22. Bölüm

22.BÖLÜM: MEDCEZİR

talia lidya
lidyatalia

“Pek çok şeyin bambaşka olmasını isterdim.”

(Franz Kafka)

FEVERAN

-

MEDCEZİR

🕊️

Tükenmişliğin getirdiği bir hüznü bünyemde taşıyorum. Bilemem, hangi yol beni bu duygudan alır? Bilemem, bile bile var ettiğim bu acının sonu gelir mi? Yok artık! Beni aydınlığa çıkaracak bir ışık yok artık!

O geceydi ben ise gündüz! Adımız, imkânsız oldu. Yansıması bile beni deli ederken yokluğunu aklıma geçiremiyordum. Sayfalarca, aylarca ondan bahsedebilirdim. Ama artık konuşmanın bile yersiz olduğu bir dönem içerisindeyim. Bizi yan yana getirebilecek kalem bile kırılmıştı.

O en güzel zamanlarını geçirirken ben ıstırap içerisindeydim. Bu farkındalık beni tüketiyordu. Göz göre göre çıktım bu yola… Diyorum ya hakkım dahi yok konuşmaya diye.

Gecenin karanlığını elbisesine taşıyan kadında kaldım. Acısını hissettim. Hareketsizce, mezarın o soğuk torağına ölesiye sarılmıştı. Yamuk kesilen saçları toprağa dökülmüştü. Bir makalede okumuştum şöyle diyordu, adam sakal bıraktı, başka kadın dokunmasın diye; kadın saçlarını kesti, başka adam öpmesin diye.

Göğsümün orta yerinde beliren sızı nefes almama engel oluyordu. “Mihran sen şu ağacın arkasına geç ben onu gönderdikten sonra çıkarsın.” Uraz’ın ciddi sesine karşılık usulca baş sallamış ve onay vermiştim. Ama hiçbir şekilde o kadından kendimi alamıyordum.

Uraz o kadına doğru gitmeye başlayınca ben de iki mezar arasında yeşermiş koca çam ağacının arkasına geçmiştim. Fakat başımı usulca çıkarmış halen o kadına bakmaya devam etmiştim. Uraz kadının arkasında bir müddet beklemişti. Muhtemelen kendini hazırlıyordu. Yere diz çökmüş ve kadının omzuna dokunmuştu. Hiçbir tepki vermedi veya hissetmedi bile.

“Aley…” Uraz’ın kısık ve yalvaran seslenişine hiçbir tepki vermemişti. “Beyaz kuğu?” Sesi titremişti aynı şekilde omzuna koyduğu eli de öyle. Göz pınarlarımın yandığını hissetim.

“Yapma, yalvarıyorum artık yapma!” Demiş çaresiz bir eda ile. Yüzünü göremiyordum, sırtı bana dönüktü. Yüzünü görmüyor olmam onun o boş bakışlarının önüme düşmesine engel değildi.

“Daha dün akşam aldım seni buradan, sabahında yeniden burada ol diye mi?” Sitemkardı fakat kederden boynunu bükmüştü. Halen onun acısını çeken birinin varlığı canımı yakmıştı. Her gün buraya geliyordu. Bu kadar mı çok seviyordu?

“Hadi kalkalım, bak buz kesmişsin! Hem Tolga üşümenden nefret ederdi, hadi onun için kalk ayağa.” Uraz’ı ilk kez bu kadar naif görüyordum. Sonunda hareketlenmişti. Bedenini değil ama başını toprağın üzerinden kaldırmış ve Uraz’a bakmıştı. Yüzünün sadece tek tarafını gördüm. Beyazın en açık tonuna sahipti. Ama fark ettiğim bir şey oldu. Saçları arkadan sarıydı fakat ön tarafları beyazdı aynı kaşları ve kirpiklerinin olduğu gibi. Ve anladığım onun özel bir birey olduğuydu. Dediği doğruydu bir kuğu gibiydi. İlk defa bir kadının güzelliğinden dolayı kıskançlık duygusuna kapılmıştım.

“Ama gitmek istemiyorum.” Sesi olabildiğince inceydi. Çaresiz tavrı karşısında kalbimi tutmuştum.

“Ama kalamazsın da bir buçuk ay oldu, yorulmadın mı? Her gün buraya gelmek sana eziyet değil mi? Seni buradan topluyoruz, Mete’yi sokaklardan… Yazık değil mi artık!” Yorgunluğu sesine yansımıştı. Mete’nin kim olduğunu bilmiyordum ama ailesinden biri olduğu aşikâr.

“Uraz…” Sesi titremiş, gözünden bir yaş akmıştı. Boğazıma bir düğüm oturmuştu. Bu ne yutkunmama ne de nefes almamı sağlıyordu. “Olmuyor, yapamıyorum. Yardım et bana!” Çığlık atmamak için sırtımı ağaca yaslamıştım. Dudaklarımı ellim ile kapatmıştım. Yaşlarım musluktan boşalırcasına akmaya başlamışlardı.

“Hepimiz yanındayız, ellimizden ne geliyorsa onu yapıyoruz. Ama sende biliyorsun seni senden başka kimse kurtaramaz. Başta buraya gelmeyi azaltarak başlaya bilirsin, bunu yapabilirsin Aley.” Ağlıyor, Uraz ağlıyordu. Bu kadar mı çok seviyorlardı onu.

“Hayır!” Sitemli ve gür bir sesle konuşmuştu. Acısının yerine öfkesi gelmişti. Saklandığım yerden usulca başımı çıkarmıştım. Tüm yüzü bana doğru dönüktü. Gözleri gökyüzünün rengine sahipti. Burnu dudakları küçücüktü fakat gözleri büyüktü. Saçlarının ön kısımları beyazdı fakat o kadar çok kısaltmıştı ki gözünün hizasına gelmişlerdi. Arkası ise ensesine kadardı orada da yer yer yamukluklar vardı.

“Yüzleşmek istiyorum! İyileşmemi, ayağa kalkmamı istiyorsanız onu benden koparan o şahsı karşıma getireceksiniz!” Gözyaşları içerisinde öfkeyle bağırdı. Kalbim yerinden çıkmak istercesine atmaya başlamıştı. Bu nasıl bir kader? Aşağı tükürsem sakal yukarı tükürsem bıyık. Hayatımdan bu yaşadıklarımdan utanıyordum.

“Kimsem kalmadı, yapayalnızım! Uraz…” Sesi titremiş ve hıçkırıklara boğulmuştu. Uraz onu çekmiş ve sıkıca sarmalamıştı. Uraz’ın da ondan aşağı kalır bir yanı yoktu. İkisi de dakikalarca ağlamıştı. Bakışlarım mezara inmişti ve sertçe gözlerimi yumuştum. Şu an burada can vermek istiyordum.

“Uluğ’a söyle yüzleşmek istiyorum lütfen.” Sesini duyduğumda yeniden sırtımı ağaca yaslanmıştım. Gözlerim kapalı sadece bir an önce bu işkencenin bitmesini diliyordum.

“Aley, bunu yaparak kendine daha fazla acı çektirmene Uluğ izin vermez. Sende yapma artık!” Uraz’ın düzelen ve ciddi bir tona bürünen sesi ile kendine geldiğini anlamıştım.

“Ahu ablaya da sordum, bana halen bunu yapanın kim olduğunun belli olmadığını söyledi. Herkesi kandırabilirsiniz ama beni asla! Uluğ’dan bahsediyoruz ya, Uluğ’dan Allah aşkına onun elinin uzanmadığı bir yer yok ki! Tanıdık biri mi? O yüzden mi saklıyorsunuz!” Hiddetli sesi tüm mezar taşlarına çarpmıştı. Kalbimi tutmuş burada bu sözleri duyduğumun idrakini yaşamaya çalışıyordum. Ben bile bile Uluğ’u nasıl bir şeyin içine çektim böyle?

“Nereden çıkardın bunu kızım? Yok öyle bir şey, at kafandan bunları. Sandığımız gibi küçük bir mevzu değil ama çok az kaldı ipi tutuk. Yapan kişiyi bulmamıza ramak kaldı.” Öfkeli ve emin sesine karşı kaşlarımı çatmıştım. Bilmediğim bir şeyler mi öğrenmişlerdi? İçime bir kurt düşmüştü.

“Eğer ben zerre Uluğ’u tanıyorsam, Tolga’nın katilini çoktan bulmuş olması gerekiyordu. Ha büyük ha küçük fark etmeksizin elini koyduğu gibi önümüze atardı. Her kimse bence Uluğ sizi de kandırıyor ve o kişiyi koruyor!” Diye solumuştu. Sözlerine karşı donmuştum. Bu mümkün değildi? Bilse…

“Ne dediğinin farkında mısın sen Aley?” Hayret dolu bir ses yayılmıştı.

“Gayet de farkındayım, Uluğ benim yüzüme bakamıyor Uraz! Suçlu bir insanın kimseye bakacak bir yüzü olmaz. O senden, benden hepimizden bir şey saklıyor. Bunu anlamayacak kadar aptal olamazsın!” Her sözcüğünde öfkesi katlanarak büyüyordu.

“Yanlış anlamışsın, o ara ara benim yüzüme de bakamaz! Çünkü her sorunda suçlu çıkarmayı iyi bilir kendilerini. Hepimiz ona ihanet ederiz o bize etmez Aley!” Emindi her sözünde olduğundan fazla emindi.

“Umarım dediğin gibidir ama hiç sanmıyorum!” Sözcükleri dik ve ketumdu. Bir hareketlenme duyduğumda başımı çıkarmış ve onlara bakmıştım. Her ikisi de ayağa kalkmışlardı. Aley dönmüş mezar taşına bağlanan şalı sökmüş yerine boynuna dolamış olduğu şalı çıkartıp mezar taşına bağlamıştı. Uzun bir süre boyunca mezar taşını öpmüştü. Ve her ikisi çıkışa doğru yürümeye başlamışlardı. Uraz usulca bana bakmış ve benim tersimdeki başka yoldan onu ilerletmişti. Bu sayede beni göremeyecekti.

Giriş kapısının önünde duran beyaz renkteki arabasına binmişti. Korna çalmış ve gözden Kaybolmuştu. Uraz’ı beklemeden Tolga’nın mezarına doğru ilerledim. Her adımda gözlerimden bir yaş düşmüştü. Kuşlar canhıraş bir biçimde üzerimden uçuşmuşlardı. Bir rüzgâr kopmuş beraberinde ne var ne yoksa götürmüştü. Mezarın başına geldiğimde yere çömelmiş dizlerimi kendime doğru çekmiştim. Yan yatmış rengarenk çiçeklerle doluydu.

Bir geceydi bizi bertaraf eden ve yine bir gece oldu kaderimizi birleştiren…

Artık bir suçlu aramıyorum veya haklı haksız kavgasına da girmiyorum. Bir şeyler yaşandı hem senden hem benden bir ömür çalındı. Üzgünüm, senin yerinde olmak için nelerimi vermezdim.

Hıçkırıklarıma engel olamamış ve kendimi serbest bırakmıştım. Uraz yanıma gelmemiş kapının girişinde beni izliyordu. Gökyüzüne başımı kaldırdım ve beni yaratan Tanrı’ya yalvardım.

Neden?

Söylemelisin, neden? Yetmiyor muydu, onca acıma onca kırgınlıklarıma rağmen neden o gece oldu ki?

Ne gerek vardı…

Yaşadığım tüm acılar ve kayıplar gözümün önüne düştü. Kaldıramıyorum bunca yükün altında ezim ezim eziliyordum. Bir amacı olmalı diye düşünüyorum ama el de var sıfır. İsyan ediyordum ve bunun bilincindeydim. Fakat öyle bir noktaya gelmiştim ki ne gerisini ne de ilerisini düşünecek raddedeydim.

Mezar taşında yazılan ismine dokundum. Her harfe ayrıntılı bir biçimde göz gezdirdim.

“Tolga…” Diye soludum. Sağ gözümden dudaklarıma doğru bir yaş akmıştı.

“Hayatımın en berbat dönemini yaşıyorum. Keşke o gün hiç karşılaşmasaydık, keşke ben oraya gitmeseydim veya sen gelmeseydin. Keşke ben o içkiyi içmeseydim veya sen içmeseydin. Keşke…” Konuşmak bile canımı yakmaya başlamıştı.

“Hiç iyi bir günüm olmadı benim, biliyor musun? Hiç sevilmedim hep hor görüldüm. Başımı ne zaman huzurla yastığa koyduğumu bile hatırlamıyorum. Şimdi sorarsın bana niye bunları anlatıyorsun diye?” Alnımı mezar taşına yaslamış ve içli içli ağlamaya başladım.

“Tek ben suçlu olamam ki! Bana bunu yapmayın, tek sorumlu ben olamam... Tolga ben uyuyamıyorum.” Hıçkırıklarım çoğalmış acım katlanarak büyüyordu.

“Senden artık rüyalarıma gelmemeni istiyorum. Bencilce bir istek ama ben böyle yaşayamıyorum. Böyle olsun bende istemezdim ama oldu ve ben artık katlanamıyorum. Lütfen artık gelme, yalvarıyorum sana!” Yakarışım hiç de sessiz olmadı sanki bu anı bekliyormuşum gibi bağırarak dillendirmiştim. Hıçkırıklarımın ardı arkası kesilmedi. Ellerimi o soğuk mermerden çekmiş kendi bedenimi sarmalamıştım.

Annemi istiyordum, çok yalnızdım ve ben annemi istiyordum. Ona ihtiyacım var. Artık bu yerden kalkamıyorum. Bir şeyler bitmeliydi, artık bu içimdeki acı dinmeliydi.

Tanrı’dan bir dileğim vardı; Bende buradayım, gör artık. Çok korkuyorum, beni yanına al sar sarmala… Çok yalnızım. Yalnızlık sana mahsus deniliyor bu çektiğim ne o zaman? Ben çok yoruldum. Bu Dünya’yı da hiç sevemedim…

Dakikalar boyunca aynı pozisyonda kalmıştım. Dizlerimi karnıma çekmiş kollarımı da etrafıma sarmış bir vaziyette. Bir çıkış yolu arıyorum ama bulamıyordum. Uluğ’u yanımda istiyordum. Tüm benliğim ile ona muhtaçtım. Yaralarımı ondan başka kimseye açmak istemiyordum. Gelmeliydi ve sorgusuz sualsiz yanımda durmalıydı. Yine bencilce davranıyordum ama başka seçeneğim yoktu.

Sertçe yüzümü sıvazlamış ve yerden destek alarak ayağa kalkmıştım. Mezara son kez hüzünlü bir bakış atmış ve arkamı dönmüştüm. Mezarlıkların arasından yürümek ürpermeme sebep olmuştu. Titrek bir nefes vermiş ve etrafa bakmamaya özen göstererek hızlanmıştım. Uraz’ın yanına varır varmaz aynı andan arabaya binmiştik.

Seyir halinde kafamı dağıtmanın peşindeydim. Uraz radyodan bir şarkı açmıştı. Şarkı hüzünlü değil aksine eğlenceliydi. Bu biraz kendime gelmeme neden olmuştu. Uraz’a göz ucuyla baktığımda keyifle sigarasını içtiğini görmüştüm. Yorgun ve tükenmiş bir vücuda sahiptim. Bitap bir biçimde başımı koltuğun başlığına yaslamıştım.

Bundan sonra temkinli bir şekilde adım atmalıydım. Uluğ buraya geldiğimi öğrendiğinde daha da şüphelenecekti. Hissediyorum bana zerre güvenmiyordu sadece akışına bırakmış gibiydi. Önce onun güvenini kazanmalıydım ve ardı arkası kendiliğinden gelecekti. Belki onu kendime bağlarsam bir şansım olabilirdi. Her şey için bir şansım olabilirdi…

Bu oldukça alçak bir plan olacaktı. Aşkın ve kahpeliğin savaşıydı. Benim elimden ve benim ruhumdan gelen bir karanlık…

“Siktir!” Uraz’ın telaşlı sesi ile kaşlarımı çatmış ve ona bakmıştım.

“Ne oldu?” dedim istemsizce bende telaşa kapılmıştım. Bakışları dikiz aynasında ve stresle saçlarını dağıtmıştı.

“Kocan peşimizde…” Ağzının içinde yuvarlamıştı. Şaşkınlıkla arkama dönmüştüm. Allah kahretsin tam arkamızda ve ön camdan onu anbean görüyordum. Görmesem iyiydi aslında çünkü oldukça sinirli gözüküyordu, elli ile Uraz’a karşı hareketlerde bulunuyordu.

“Sözü mü geri alıyorum bana da güvenmiyormuş. Piç Arif’i peşimize takmış ama ben o soytarıya ne yapacağımı iyi biliyorum!” Dudaklarından ateş saçıyordu. Uluğ’un tam arkasında Arif vardı. Bu da Uluğ’un bizi nereden öğrendiğini açıklıyordu.

“Ya söylenmeyi bırak da ne yapacağımızı düşün!” İster istemez strese girmiştim.

“Ne demek ne yapacağız, kaçacağız tabii ki de! Ben canımı sokakta bulmadım, sana belki bir şey yapmaz ama benim ebemi ağlatır. Daha sen o yüzünü görmediğin için bilmiyor olabilirsin.” Kesin sözlerine karşı göz devirdim.

“Pardonda istikamet neresi? Fantastik evrende falan mı yaşıyoruz, bir anda görünmez olacağımızı mı düşünüyorsun?” Onunla dalga geçen bir tavra büründüm. İstanbul’un göbeğindeyiz ve trafik oldukça yoğundu. Küçük bir hatada olası bir faciaya sebep olabilirdik. O yüzden hayal aleminde yaşamanın bir anlamı yoktu.

“Sinirimi bozma benim Mihran, zaten her şey senin yüzünden oldu. Eğer beni de evden kovarsa sen o zaman gör bendeki fantastik evreni!” Önümüzdeki araçları sollayarak geçiyordu ve aynı hızla Uluğ’da bizi takip ediyordu. Arkama bakmak için bedenimi çevirmiştim. Biraz uzağımızda kalmıştı çünkü aramıza birkaç araç girmişti.

“Onu tahrik ediyorsun, er ya da geç karşımıza dikilecek. Acaba o zaman ne yapacaksın? Daha fazla uzatmadan kenara çek Uraz!” O kadar hızlı gidiyordu ki sıkıca koltuğa tutunmamam bile bir işe yaramıyordu. Midem allak bullak olmuştu.

Önümüzde seyir halinde olan aracın ani durması ile Uraz’ da durmak zorunda kalmıştı. Ani frenden dolayı alnımı cama çarpmıştım. Sızlanarak alnımı tutmuştun. Hafif bir şişliğin belirdiğini hissetmiştim. Şaşkınlıkla etrafa göz attığımda ise sağımızda solumuzda, arkamızda ve önümüzde siyah zırhlı araçlarının durduğunu görmüştüm. Uraz’a döndüğümde benden daha şaşkın olduğunu görmüştüm. İdrak etmede zorluk çeker gibi bir hali vardı.

“Uraz ne oluyor, kim bunlar?” Titreyen sesime engel olmamıştım. Cevap vermesine fırsatı olmadan Uraz’ın oturduğu şoför koltuğunun camı tıklatılmıştı. Önce gözüme kol düşmüş belli bir süreden sonra onu görmüştüm. Uluğ tüm heybeti ile duruyordu. İçim sızlamış titrek bir nefes vermiştim. Uraz’ın omuzları düşmüş ve kapıyı aralamıştı. Onun inişi ile bende usulca arabadan inmiştim.

Zırhlı aracın içerisinden çıkan adamlar, özel kamuflaj kıyafetler giymişlerdi. Tıkanan trafiği kontrol altına almış ve tek şeritten geçmelerini sağlamışlardı. Uluğ’a baktığımda soğuk bir yüzle Uraz’a baktığını görmüştüm. Bu süreç içerisinde bana hiç dönüp bakmamıştı bile.

“Arabana bin ve uzaklaş, ben seni bulurum.” Öyle soğuk bir tonla söylemişti ki bugüne kadar hiç bu tavrına şahit olmamıştım. Uraz tüm mahcubiyetini yok etmiş şaşkın bir yüz ile etrafımızı çemberi altına alan özel korumalara bakmıştı. Hepsi yabancıydı.

“Hay hay giderim de kim bunlar aga?” Demiş tuhaf yüzü ile.

“Sen dediğimi yap.” Yüzü donuktu bakışları da keza öyle. Duygu kırıntısının emaresi dahi yoktu. Uraz sıkıntıyla saçlarını karıştırmıştı.

“Mekânda seni bekleyeceğim.” Demiş ve arabasına geri binmişti. Birkaç adım geriye gittim. Ve arabanın uzaklaşmasını seyrettim. Çok soğuktu ve bu tutumu gerim gerim geriyordu. Bir kez olsun bana bakmayışı beni daha da üzüyordu. Arkasına dönmüş ve kendi arabasına doğru yürümeye başlamıştı. Anlamsız bir ifade ile sırtına bakmıştım. Üzerine ikinci beden gibi saran siyah bir takım vardı. Dev görüntüsünün yanında savunmasızdım.

Şoför koltuğuna yerleşmiş ve yine düz bir suratla önüne bakmıştı. Ne yapmam gerektiğini anlayamamıştım. Etrafa göz attığımda, Arif’in uzaktan geldiğini gördüm. Uluğ’un arabasına varmış şoför koltuğunun yanındaki yolcu kapısını açmış ve bana bakmıştı. Uluğ halen bir an olsun dönüp bakmamıştı. Bu tavrı beni incitse de sessiz kalmış ve arabaya doğru ilerlemiştim.

Arif’in yanından geçmiş derin bir nefes almış ve usulca koltuğa oturmuştum. Arif kapıyı üzerime kapatmış ve uzaklaşmıştı. Bir müddet arabanın çalışmasını bekledim ama umduğum gibi olmamış halen olduğumuz yerdeydik. Korkarak Uluğ’a baktığımda bakışları halen yolda fakat sağ kolu takmış olduğu kemerdeydi. Sıkıca kavramış ve gelgitler yapıyordu. Buna istinaden bende unuttuğum emniyet kemerini yerinden oynatıp takmıştım. Takar takmaz Uluğ gaza basmıştı. Kalbim yerinden çıkacakmışçasına korkmuştum.

Bir suç işlemişim ve beden nefret eder hali vardı. Bu tavrı ağlamamı tetikliyordu. Oysa gerçekler gün yüzüne çıktığı vakit çehreme tükürecekti. Daha bu tavırlarına katlanamazken nasıl dayanacaktım?

“Uluğ?” Usulca soludum. Titreyen sesime engel olamamıştım. Bugün tüm gerçekler yüzüme vurulmuştu ve ben artık kaldıramıyordum. Hiçbir tepki vermemiş yola odaklanmıştı. Bir şey demek geliyordu içimden ama cesaretim yoktu. Gideceğimiz yere kadar susmuştum.

Yarım saatin sonunda ablam ile buluşmak için geldiğim o sahildeydik. Açelya’nın bizi takip ettirdiği sonrasında fotoğrafımızı çektiği yerdi. Burası giderek anlamlı bir hal almaya başlamıştı. Mesela o banka baktığımda içime bir huzur doğuyordu. Uluğ beni beklemeden arabadan inmişti, korku ve endişeli halim ile bende onu takip etmiştim. Arabanın arkasında altı zırhlı aracın durduğunu görmüştüm. Tüm korumalar hazır vaziyete duruyorlardı. Tereddüt içerisinde o banka oturmuştum. Uluğ ayağını diğer ayağının üzerine atmış ve sigarasını yakmıştı.

Ellerimi bacak arama geçirmiş stres içerisinde olacakları bekliyordum. Sabahın ilk saatleri olduğu için güneş yüzümüze vuruyordu. Haddinden fazla rüzgâr vardı. Ve oldukça kalabalıktı. Bu kasvete dayanamamış Uluğ’a doğru dönmüştüm. Kaçıncı olduğunu sayamadığım bir yeni sigarasını yakmıştı. Çok içiyordu, yaşına göre epeyce fazlaydı.

“Neden bu kadar sessizsin?” Dan diye sormuştum. İç çekmiş yüzüne vuran güneşin güzelliğine dalmıştım. Yine susmuştu. “Sana yalan söylediğim için kızgınsan eğer mecbur kaldım. Söyleseydim izin vermeyecektin.” Kendimi açıklamaya çalışıyordum. Sertçe gözlerini kapatmıştı. Ağzında asılı duran sigarayı bir hışımla kopartmış ve yanımızda duran çöp kutusuna atmıştı. Dakikalardır bana dönmeyen yeşil hareler sonunda gözlerime tutunmuştu. Öfkeden ziyade kırgınlık vardı gözlerinde. Bu beni adeta dondurmuştu.

“Denedin mi?” İç çekerek soludu. Dediğinden bir şey anlamamıştım. Öylece ona bakmıştım. “Bana bir şey anlatmayı hiç denedin mi?” İçinde birikmiş bir ateş vardı. Her sözünde göz kapaklarını sertçe yumuyordu. Kendini dizginlemeye çalışıyordu.

“Neden? İzin verir miydin ki? Veya beni anlar mıydın?”

“Biz birbirimizi hiçbir zaman anlamadık değil mi Mihran?” Benim sesimden ziyade oldukça naifti. Bu söz, çok şey ve bir o kadar da hiçbir şey barındırıyordu. “Ben haddinden fazla sana anlam yükledim. Sözlerimin kuvvetini bile hissetmedin, öylesine basit sözlerdi senin için… Oysa ben senin içinde olduğun bir hayal kurmuştum.”

Her kelimesi canımı yakmıştı. Ve ne zaman dolduğunu bilmediğim sağ gözümden dudaklarıma doğru inen bir gözyaşı ile irkilmiştim. Uluğ mesafeyi kapatmış ve yanıma yaklaşmıştı. Önce birbirine giren saçlarımı okşamış sonra yanaklarımdaki çillere dokunmuştu. Her hareketine göz yumuştum. Bakışları ve hareketleri çok yoğundu. Parmakları dudağımın üzerinde durduğunda gözlerimi aralamıştım.

“Güzelim?” Demiş acı bir tebessümle. Gözleri dolmuştu. Uluğ ama Mirza olmayan Uluğ Mirza Köksoy’un göz pınarları kızarmıştı.

“Bir soru soracağım ve sende bana doğru bir cevap vereceksin! Korkmayacaksın, asla endişelenmeyeceksin... Acı ama sana bir şey olmasına izin vermeyeceğim!” Her şeyin bilincinde olup susmanın getirdiği ıstırap… Biliyordum, soracağı soruyu biliyordum. Beni bulduğu günden beri gözlerinde bu soruyu duyuyordum.

“Tolga’yı sen mi öldürdün?”

Tepkisizlik verdiğim tek tepki tepkisizlik. Fakat gözlerim içimdeki fırtınayı göstermek istercesine yağıyorlardı. O ise ne söylersem inanmayacakmış gibi acı bir gülümsemeyle bana bakıyordu. Dudaklarımda duran parmakları çeneme doğru yol çizmiş boynumda da bir müddet durduktan sonra benden uzaklaşmışlardı. Onun bana gülümsediği gibi gülümsemiştim. Bu tavrım onun için cevap niteliği taşıyordu. Gözlerini sertçe kapatmıştı. Yüzümün aksine sözlerim oldukça soğuktu.

“Bilmiyorum, sende biliyorsun ki hatırlamıyorum.” dedim hissettiklerimden keza…

“Hem de çok iyi biliyorum.” Öfkesi her zerresine bulaşmış. Ve adeta benden midesi bulanıyormuş gibi bakmıştı. “Tam bir hayal kırıklığısın Mihran!” Demiş tükürürcesine.

“Kendi yaptıklarını unutmuşsun?” Tek suç benim olamazdı, bir yerlerde onlarda hata yapmışlardı.

“Unutmadım, unutamadım ama sen unuttun. Bakışların duruşun hep affediciydi. Duvarların vardı ama bana şefkatliydin. Tanıdıktın, ta ezelden beri tanıdıktın. Sakın geçmişi yüzüme vurma Mihran, aramızda geçen her şeyi sen başlattın. Bana yolu açan sendin, evet gönlüm vardı yürümeye ama sende dur demedin. Aksine harladın!” Sözleri keskindi.

“Benim suçumdu yani? Açıkça söylesene pişmanım diye… Keşke o gün kendi kafama sıksaydım da öpmeseydim diyorsun değil mi Uluğ?” Dişlerimi birbirine sürtüp öfkeme hâkim olmaya çalışıyordum. Sözlerim ondan ziyade beni yaralamıştı. Bakışları sertti bugün her zamanki duruşu yoktu. O ilk tanıdığım adamdı.

“Keşke annenle telefonda konuştuğun o gün yanına gelmeseydim. Bırak sarılmayı merhamet namına hiçbir şey hissetmeseydim. Orada kırıldı bende ki mühür… Sen hiçbir şeyi hakketmiyorsun Mihran. Defalarca yanına geldim adam gibi sordum. Yanındayım dedim, göze aldım bak herkesi dedim ama sen yüz çevirdin. Ben yine senin yanında olmaya sana olan duygularımı hissettirmeye çalışıyorum. Sahi sen benim hissettiklerimle de alay etmişsindir!” Yüzü halen düzdü. Sözleri canımı sıkmıştı.

“Kalbimi kırıyorsun! Böyle düşünmene Tolga’nın mezarına gelmem mi neden oldu? Eğer öyleyse ben sadece oraya içimdeki huzursuzluğu atmak için gitmiştim. Başka hiçbir şey yok Uluğ, lütfen inan.” Yaşlarım dur durak bilmiyordu. Her bir yaşıma ayrıntılıyla bakıyordu.

“Allah aşkına üç gündür buralarda değildik Mihran, adım atar atmaz ilk fırsata oraya gitmen sözlerinle çelişkili ama bu tavra bürünmem bu yüzden değil. Ben inanmıyorum, senin birini seveceğine onun için savaşmak isteyeceğine… Dün akşam neredeydim mesela biliyor musun?” Demiş ders vermek istercesine. Sessiz kalmış ve onu dinlemeye koyulmuştum

“Amcam ile Tolga’nın kardeşi Mete’yleydim. Bana ne sordular sence? Tanıdık mı bu şahıs, o yüzden mi bu kadar uzadı bu mevzu, o yüzden mi bize söyleyemiyorsun. Var ya amcama desem ki elde tam olarak bir şey yok ama tek bir şüpheli var, büyük olasılıkla o ve ben ona âşık oldum. O yüzden herkesten saklıyorum, onu korumaya çalıyorum!” Kendi kendine gülmüştü. Aley’in düşündüklerini düşünmüşlerdi. Bu canımı yakmıştı.

“Öldüresiye döver beni, gıkımı bile çıkartamam! Adam çocuklarından çok bana ilgi gösterdi gel gör oğlunun katiline âşık oldu. Ne trajedi ama… Yüreğin var mı Mihran, her şeyini kaybetmeye gücün var mı? Sen dersen ki benim gönlüm var bu saatten sonra sesimi çıkartırsam, sorgularsam hatta ve hatta gizlediklerini deşersem namerdim!” Demiş kendi ile büyük bir çelişkideydi. Bunca engele rağmen halen çabalıyordu.

“Gözlerinden akan ilmek ilmek şüpheye rağmen elimi tutmak istiyorsun, öyle mi? Gerçeklerin ve davranışların arasında büyük bir tezatlık var. Ben anlamıyorum seni, sen hissettiklerini söyledin şimdi sıra bende.” dedim titreyen ellerimi bacak arama sıkıştırdım.

“Hani diyorsun ya, sözlerimin ve hissettiklerimin kuvvetini bile hissetmedin diye. Bunca imkansızlığın ve savaşın ortasında ilk kez ev gibi beni sarmalayan birini buldum. Ama inanmadım ve inanmıyorum da… Ev olsa sevgisi bu kadar acıtmazdı diyorum. Sana zarar gelsin istemiyorum. Evet voltu çok yüksek duygular içerisindeyim. Kısa da olsa bir mutluluk yaşamak istedim. Ama bir gerçekte var ki göz ardı edemem, hislerine inanmıyorum. Bu kadar uçta bir şeyler yaşayacağına, üzerine aileni karşına alacağına ihtimal dahi veremiyorum. Üzgünüm, tüm bunlar beni çelişki içinde bırakıyor.” Onun kadar çıplaktım. Sanki her sözümden haberdarmış gibi tebessüm etmişti.

“Mihran…” Sesi ilk kez titremişti. Gördüm, kalbini kırmıştım. Bazı şeyleri göstermemek için üstün bir güç içerisindeydi.

“Yüreği korkak olanın sözleri aciz olur. Senin gönlün yok yürümeye ne desem boş. Bir ihtimal aradım birlikte olmaya dair. Sen çaldığım tüm kapıları yüzüme çarpıyorsun ve ben artık çalacak bir yüz bulamıyorum kendimde. Gizemlerin, hislerin, yalanların, korkaklığın, olması muhtemel ihanetlerin bizi bu noktaya getirmişken bir söz bulamıyorum. Ama bu sondu, son kez denedim ve son kez yamacına bir şans için geldim. Çünkü sen ancak ve ancak senin uğrundan harcayacağım günleri heba edersin. Varsın hissettiklerime inanma keza artık inanma gibi bir zahmete girmene de gerek kalmadı. Sen istesen bile artık ben yokum.”

Ayağa kalkmış ve arkasına dönmüştü. Sözleri canımı yakmış ve bir o kadar da öfkelendirmişti de…

“Tek suç benim mi gerçekten? Böylesi bir hayatın varken hangi kadın senin yanında durmayı kabul eder ki? Önce kendi yaşantını yaşanabilir bir hale sok sonra elini tutacak birini ara!” Gözlerimden akan yaşları bir hışımla silmiş ve ayağa fırlamıştım. Sırt kaslarının gerildiğini görmüştüm. O sakin halinden eser kalmamış bir öfkeyle bana doğru dönmüş ve aynı hiddetle yanıma varmıştı. İşaret parmağını gözüme sokmak istercesine sallamıştı.

“Beni yargılamadan önce geçtiğim yollardan geç, sınandığım sınavlara kendini tabi tut! İşte o zaman konuşmaya kendinde hak görebilirsin! Bu hayatı ben seçmedim, şayet böyle bir seçeneğim olsaydı silahtan çok kalem tutmayı isterdim! Yeniden sana zarar verilmesin diye en büyüğü oldum ben bugün! Yargıladığım hangi pislik varsa bugün finansörü konumuna kendimi getirdim. Hem de kendi rızamla ama görüyorum ki bunca şeyi bu sözleri duymak için yapmışım. Yazık Mihran yemin ediyorum ki kendime yazık etmişim!” Bas bas bağırmıştı. Hiçbir tepkisine benzemiyordu. Saçlarını yolarcasına çekmişti.

“Böyle bir şey istedim mi senden? Hayatım zaten bok gibi, yolumun sonu öyle ya da böyle ölümle sonuçlanacak. Beni koru dedim mi sana, sen kendi tercihlerinin kurbanısın beni suçlayamazsın!” Bencildim her zamanki gibi… Yüzünde var olan o duygu kafamı sıkmama neden olacaktı. Hayal kırıklığı! Bitmek tükenmek bilmeyen yaşlarım canımı daha da sıkıyordu. Her şey burada bitmeliydi, onun iyiliği için… Oysa daha bir şey yaşamamıştık bile.

“Bir ölen birini geri getiremezsin, bir de umutsuz birine hayat vadedemezsin derdi dedem ne kadar da haklıymış meğer. O kalın kafan sadece sona odaklanmış bu da yolun sürecinde seni bencil birine dönüştürmüş, iyi ki bana bu yüzünü gösterdin yoksa kapılıp gidiyordum. Vay halime körü körüne millete maskara olacaktım. Şimdi siktir olup gidebilirsin!” Öfkeden birkaç kez kendi kafasına vurmuştu. Öyle hızlı bir şekilde arkasına dönmüştü ki bir şey deme cesaretini kendimde bulamamıştım. Arabasına binene dek ona bakmıştım. Gaza basmış ve son sürat uzak uzaklaşmıştı. Öylece yola baka kalmıştım. Gözlerimden sicim sicim yaşlar akıyordu.

“Yenge buyur eve ben götüreceğim.” Arif’in sesiyle akan yaşlarımı elimin tersi ile silmiştim. Bir şey demeden onu takip etmiştim. Kaldırımın kenarında park edilen aracın arka yolcu kapısını açmış ve çekilmişti. Arabaya yerleşmiş ve yola koyulmuştuk. Arkamızda iki zırhlı araç vardı. Diğer araçlar Uluğ’un ardından gitmişlerdi.

Eve gideyim içime içime ağlayacağım. Bana reva görülen bu hayatın ıstırabını yaşamaktan yorgun düşmüştüm. Bir hayal kurdum dedi, bende bir hayal kurmuştum. Başrollünün o olduğu bir düş…

Anlatamıyorum. Kendime bile bazı şeyleri açıklayamıyorum. Denedim, biz olmak için denedim. Ama olmadı, onsuzluğu tatma vakti.

“Arif şurada bir yerden bana bir telefon kulaklığı alır mısın lütfen?” Aklıma gelenle seslenmiştim. Arif dikiz aynasından bana bakmış ve önüne dönmüştü.

“Tabii yenge.” Diye cevap vermişti. Bu kelime canımı sıkmaktan öteye geçmiyordu. Ama ben bir şey demeyecektim, elbet Uluğ onlara izah ederdi. Belki de etmezdi, hiç bilmiyorum…

Araba durmuş ve Arif kulaklığı almak için inmişti. Boş her anda nasıl olurda gözlerim dolabilirdi anlayamıyorum. Benden nefret etmişti, yüzündeki o iğrenmeyi görmüştüm. Artık hiç o bana karşı olan şefkatli yüzünü göremeyecektim. Bu düşünce bile nefesimi kesmeye yetiyordu. Ona alıştım diyemem ama gitmesin istiyorum. Birlikte olmayalım ama benden nefret etmesin. Bu büyük bir saçmalıktı.

Kapının sesi ile kendime gelmiştim. Arif yeniden arabaya binmiş ve bana doğru dönmüştü. “İyi misin sen yenge?” Demiş şaşkınlıkla. Bunu demesi ile elim yüzüme gitmişti. Ve ağladığımı yeni idrak etmiştim. Elimin tersi ile yaşlarımı silmiş ve baş hareketi ile bir sorun olmadığını söylemiştim. Elinde tutuğu poşeti bana uzattığında hiç düşünmeden almış ve kenara bırakmıştım.

“Sağ ol Arif.” dedim nezaketen. Bir cevap vermeden arabayı çalıştırmıştı. Şüpheli bakışları beni germişti o yüzden onun tarafına bir daha bakmamıştım.

Olduramamak diye bir şey var. Nereye, hangi semte gidecek olursan ol laik görememe durumu var. Hiç kimsenin yanında kendimi yakıştıramıyordum. Öyle bir duyguyla büyümüştüm ki, her kim beni sevecek olsa altında sebepler arıyordum. Bu çok toksik bir davranıştı, bunun bilincindeydim. Diyorum ya bazı şeyleri anlatamıyorum, ifade edemiyorum diye bu da öyle bir şey. Çocuk travmalarımı öne sürmek bana acizce geliyordu buna ancak ve ancak alışkanlık diye biliyordum. Belki bu düşünce bile âcizineydi…

Evin bahçesinde durduğumuzda düşük omuzlarla arabadan inmiş ve eve geçmiştim. Üst kata çıkmış ve odama girmiştim. Ne ablamı ne de Vefa abiyi görmüştüm. Bu benim için iyi bir şeydi. Kulaklığı poşetten çıkartmış, poşeti bir kenara atıp elimdeki kutu ile yatağa oturmuştum. Kutudan çıkarttığım kulaklığı sonunda kulağıma taka bilmiştim. Telefondan bir şarkı açmış ve boyluca yatağıma uzanmıştım. Uzandığım vakit yastığın altından bir hışırtı gelmişti. Merakla oturur vaziyete gelmiş ve yastığı kaldırıp bir kenara bıraktım. Dört parçaya katlanmış bir kâğıt parçası vardı.

Kaşlarımı çatıp merakla onu elime almıştım. Üstünde “Mihran’a” yazıyordu. Hızlıca açmış ve ne olduğunu anlamaya çalışmıştım. Yazıdan ablama ait olduğunu anlamıştım bile. Bana mektup yazmıştı. Yavaşça okumaya başlamıştım.

“Gidiyorum. Gitmemi istedin bende gidiyorum. Bencil dediğini duyar gibiyim, bir şeyleri sakladığını biliyorum ve dediğin gibi sana hiçbir konuda katkı da bulunamıyorum. Bu ki beni işe yaramaz hissettiriyor, o yüzden pes ettim ve gidiyorum. Senin kadar güçlü değilim ben, yaşadıklarını düşününce kaldıramıyorum ve senin nasıl halen ayakta durduğunu idrak edemiyorum. Senden tek bir isteğim var Mihran… Hayata kal! Bugüne kadar ne ben ne de annem sana yardım edebildi. Dediğin gibi her şeyi tek başına hallettin. Bu yaşına kadar geldin, mümkünse senin buruşuk yüzünü ve beyazlayan saçlarını da görmek isterim. Düşüncesiz ve bencilim ama sen öyle değilsin başkalarının hayatı karşılığı kendi canın üzerine kumar oynarsın. Gözlerinde gördüm, Uluğ ile de görüştüm. Senden daha yoğun duygular içerisinde ve bana kalırsa en çok acı çekecek kişi de o olacak. Çünkü her şeye var, senin uğrunda… Ama sende onu görmedim, sen sonunu baştan kabul etmişsin. O ise hayaller kurmaya başlamış bile, bana bir düşünden bahsetti. Mihran… Ablacığım… Aklın varsa şimdi ondan uzak durursun. Yoksa bu adam seni asla bırakamaz, kendi kafasına sıkar ama senden uzak duramaz. Ona karşı ufacık bir merhametin varsa bu mevzuyu şimdi kapatırsın. Mutlu olmanı istiyorum. Bunu canı gönülden diliyorum. Bana söz verdi, ne pahasına olursa olsun yaşatacak seni. İçimde biraz tereddüt oluşsa da ufakta olsa içimdeki bu sıkıntıyı atabildim. Okulunu bitirmen için ne gerekiyorsa da yapmaya hazırım. Ve annemi aramayı unutma, bunca sorunun içerisinde çokça onu ihmal ediyorsun. Lütfen buna dikkat et.”

Titreyen ellerime de engel olamamıştım. Akan yaşlarım mektubu ıslatmıştı. Gitmesine sevinmiştim, bu hiç de bencil bir davranış değildi. Ona bir zarar gelmesinden ölesiye korkuyordum, bu durum içime su serpmişti. Hayatım berbatken onu da bir çukurun içerisine çekemezdim. Umudum kalmamış savaşacak bir gücüm yoktu. Gitmesi daha iyi olmuştu.

Arkamdaki yastığı kucağıma almış yatakta cenin pozisyonu alıp yastığa sarılmıştım. Yaşlarım bir türlü durmuyordu. Tek başıma savaşacak olmak beni kahrediyordu. Kimseden de böyle bir beklentim olamazdı ama…

Bedenimin altında kalan telefonu çıkartıp ezbere bildiğim numaraya tuşladım. Birkaç çalıştan sonra çağrı açılmıştı. “Efendim.” Artık bu içimdeki sıkıntıları bu ses bile dindiremiyordu.

“Anne benim… Mihran.” Uzun zamandan beri onu aramamıştım. Bir hareketlilik olmuştu.

“Mihran, bebeğim. Ah be kuzum kaç zamandır ne diye beni aramıyorsun ki? Meraktan öldürmek mi derdin!” Sitemli, heyecanlı ve endişeliydi. Her zamanki halleriydi. Bir hareketlilik daha oldu.

“Biliyorsun anne çalışıyorum, gereğinden fazla yoruluyorum. Üzgünüm bir türlü fırsatım olmadı.” Konuşmaya başlayınca anladım ki sesimi hoparlöre vermişti. Bu yaptığına anlam veremedim.

“İyi misin kuzum sesin boğuk çıkıyor, ağlıyor musun doğruyu söyle bana?” Ben ne kadar yalan söylesem de benim hiçbir dediğime inanmıyordu çünkü hissediyordu. Berbat bir halde olduğumu hissediyordu. Yutkunmakta zorluk çektim. Sarıldığım yastığa daha da sarmalamıştım. Yaşlarım yastığı ıpıslak bir hale getirmişti.

“İyiyim anne, uykudan yeni uyandım ondandır belki. Sen beni boş ver asıl sen iyi misin? Ablam durmadan öksürdüğünden bahsetti, gittin mi doktora hiç?” Odağı kendimden uzaklaştırmak istemiştim.

“Ablanın abartmaları bilmiyor musun ama merak etme gittim geçici bir şey olduğunu söyledi, sen düşünme bunları şimdi. Ne zaman okulun açılıyor ondan bahset bana? Ay Mihran kızım ben çok heyecanlıyım ya!” Kıpır kıpır bir sesle konuşmuştu. Nefes alamadığımı hissettim, başımı tavana kaldırmış derin derin nefesler almıştım. Yeniden telefonu kulağıma götürmüştüm.

“Bir haftaya açılacak anne, sen merak etme beni kendine odaklan ihmal etme sakın!” Yine düz konuşmuştum. Ama elimde değildi. Evet doğru bir hafta sonra okul açılıyordu ama benim gidip gitmeyeceğim bile belli değildi. Uluğ ile aram mahvolmuştu ve en önemlisi artık benden nefret ediyordu. Okula gidecek bir heyecana da sahip değildim. Maalesef öyle bir hale dönmüştüm ki hiçbir şey bana zevk vermemeye başlamıştı.

“İçimde bir sıkıntı var Mihran, bu ki senin iyi olmadığını söylüyor. Ben diyorum ki oraya geleyim seni, kaldığın yeri okulunu Mihran okulunu göreyim. İki günlüğüne gelir geri dönerim ha ne dersin kızım.” Bu beni telaşlandırmıştı. Hızlıca doğrulmuş, sırtımı yatağın başlığına dayamıştım.

“Gelme! Yani şimdi babam, Civan falan öğrenir. Arkandan gelip benim düzenimi bozarlar o yüzden söylüyorum. Hem mezuniyetime gelirsin olmaz mı anne?” Ne diyeceğimi bilememiştim. Uzun bir sessizlik oldu. Bu beni tedirgin etmişti.

“Ya gelemezsem?” Sesi gereğinden fazla kısık çıkmıştı. Kaşlarımı çattım ve bu dediğini anlamaya çalışmıştım.

“Asla kabul etmem, zaten tek başıma geldim buralara bari mezuniyetimde yanımda ol anne. Bak bu sefer ciddi küserim sana.” Çocukça bir tavra bürünmüştüm. Elimde değil… Düşüncesi bile canımı sıkmıştı. “Hem belki babamın da o zamana kadar bana karşı kalbi yumuşar. Yumuşar de mi anne?” Bir hareketlilik oldu, annemin adımlarını duydum. Bir kapı açıldı ve ardından kapandı. Bir süre daha sessizlik devam etmişti. Derin derin nefesler alıyordu.

“Yumuşar kızım.” Sesi titremişti. “İyi misin sen?” Endişelenmiştim.

“İyiyim merak etme, bak ne diyeceğim. Sen çalışıyorsun ama ben yine de soruyum orası büyük şehir belli olmaz. Paraya ihtiyacın var mı, amcana söylerim o hemen atar sana.” Konuşmaya başladığında sesimi hoparlörden aldığını anlamıştım bile.

Daha küçücük yaştaydım dedem kendi adına bana bir hesap açmıştı. “Belli ki bu babandan sana hayır gelmeyecek, bak ben bu hesaba hep para atacağım. Amcana da söyledim, o da atacağını söyledi. Bir ihtiyacın olursa buradan kullan tamam mı güzel kızım.” İçinde oldukça fazla bir para birikmişti. Ve halende sorgusuz sualsiz bana atıp duruyorlardı. Bir gün bile olsa kesmemişlerdi. Geçen gün merak edip baktığımda her zamankinden fazla bana para gönderdiklerini görmüştüm. Muhtemelen annem burada olduğumu söylemişti. Haklarını nasıl öderim bilemiyordum. Poyraz abi ile uzun zamandır görüşmüyorduk, o bile buraya gelişim ile bana göndermişti.

“Anne hatırlıyor musun küçükken dedem bana hesap açmıştı hep para atarlardı.” dedim.

“Unutur muyum kızım, sonra baban olacak adam öğrenip kartı kırmıştı. Amcanla da birbirlerine girmişlerdi.” Stresli ve üzüntülüydü.

“Evet ama sonra dedem bir tane daha çıkarttı ve annene bile söyleme dedi. O günden beri bana para atıyorlar. Hatta sadece dedem ile amcamda değil ara ara halamlar, Poyraz abi, Çiçek abla hepsi... Kimse de kimseye bir şey demiyor. Şu ana kadar bir kez olsun bile kesmediler. Ben Kullanmayacağım dedim, mahcup oluyordum ama kullanmaya karar verdim. Fazlaca var hiç merak etme, o para sayesinde çalışmama bile gerek yok aslında.” Açıklayıcı bir üslupla konuşmuştum.

“Sen ciddi misin, bak hiç de kimse bir şey demedi. Allah bin kere razı olsun onlardan, ben en kısa zamanda gidip teşekkürümü ileteyim o zaman. Poyraz demişken de oraya tayini çıkmış nerede kaldığını soruyor. Ben tabi bilmediğimden bir şey diyemedim ama sana onun numarasını atayım konuş onunla, olur mu kızım?” Sözlerine karşı derin bir şekilde yutkunmuştum. Korkuyla kalbimi tutum.

“Tamam anne sen onun, amcamın ve halamın numarasını at. Hepsi ile konuşuyum.” Hissettiklerimden keza sakin bir tavırla.

“Tamamdır kızım, sormaya fırsatım olmadı Meyra telefonunun bozulduğunu söyledi ama neden numaranı değiştirdin onu anlamadım?” Şüpheli sesine karşı kirpiklerimi kırpıştırmıştım.

“Geçen Civan aradı beni sinirlerimi bozdu. Bende değiştirmek istedim.” İlk kez bir konuda anneme yalan söylemek zorunda kalmamıştım.

“Ah kızım çok üzgünüm, elimden sadece bu kadarı geliyor. Seni koruyamadığım için kendimi hiç affetmeyeceğim.” Buruk sesine gözümü kapatmıştım.

“Öyle deme anne, sen benim kurtarıcımsın. Başıma ne gelirse gelsin senin orada bir yerlerde var olman bana güç veriyor. Sakın ama sakın kendini suçlama öyle olması gerekiyordu ve öyle oldu de.” dedim inat bir tavırla. Yine kendini uzun sayılacak bir sessizliğe gömmüştü.

“Benim seni avutmam sakinleştirmem gerekirken senin bunu üstlenmende oldukça haksızca… Epeyce büyüdün bebeğim o yüzden sana söylemekten çekinmeyeceğim, artık bazı şeyleri kaldıramıyorum kızım. Her şeyi bırakmaya hakkım yok mu? Mesela anneliğe bir süreliğine ara versem, çok değil bir saate olur.” Dileniyordu. En az herkes kadar onun da bazı hakları vardı.

“Anne biliyor musun senin bu dünyada her şeyi istemeye hakkın var. Çok şeye katlandın ve boyun eğdin artık bir şeyleri bırakmanın zamanı geldi de geçiyor. Akışına bırak, kafana takma koy ver gitsin.” Dedim usulca. Bu dediğime annem kahkaha atmıştı.

“Çok biliyorsun.” Diye takılmıştı. Onunla eşlik etmiş ve gülmüştüm.

“Neyse anne sonra ben seni tekrar ararım dikkat et kendine.” Vedalaştıktan sonra telefonu yatağın bir ucuna fırlattım.

Yeniden aynı pozisyona dönmüştüm. Aklım Uluğ’daydı. Nerede ve ne yapıyordu?

Aklımdan bir saniye olsun çıkmıyordu. Aklım çıkacaktı ama o bir milim kıpırdamayacakmış gibi…

Gün içerisinde deli divane gibi evin içerisinde dolandım. Ne gelen vardı ne de giden. Duvarlar üzerime üzerime gelmişlerdi. Sıkıntıdan patlamak üzereydim. Geçirdiğim bir günün ardından uykusuz bir halde sabahı sabah etmiştim. Ona ihtiyacım vardı ama hakkım yoktu. Gözüme bir gram uyku girmeden hatta yatağa bile geçmeden evin içinde gece boyunca dolanmıştım. Ama o yine gelmemişti. Aramaya da yüzüm yoktu. Şimdi ise salonun kanepesinde öylece oturmuştum. Saat sabahın sekiziydi.

“Mihran kızım hadi gel mutfakta kahvaltı hazırladım. Bir şeyler atıştır.” Aysel abla Usulca yanıma gelmiş ve konuşmuştu. Onunla birlikte mutfağa girmiş ve yemek masasına oturmuştum. Her sabah birlikte kahvaltı ediyorduk. Bana çok iyi geliyordu.

Kahvaltı ettiğimiz esnada kapı çalınmıştı. Aysel abla hızlıca ayağa kalkmış ve kapıyı açmak için mutfaktan çıkmıştı. Korumalardan bir olduğunu düşünüp yemeğime devam ettim.

“Hoş geldiniz Uluğ Bey.” Aysel ablanın sesi ile heyecanla ayağa fırlamıştım. Dün ki sabah ettiğimiz kavgadan beridir yoktu. Derin derin nefesler alıp mutfaktan çıkmıştım. Kalbim adeta yerinden çıkacaktı. Gözüm direkt onu bulmuştu. O bir an olsun bana bakmadan arkasına dönmüş ve merdivenlerden çıkmaya başlamıştı. Uluğ gayet iyiydi, üstü başı her şeyi tertemizdi. Saçları bile özenle taranmıştı. Ne bekliyordum ki! Yeni fark ettiğim biri vardı o da Emily’di. Sertçe yutkunmuştum. Bu kadının Uluğ’la ne işi vardı?

“Merhaba Aysel Hanım. Rica etsem Uluğ için bir servis kahvaltı tabağı hazırlar mısınız lütfen.” İngilizce dili ile Aysel ablayla konuşmuştu. Aysel ablaya baktığımda her zamanki tavrı ile Emily’e baktığını görmüştüm.

“Elbette Bayan Emily, sizden sadece on dakikalık bir süre istiyorum.” Ben şaşkınlıkla Aysel ablaya odaklanmıştım. İngilizceyi akıcı olmasa da konuşabiliyordu. Aysel abla yeniden mutfağa girdiğinde Emily bana üsten bir bakış atmıştı. Bu kadından hiç hazzetmiyordum. Sinsi bir gülüş atmış ve salona geçip kanepeye ayak ayak üstüne atıp oturmuştu. Sinir havli ile mutfağa girdim. Aysel abla tezgâhta Uluğ için kahvaltı hazırlıyordu.

“Aysel abla ben sana bir şey soracağım?” dedim, popomu tezgâha yaslamıştım. İşlerine devam ederken konuştu.

“Sor bakalım tatlım.” Sanki soracağım şeyden haberdarmış gibi bir üsluba bürünmüştü.

“Bu Emily kimdir yani Uluğ ile arkadaşlar sanırım?” Gelişine sormuştum. Pür dikkat ona odaklanmıştım. Salatalıkları doğrarken eli öylece durmuştu.

“Sana söylemem ne kadar doğru bilmiyorum ama arkadaş olmadıkları kesin!” Boğulduğumu sezdim. Bir el vardı nefes almama engel olan. Sertçe tezgâha tutunmuştum.

“Nasıl yani, başka ne olabilirler ki?” İstemsizce sesim sert çıkmıştı. Aysel abla ellerindekileri bırakmış ve bana doğru dönmüştü.

“Senin öğrenmemen daha doğru olur kuzum. Bana sorma cevap veremem sana.” Demiş yine en naif olduğu hali davranmıştı. Susmuş ve önüme dönmüştüm. Başka da bir şey sormaya cesaret edememiştim. Hüngür hüngür ağlamamak için kendimi zor tutmuştum. Aysel abla işlerini bitirdiğinde Emily’i çağırmıştı. Kapıdan içeri giren kadının saçlarını yolmamak için üstün bir güç sarf ediyorum. Onu her gördüğümde Uluğ’u öptüğü an önüme düşüyordu. Bu beni daha da delirtiyordu.

“Ellerinize sağlık Aysel Hanım. Bu arada toplantı odasını hazırladınız değil mi? Biliyorsunuz ki bir saat sonra misafirlerimiz olacak.” Bu söylemi ile kaşlarımı çatmış ve merakla onu dinlemiştim. Sanki ev sahibi gibi davranıyordu ve bu benim çıldırmama neden oluyordu.

“Endişe etmeyin lütfen bilgim var. Her şey tastamam hazır.” Emily aldığı cevaptan sonra Uluğ’a hazırlanan tepsiyi almış ve yine bana üsten bir bakış atıp önümden geçip gitmişti. Arkasından gidip onu izlediğimde merdivenlerden yukarıya çıktığını görmüştüm. Bu beni sinirlendirmişti. İçimde beni telkin etmek için uğraşan bir ses vardı ve belki de Uluğ’un çalışma odasına gittiklerini söylüyordu. Böyle umuyordum. Merakla arkasından onu takip etmeye koyulmuştum. Elimi kalbimin üzerine koymuş ve avuçlamıştım.

Dur durağı yoktu. Ta öteden duyulma olasılığı vardı.

İkinci katı es geçip üçüncü kata çıkmaya başladığında olduğum yerde kalakalmıştım. Odasına çıkıyordu, Uluğ’un odasına… Sıkıca merdivenlerin trabzanlarına tutunmuştum. Sessiz adımlarla ilerlemiş ve üçüncü katın merdivenlerine adım atmış usulca ilerlemiştim. Karşımda Uluğ’un kapısı vardı ve kapıyı çalan bir adet Emily. Trabzanların dibine yanaşmış ve bedenimi saklamıştım. Kapı açılmış ve Uluğ’u görmüştüm. Gördüğüm manzara karşısında sertçe gözlerimi yummuştum. Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü.

Hayretle yeniden onlara döndüğümde Emily’in salına salına içeri girdiğini ve Uluğ’un kapıyı ardında kapattığına şahit olmuştum. Kapının çarpılması ile kendimi merdiven basamağına bırakmıştım. Fark etmeden yaşlarım yolunu bulmuştu. Uluğ yeni duş almış üzeri çıplak altında ise düşmesi muhtemel bir havlu vardı. Ve o kadın içerdeydi. Yüzü bu durumdan hiç de rahatsız değildi. Kalbime yeniden bir ağrı saplanmıştı. Haykırmak öfkemi kusmak istiyordum.

Omuzlarım düşük şekilde merdivenlerden inmiş ve odama girmiştim. Odayı es geçip balkona çıkmıştım. Sandalyeye oturmuş ayaklarımı da karnıma çekmiştim. Başımı üst katımdaki terasa çevirmiştim. Aklımda bin bir senaryo geçiyordu. Bu benim daha da ağlamamı tetikliyordu. Hakkım yokken canım ölesiye yanıyordu. Kendimi değersiz ve hor görülmüş hissediyordum.

Vazgeçmişti.

Benden yana bir ümidi kalmamıştı.

Pes etmişti.

İstediğim olmuştu, neden bu kadar canım yanıyordu ama? Böyle olması için çok çaba sarf ettim. Tolga’nın mezarına da bu yüzden gitmedim mi zaten… Daha neyin derdindeydim? Artık kendimden yorulmuştum.

Ayağa kalkmış ve banyoya girmiştim. Üzerimdekileri çıkartıp bir kenara bırakmıştım. Suyu ayarlamış ve saçlarımdan yüzüme oradan vücuduma değen suyu seyretmiştim. Bakmaya bile çekindiğim yarama parmaklarımı gezdirmiştim. O benim yaramı sevmişti, her fırsatta şefkatle okşamıştı. Şimdi yara izim sızlıyordu. Tüm muhtaçlığım ile beni saran kolların beni nasılda mahvettiğini izledim. Kollarımı karnımdan belime doğru sarmış ve fayansın soğukluğuna aldırış etmeden bedenimi duvara yaslamıştım. Yere düşen bedenim sızlamış ve feryat etmişti.

Başımı duvara yaslamış suyun yüzüme dökülmesine neden olmuştum. Suyla karışan yaşlarım sessiz bir savaşın içerisindeydiler. Ağladım, ağladım ve ağladım. Sevmemeliyiz, bu kadar iğrenç iki karakter sevmemeli…

Öfkelendim, defalarca yumruk yaptığım elim ile yere vurmuştum. Canım acıdı, kendime daha da sarıldım. Ve kırıldım, sessizliğe gömüldüm. İçim yana yana hıçkırıklara boğuldum.

Dakikaların sonunda duşumu almış ve banyodan çıkmıştım. Yorgun düşen bedenim uyumak istiyordu. O yüzden dolaptan beyaz bir gecelik çıkartmış yatağa koymuştum. İç çamaşırlarımı da giydikten sonra geceliği üzerime geçirmiştim. Islak saçlarımı taramış kabarmaması için saç kremimi sürmüştüm. Kuruması için salık bırakmıştım. Ağlamaktan yüzüm şişmişti. Yatıştırsın diye de krem sürmüş ve sonunda yatağa uzanmıştım.

Kapının önünden yürüme ve konuşma sesleri gelip duruyordu. Muhtemelen misafirler gelmişti. Toplantı odası bu katın en ucundaydı, benim odanın uzağında kalıyordu. Ama oraya varmak için kapımın önünden geçmeleri gerekiyordu. Sesler bir müddet sonra yok olmuştu. Huzurla gözlerimi kapatmış bu sessizliği dinlemeye koyulmuştum. Kalbimin sızısı geçmese de halen ellerimin titremesi geçmemişti.

Bir zaman sonra kapım çalınmıştı. Merak içerisinde doğrultmuştum. Üzerim hiç müsait değildi. Kalçamı zor kapatan bir gecelik ve derin bir göğüs dekoltesi içerisindeydim. Ve her zaman kapalı dahi giyinsem belli bir büyüklükte olan göğüslere sahiptim. Yeniden kapı çalındığında ayağa kalkmış ve kapıyı aralamıştım. Fakat bedenimi kapının ardında saklamıştım. Gelen kişi Arif’ti. Saçlarımın ıslaklığından mıdır bilmiyorum ama beni gördüğü an başını eğmişti. Arkasında yeni fark ettiğim Aysel abla vardı.

“Kusura bakma lütfen yenge rahatsız ettik seni.” Demiş mahcup bir eda ile. Sinirlerim gerilmişti. “Arif bir daha bana yenge demeyeceksin.” Önüme düşen sahnelerin yüzünden yüzümü buruşturmuştum.

“Emrin olur yenge ama abi bana bunu söylemediği taktirde bunu yapamam!” Başı halen eğik ve itaatkârdı. Sıkkın bir nefes vermiştim. Uluğ’un bizim ayrıldığımızı kimseye söylemediğini anlamamıştım. Daha bir şey demeden söze Aysel abla atlamıştı.

“Kızım Uluğ Bey artık onun odasında kalacağını söyledi. Biz bu yüzden geldik, ben eşyalarını toplayacağım. Senin ise şimdi hemen onun odasına geçmeni iletti.” Aysel ablanın naif tavrına tezat öfkeyle soludum. Davranışları ile hareketleri çelişki içerisindeydi.

“Anlamadım neden şimdi hemen çıkmam gerekiyor?” Bu acelesi beni şüphelendirmişti.

“Benden duyduğunu söyleme yenge ama bence gelen misafirler yüzünden. Oldukça tehlikeli bireyler ve sizin onlarla şu an aynı katta kalmanızı uygun görmüyor.” Arif’in bana bakmadan sarf ettiği kelimelere anlayışla başımı sallamıştım.

“Anladım ama ben kapımı kilitler otururum. Hiçbir şey de olmaz, bizzat git ona bunu ilet!” Kapıyı kapatacakken Arif kapının arasına ayağını koymuştu. Ve bu sayede ayağı kapının arasında kalmıştı. Canı acıması gerekirken o hiçbir tepki vermemişti. Tuhafça ona bakarken o halen bana bakmıyordu. Bakışları yerdeydi.

“Üzgünüm yenge ama bunu ona söyleyemem. Lütfen bize yardımcı ol yoksa acısını benden çıkaracak.” Demiş çaresiz bir üslupla. Bu dediği canımı daha da yakmıştı. Millete sadece saldırmayı bilir bir de kadınları etkilemeyi. Başka bildiği bir bok yoktu.

“Tamam telefonumu alıp çıkıyorum.” Demiş ve kapıyı kapatmadan içeri geri girmiştim. Komidinin üzerindeki telefon ile kulaklığı elime almış ve aralık kapıdan çıkmıştım. Etrafa bakış attığımda koridorun sonun da tanımadığım binlerce adamın olduğunu görmüştüm. Gelen misafirlerin korumaları olduğu aşikardı. Önüme döndüğümde Arif’in korumalara öldürücü bakışlar attığını görmüştüm. Tüm korumalar buraya doğru dönmüş ve bana bakıyorlardı.

“Buyur yenge biz hemen çıkalım.” Üzerim müsait olmadığı için böyle bir tutuma girdiğini anlamıştım. Üst kata çıkmak için daha iki adım atmıştım ki Uluğ merdivenlerden tek başına indiğini görmüştüm. Kaşları çattık ciddi bir yüzle inerken beni görmüştü. Bakışları umursamazca üzerimde gezinirken hızlıca yeniden bakışlarını üzerime sabitlemiş ve olduğu yerde durmuştu.

“Şimdi ebemi gördüm.” Yanımda duran Arif’in sitemini duymuştum. Uluğ sakin bir tavırla üzerime gelmiş yanımda durduğunda etrafa bakınmıştı. Arkamda duran korumalarda olduğundan fazla durmuştu. Derin nefes alıp bakışları saçlarıma oradan derin dekolteli göğüslerime uğramıştı. Benim ise aklım onun o kadınla olan görüntülerindeydi.

“Arif hatırlat bana, birlikte ebeni ziyarete gideceğiz.” Sözlerine tezat bakışlara sahipti. Ne öfkeli duruyor ne de başka bir şey. Bakışları ve duruşu soğuktu.

“Emrin olur abi.” Titrek bir sesle konuşmuştu. Uluğ bir saniye bakmadan yanımdan geçmiş ve toplantı odasına doğru ilerlemeye başlamıştı. Ben ona öfkeyle bakarken o ise bana oldukça mesafeliydi.

“Yenge kurbanın olayım gidelim artık.” Arif’in sitemine karşı omuzlarımı düşürmüş ve merdivenlerden çıkmaya başlamıştım. Arkamda ise Arif vardı. Başı halen eğik bir biçimde. Bu adamın Uluğ’a karşı olan sadakati beni şaşırtıyordu.

Kapının koluna elimi koymuş ama açmaya cesaretim yok gibiydi. O kadınla kim bilir neler yaşamışlardı ve ben bu odada uyuyacağım öyle mi? Buna işte kahkaha atmak istemiştim. Gözlerim dolu bir biçimde kapıyı aralamıştım. Kapıyı aralar aralamaz onun kokusu gelmiş genzimi yakmıştı. Derin nefes almış ve içeri girmiştim. Kapıyı kapatmadan önce Arif’e dönmüştüm.

“Kapının yanında duvarda bir tabet var istersen oradan her yeri kitleye bilirsin yenge. Hiç kimse kesinlikle giremez camlar, hatta teras bile kapanıyor bu sayede. Ben bir şey istersin diye kapının önünde duracağım haberin olsun yenge.” Dediği yere baktığımda gerçekten de bir tabletin olduğunu görmüştüm. Aynı o saldırıya uğradığımız yerdeki gibi bir sistemdi.

“Tamam sağ ol Arif, beklemene gerek yok uyuyacağım ben.” Anlayışlı bir üslup ile ona yaklaşmıştım. Onun ise halen başı eğikti.

“Olsun yenge ne olur ne olmaz buradayım.” Yine aynı itaatkâr tavrı ile. Bir şey demeden kapıyı kapatmıştım. Kitleme gibi bir girişime girmedim. Bu kata kimsenin geleceğini düşünmüyordum. Tek bir kişi hariç tabii, Emily. Bu gerçek yüzüme tokat gibi çarpmıştı.

Aklıma gelen düşünce ile adımlarım Uluğ’un banyosu olmuştu. Kapıyı açmamla halen buharın gitmediğini gördüm. Yaptığım şey yanlıştı fakat içimdeki kuruntuyu atamıyordum. Kirli sepeti açmış ve gördüklerim karşısında sertçe yutkunmuştum. Sepette kadın kıyafetleri de vardı. İlk göze çarpan kırmızı bir jartiyerdi. Hızlıca kapatmış ve odaya geri girmiştim. Midem bulanmıştı. Onunla birlikte olmuştu. Ayrılmamızın diğer gününde benim olduğum evde başka bir kadınla sevişmişti.

Şu an olduğum odada ve karşımda duran yatakta başka biri ile… Çığlık atmak istedim ama onu bile başaramadım. Kafayı yemek üzereydim. Ben nasıl bir ateşin içerisine düşmüştüm böyle. Aynı benim yandığım gibi onunla beraber bu odayı ateşe vermek istemiştim. Cayır cayır yanışını anbean izlemek için can atıyorum. Islak saçlarımı yolarcasına çekmiş ve sinirle olduğum yerde zıplamıştım.

Gözüme çarpan içki rafları ile öfkeyle onlara doğru gitmiş, cam kapağı açmış ve elime herhangi bir tanesini almıştım. Neyin ne olduğunu bilmiyordum çok da önemi yoktu. İlk içtiğim zaman ve başıma gelenler aklıma gelmişti ama fazla düşünüp kurcalamak istemiyordum. Elimin tersi ile göz yaşımı silmiş, başıma gelen ve gelmesi ihtimali olan ne varsa kısa süreliğine de unutmak istiyordum.

Terasa çıkmış ve koltuğa oturmuştum. Yanıma aldığım içki açacağı ile açmış ve bir kenara atmıştım. Bir an beklemeden ağzına kadar dolu içki şişesini ağzıma dayamıştım. Yine o tat yüzünden yüzümü buruşturmuştum. Fakat durmamış büyük bir yudum daha almıştım. Telefonumdan herhangi bir şarkı açmıştım.

Kalbim/ Bengü

Şarkıyı duymamla aklıma şerefsiz Levent gelmişti. Bu beni tetiklemiş ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştım. Şişeyi yarıladığımda başım dönmeye başlamış ve karnıma ağrılar saplanmıştı. Bu beni durdurmamış daha da içmeye devam etmiştim. Tüm erkeklerin Allah belasını versin. Gerçekten de artık erkekler kapatılsın. Aklıma gelen görüntü yüzünden kahkaha atmaya başladım. Uluğ’un gerçek manada kapandığını hayal ettim ve bu beni keyiflendirmişti. Bence gayet mantıklıydı, biraz imana gelse bari her gün bir başka kadınla yatmazdı.

Böyle düşününce gülmelerim ağlamalara dönüşmüştü. Sarhoşluk evresini çoktan geçmiştim bile. Şişedeki son yudumu da aldığımda yere bırakmış bu da yuvarlanmasına sebep olmuştu. Koltuktan destek alarak ayağa kalkmış paytak paytak içeri girmiştim. Başım çatlıyordu ama sanki havada gibiydim. Yeniden bir içki şişesi almış ve terasa geri dönmüştüm. Bu sefer koltuğa değil yere oturmuştum. İçki açacağına uzamış elime alıp içkiyi açıp kenara atmıştım ve sırtımı Koltuğa yaslamıştım. Yeniden büyük bir yudum almış ve başımı arkaya atmıştım. Şarkı değişmiş, bildiğim şarkıyı duymamla yeniden ağlamaya başlamıştım.

Salomi/ Lizeta Kalimeri

Genelde en sevdiğim şarkılar Yunan şarkılarıydı. Ve onlardan bir melodi duymam bile kalbime sevinç, hüzün ve mutluluk getiriyordu. Bana göre aşkı en iyi tasvir eden İran ve Yunan şair veya yazarlardı. Gün batımına karşı uzanmış gözümden akan yaşlarla birlikte bu eşsiz melodinin hüznü içerisindeydim.

Bir şişe bitmiş ve bir şişe daha…

Dördüncü şişeden bir yudum almış ve kör olmama yakın şarkı yeniden değişmişti.

Kul/ Suzan Hacigarip

Gözlerimi kapatmış usulca yanağımdan akan yaşımı hissetmeye odaklanmıştım. Her kelimede canım daha da yanmış ve bu benim başımı kaldırmama bile engel olmuştu. Şarkı da diyor ki…

Koptu canım canan diye…

Yer gök inler bu sevgiyle…

Şişe yarısına gelmiş ve ben kahkaha atmaya başlamıştım. Etraf kapkaranlık olmuştu. Uluğ’un küçükken yaptığını yapmaya çalışmıştım. Yıldızları saymaya başlamıştım. Altı yıldız yanıyordu yani öfkeli değildim. Bu seferde ağlamaya başlamıştım. Öfkeli olmalıydım. O beni aldatı. Başka bir kadını beni öptüğü gibi öpmüştü. Ağlamalarım yeniden kahkahaya dönüşmüştü.

Ve yeniden ağlamalar…

Ve yeniden kahkahalar…

“Bu kapı neden kilitli değil? Ben evde olsam da olmasam da bu kapı kilitlenecek! Duydun mu beni?” Uluğ’un içeriden sesini duyuyordum fakat başımı kaldıramayacak kadar tükenmiştim. Adım sesleri duyuyordum fakat hiç oralı değildim. Başımı arkamdaki koltuğa yaslamış, bayık gözlerle önümü görme peşindeydim. Elimde duran şişeden koca bir yudum almak için ağzıma götürdüğüm sıra koca bir el buna engel olmuştu. Bir çift yeşil göz benim göz hizama düştüğünde buruk bir tebessüm etmiştim. Korkulu gözlerle bana ve yerdeki boş şişelere bakıyordu. O sıra aramıza bir şarkı girmişti. Bu beni güldürmüştü.

Süheyl & Behzat Uygur/ Abdülkadir

Ben kahkaha atarken Uluğ irkilmiş ve şok içerisinde etrafına bakınıp duruyordu. “N’oluyor lan?” Diye bir sitemde bulundu.

 

Kalkmış gelmiş İstanbul’a sanatçı olmaya…

Abdulkadir, başka yer mi yok sanatçı olmaya…

Abdulkadir, bir sen eksiktin homojen olmaya…

Madem buraya kadar geldin buyur Avrupa’ya…

Sehpanın altına savrulmuş telefonuma uzanıp şarkıyı kapatmıştı. Bunu yapması beni üzmüş ve bağıra bağıra ağlamaya başlamıştım. Tüm gücümle omzuna vurmaya başlamıştım.

“Mihran!” Öyle bir bağırmıştı ki korkuyla kendimi geri çekmiştim. “Sikeyim böyle işi!” Ne yaptığını anlayamamıştım ama benden uzaklaştığını görmüştüm. Başımı sabit tutamıyordum.

“Arif hemen buraya geliyorsun yanına iki adam daha al ve Aysel Hanım’a kahve, ağrı kesici getirmesini söyle, derhal!” Diye konuşmuştu. Benim yaşlarım daha durmamış ve karnımdan boğazıma doğru gelen ekşi sıvı yüzünden kusmak üzereydim.

“Senin derdin beni delirtmek mi? Komaya girmeye mi çalışıyorsun Mihran, bu ne hal böyle?” Az önceki bağırışına nazaran sesini daha kısık tutmaya çalışıyordu. Beni kolumdan tutup ayağa kaldırmaya teşebbüs ettiğinde onu kendimden uzaklaştırmak için kollarına vurmuştum.

“Çek o pis ellerini üstümden, dokunma bana!” Aynı bana bağırdığı gibi bağırmıştım. Kelimelerim biraz kaysa da anlaşılabilir nitelikteydi. Koltuktan destek almaya çalışarak kendi başıma ayağa kalkmıştım. Yüzünü sıvazlamış derin derin nefesler almaya çalışıyordu.

“Ayakta bile zor duruyorsun, yapacağım işi sikiyim!” Öfkesi kendineydi. Ona doğru gitmek isterken dengemi kaybetmiş ve ayak dirseğim sehpaya çarpmıştı. Sehpanın üzerindeki boş içki şişesi bu nedenle yere büyük bir gürültüyle düşmüştü. Ve binlerce parçaya bölünmüştü. Cam parçaları ayaklarıma sıçramış, daha ben idrakine varamadan şişenin düşmesi ile Uluğ beni bir çırpıda kucağına alması bir oldu.

Başım daha da dönmüş önümü bulanık görmeye başlamıştım. Farkında olmadan alnımı anına yaslamıştım. “Ne olacak seninle bu halimiz?” Kulağıma gelen kesik kesik sözleri işitmekte zorluk çekmiştim.

“Bana neden bunu yaptın?” Gözümden akan yaşla ona bir şey anlatmak istiyordum. Hareket etmeye başladığında yumduğum gözleri aralamış kısık gözlerle ona bakmıştım. “Dokunma bana!” dedim halen yaşlarım durmuş değildi. Gözlerinde gördüğüm öfke irkilmeme neden oldu. Yavaş hareketlerle beni kendi yatağına bıraktığında sanki popoma bir ateş değmiş gibi zıplamış ve zoraki bir biçimde ayağa kalkmıştım.

“Otur Mihran ayakta bile zor duruyorsun!” İkaz dolu sesine kaşlarımı çattım. Yaptıkları önüme düşünce dudaklarımı üzüntüyle büzmüştüm.

“Oturmam ben buraya.” dedim şımarık bir kız çocuğu gibi omuzlarımı oynatmıştım. Aklıma gelen görüntüler kalbimin sıkışmasına ve nefes almama engel oluyordu.

“O niyeymiş?” Kaşları çatık ve her zamanki gibi öfkeliydi. Hatta burnundan soluduğunu yemin edebilirdim. Cevap veremeden kapı çalınmıştı.

“Bekleyin!” Uluğ’un emir barındıran sesi yükselmişti. Uluğ tüm vücuduma bakmış ve nefes almak istercesine başını tavana dikmişti. Ardından yüzünü sıvazlayıp kendi giyinme odasına geçmişti. Birkaç dakika sonra elinde bir pikeyle gelmişti. Düşecek gibi oluyordum. Beni belimden tutmuş ve tüm vücudumu pike ile sarmıştı. Geldiğinden beri öfkeli bakışları gitmiş yerine şefkatle harmanlanmış hareleri gelmişti. Belimden beni yatağın karşısındaki koltuğa yönlendirmişti. Oraya oturtmuş ve iki elimi tutup pikenin açılmaması için tutturmuştu.

“İyice tut tamam mı, arkana yaslan birazdan iyi olacaksın.” Bakışları halen yumuşacıktı. Ellerimin üzerindeki elini çekeceği sıra sıkıca tutmuştum. Kaşlarını çatmış ve bakışlarını ellerimize indirmişti.

“Sevilmeyecek kadar çirkin biri miyim?” Başımı sabit tutamıyor durmaksızın düşüyordu. İçimde tarifi imkânsız bir sızı vardı. Beni mahveden, yetmezmiş gibi süründüren bir duyguydu. Uluğ dediğim şey karşısında öylece durmuştu.

“Ne dediğini bilmiyorsun.” Diye cevap vermişti. Yeniden eline çekeceğinde bu sefer diğer elimle de buna izin vermemiştim.

“Cevap ver, çirkin miyim?” Bu sefer kendime hâkim olamadan bağırmıştım. Gözümden yeniden yaşlar akmaya başlamıştı. Uzun bir süre yüzümün her ayrıntısına bakmış ve iç çekmişti. Ama bir şey deme gafletinde bulunmayıp ellerini ellerimden kurtarıp arkasına dönmüştü. Sessiz ve ağlamaklı bir sesle mırıldandım. “Çok çirkinim.” Demiş ve başımı arkaya bırakmıştım. Kulaklarıma birden fazla uğultu geliyordu.

“Önünüze dönün! Lan ben size demedim mi şu içkileri kaldırın diye?” Bas bas bağırıyordu. Yani en iyi bildiği şeyi yapıyordu.

“Abi misafirler vardı ya bizde dedik sabah hallederiz.” Fuat’ın mahcup sesini duymuştum.

“Fuat, Fuat… Lan oğlum misafirlerle siz mi ilgileniyorsunuz? Yaşını almış adamsın kendini bana dövdürtme! İki dakikanız var tüm içkileri toplantı odasına indiriyorsunuz! Birinizde hızlıca balkonu temizlesin!” Diye emirlerini sıralıyordu. Vücudum titremeye başlamıştı. Pikeye daha da sarılmıştım.

“Uluğ Bey dediklerinizi getirdim efendim.” Aysel ablanın sesi ilişti kulaklarıma.

“Sehpanın üzerine bırakın Aysel Hanım.”

Uluğ’un sesine karşı yüzümü buruşturmuştum. Rahatsız edici özelliğe sahipti. Sık sık birinin üzerime gölgesinin düştüğünü seziyordum. Birkaç dakika sonra tüm sesler yok olmuş, kapı sertçe kapatılmıştı. Yanıma biri oturmuştu. Aralıklı nefeslerini duyuyordum. Hareketsizce belli bir süre durmuştu. Ensem acımaya başlamıştı. Kaşlarımı çatmış ve kuruyan dudaklarımı dilimle ıslatmıştım. Biri beni kucağına aldığında bayık gözlerle gözlerimi açmıştım. Yine oydu.

“D- Dokunma bana dedim.” Diye mırıldanmıştım. Gözlerim yeniden kapanmış ve başımı Uluğ’un omzuna bırakmıştım. Beni anlamadığım bir şeyin üzerine bıraktığında kısık gözlerle ona bakmıştım. Duşa kabinin içinde gördüm onu. Bir şeylerle ilgileniyordu. Birkaç dakika sonra yanıma yeniden gelmişti. Başımı kaldıramıyor arkamda her ne varsa ona yaslanmıştım.

“Hatırlat bana bu geceliği yakacağım.” Bu sefer dediği kelimeleri anlamıştım. Başımı kaldırmış ve ona bakmıştım.

“Neden, rahatsız mı oldun?” diye çemkirdim. Başımda dikilmiş her yerime ayrıntıyla bakıyordu.

“Rahatsız demeyelim de…” Demiş ve usulca saçlarıma bakmıştı. “Ya da evet rahatsız oldum.” Kendi ile çelişkili bir biçimde konuşmuştu. Bu sözleri beni güldürmüştü. O ise çatık kaşlarla verdiğim bu anlamsız tepkiye yüzünü buruşturmuştu.

“O zaman bu demek oluyor ki ben bunu her gün giyeceğim.” Halen kesik kesik gülüşlerim devam ediyordu.

“Sabır büyük bir sabır!” Diye bir sitemde bulunmuştu. Üzerindeki gömleği çıkarttığında istemsizce yeniden kıkırdamıştım. Dudaklarında yarım bir gülümseme oluşmuştu.

“Gel buraya başımın belası.” Beni bir çırpıda yeniden kucağına aldı. Sıcacık bir teni vardı. Geniş omuzlarına başımı koymuş ve gözlerimi yummuştum. Sıcaklığa alışmış ve oldukça rahatlamıştım. Fakat aniden üzerime dökülen soğuk su gözlerimi belertmeme neden oldu. Halen Uluğ’un kucağındaydım. Tek fark ikimizde duşakabinin içinde ve üzerimize soğuk su dökülüyordu. İstemsizce Uluğ’a sokulmuştum.

“Çok soğuk ama.” Uluğ’un titrek nefeslerini duyuyordum. Göğüslerimin çoğu meydanda ve onun teniyle bir bütündü. Kalçamın ise suyla birlikte tamamen açıldığından emindim. Ve bir kolu kalçamın bitimindeydi diğeri sırtımdaydı. Tehlikeli bir yakınlıktı.

“Kendine gelmen için gerekli. Birkaç dakika dayan.” Diye telkinde bulunmuştu.

Bir daha ne o konuşmuştu ne de ben. İçime doğru akan bir sıcaklık hissi vardı. O üzerimdeki uyuşukluk yavaşça kalkıyor yerine rahatlama geliyor gibiydi. Soğuk suya alışmış ve kendimi akışa bırakmıştım. Sol elim onun sıcak göğsünün tam kalbinin üzerindeydi. Kalp atışları oldukça hızlıydı. Başım çenesinin altında kalmış o ise tüm başını benim saçlarıma yaslamıştı. Bu temas benim hiç hoşuma gitmemişti. Kafam yerinde olmasa da bu halde olmamın sebebini unutmuş değildim.

Gözlerimi halen tam açamıyordum. Üzerimize dökülen su kesildiğinde derin bir nefes almış fakat pozisyonumu bozmamıştım. Hareket etmeye başladığında banyodan çıkacağımızı anlamıştım. Üzerimde büyük bir yorgunluk vardı. Belli bir müddet sonra beni yeniden bir yere bıraktığında zorla gözlerimi aralamıştım. Burası kıyafet odasıydı.

Uluğ karşımda birtakım şeyler söylüyor fakat ben artık duyamıyordum. Benden uzaklaşmış ve odadan çıkmıştı. Geri döndüğünde elinde büyük bir havlu olduğunu görmüştüm. Şimdi fark ettiğim makyaj masasının deri uzun oturağında olduğumdu. Yanıma oturmuş ve büyük bir merhametle yeniden yüzümü incelemişti. Havluyu önce saçlarıma koymuş ve saçlarımı kurutmaya başlamıştı. Bu sakin ve narin dokunuşları sayesinde yenide gözlerimi kapatmıştım. Tüm vücuduma bu işlemi yapmıştı. Ara ara tenime değen parmakları dengemi bozuyordu. Geceliğimin askısını indirdiğinde gözümü açmıştım.

“Yapma.” Diye bilmiştim. Bu tepkim sayesinde eli havada öylece kalmıştı. “Bakmayacağım. Rahat olabilirsin.” Anlayışlı tavrına karşı yeniden gözlerimi kapatmıştım. Ona karşı elimde olamadan bir güven duygusu oluşmuştu. Yanında bir şey olmayacağına adım kadar emindim. Üzerimdeki geceliği çıkarttığında karşında hiç olmadığım kadar savunmasızdım. Kısık gözlerle ona baktığımda başının eğik ve gözlerinin kapalı olduğunu görmüştüm. Başımdan geçirdiği tişörtü önce sağ kolumu kaldırmış ve geçirmişti ardından sol kolumu. Sütyen takmamıştım ama nedense utanmamıştım da. Tişört oldukça büyük kalçamın çok altına gelmişti.

“Şimdi iç çamaşırını çıkaracağım ve yenisini giydireceğim.” Bana açıklama gerekesimi duyuyordu fakat benim ona cevap verecek halim kalmamıştı. Belimden tutmuş ve havaya kaldırmıştı. Belimden sıyırdığı iç çamaşırımı indirmişti. Tümden bacaklarımdan aşağı indirmiş ve çıkartmıştı. Nefes alışverişi hızlanmıştı. Duyuyordum. Önce sol sonra sağ ayağımı tutup yeni iç çamaşırını geçirmişti. Üst bacağıma kadar çıkartıp durmuştu. Beni belimden tutmuş ve ayağa kaldırmıştı. Elimi omuzuna koymuş sabit durmamı istemişti. Başımı göğsüne yaslamış, çıplak teninde soluklar almaya çalışmıştım. İstemsizce parmakları tenime değiyor ve yakıyordu. Sonunda giydirdiğinde derin bir iç çekmişti. Fakat eli karnımdaki yara izine uğramıştı. Refleksle kolunu tutmuştum. Bedenlerimiz birbiri ile bir bütünken başımı yukarı kaldırmış ve kısık gözlerle ona bakmıştım.

“Dokunma, artık çok acıyor.” Diye soludum. Yüzümü iç çekerek seyretmişti. Elini indirmiş ve beni yeniden aynı yere oturtmuştu. O halsizlik hali gitmiş yalnızca baş dönmesi ve mide bulanması vardı. Uluğ’u seyretmeye koyulmuştum. Hiç çekinmeden pantolonunu çıkartmıştı. Başımı eğmiş ve kısık gözle ona belli etmemeye çalışarak onu izlemek istediğimde, onun önünde aynanın olduğunu fark edememiş ve yarım gülümsemeyle bana baktığını görmüştüm. Utançla iki elimle yüzümü gizlemiştim.

“Bir şey görmedim.” Diye kendimi savundum. Gülüş sesi duydum. “Görebilirsin mühim değil.” Cevabını sevmemiştim. Kaşlarım çatılmış ve yüzümü buruşturmuştum.

“Hadi artık uyumaya gidelim küçük hanım, bugün epeyce yoruldun.” Bebekmişim gibi davranıyordu. Ama benim aklım bir önceki söylediği sözdeydi. Ben kendimi doldururken Uluğ beni kucağına almıştı. Ellerimi yüzümden çekmiş ve kısık gözlerle ona bakıyordum.

“Senden nefret ediyorum.” Ağlamaklı bir sesle konuşmuştum. Başımı taşıyamamış yeniden omzuna koymuştum.

“Neden?” Diye bir soruyla gelmişti. “Senin yüzünden kalbim çok ağrıyor.” Gözümden bir yaş akmış ve tişörtüne damlamıştı.

“Beni terk eden sensin, bizi bırakan sensin.” Sessiz harflerle konuşmuştu.

“Sen beni aldattın.” Yüzümü boynuna saklamıştım. Vücudu gibi hareketleri de durmuştu. Bana bakmamış bakışları duvardaydı. Derin derin nefesler almış ve bir şey demeden adım atmaya devam etmişti. Yatağa gelmiş tam beni koyacağında sıkıca boynuna sarılmıştım. Aklıma gelen görüntülerle ağlamam daha da şiddetlenmişti.

“Buraya yatmak istemiyorum.” Savunmasız ve üzgündüm.

“Çocuklaşma Mihran!” Öfkeyle solumuştu. Beni yeniden yatağa koymaya yeltendiğinde göğsünü ardı ardına yumruklamıştım.

“İstemiyorum diyorum anlamıyor musun? Derhal beni yere indir!” Öyle bir bağırmıştım ki tüm ev adeta inlemişti. İlk zamanlardaki gibi beni yatağa gelişi güzel atmıştı. Sarsılmış ve başım dönmüştü. Kendime gelir gelmez yataktan geri inmiş ve karşısında durmuştum.

“Senden nefret ediyorum!” Aynı hiddetle yüzüne karşı konuşmuştum.

“Söylemiştin bunu, başka kelimen yok mu?” En az benim kadar öfkelenmeye başlamıştı.

“Adi adamın tekisin!” Göz yaşlarım yanaklarımı ev bellemiş yeniden yollarını bulmuşlardı. Uluğ yaşlarımı takip etmiş ve yutkunmuştu.

“Ne oluyor sana böyle, kendine gel artık!” Diye sitemini ve öfkesini dökmüştü.

“O kız benden daha mı güzel yoksa?” Başım dönüyor yerimde sabit duramıyordum. Fakat içimde harlanan ateşte giderek büyüyordu. Kaşlarını çatmış ve ne dediğimi anlama çabası içerisine girmişti.

“Hangi kız, ne diyorsun Mihran?” Bunu demesiyle hıçkıra hıçkıra ve bağıra bağıra ağlamaya başlamıştım.

“Gördüm ben…” Diye bilmiştim. Kaşlarını çatmış ve sesli bir nefes bırakmıştım.

“Belli ki senin kafa uçmuş ben sana bir yorgan getireyim sen uyu artık.” Beni kestirip atma girişimine girmişti. Arkasına dönmüş ve bir adım atmıştı.

“Emily’le gerçekten seviştin mi?” İçimden elimde olmadan büyük bir haykırış kopmuştu. Bedeni bir müddet yerinde hareketsizce durmuş ardından bana doğru yeniden dönmüştü. Başımın dönmesinden ötürü ne kadar kendimi sabit tutamasam da bütün gücümle direniyordum. Yüzü korkunç bir pozisyon almıştı.

“Ne diyorsun kızım sen?” Demiş şiddetle. Öfkesi buram buram burnuma gelmişti.

“Yalan söyleme bana, kirli sepetinde o kadının kıyafetleri var. Bana doğruyu söyle o kadınla seviştin mi sevişmedin mi? Söyle söyle ki bu içimdeki kahrolası suçluluk duygusu da beraberinde mezara gömülsün!” Bas bas bağırmış ve üzerine doğru yürümüştüm. Bende ki öfkenin birebiri onda da vardı. Dişlerini sıkmaktan çenesi belirgin bir hal almıştı. Göz bebekleri hızlıca hareket ediyor ve kirpikleri tir tir titriyordu.

“Mademki içini bu kadar rahatlatmak istiyorsun…” Dişleri arasından nefretle bezenmiş kelimeler dökülmüştü. Mesafeyi kapatmış üsten en kindar bakışlarını gözlerime sabitlemişti.

“Evet, seviştim.” Sertçe bu beni veryansın eden sözleri dudaklarından dökmüştü.

Bin parçaya bölünmüş bu naçizane vücudum onun kolları arasında ölmek için çırpınıyorken beni nasıl hiç ederdi? Bir kulun bir kula yapmayacağı şeyi yapmıştı bana, seviyor gibi darandı ama başka kollara kendini bıraktı.

Ben inanmıyorum, aşkın bu kadar yavan bir kılıf içerisinde hırpalandığına... Oysa aşk tüm varlıkların var olduğunun kanıtı değil miydi? Böylesi devasa gücün böylesi basit bir paçavra haline dönüşmesi ne kadar da acıklı…

Ayaklarını yerden kesmesi gereken duygular nefesini kesiyor.

 

-BÖLÜM SONU-

 

Bölüm sonu sözü…

“Herkese yürümüşsün caddeler boyu, bana gelince yorulmuşsun.”

(Stefan Zweig)

-Bölümü nasıl buldunuz kuzucuklar? Tüm hissettiklerinizi buraya yazabilirsiniz? Ve sizden istirhamım lütfen oy ve yorum yapmayı unutmayın. Siz yorum yapınca ben daha da motive oluyorum.

-İçinizden Geçenler?

-Uluğ Mirza?

-Mihran?

-Emily Clark?

-Uraz?

-Aleyna Allen?

-Meyra Uluöz?

-Aydan Uluöz?

-Arif?

-Aysel?

 

İletişim bilgileri…

Instagram/ Lidyassland

Twitter/ Dilayybaskin

 

Bölüm : 26.04.2025 22:16 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...