün boyu sana bu emojiyi atarım. Ablam ile arama girme, sen sevmedin diye beni ondan soğutmaya çalışma! Merak ediyorum bu sabahlara kadar süren iş neyin nesi? (07:27)
-Atabilirsin bebeğim sorun değil. Yok girmem hem giren girmiş zaten🤗 Beni mi kıskandın sen? (07:29)
-Ne münasebet? Pardon kim kime girmiş? (07:29)
-Tövbe, tövbe! (07:31)
-Merak etmiş olamaz mıyım? (07:32)
-Olabilirsin elbette ama ben bunu arzulamam. (07:35)
-Hım peki neyi arzularsın? (07:36)
-Son zamanlar da… Seni. (07:37)
Kalp ritmim bozulmuş Türkçeyi unutmuştum. Telefona sarılmış ve yola bakmıştım. Uraz’ın şaşkın bakışlarını üzerimde hissediyordum. Kendime gelince vakit kaybetmeden ona cevap yazdım.
-Ben bile bazen korkuyorum yavrum. (07:41)
-Tamam, tamam korkma. Toplantıya giriyorum, çıkınca yazarım sana güzelim. (07:45)
-Eve ne zaman gelirsin peki? (07:46)
-Akşama doğru gibi gözüküyor. (07:47)
-Anladım, dediklerimi unutma. Dikkat et kendine🤗 (07:48)
-Unutmam, sen de dikkat et🤗 (07:50)
Telefonu kapatmış ve kucağıma bırakmıştım. Yüzüm de ki tebessümü silip atamıyordum. Mezarlık gözüktüğünde ellerim titremeye başlamış kalbime ise bir ağrı saplanmıştı. Korkuyordum ve tedirgindim. Yüzleşecek olmamdan değil yok olan iki hayatın ıstırabına…
Uraz arabayı park etmiş ve kemerini çıkartmıştı. Bana döndüğünde ise ben heykel gibi duruyordum. Ne yapacağımı bilemiyordum.
“Gelmek istedin geldik, hadi.” Demiş ve kapıyı açıp inmişti. Derin bir nefes almış ve kemerimi söküp arabadan inmiştim. Ardımda kapıyı kapatmış ve usulca Uraz’ın yanına varmıştım. Karşımada mezarlığın kapısı vardı ve ben adeta gömülecekmişçesine büyük bir korku ile bakıyordum.
Kendisi yürümeye başlayınca zoraki bir biçimde onu takip ettim. Kapıdan geçmiş ve binlerce mezarlığın arasında ilerliyorduk. Dedem her zaman mezar taşlarının üzerindeki isimleri okumamam gerektiğini söylerdi. Ölen kişinin bundan rahatsız olacağını ismini zikrettikçe ona kötü hissettireceğimizi söylerdi. Başım eğik içimdeki rahatsız duyguyu defetmeye çalışıyordum.
Belli bir süre sonra Uraz bir andan durmuştu. Merak içerisinde ona dönmüştüm. Bakışları uzağımızda kalan bir noktadaydı. Yavaşça o noktaya dönmüştüm. Gördüğüm manzara karşısında kaşlarımı çattım. Bir mezarın üzerine boyluca uzanan ayak bileklerine kadar uzanan siyah elbiseli bir kadın. Mezarı sarmalamıştı. Saçları yeni kesilmiş, her kesen kimse yer yer yamukluklar vardı. Saçları güneşten de sarıydı.
“Aley…” Uraz’ın titreyen sesine tuhafça bakmıştım. Düşündüğüm şey ile mezar taşına bakmıştım.
Kalbime bir ağrı saplanmıştı. Yalnız olacağımı hayal etmiştim. Bu beni korkutmuştu. “Uraz, kim o kadın?” dedim usulca. Korku ve kederi bir arada yaşamıştım. Uraz dönmüş ciddi ve öfke dolu bir yüzle bana bakmıştı.
“Aleyna, Tolga’nın nadide çiçeği!” Sesi bir komutanın edası ile oldukça serti. Bir gerçeklik daha beni utandırmış ve kaçmak istercesine gözlerimi yumuştum.
Gitmenin aslında kalanın imtihanı olduğunu bildim. Bir ev ve binlerce hatıra… Onunla bir bütünken onsuz bir hayatı kabul etmenin sancılı sürecinde kıvranıyorsun. Kimsenin olmadığını onun yokluğunu tadınca anlıyorsun.
Bak diyorsun, o gitti sen kaldın. Gitmenin bile bir usulü varken seni bitap bir halde bıraktı ve gitti. Oysa her bir yanın o olmuş, bu mu gitmek? Peh o gitse bile bendeki yeri gitmez diyor ve susuyorsun.
-BÖLÜM SONU-
“Geçmez deme geçer, her şeyin dönüşü var. Günahın bile affı var. Düzelmez deme düzelir, geçmişin telafisi gelecektir.”
-Bölümü nasıl buldunuz kuzucuklar? Tüm hissettiklerinizi buraya yazabilirsiniz? Ve sizden istirhamım lütfen oy ve yorum yapmayı unutmayın. Siz yorum yapınca ben daha da motive oluyorum.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
1.54k Okunma |
270 Oy |
0 Takip |
24 Bölümlü Kitap |