
“Yitirdim kendimi kendi içimde.”
(Nazım Hikmet)
FEVERAN
-
DUYGULAR
🕊️
Tarifsiz bir sızı beni ele geçirmiş, dengemi bozmuş ve beni altüst bir hale getirmişti. Aklımda fikrimde benden ayrılmış öylece bir meczup misali dolanı veriyordum. Kor bir alevden harlanan bu duygulara meftun olmuştum.
Terasta oturmuş önümdeki iğrenç manzarayı seyrediyorum. Kalbimin ağrısına katlanamayacak bir durumdaydım. Üçüncü kattan bahçeye bakıyordum. Altı gündür sancılı bir süreç geçirmiştim. İstediğim olmuş Uluğ ilk zamanlardaki acımasız birine dönüşmüş adeta evde ben yaşamıyormuşum gibi davranıyordu.
Bahçede tüm ekip beraber oturmuş kahve içiyorlardı. Ben ise uzaktan öylece onları seyrediyordum. Ondaki öfkenin kat be katı bende de mevcuttu. Az da olsa bir şeyler yaşamıştık, kolayca beni silmesi başka bir kadana dokunabilmesi midemi bulandırıyordu. Durmaksızın ağlıyordum. Farkındaydım hem de her şeyin… Bitmesi gerekiyordu hatta bir olmamamız gerekiyordu. Farkındaydım… Ki bu farkındalık beni günden güne çürütüyordu.
Engel olamıyorum duygularıma hislerime mâni olamıyordum. Kendi odasında kalıyordum ama o sadece üzerini değiştirmek ve duş almak için geliyordu. Benden nefret ediyordu. Bunca hengamenin arasında bir şeyi de unutmamıştı. Bugün günlerden pazardı. Yarın okulum açılıyordu. Dün sabahın erken saatlerinde Arif kapımı çalmış Uluğ’un okul alışverişim için hazırlanmamı gerektiğini iletmişti. İçimi tarifi zor bir heyecan kaplamıştı. Hazırlanıp indiğimde ise Uluğ’un ortalıkta olmadığını beni Arif’in götüreceğini öğrenmiştim. Ve bu sayede hevesim kursağımda bir şekilde alışverişimi tamamlamıştım.
Ağlamaktan şişmiş gözlerle ayağa kalkmış ve kendimi odanın dışına atmıştım. Yavaş ve yorgun adımlarla aşağı inmeye başladım. Kaç gündür ağzıma doğru düzgün yemek girmemişti. Fakat şu an annemin her üzgün ve yorgun olduğumda bana yaptığı çilekli tartı yapacaktım. Yemek için değil ama iyi hissetmek için bunu yapmak istiyordum.
Yalnız, yapayalnız olduğum bir zaman dilimi daha. Salona adım attığımda istem dışı bakışlarım sonuna kadar açık olan bahçe kapısından bahçeye doğru olmuştu. Uluğ başını elindeki tablete gömüştü. Uraz hararetli bir şey anlatıyor ve sanki onun dediklerini not alıyormuş gibi Merve kucağındaki bilgisayara başını gömmüştü. Mert’te ayakta onlardan uzakta bir yerde telefon görüşmesi yapıyordu. Korcan ise belli bir şekilde telefonda oyun oynuyor sinirlenip dizlerini dövüyordu. Herkes işlerle ilgilenirken o burada değil gibiydi. Ve o ismini anmak istemeyeceğim kadın Uluğ’un dibinde oturmuş Uluğ’un tutuğu tabletten bir şeyler gösteriyordu. Bir eli Uluğ’un omuzundaydı. Yakınlardı hem de çok…
Titreyen parmaklarımı avcuma geçirmiştim. Ve mutfağa giriş yapmıştım. Beni karşılayan yine Aysel abla olmuştu. Mutfağı temizliyordu. İşini bırakmış ve bana dönmüştü. Beni gördüğünde gözlerini kocaman açıp yanıma koşmuştu.
“Kuzum odandan çıkmışsın sonunda, aç mısın hemen hazırlıyım mı bir şeyler?” Heyecanla konuşmuştu. Bu tavrına yorgun bir tebessüm bahşetmiştim.
“Yok Aysel abla aç değilim sadece kafamı dağıtmak için tatlı yapmaya geldim.” Bu dediğime yüzü düşmüştü. Üzgün bir suratla dilenir gibi cevap vermişti.
“Ama o yaptığın tatlıdan yiyeceksin değil mi kuzum?” Bu dediğine gülesim geldi. Yemeyecektim, içim hiçbir şeyi almıyordu.
“Yiyeceğim Aysel abla.” Onu üzmek istemezdim. Derin bir nefes vermiş ve gülümsemişti.
“Peki sen bana malzemeleri bir kâğıda yaz, bir bakıyım eksik gedik bir şey var mı?” Deyince elime bir not defteri ile kalem tutuşturmuştu. Tüm malzemeleri yazmış kâğıdı yırtmış ve Aysel ablaya vermiştim. Masada duran okuma gözlüğünü almış ve yazdıklarımı okumaya koyulmuştu. Bu tavırları bana oldukça tatlı gelmişti. Gözlüğünü düzelti ve notu kendine yaklaştırdı. Yüzünde şaşkınlık belirtisi vardı. Kaşları havada kalmıştı. Usulca başını kaldırmış ve bana bakmıştı.
“Çilekli tart mı?” Demiş hayretlik bir sesle. Bu dediğine karşı kaşlarımı çatmıştım. Bir şey vardı yine.
“Evet.” Dedim tereddütle. Yutkunmuş ve gözlerini kısmıştı. Gözlüğünü yeniden masaya bırakmıştı.
“Kızım başka bir şey mi yapsak.” Demiş sıkın bir edayla.
“Neden?” Merakla ona bakmıştım.
“Uluğ Bey çileği sevmez, on beş yıldır onunlayım onun olduğu eve çileğin girdiğini daha görmedim.” Açıklayıcı ve mahcup bir tonla söylemişti. Bu dediği beni öfkelendirmişti.
“Onun için yapmıyorum bu tatlıyı, tüm malzemeleri istiyorum.” İnat ve öfkeyle sözlerimi sarf etmiştim. Üzgünce bana bakmış ve telefonu ile Arif’i aramıştı. Beş dakika sonra Arif mutfağa girmişti.
“Arif oğlum Mihran kızımız tatlı yapacak bunlarda malzemeler marketten hepsini getirsinler.” Demiş ve elindeki kâğıdı Arif’e uzatmıştı. Arif umursamaz biçimde eline almıştı. Gelişine bakarken konuştu.
“Tabii getirirler, sen yenge istediğin başka bir şey var-“ Sözünün devamını getirmemiş tıpkı Aysel ablanın tepkisini vermişti. Kaşlarını çatmış ve Aysel ablaya bakmıştı. Ve evet Arif halen bana yenge diyordu aynı şekilde Uraz’da. Tüm korumalarda öyle. İşte bunu anlayamıyordum. Halen onlara söylememişti. Kavrayamıyorum…
“Eee burada çilek var.” Şaşkınlıkla. Bu konu sinirlerimi bozuyordu.
“Söyledim ama dinlemedi oğlum.” Aysel ablaya açıklamak ister gibi konuştu. Arif bana döndü tama konuşacakken lafı ağzına tıkamıştım.
“O yemeyecek zaten Arif kendim için yapıyorum. Ona söylemene gerek bile yok.” dedim çemkirir vaziyette. Kâğıdı cebine koymuş ve çenesini sıkmıştı.
“Peki ama söyleyeyim çok kızacak!” Daha bir şey demeden çıkıp gitmişti.
Yirmi dakikanın sonunda malzemeleri getirmişlerdi. Hiç vakit kaybetmeden tatlıyı yapmaya koyuldum. Kulaklığı takıp keki yapmaya başladım. Aklıma gelenle gülmüştüm telefonu elime alıp Nil Karabirahimgil’in Kek şarkısını açtım. Bu insana enerji verirken bana daha acı vermişti. Çünkü sözler hiç de sanıldığı gibi değildi.
Çırptım çırptım karıştırdım.
Kendimi onla yarıştırdım.
Kimse kimseye benzemez.
Kendimi kekle yarıştırdım.
Oturdum ellerimle sana kek yaptım.
Belki de duygusal olarak kendimi iyi hissetmediğimden ötürü tüm şarkılar bana acı veriyordur olamaz mı? Kekin harcını yapıp tart kalıbına dökmüş ve fırına atmıştım. Şimdi İse sosu yapmaya koyulmuştum. Malzemelerin hepsini tencereye koymuş sonunda çilekleri de eklemiştim. Pişmesi ve yapışmaması için durmaksızın karıştırmıştım. Pişmeye yakın çıkan kokudan haz duymuştum. Çünkü şu an her yer çilek kokuyordu. Rengi ise olağanüstüydü.
Aysel abla durmadan kapıya çıkıyor sanki gizli bir şey yapıyormuş gibi bir havalara bürünmüştü. Göz devirmeden edemedim. Yeniden yanıma varmış eli ile hava yaparak kokuyu yok etmeye çalışıyordu.
“Aysel abla abartmıyor musun Allah aşkına!” Diye bir sitemde bulundum. Bana cevap vereceği sıra hiç hazzetmediğim o sesin sahibini duydum.
“Ay ne kokuyor öyle?” Diye bir cıyaklama. Ay yar… kokuyor. Bu kadın benim dengemi bozuyordu. Altı gün boyunca hiç yüz yüze gelmemiştik. Çünkü ben odadan bir an olsun çıkmamıştım. İkisini bir arada görmeye gücüm yetmiyordu.
Emily salondan söylenerek mutfağa girmişti. “Şey Emily Hanım, öyle bir şey değil önemsiz.” Aysel abla kekelemiş konuşamamıştı bile. Emily’e dönüp bakma gereksinimi duymamıştım bile. Karıştırma işlemim bitmiş ve sonunda sosum hazırdı. Ocağın altını kapattığımda yanımda o kadın belirmişti.
“İnanamıyorum çilek mi o?” Diye bir haykırışta bulunmuştu. Evet şimdi Emily’in ebesini ziyarete gideceğiz.
“O sesinin ayarına dikkat et!” Bunca zaman benim İngilizce dilini bilmediğimi düşünerek boş boğazlık etmişti. Şaşırmış ve beni tümden incelemişti. Saçını arkaya atmış ve derin bir nefes almıştı. Yine üzerinde vücut hatlarını belli edecek bir elbise giymişti. Derin göğüs dekoltesi ve hemen hemen baldırına kadar bacak yırtmacıyla tam bir fahişeye benziyordu. Bana ne olduğunu sormayın çünkü şu an bir çingeneden farkım yoktu.
“Tatlım Uluğ’u tanımadığından seni maruz görüyorum ama bu eve çilek giremez! Şimdi arkanda yaptığın o deneyi alıyor ve çöpe atıyorsun!” Küçümseyici bakışları beni daha da öfkelendiriyordu.
“Sende beni tanımıyorsun o yüzden olabildiğince benden uzaklaşıyorsun.” dedim net bir biçimde. Kaşlarını çatmış ve dudaklarını büzmüştü. Yüzünde en az bir kilo makyaj vardı.
“Son kere söylüyorum onu çöpe atıyor musun yoksa ben zevkle mi yapıyım.” Tehditkâr tavrına karşı gülümsemiştim.
“Gücün yetiyorsa denesene?” dedim yüzümü yüzene yaklaştırarak. Öfkelenmişti. Hızla arkamdaki tencereye atlamıştı. Ve o yetişmeden onun saçını tutuğum gibi geri çekmiştim. Ve tüm evi inletecek bir çığlık koptu boğazından. Emily’in saçını çekmeme rağmen halen tencereye ulaşma derdindeydi.
“Ne yaptığını sanıyorsun sen? Ben sana bunun bedelini ödetmez miyim sanıyorsun?” Bütün gücüyle bağırmıştı. Ben onu tencereden uzaklaştırmaya çalışırken o daha da öne atlamanın derdindeydi. Saç dipleri kırmızılaşmış ama o halen amacının peşindeydi.
Onun bağırışları sayesinde herkes mutfağa koşmuştu. Önde Uluğ telaşla içeri dalmıştı. Ve gördüğü bu manzara karşısında hızlıca bize doğru gelmişti.
“Ne yapıyorsun Mihran?” Öyle bağırmıştı ki refleksle elimi çekmiştim bile. Emily sanki bu anı bekliyor gibi koşmuş Uluğ’a sarılmıştı.
“Uluğ ben çok korktum sadece ona çilek bu eve girmez dedim. Ne olduğunu anlamadan saçıma asıldı.” Ağlıyordu, şok olmuşçasına ona baktım. Ve benim düştüğüm bu duruma karşı Uluğ’a bakmıştım. Emily’i kendinden uzaklaştırmış ve kenara geçmesini sağlamıştı. Hiç dönüp ona bakmamıştı bile. Bu beni mutlu etmeliydi ama bana olan bakışlarını görseydiniz bir kız çocuğu gibi ağlardınız. Uzun zaman sonra karşı karşıyaydık. Özlemiş miydim? Biraz…
“Yalan söylüyor.” Türkçe konuşmuştum. Ve o anlamayan bir yüzle bana bakmıştı. Uluğ’un bakışları arkamdaki tencereye gitmişti. Gördüğü şey için kaşlarını çattı. Yanlış anlıyordu.
“Tatlı yapıyordum, kendim için. Çöpe dökmeye kalktı sadece onu durdurmaya çalıştım.” Kendimi savunmak için bir tutum sergilemiştim. Donuk ve mesafeliydi. Bu benim canımı yaksa da geriye itme derdindeydim.
“Bu eve çilek giremez! Aysel Hanım onları çöpe attın ve bir daha da böyle bir şey olmasın!” Benimle hiç muhatap olmadan konuştu. Herkes bana üzgünce bakıyordu. Özellikle de Uraz.
“Kötü bir şey yapmadım Uluğ, sen sevmiyor olabilirsin ama ben çileği severim. Al bu kadını da başına çal!” Öfkeyle arkamdaki tencereyi elime almış ve var gücümle tezgâha fırlatacağımda Uluğ bir eli ile belimden kavramış diğer eliyle de tencereyi elimden çekmişti. Ve öfkeyle bana bakmıştı. Tencereyi Aysel ablaya vermiş ve beni kolumdan tutuğu gibi çekiştirmeye başlamıştı.
“Bırak beni, senden nefret ediyorum! Eskisi gibi beni cezalandıracak mısın yine Köksoy?” Bütün evi inletecek bir çığlık atmıştım. O adeta beni duymuyor gibi ilerliyordu. İkinci katı geçmiş ve onun odasına çıkmıştık. Beni var gücü ile içeri savurmuştu. Savrulmanın etkisi ile yere kapaklanmıştım. Ama o o sıra arkasına dönmüş kapıyı kilitlemenin derdindeydi. Beni gördüğünü bile sanmıyorum.
Avuç içlerim aşınmıştı. Gözlerim dolmuştu. Ağlamak istiyorum. Sanki hiç ağlamamışım gibi. Kalkmaya çalışırken ne ara önüne döndüğünü anlamamıştım. Beni belimden tutmuş ve ayağa kaldırmıştı. Bunca gündür o donuk ifade yerle bir olmuştu. O tatil kasabasında yaşadığımız üç günlük aşkın bakışıydı.
“İyi misin, bir yerine bir şey oldu mu?” Titrek bir sesle konuştu. Oldukça yakınımdaydı. Öfkeyle göğsünden onu geri itmiştim. Bir adım geriye gitmiş ve yutkunarak bana bakmıştı.
“Sayende hiç iyi değilim!” Tüm gücümle yüzüne karşı bağırmıştım. Yüzünde saliselik bir an geçmişti. Üzgündü görebiliyorum. Ama o duygu çok kısa sürmüştü.
“Evimdeki misafire karşı daha ılımlı olmanı öneririm Mihran.” Yeniden sert ve soğuk bir hale bürünmüştü. Ağlamamak için dişlerimi dudağıma geçirmiştim.
“O kadın beni kışkırttı sonra da mağduru oynadı. Ben hiçbir şey yapmadım, sadece kafamı dağıtmak için tatlı yapmak istemiştim.” Sesimin titremesine engel olamamıştım. Uluğ’un kirpiklerinin titrediğine şahit oldum.
“Her ne olmuş olursa olsun, o kendince doğru bir şey yaptı. Benim olduğum eve çilek giremez.” Net ve sorgu istemeyen bir tonda konuştu.
“Ama ben çileği severim Uluğ, kötü bir şey yapmadım.” Alt dudağımın titremesine engel olamamıştım. Ve yine aynı şey oldu. Uluğ’un o buzdan olma dağı önümde eridi. İç çekerek dudaklarıma bakmıştı.
“İstediğin zaman Arif’e söyler dışarıya yemeye çıkarsın.” Demiş sesi halen soğuktu.
“Mesele o değil ki.” Gözümden akmayı bekleyen yaşlar usulca düşmüşlerdi. Sakalları baya uzamıştı, saçları dağınık bakışları ise yorgundu. Üzerindeki hâkî yeşili gömleği gözleri ile uyum içerisindeydi. Sanki ne demek istediğimi anlamış gibi uzunca bana bakmıştı. Bakışları yanağımdan düşen yaşlardaydı.
“Git Uluğ, o kadına git.” Sertçe kelimelerimi kusmuştum. Arkamı dönmüş terasa çıkmıştım Trabzanlara tutunmuş gözlerimi yumuştum. Gitmemesini, yanıma gelmesini bekledim. Ama o gitmeyi tercih etmişti. Yere çömelmiş hıçkırıklarımı salmıştım. Sesli biçimde ağlamaya başladım. O kadına bir zaafı vardı. Onun yanında beni rencide edişini asla unutamam. Kesin Merve ona tercüme olmuş ve belki de şimdi katıla katıla gülüyorlardır.
Yerden destek almış ve giyinme odasına geçmiştim. Altıma çiçekli bir etek geçirmiş üstüme ise beyaz bir crop tişört giymiştim. Makyaj masasına geçmiş ve saçımı yumuşatması için sprey sıkmıştım. Yüzüme baktım. Ağlamaktan kızarmış göz altlarım kuruyan ve moraran dudaklarım. Kendimi Emily ile kıyaslarken buldum. Sertçe gözlerimi yummuştum. Beni bu kişiye dönüştürdüğü için Uluğ’dan nefret etmiştim.
Belki bu raddeye benim yalanlarım ve gelgitlerim getirmiş olabilirdi ama bu onun ilk fırsata başka kadının kollarına gideceği anlamına gelmiyordu. İşte bunu kabul etmiyordum.
Yüzümü ve kuruyan dudaklarıma da nemlendirici sürmüştüm. Bitap bir halde odadan geri çıkmıştım. Salona indiğimde kimseyi görememiştim. Arka bahçeye çıkasım yoktu o yüzden dış kapıya varıp ön giriş bahçesine çıktım. Tek korumalar vardı, onun haricinde kimseyi görememiştim. Fuat diğer korumalarla hararetli bir mevzu üzerindeyken beni görmüş ve Arif’i dürtmüştü. Beni görür görmez Arif hızlıca yanıma gelmişti.
“Yenge bir sorun mu var?” Demiş merakla. Birkaç adım atmış ve merdiven kısmına bağdaş kurmuştum.
“Yo sadece hava almaya çıktım.” Üzgündüm, kırgındım ve kendimi kötü hissediyordum. Arif’in ansızın yanıma oturması ile şaşkınlıkla ona dönmüştüm. Ama o hiç bana dönmemişti. Uzun boylu bir adamdı. Üzerinde her zamanki gibi siyah bir takım elbise vardı. Ve sağ kulağında bir kulaklık.
“Arif bir şey soracağım?” dedim gökyüzüne bakarak. Her yer turuncu rengine bulanmıştı. Güneş kendini karanlığa teslim etmek için hazırlık yapıyordu.
“Buyur yenge.” Ona bakınca onun da başını gökyüzüne kaldırdığını gördüm. Bu yüzümde tebessüm oluşturmuştu.
“Neden buradasın? Bir ömür emir altında yaşamak hiç doğru değil.” Ona döndüğümde halen aynı pozisyonda olduğunu görmüştüm.
“Emir altı değil gönül bağı. Ben askerdim ama birtakım olaylar oldu diyelim ve ihraç edildim. Uluğ abi abimdir öldürse gıkımı çıkarırsam namerdim.” Demiş ters bir sesle. Asker olmasına hiç şaşırmadım. Her haliyle bunu belli ediyordu.
“Uluğ abin kadar başına taş düşsün!” İstemsizce verdiğim bir tepkiydi. Ama çok da üzerine düşmedim. Bir kıkırtı duyunca başımı Arif’e çevirdim. Başını eğmiş ve sessizce gülüyordu.
“Ne, ne oldu?” Merakla sordum. Bana dönmüş yüzündeki imalı gülüşle bana bakmıştı.
“Yo bir şey olmadı yenge.” Bunu derken bile imalıydı.
“Uluğ ile aramda bir şey yok, kalmadı. Artık bana yenge demene hatta demenize gerek yok!” Artık birinin bunu söylemesi gerekiyordu.
“Farkındayız yenge.” Demiş ve yeniden gökyüzüne bakmıştı. Nasıl yani anlamadım.
“Dalga mı geçiyorsunuz o zaman, bu ne demek oluyor?” Öfkeyle çıkıştım. Arif yeniden imalı bir biçimde gülümsemişti. Artık bu durum can sıkmaya başladı.
“Yanlış anlama yenge konu sen değilsin.”
“Sende patronun gibisin hep yarım cevaplar, bir haller. Asabımı bozmada düzgünce anlat artık!” Diye çemkirdim. Arif yeniden bana dönmüştü.
“Abiyi tanıyoruz o öyle bir kadın yüzünden dağılacak adam değil! Yanında çok kadın gördük oradan biliyoruz.” Düz ve emin konuşmuştu. Benim aklım ise çok kadın kısmındaydı.
“Uçkuruna düşkün bir adam orasını biliyorum zaten.” Bunu dememle Arif kahkahayı patlatmıştı. Sonra korkuyla etrafına bakmıştı. Halen yarım gülümsemeyle duruyordu.
“Duymasın güldüğümü tamam mı?” Demiş ciddiyetle. Bu tavrına istemsizce gülmüştüm.
“Tamam ama doğru düzgün anlatman şartıyla.” Ne yapıyım benim de huyum bu almadan vermiyorum.
“Yenge ne ettin benim söylemem doğru olmaz. Duysa dilimi koparır.” Tedirginlikle söylenmişti.
“Sen bilirsin Arif, bende abine derim ki senin için uçkuruna düşkün bir adam olduğunu ve bunu söylerken katıla katıla güldüğünü söylerim.” Kötüydüm çok kötüydüm. Gözleri yuvalarında çıkacakmış gibi büyümüşlerdi.
“Ama bu yalan ki yenge ben değil sen söyledin.” Öyle mahsunca söylemişti ki gülmemek için kendimi zor tutmuştum.
“Ben söylerim artık Uluğ hangisine inanırsa…” Umursamaz bir biçimde sözlerimi sarf etmiştim.
“O bakmaz ki öyle, direkt beni dövmeye koyulur. Ben onun için kum torbası görevini taşıyorum yenge.” Allah’ım bu ses tonunda neyin nesi. Utanmasa ağlayacak. Hiçbir cevap vermediğimde derin bir nefes bırakmıştı.
“Neyi öğrenmek istiyorsun yenge.” Heyecanla ona dönmüştüm. Sanki istediğim tüm cevapları alabilecekmişim gibi kalbim pırpır etmişti.
“Bir haftadır Uluğ nerede kalıyor Arif?” Günlerdir kafamda kurduklarım yüzünden uykuyu kendime haram kılmıştım.
“Yenge?” Çaresiz bir sesle mırıldanmıştı. Yüzünü sıvazlamış stresli bir nefes bırakmıştı. “Bunu dersem abi beni keser vallahi keser billahi keser.” Demiş sıkıntıyla. Bu tavrı beni daha da meraklandırmıştı.
“Arif söyle artık!” Hiddetle fısıldadım. “Emily Hanımın evinde.” Hiç durmadan ağzının içinden firar etmişti. Göğsüme bir ağrı saplanmıştı. Canımın bu kadar yandığını o kadının iç çamaşırlarını gördüğümde hissetmiştim.
Gözümden usulca yeniden bir yaş akmıştı. Uluğ Mirza Köksoy, Emily Clark’ı seviyordu. Bas bas beynimin içinde bana bağıran ses tüm vücudumun uyuşmasına neden oldu.
“Şimdi nerede peki?” Duygusuzdum sanki ruhum ölmüşte bedenimle hüküm sürüyor gibiydi.
“Bilmem ama Emily Hanım önden çıktı ve ağlıyordu. Bir saat sonra da abi çıktı, bir şey de demedi.” Yine ona gitmiştir başka nereye gidecekti. Hızla ayağa kalkmış öfkeyle düşen yaşımı savurdum. Arif üzgünce bana bakmış ve ayağa kalkmıştı.
“Yenge yanlış anlıyorsun, abiyle konuşmadan kendini yıpratma. Ben ilk kez onun gözünün parladığına şahit oldum ve o öyle ikili oynayacak bir adam da değil.” Hiçbir şey demeden eve geri girmiştim. Her adımım da acı vardı ve her nefes alışım da bir çığlık yatıyordu. Bu evi yaksam da içim soğumayacaktı. Odaya girmiş tüm gücümle kapıyı çarpmıştım.
Yatağa gitmiş ayağımdaki terlikleri bir kenara atıp uzanmıştım. Bu arada Uluğ yatağı değiştirmişti. İnada bindirmiş ve kazanmıştım. Oda halen o kokuyordu ve bu beni daha da dağıtmıştı. Yastığa sarılmış içli içli ağlamıştım. Kafayı sıyırmak üzereydim. Hiç tatmadığım bir şeyle karşı karşıyaydım. Kıskançlık tüm bedenimi esiri altına almıştı.
Altımda kısacık bir etek olduğundan mı bilmem ama titremeye başladım. Bu içimdeki acının dışa vurumuydu. Artık kafam bazı şeyleri kaldıramıyordu. Uyku bastırınca yastığa daha da sarılmış ve gözlerimi yummuştum. Hafifleyip acımı hissetmemeye başladığımda kendimi uykuya bırakmıştım.
Saçlarımın arasında gezinen bir el vardı. Gerilmiş ve gözlerimi usulca aralamıştı. Her yer karanlıktı. Ya da gözlerimi açamamıştım. Dilimden dökülen kelimeler bana dahi yetişmemişti.
“Uluğ?” Ya da rüyamı görüyordum.
“Üzerin açıkta kalmıştı.” Onun sesini duymamla aniden dikleşmiş ve gözlerimi büyütmüştüm. Balkondan gelen ışığın sayesinde onu görmüştüm. Elinde bir yorgan vardı ve yatağımın ucunda oturuyordu. Onun burada ne işi vardı, Emily’in yanında olması gerekmez miydi?
“Ne işin var burada?” Kırık bir sesle çemkirdim. Sırtımı başlığa yasladığımda eteğimin belime kadar çıktığını fark ettim. Ve hemen Uluğ’a baktım. Hiç yanılmamıştım bakışları bacaklarımdaydı. Hemen üzerimi düzeltmiş ve kollarımı göğsümün altında bağlamıştım.
“Nerede olmamı isterdin?” Oysa bu sorudan sonra bana burası benim evim demesi gerekirdi.
“Burada olmamanı isterdim.” Öfkeyle alt dudağımı kemirmiştim. Saçları dağınık, gömleği ise buruş buruştu. Kokuyu şimdi alıyordum, içki içmişti.
“Şansına küs bu oda bana ait aynı içinde olanlar gibi…” Gözleri bayıktı. Eli ile destek alarak yataktan kalkmaya çalıştı ama başarılı olamayıp yeniden geri yerine düşmüştü. Bu hareketine göz belertip ayağa kalktım.
“Neyin var senin? Bu kadar içecek ne vardı Allah aşkına!” Diye bir sitemde bulundum. Başını bile sabit tutamıyordu. Yarım bir gülümseme ile başını kaldırdı. Ve ah etti.
“Sen varsın, yetmez mi?” İyi değildi, çünkü kendinde olsa böyle sözler sarf etmezdi.
“Kendinde değilsin!” dedim yakınarak. Bir anda gülmeye başladı. “Kaybettim dedim ya, unuttun mu?” Demiş halen gülüşü dudaklarındayken. Anlamsızca ne saçmalıyor diye bekledim.
“Seni tanıdıktan sonra aklımı da kendimi de kaybettim. Ben böyle bahtın ızdırabını sikiyim.” Yayık ağzı ile konuştu. Bir duş alıp uyuması lazımdı. Ama ona öfkeliydim. Boyluca ona baktığımda götüne bile içki içirdiğinden şüphelenmiştim. Dertsiz başımla mutlu mesut yaşarken dert sahibi edecekti bu adam beni.
“Kendine gelmen için duş almalısın.” İç çekerek onu izledim. Yatağa bile sığamadını gördüm ve bu görüntü beni güldürmüştü. Geniş omuzları çökmüştü. Boyunu merak etmiştim. Çünkü uzun ve heybetliydi.
“Sen yıkayacaksan olur onun haricinde üstü kalsın.” Dik bile duramazken düşündüğü şeye bak.
“Edepsiz!” Diye sitemde bulundum. Bu sözüm onu keyiflendirmişçesine kahkaha atmıştı.
“Sen daha benim edepsizliğimi görmedin.” Demiş baygın gözlerleler, ne olduğunu kavramama izin vermeden kolumdan tutmuş ve üzerine çekmişti. Ve bu ani çekişi ile üzerine düşmüştüm. O da boyluca yatağa düşmüştü. Altımdaki sertlik aklımı almıştı. Gözlerim fal taşı açılmış ve göğsüne yapışmış yüzümü yüzüyle aynı hizaya getirmiştim. Eli usulca yüzümü kapatan saçlarıma gitmişti. Bir buklemi almış ve burnuna götürmüştü. Gözlerini kapatmış ve derin bir nefes almıştı. Hareket edip ondan uzaklaşacağımda belimi sıkıca kavramıştı.
“Mihran?” Acı dolu bir ses tonuyla seslendi. “Seni kıracağıma şu kafamı kırsaydım. Seni ittim ben ittim üstelik, güzelim avuç içini öpmeme izin ver.” Gözleri halen kapalıydı. Ve saçımı koklamaya devam ediyordu. Gözlerini usulca açmış ve mahsun bir bakış atmıştı.
“Uzun zaman oldu bir kere dudaklarından öpebilir miyim?” Bunu sorduğuna inanamıyordum. Ve bir acı gerçek yüzüme şak diye çarpmıştı.
“Uluğ sen beni aldattın!” Bu gerçeği her an yüzüne haykırmak istiyordum. Gözlerini açmış ama halen bayık bakıyordu.
“Sarhoşluğun ebesini görmüşken bile aldatamamışım şimdi mi aldatacağım?” Tutku dolu bir sesle konuştu. Yerimden hareketlendim, kalkmak istedim. O bunu anlamış ve iki kolu ile beni sıkıca sarmalamıştı.
“Ben gördüm, gözlerimle gördüm. Ne anlatıyorsun sen?” Diye haykırdım. Uluğ dudaklarını yalamış ve ayıkken bana baktığı gibi bakmıştı. Tüm yüzümü iç çekerek taramıştı.
“Mihran…” Acı dolu bir seslenişte bulundu. Bu tavrını hiç sevmedim. Gözleri kızarık dudakları ise habire kuruyordu. Uluğ acı çekiyordu. “Benimle bir kez uyusan yarın yeniden nefret etsen de olur ama bu gece beni sevsen…” Fısıldayışı kalbimi yerinden çıkartmıştı. Farkında değildi, sarhoştu. Yoksa böyle konuşamazdı. Bende içimden geldiği gibi konuşmaya karar verdim.
“Uluğ bunu bize yapma, ne güzel düşman olduk. Yalvarıyorum böyle kalalım…” Gözümden süzülen bir yaş Uluğ’un sağ gözünün altına denk gelmişti. İrkilmiş bayık gözlerini sertçe aralamıştı. Gözleri gözlerimden bir an olsun ayrılmamıştı. Belimde olan eli yanağıma konmuştu. Başını yana yatırmış bitiyorum dercesine burnundan sert soluklar vermişti. Usul usul dokunuşlarının yüzünden kendimi dizginlemeye çalışmıştım. Bu duygu karşısında gözlerimi yumuştum.
“Sen benim düşmanım olsan da ihanet etsen de hatta beni öldürmeye kalksan da fark etmez. Sen benim kanıma karıştın, Mihran. Seni söküp atamam. Mümkün değil. Denedim. Başkası da dokunamaz, zarar veremez. Çünkü sen benim cehennemimsin ve ben o cehennemin içinde yanmaya razıyım.” Tutkulu sözlerine karşı adeta donmuştum. Ne ara bu kadar yoğun bir duygunun içerisine girdiğini düşündüm. Aklıma, seni ilk gördüğümde saçların aklımı karıştırmıştı deyişi geldi.
Sarhoştu. Kapılma. Ne dediğini o da bilmiyor.
“Uluğ!” Sesimi duyduğundan şüpheliyken bu genzimden çıkan bir haykırış olduğunu biliyordum. Çünkü şu an öyle savunmasızdım ki ne derse yapacak konuma geldim.
“Farklı bir evrende tanışsaydık, bir ihtimalimiz ne biliyim mesela sever miydin beni kıvırcık?” Bu düşüncesi hıçkıra hıçkıra ağlamama neden olmuştu. Seni her yerde severdim diyemedim. Hakkım yoktu. Haindim. Hiçbir şey demediğimi görünce burukça gülümsemişti.
“Biliyor musun istesem de artık yanımda tutamam seni. Yasak elmasın dokunamam sana.” İlk kez böyle bir cümle duymuştum ondan. Oysa o hep bir arada durmamız için çözümler arardı. Bir şey mi oldu? Bu iyi bir şeydi aslında ama neden canım yanmıştı ki?
“Bu gece sana veda ediyorum, kalbimin en özel yerinde seni taşıyacağım. Yaşa sevgilim öyle bir yaşa ki ismim dahi aklının ucundan geçmesin. Vazgeçmedim ama kabullendim. Kaderin bana biçtiği bu…” Mırıltılı ve zoraki bir şekilde konuştu. Sözünü bitirir bitirmez gözlerini yumuştu. Bir süre sonra belimde olan eli gevşemişti. Uyumuştu fakat ardında koca bir harabe bıraktığının farkında değildi.
Neden öyle söylemişti ki? Üzerinden doğrulmuş ve yanı başına uzanmıştım. Gözümden yatağa düşen yaşlar canımı sıkmıştı. Karizmatik bir adamdı ve bu daha da canımı yakıyordu. Benim olamazdı ama başkasının da olmasını istemiyordum. Bu delilikti.
Saçları her zamankinden uzundu aynı sakallarının da olduğu gibi. Yüzü tertemizdi, kemikli yapısı ile her ne kadar çehresi sert gözükse de öyle değildi. Karşımda savunmasız bir çocuğa dönüşünü görebiliyordum. Ve bunu başka kimsenin görmemesini için umut ediyorum…
Yüzümü sıvazlamış ve olduğum yerden doğrulmuştum. Ayaklarının yarısı yatağın dışında kalıyordu. Ve onu rahat edebileceği bir pozisyona getirmem gerekiyordu. Yanına yaklaşmış sesimi yükselterek konuşmuştum.
“Uluğ hadi kalk, yerine geç.” Ama yüzünde hiçbir oynama olmamıştı. “Uluğ!” Omuzlarını sarstım fakat yine bir işe yaramadı. Bu sefer yatağa çıkıp koltuk altlarından tutmuş çekmeye çalışmıştım. Omuzlarını bile oynamadığını görünce yaptığım şeye gülmüştüm. Umutsuzca elerim iki yanıma düşmüştü. Aklıma gelenle komidinin üzerindeki telefona uzanmış kayıtlı numaraya tuşlayıp kulağıma götürdüm.
“Efendim yenge.” Arif’in sesini duymamla Uluğ’a bakmıştım. Bu çocuğa giderek alışıyordum.
“Arif odaya gelsene yardımına ihtiyacım var.” Bir insan evladı bu kadar güzel olmamalıydı neticede haksızlıktı. Yatak bile yanında küçük kalıyordu.
“Geldim.” Demiş ve telefonun kapanma sesi gelmişti. Arkamdaki duvara yaslanmış ve onu uzun uzun seyre dalmıştım. Bir dakikanın sonunda kapı çalınmıştı. Hızlıca kapıya gidip aralamıştım. Arif’in meraklı yüzüne sesli bir nefes vermiştim.
“Ne oldu yenge abi mi çağırdı?” Demiş merakla. Kapıya sonuna kadar açtığımda bakışları Uluğ’a gitmişti. Şaşkınlık ve şok olmuş bir biçimde takılı kalmıştı. Bir adım atmış inanmak istemez bir biçimde gözlerini kırpıştırmıştı. “Abi!” Sesi ilk kez kesik gelmişti. Yıllardır yanında çalışıyordu. Ama sanki onu yeni tanımaya başlamış gibiydi.
“Sarhoştu, sızdı. Yatağa yatırmak istedim ama beceremedim.” dedim açıklama istercesine. Bakışları bana sanki çok kötü bir şey söylemişim gibi korkunç bir hal alarak dönmüştü.
“Abi sarhoş olmaz yenge. Hele hele sızmak…” Demiş acı çeken bir sesle. “En kötü gecesini bilirim. Dikti, bir barı işti ama yine de bir milim dengesini bozmadı.” Bu dediğine bende çok şaşırmıştım. Öylece ona bakakalmıştım. Uyumamış adeta bayılmıştı. Bu haline bakınca böyle gözükebiliyordu.
Arif bir şey demeden Uluğ’a doğru gitti. Bir bacağını yatağa kırmış koltuk altlarından tutup çekmişti. Baktığımda onun da zorlandığını görmüştüm. Heybeti gözle görülecek düzeydeydi. Ağzımın kuruduğunu görünce aşağı inme kararı aldım.
“Arif ben su içmeye iniyorum.” Arkamı dönerek söylendim. “Tamam yenge.” Diye sesini duymuştum. Basamakları aşarak salona inmiş ve mutfağa giriş yapmıştım. Işıklar kapalıydı. Buna kaşlarımı çatmıştım. İlk zamanları hatırladım. Işıklar her zaman açık olurdu. Bir ara buna sinirlendiğimi dahi hatırlıyordum. Işığı açtığımda doğru dolaba doğru gitmiştim. Kapağı açtığımda kaşlarımı çattım. Arkamda kalan masa da gördüğümü anlamakta güçlük çektim. Yavaşça arkama döndüğümde ağzım bir karış açık kalmıştı.
Gördüğüm bu şeyin gerçeğini idrak etmekte zorluk çekiyorum. Amalar kafamda yankılanmıştı. Bin bir senaryo ve kırılın kalbimle bir başımaydım.
Bir dilimi yenmiş çilekli tart…
Bunu kim yapmıştı. Sabah yaptığım olabilir miydi? Ama Uluğ çöpe atılsın dedi. Hem sonradan yapılsa bile hani bu eve çilek giremezdi, ne oldu şimdi? Ve bir dilim yenmiş…
Aklımda fikrimde yerinde değildi. Ne hissedeceğimi bilemiyordum. Kafamdaki soru işaretlerini Aysel abladan başka kimse cevaplayamazdı. Hızlıca mutfaktan çıkmış ve bahçeye koşmuştum. Lojmana gitme ve Aysel ablayı uyandırma derdindeydim. Daha iki adım atamadan önüme Ali çıkmıştı. Korumalardan en sıska olanlarıydı. Uluğ’dan ölümüne korkan ve onun gözüne girebilmek için adeta götünü yırtan biriydi. Sarışın ve mavi gözlüydü. Bebek gibi bir yüze sahipti, burada ne halt yediğini halen idrak edemiyordum.
“Yenge hayırdır bu saate?” Kaşları çatık ve sorgulayıcıydı. İlk zamanlardaki kaçmamdan ötürü bence böyle bir tutuma girişmişti.
“Aysel ablanın yanına gideceğim, ona sormam gereken önemli bir konu var Ali.” Aynı onun gibi çemkirir bir tonla konuştum.
“Bu saate uyuyordur ama yenge.” Halen karşımda durması can sıkıcıyken ağzına bir tane geçirmemek için kendimi zor tutuyordum.
“Uyanır o zaman Ali, başka bir şey yoksa çekil karşımdan!” Öfkeyle soludum. Kaşlarını çatmış ama bir şey demeden kenara geçmişti. Önünden geçerek ilerlemeye başladım. Fakat arkamdan söylendiğini duymuştum.
“Yok anam yok bulmuşlar birbirlerini.”
Çok da kale almadan İki katlı binaya doğru ilerledim. Havuzu ardımda bırakmış tüm korumaların arasından sıyrılmış ve sonunda merdivenlere varmıştım. Birinci katı es geçip ikinci kata çıkmıştım. Kapı kapalıydı. Öfkeyle ardı ardına kapıya yumruklarımı indirdim. Stresle tırnaklarımın etrafındaki etleri koparmaya başlamıştım.
O tart için olaylar çıkarmışlardı. Kendimi hiç istenmeyen ve fazlalıkmışım gibi hissettiğim. Her kim yapmışsa bunu öğrenmeliydim. Daha fazla beklemeden bu seferde zile hiç bırakmadan uzun uzun basmaya başladım. Bir dakikanın sonunda kapı telaşlı bir biçimde açılmıştı. Aysel abla sabahlığını düzeltmeye çalışarak korkulu gözlerle beni karşılamıştım.
“Kızım Mihran…” Nefes nefese solumuştu. “Saat gecenin ikisi yavrum. Uluğ Beye bir şey mi oldu?” Sesi titriyordu. Aklına ilk onun gelmesi de düşündürücüydü.
“Hayır herkes iyi sadece sana bir şey sormak için geldim Aysel abla.” Düz ve sabırsızdım. Konuşmamla omuzları düştü. Korkusu az da olsa gitmişti.
“Tabii kızım buyur geç içeri.” Sabırla soludu. Farkındayım, öfkelenmişti. “Gerek yok Aysel abla, bana sadece bir cevap vermen yeterli.” Dedim sabırsız bir üslupla. Kaşlarını çatmış ve merak içerisinde üzerime bakmıştı. Ayıcıklı bir tişört ve altında aynı onun gibi şort.
“Ne merak ediyorsun kızım, endişelendirme daha fazla beni.” Korku sesine de yansımıştı.
“O mutfaktaki çilekli tartı kim yaptı Aysel abla?” Sessiz harfler kullanmıştım. Tereddütle bakmış ama ardından dudağında küçük bir tebessüm belirmişti.
“Sana söylenmemesi için tembih edilmiştim lakin bunu bilmen gerek bence.” Demiş yüzüme huzurla bakıyordu. Bu söylemi ile şaşırmıştım. Düşünmeme fırsat vermeden yeniden konuştu.
“Sen yaptın ya kuzum, tadına bakamadım ama muhakkak çok güzel olmuştur.” Dudaklarındaki tebessüm ile konuştu. Ne dediğini anlamakta güçlük çekiyordum. Ama neden anlayamıyorum.
“Nasıl? Uluğ, çöpe at dedi ya sana Aysel abla, anlayamıyorum.” Şaşkınlığım sesime yansımıştı. Aysel abla alt dudağını büzmüş duygusal bir yüze bürünmüştü.
“Bilemem ki kızım, odasından indikten sonra bana Mihran her ne yaptıysa devamını getir dedi ve gitti. Aramızda kalsın Emily Hanıma da lafını esirgemedi.” Sanki konu hoşuna gitmiş gibi yanıma yaklaşmış kıpır kıpır bir sesle bana bilgi vermişti.
Tüm sözleri beynimin içerisinde yankılanmıştı. Uluğ’u anlamak ile yok saymak arasında sıkışıp kalmıştım. Gözümün önünden geçen sahnelere titrek bir nefes bırakmıştım. Avuç içimin buz kestiğini anbean şahit oldum.
Mutlu muydum?
Ne kadar inkâr etsem de mutluluktan ağlayacak kıvamdaydım. Beni her an düşünüyor olması tüm bedenimi harekete geçirmişti. Doyasıya sarılmak istedim. Fakat gerçekler öyle ağırdı ki havada kalmıştı her sevincim ve mutluluğum gibi…
Uluğ ama Mirza olmayan Uluğ Mirza tüm ruhuyla beni kendine tutsak kılmıştı. Ve bu gece şahit olsun ki yanı başımda olmasa da aynı dünyaları paylaşamayacak olsak dahi hep kalbimde hüküm sürecekti.
Hiçbir şey diyemeden arkamı dönmüş geldiğim gibi gitmeye koyuldum. Arkamdan Aysel ablanın seslenişini duyuyordum ama hiçbir anlamı yoktu. Konu o olmayınca konuşasım olmuyordu.
Adımlarım onun olduğu yere ikimize ait olan o odaya doğru hızlanmıştı. Önümü göremiyordum aynı şekilde arkamı da. Ayaklarımın yere bastığını şu an bana kimse kanıtlayamazdı. Merdivenleri yarılamışken önüme Arif çıkmıştı, bir şeyler zırvalamaya başlamıştı fakat sesi bir uğultudan öteye gitmemişti. Onu da görmemezlikten gelerek basamakları ikişer ikişer çıkmaya başlamıştım. Arkamdan seslenişini duyuyordum lakin her şeyin önemini yitirdiği gibi bu da önemini yitirmişti.
Kapı sonuna kadar açıktı. Kalbimin atışları dışarıdan duyulacak düzeydeydi. Sakin adımlarla odanın içerisine girdim. Yatağımda yorgan üzerinde boyluca yatıyordu. Fakat üstü çıplaktı. Bu benim ateşimi yükseltmişti. Eski yatağı daha büyüktü, bu yatağa sığamıyordu. Tüm alanı kaplamıştı. Ardımda kapıyı kapatmış ve usulca onun yanına varmıştım.
Uyuyordu peki ben neden bu kadar heyecan yapıyordum?
Yatağın boş tarafına oturmuş ve başımı yatağın başlığına yaslamıştım. Yorgan beline kadar geliyordu. Hiç ayrıntısı ile inceleyememiştim. Bir kusur aradım ama bulamamıştım. Oysa sağ karın bölgesinde belirgin izleri vardı. Sol göğsünün üzerinde de anlamlandıramadığım dağınık izler mevcuttu. Keza sağ kolunda devasa bir yanık izi bulunuyordu. Tüm bunların üzerinde daha kuvvetli bir şey vardı, kusursuz güzelliği. Patlamak üzere olan göğsü ile bakışmıştım. Kumral ve pürüzsüz teni ile can alıcı bir görüntüye sahipti.
Bana değer veriyordu ama beni bu denli sevdiğine halen aklım ermiyordu. Elimde değil… Şüpheyle yaklaşıyordum. Oysa bu adamdan değil de kendimden şüphe duymalıydım.
Yanına boyluca uzanmış sol profilini hayranlıkla izlemeye koyulmuştum. Uykum gelmişti, önemsemedim çünkü birazdan kalkarım diye kendimi avutuyordum. Kendi kendimi geçiştirirken o huzura doğru kendimi salmıştım bile. Karanlık ve orman kokusuyla dans edercesine…
Gözüme çarpan ışıkla yüzümü buruşturdum. Yatakta gerilmiş ve kendime gelmeye çalışmıştım. Bugün okulun ilk günü olduğunu hatırlayınca ani bir şekilde doğrulmuş, yastığın altında kalmış telefonu çıkarıp saate bakmıştım. Ders saat 9’da yazıyordu ve şimdi saat 07.25’ti. O yüzden derin bir nefes alıp telefonu gelişine yatağa fırlatmıştım.
Yüzümü sıvazlarken dün akşamı hatırladım. Gözlerim fal taşı gibi açılmış ve korkuyla arkama döndüm. Dağınık ve boş tarafı gördüğümde kaşlarım istemsizce çatılmıştı. Şoku atlamama zamanım kalmadan banyonun kapısı açılmıştı. Uluğ altında düşmek üzere olan bir havlu ile çıkmıştı. Elinde küçük bir havluyla da saçlarını kurutuyordu. Çıkar çıkmaz bakışları yatağa gitmişti. Beni görünce o sinirli bakışları gitmişti. Ama o da o kadar kısaydı ki yakalaması zordu. Yeniden donuk bakışlara geri dönmüştü.
Ben ise kızarmamak için üstün bir güç sergiliyordum. Saçımı düzeltmiş ve yutkunmuştum. Ona günaydın demek için hazırlanırken o ben yokmuşum gibi yanımdan geçmiş ve giyinme odasına girmişti. Kapıyı ise sertçe yüzüme kapatmıştı.
Kalbim parçalar halinde tüm odaya dağılmıştı. Dik dur Mihran, sakın ağlamak gibi aptal bir şey yapma. Siz iki düşmansınız bunu unutma… Her ne yapıyorsa haklı de ve geç. Bu kadar zayıf olma, yapma bunu kendine… Her şey anlamsız çünkü ben şimdi küçük bir çocuk gibi ağlamak istiyordum.
Ben istedim her şey benim isteğimle gelişmişti. Biraz mutlu olmak istemiş sonra ise benden uzak dursun diye tüm şüpheleri üzerime almıştım. Ve sonunda ayrı düşmüştük. Ama hesaplayamadığım bir şey gelişmişti, başka bir kadının kollarında dermanını bulmaya çalışmasıydı.
Titrek nefes bırakmış ve dün geceyi düşünmüştüm. Eğer benden bu kadar nefret ediyorsa neden öyle davranmıştı. Düşüncelerimin arasında yaşam mücadelesi verirken o giyinmiş vaziyete giyinme odasından çıkmıştı. Üzerinde yine bir takım elbise vardı. Tümden siyahtı, her zamanki gibi.
O az önceki parlayan gözlerim solmuş kırgın ve üzgün bir biçimde başımı başka yere çevirmiştim. Çalışma masasından telefon ve cüzdanını almıştı. Bir müddet donuk bir şekilde durduğunu hissetmiştim ama o da uzun sürmemişti. Kapının kapanma sesi ile gittiğini anlamıştım.
Daha ne kadar kırılabilirim diye düşünmüştüm. İlk kez yan yana uyumuştuk ve yatak o kokuyordu.
Akan yaşlarımla ayağa kalkmış giyinme odasına girmiştim. Yaşlarım dinmiyordu ama çok da önemsemiyordum. Gardırobu açmış dün hazırladığım kombini çıkarmıştım. Okul ihtiyaçlarını almak için çıktığımızda Uluğ beyimiz üstüm içinde bir şey almamı emretmişti. Ve bu sayede benim zevklerimle dolu bir dolap kıyafete sahip olmuştum.
Üzerimi giyindikten sonra aynadan kendimi süzdüm. Altıma popomu zor kapatan krem kot etek üzerime ise çiçeklerle kaplı bir büstiyer. Göğüslerim her zaman ilgi çekiciydi fakat bu üst yüzünden daha da ön plana çıkmışlardı. Rahat olabilmem için ise ince tabanlı bir spor ayakkabı giymiştim. Önemsemiyor güzel olduğumu hissettiğim için saçımla ilgilenmeye başlamıştım. Buklelerimi belirgin getirebilmek için köpük ve yağlar bocalamış istediğim şekli aldığında dudaklarımda küçük bir tebessüm oluşmuştu. Yüzümün yorgunluğunu alabilecek düzeyde hafif bir makyaj yapmıştım. Kahve tonlarıyla bitirmiştim. Son olarak parfümümü sıkmıştım.
Hazır bir biçimde nefes almış aynadan son halime alıcı bir gözle süzmüştüm. Hep hayalini kurmuştum bu anın hadi kendine çeki düzen ver. Hiçbir şeyin bunu bozmasına müsaade etme, yıllardır bugün için yatıp kalkıyordun. Konumunu ve yaşadıklarını göz ardı et ve devam et sadece devam et Mihran.
Kendimde bulduğum güçle, dün akşam hazırladığım kol çantamı ve telefonumu almış vaziyete odadan çıkmıştım. Merdivenleri aşmış salona bağlayan merdivenlere geldiğimde elinde tabakla geçmek üzere Aysel ablayı görmüştüm. Beni gördüğünde tebessüm etmişti. Geçeceği sıra durmuş ve gözlerini kocaman aralamıştı. Tümden beni incelemiş ve ağzı bir karış açılmıştı.
“Aman Allah’ım bu ne güzelliktir öyle. Ah kuzum senin anan seni doğururken ne sevap işledi de böyle bir şölen bize sundu.” Aysel ablanın bu tepkisine kaşlarımı çatmıştım. Çünkü Türkçe dili ile bu sözleri sarfetmemişti. İngilizceyle konuşmuştu. Şaşkınlıkla yanına doğru ilerledim. Kendisi bu sözlerini sarf ederken halen gözükmüyordum. Ama şimdi gözler önündeydim. Etrafa bakmadan önce Aysel ablaya bunu neden yaptığını sormak istiyordum.
“İyi misin sen? Türkçeyi mi unutun Aysel abla?” Dalgayla karışık konuştum. Uraz’ın can çekişen öksürüğü ile arkama dönmüştüm. Herkes yemek masasından bana bakıyordu. Bu herkesin içerisinde Emily’de vardı. Ve Aysel ablanın neden böyle davrandığını da öğrenmiş oldum. Varoluşu bile can sıkıcıydı.
Başta oturan Uluğ iç çekerek beni süzüyordu. O yukarıdaki soğuk tavrı yok olmuş vaziyeteydi. Ayaklarımdan yavaşça yukarıya doğru bakışları gezmeye başlamıştı. Etekte fazlaca oyalanmıştı. Orayı da es geçmiş umursamazca dolandırırken göğüs dekoltemde uzunca bakışmıştı. Kaşlarını çatmış ve burnundan sert bir soluk bırakmıştı. Öfkeyle yüzüme baktı. Saçlarım dikkatini çekmiş oraya da tuhaf bir yüze bürünmüştü onun ardından dudaklarıma… Her hareketi beni şaşkına çevirmişti.
Emily ise buruşmuş bir yüzle beni incelemişti. Bu tavrına göz devirdim. Ağzında yemeği olan Uraz yanıma varmış yüzüyle tezat bir beyefendi misali önümde eğilmiş ve elimi eline nazikçe almıştı. Beni döndüreceğini anladığımda gülümsemiştim. Ama hiç de öyle olmamış, kendini döndürmüştü. Bu salak hareketine karşı omzuna bir tane geçirmiştim.
“Mihran senin böyle şeylerin mi vardı kızım? Ne diye saklıyorsun amına koyuyum!” Öfkeyle yüzüme karşı bağırmıştı. Bu tepkisine nasıl bir tepki vereceğimi kestirememiştim.
“Düzgün konuş yoksa o ağzını dalağına bağlarım Uraz!” Dişleri arasında öfkeyle solumuştu. Ona baktığımda halen bakışlarının benim üzerinde olduğunu görmüştüm. Yüzü kızarmıştı. Ellerini ise yumruk haline getirmişti. Uraz yanıma yaklaşmış sessizce konuşmuştu.
“Kıskançlıktan şu an kendini yiyor, ben olsam bu evi yakardım. Ama o gururlu bir adam öyle delirmez…” Ağzındaki yemeği sonunda bitirmiş ve dudaklarını yalıyordu.
“Uraz!” Bütün ev Uluğ’un sesi ile yankılanmıştı. İkimizde bu bağırışla yerimizden zıplamıştık. Uraz korkuyla ona baktı.
“Ya da sözümü geri alıyorum çünkü bu adam ömründe hiçbir kadını kıskanmadı merakla olacakları bekliyorum.” Demiş ve hızlıca yemek masasına oturmuştu. Uluğ’a baktığımda halen bana baktığını gördüm.
“Geç, kahvaltını et!” Oda da bana dönmeyen konuşmak için hiçbir tenezzül de bulunmayan adam şimdi benimle konuşmuştu.
“Aç değilim okul da ederim.” O öfkeliyse ben ondan daha da öfkeliydim. O kadını yanı başından bir an olsun ayırmıyordu ama bana gelince görmüyor duymuyor ve yok sayıyordu. Kaşlarını çatmış sertçe yutkunmuştu.
“Geç ve kahvaltını et Mihran!” Bastıra bastıra söylemişti. Ondan korkmuyordum çünkü biliyordum. Kendi kafasını kırardı ama yine de beni incitmezdi. Bunu dün gece o söylemişti.
“Bende istemediğimi söylüyorum anlamıyor musun sen?” Onun gibi öfkeyle karşılık verdim. Uraz, Aysel abla ve salona yeni giren Arif şok bir yüze dönmüşlerdi. Uzun bir süre yüzümü incelemişti. Sesli bir şekilde yutkunmuş ve gözlerini yumuştu. Bunu fırsat bilmiş ve arkamı dönmüştüm.
“Ben arabaya geçiyorum Arif, gelirsin.” Deyip dış kapıya doğru adım atmıştım. Arkamdan gelmesini ümit ettim ama o son noktayı koymuştu. Çünkü sen ancak ve ancak senin uğrundan harcayacağım günleri heba edersin… Bu sözleri hiç aklımdan çıkmıyordu. Haklıydı ama bu kadar mesafe koyması canımı yakıyordu. Bende öfkeliydim ama ona karşı gardım hep yerlerdeydi.
Arabaya geçmiş on dakikanın sonunda Arif’te gelmiş ve okul yoluna doğru ilerlemeye başlamıştık. Gördüğüm kadarı ile üç zırhlı araç peşimizden geliyordu. Her gün bu şekilde okula gidecek olmam beni rahatsız ediyordu. Ama hak veriyorum. Özellikle o Tersiyer denilen adamla tanıştıktan sonra her şeyden korkar hale gelmiştim.
“Yenge?” Arif’in sesi ile dikiz aynasından ona dönmüştüm. “Biz okul idaresine gerekli tembihleri yaptık, bende binanın içerisinde olacağım dersliğin en arka kısmında oturacağım. Sadece lavaboya gireceğinde dışarıda olacağım. Ola ki orada birileri bir şey yapmaya veya vermeye kalkışırlarsa sadece çığlık at ve kenara geç.” Oldukça stresli ve gergindi. Dedikleri ile kaşlarımı çatmıştım.
“Nasıl yani, derse de mi gireceksin?” Şaşkınlıkla sordum. “Tedbirli olmakta fayda var.” Ciddi haline daha da öfkelenmiştim.
“Arif abartmıyor musunuz Allah aşkın? Herkes benden korkacak ya!” Sitemle sözlerimi sarf ettim.
“Yenge Tersiyer halen İstanbul’dayken bunları yapmak zorundayız. O piçin bir sınırı yok.” Öfkeyle solumuştu.
“Bu benim sorunum değil!” Aynı sinir hali ile cevap vermiştim. Dikiz aynadan ona baktığımda dudaklarında yavan bir gülümseme oluşmuştu.
“Artık sen ben yok yenge, siz varsınız.” İması karşısında hiddetle cevap verecekken okula geldiğimizi görmüştüm. Derin bir nefes bırakırken, güvenliğin olduğu kontrol kapısına yetişmiştik. Arif camını indirmiş sadece yüzünü göstermişti.
“Buyurun Arif Bey.” Üzerinde güvenlik üniforması olan adam Fuat’a benziyordu tek farkla bu adam keldi. Arif başı ile selam vermiş ve otoparka doğru sürmüştü. Arkamızdan ise yine koruma ordusu ile. Etrafta kim varsa şimdiden bakmaya başlamıştı. Oldukça kalabalıktı ve bu beni daha da heyecanlandırmıştı. Yaşça aslında onlardan büyüktüm. Herkes on sekiz yaşında başlamışken ben yirmi bir yaşımda başlıyordum. Bu beni biraz düşürse de dik durmaya çalışmıştım.
Arabalar park edildikten sonra araçtan indim. Tüm korumalar benim inişim ile etrafımı sarmışlardı. Bu adamlar her zaman olan değillerdi, Uluğ’un sahil kenarında ben bugün en büyüğü oldum dediği gününden beri bu tip adamlar dolanı veriyordu etrafta. Öğrendiğime göre özel yetiştirilmiş savaş askerleriymiş. Ve sadece masa liderlerine çalışıyorlarmış.
Bu sayede ise Uluğ’un hedefine ulaştığını anlamış oldum. Hiç istemediği o masanın başına geçmişti. Ve yine Uraz’dan öğrendiğime göre diğer lider ise Tersiyer’miş. İşte buna şaşırmıştım çünkü asla onlar aynı masaya oturamazlardı. Ölesiye birbirlerinden nefret ediyorlardı.
Okulun bahçesine girdiğimde asıl burada bir cümbüşün olduğunu anlamıştım. Kahkahalar yeni tanışmalar havada uçuşuyordu. Çoğu bakışlar bize dönmüştü bile. Gerim gerim gerilmiştim.
“Sizler bahçede kalıyorsunuz. Ben içeride olacağım, en ufak bir şüphede bana haber verin!” Net ve ciddiydi. Hepsi onayladığında Arif ile okul binasına doğru yürümeye başlamıştık. Bakan tekrar bakıyordu.
“Sen tamam da bu adamlar çok dikkat çekiyor. Millete bak nasıl bakıyorlar?” Arif’e karşı bir sitem de daha bulundum. Arif güneş gözlüğünü takmış karizmatik bir tavırla gözlüğün üzerinden bana bakmıştı.
“Rahatla biraz, yerinde olsam Cumhurbaşkanı kızı imajı verirken göğsümü gere gere yürürdüm yenge.” Ukala tavrına göz devirdim. Sonunda fakülteye adım attığımda derin bir nefes bırakmıştım. İlk geldiğim günü anımsamıştım. Gelmiş ve kayıt yaptırmıştım. Nereden nereye…
Dersin başlamasına az bir zaman kalmıştı. Arif yolu biliyormuş gibi ilerliyordu. Bende ona ayak uyduruyordum. İkinci kata çıkmış sağ tarafta duran derslik 15 yazısı olan sınıfa girmiştik. Devasa büyüklüğünde bir amfiydi. Şaşkın ördek yavrusundan bir farkım yoktu. Sınıf neredeyse dolmak üzereydi. Anksiyetem devreye girmek üzereydi. Tüm bakışlar bizi bulurken kasılmıştım. Arif orta bölümün ikinci sırasına gitmiş ve orada oturan kızın tepesinde durmuştu. Kız korkuyla tüm eşyalarını toplamış ve aceleyle kalkmıştı. Yaptığı bu hareketten ötürü şu an Arif’i öldüre bilirdim. Sora bana dönmüş eliyle yeri göstermişti. Sınıfta bir çıtın bile olmadığını yeni fark etmiştim.
“Buyur yenge.” Sesi olduğundan fazla gür çıkmıştı. Kime neyi ispatlamaya çalıştığını anlamış değildim. Ters bakışlarımla dediği yere geçmiştim. Ama ben ona bunun hesabını sormaz mıyım? Uluğ’un böyle bir şey isteyeceğini sanmıyordum. Ne de olsa onun için öncelik sırasında en sondaydım. Arif’e baktığımda en arka sıraya oturduğunu görmüştüm. Ve orada oturan herkes ön sıralar akın etmişlerdi. Korkutucu biri olduğu görünüşünden belli oluyordu. Aklıma Uluğ’u görselerdi ne yaparlar diye düşünmeden edememiştim. Çünkü Uluğ’un yanında Arif bile sıska kalıyordu.
Arif halen güneş gözlüğü ile oturuyordu. Bilerek yaptığını anlamayacak kadar salak değildim. Dikkat çekmeyi seviyordu. İçimde ona karşı küfürler sıralıyordum. Uluğ ile konuşacağım bu adamı başımdan alsın Fuat’ı versin bana. O adamın hiç öyle huyları yoktu. Belki de orta yaşlı biri olduğu içinde olabilirdi. Tüm konuşmalar kesildiğinde Profesör’ün sınıfa giriş yaptığını görmüştüm.
Profesör olduğunu okulun sitesinden görmüştüm. Onun hakkında genelde okulun ilk günü ile son günü gözüktüğünden bahsedilmişti. Altmışlı yaşlarda olduğu kısa boylu gözlüklü hafif göbekli biriydi. Üzerine kahverengi bir takım elbise vardı. Kürsüye çıkmış elindeki çantayı kürsüye bırakmış. Ve önündeki mikrofonunu test etmişti. Gözlüğünün üzerinden herkesi taramış bakışları hiç şaşırmadığım bir biçimde Arif’te oyalanmıştı. Çok oyalanmadan sesini temizlemişti.
“Öncelikle yeni dönemde her birinize başarılar diliyorum. Ben deniz Profesör Doktor Naim Gedizoğlu alanlarım; Uluslararası Ceza Hukuku, Karşılaştırmalı Ceza Hukuku, Ceza Muhakemesi Hukuku, Ceza Hukuku Genel Hükümler.” Diye kendini tanıtmıştı. Katı ama bir o kadar nazik bir tavırla konuşmuştu. Her bir öğrenci ile göz göze gelmek için bakışları her bir öğrenciye uğruyordu.
“Evet sevgili gençler, bu saatten sonra öğreneceğiniz her bilgi sizin namusunuzdur. Namusunuza söz getirmeyin! Şerefiniz sizin önderiniz olacaktır. Burası bir eğitim yuvası değildir hayatın gerçeğidir.” Sözleri baskıcı ve netti. Tüm söyledikleri heyecanlanmama sebep olmuştu.
“Burada öğreneceğiniz bilgiler yeri gelecek sizi öfkelendirecektir. İsyan etmek isteyeceksiniz, kuralar sizi çıldırtacak düzeyde olacak, işte orada sizin bu mesleğe ait olup olmadığınız belli olacaktır. Sizlerin görevi sorgulamak değildir, yasa neyi gerektiriyorsa toplumu ona göre yönlendirebilmektir.” Demiş ve sesini temizlemişti. Gözlüğünü düzeltmiş ve bakışları ilk kez bana uğramıştı. Uzunca beni göz hapsine almıştı.
“Ne demiş Locke, hukukun bittiği yerde tiranlık başlar. Düzen, devlet anlayışı ancak ve ancak hukukun var oluşuyla ayakta durur. Ve sizler bu hukuk düzeninin bekçilerisiniz.” Akıcı üslubu ile herkes pür dikkat onu izliyordu. Arif’e baktığımda güneş gözlüğünü çıkarmış tüm dikkati ile hocayı dinlediğini görmüştüm.
Bir sonraki konuşması derslerin işleyişi hakkında olmuştu. Derslere onun girmeyeceği öğretim üyesi Esin Gedizoğlu’nun gireceğinden bahsetti. Kızı olduğunu da bu sayede öğrenmiş olduk. En sevdiğim ve saygı duyduğum hocaların başında yerini almıştı.
Yarım saat sonra dersini bitirmiş ve ara vermişti. Aradan sonra başka bir kadın hoca gelmişti. Dr. Öğretim üyesi Emel Kaftacı Hukuk başlangıcı dersine gireceğinden ama bu diğer dönemlerde değişeceğinden bahsetti. Oryantasyon haftasında olmamıza rağmen kadın dersini anlatmaya başlamıştı. İddialı kıyafeti ve üstten bakan bakışları ile sevemeyeceğim kişiler arasına yerini almıştı. İki saatin sonunda tüm dersler bitmişti. Emel hocanın slaytta gösterdiklerini not defterime geçirme derdindeyken herkes rahat biçimde oturmuştu. İçimden sınav haftası geldiğinde bok veririm diye geçirdim. Bu düşünce bile beni güldürmüştü.
Bir saattir Arif stresle telefonda biriyle yazışıyordu. Durmaksızın bakışları etraftaydı. Eşyalarımı toplarken Arif yanımda yerini almıştı. Çantamı koluma takmış merdivenlerden inmeye başladım. Emel hocanın sesi ile o tarafa dönmüştük. Halen kürsüde eşyalarını toplamış vaziyete oturuyordu.
“Kıvırcık saçlı kızın yanında duran dev adam buraya gelin.” Botokslu dudakları ile çemkirir vaziyette sesini yükseltmişti. Çıkmak için hazırlanan tüm öğrenciler merakla durmuşlardı. Arif kadından hazzetmeyen yüzle bakmıştı. Önden ben arkamdan Arif ilerlemişti.
“Buyurun hocam.” Saygı çerçevesinde yaklaşmıştım. Tümden beni süzmüştü.
“İsim?” Bu tavrı beni germişti. “Mihran.” dedim net bir biçimde.
“Özel durumunuzdan haberdarım fakat öğrenci harici kimseyi dersime kabul edemem!” Bunu bana bakarak söylemişti. Daha cevap vermeden Arif beni kenara nazikçe itmiş ve öğretmenin kürsüsüne elini koymuştu. Kadın bu hareketine gözünü büyütmüştü.
“Bunu bize değil Uluğ Mirza Köksoy’a söyleyin hoca hanım, onun sözleriyle hareket halindeyim.” Arif’in sert mizacı tüm sınıfta kasvetli bir havaya neden olmuştu.
“Sizi sınıfımda istemiyorum beyefendi, kime iletilecekse sizi ilgilendirir. Elinize kolunuza da hâkim olmanızı öneririm.” Arif sert bir soluk bırakmış ve elini kürsüden çekmişti.
“Bu dediklerinizi bizzat ben ileteceğim hiç şüpheniz olmasın. Bilgi aktarımı da bir gece ansızın kapınıza gelir zaten.” Serseri bir üslup ile karşılık vermişti. Emel hoca kaşlarını çatmış anlamaya çalışıyordu. Arif’i kolundan çekmiş daha fazla mevzu uzamadan işe el atmıştım.
“Kusura bakmayın hocam konu ben olunca fazlaca koruma iç güdüsüne girebiliyorlar. Ben onun adına sizden özür diliyorum.” Arif öne atlayacak gibi oldu ama kolunu öyle sıkmıştım ki yerinde kalmıştı.
“İyi günler Mihran.” Demiş ters bir sesle. Başka bir şey demeden yanımızdan geçmişti. Arif’in kolunu bırakmadan sınıftan çıkmış ve alt kata doğru inmeye başlamıştık.
“Gerçekten de bravo ilk günden hocanın kara listesine girdim. Sizin yüzünüzden bu kadın gıcıklığına beni sınavından da geçirmez şimdi.” Öfkeyle mırıldandım.
“Geçersin yenge olmadı evini taratırız. Ölüm korkusu insana her şeyi yaptırır.” Öyle rahat konuşuyor ki delirmeden kendimi alamıyordum. O elindeki telefonu da bir saniye bırakmıyor delirmek üzereydim. Bakışları hep etrafta dolanıyordu.
“Arif bak gerçekten de seni boğarım şakam yok yaparım bunu? Sayıyla mı sizi bana veriyorlar anlamıyorum.” Diye bir sitemde bulundum. Binadan ayrılmış bahçeye çıkmıştık. Hemen hemen on adam bahçede ayrı yerlerde durmuşlardı. Stresle yüzümü sıvazladım. Arif’in cevap vermediğini görünce ona bakmıştım.
“Sen iki saattir kimle mesajlaşıyorsun öyle?” Merak ve öfke tonunda sormuştum. Bakışlarını telefondan kaldırmadan cevap verdi.
“Abiyle yenge.” Demiş düz monoton bir sesle. Merakla yükselmiş konu ne üzerine anlamaya çalışmıştım. Fakat Arif bunu fark etmiş ve telefonu çevirmişti. Kurnaz bir biçimde gülmüş ve bana bakmıştı.
“Yenge bana sorabilirsin, öyle bakmana gerek yok!” Ağzının orta yerine bir tane çakasım vardı.
“Bana ne be, o gereksiz abine söyle inşallah kafası yarılır.” Diye bir sitemde bulundum.
“Bak söylerim.” Bir de beni tehdit ediyordu haspam.
“Söyle diye söyledim zaten.” Diye çemkirdim. Omuzlarını indirip kaldırmıştı bu sen bilirsin demekti. Korumalar bizi gördüklerinde otoparka doğru gitmişlerdi. Biz de onların arkasından ilerlemiştik.
“Yenge abi diyor ki, inşallah duası tutar.” Arif’in söylemi ile duraklamıştım. Elimden olamadan içimden söyleyeceğim sözleri dışarıdan söyledim.
“Allah korusun!” Korku dolu sesle mırıldandım. Arif’in gülüşü ile kaşlarımı çattım.
“Bunu da iletiyim mi?” Keyfine diyecek hiçbir söz yoktu. Otoparka yetişmiş arabaya binmeden önce onu uyardım.
“Sakın Arif sürünsün it gibi, duyarsam var ya seninle ölümüne konuşmam!” Net bir biçimde konuştuğum da Arif parmakları ile dudağına fermuar işaretini yapmıştı. Arka koltuğa geçmiş rahat bir nefes vermiştim. Okuldan çıkmış yolda seyir halinde ilerliyorduk.
O kadınla şu an ne yapıyordu? Takıntılı değildim ama Uluğ’a bağımlılığım oluşmuştu. Böyle bir duyguyu ömrümde yaşamamıştım. Evet ablamı babamdan kıskanırdım ama hiç böyle nefesimi kesmemişti.
Telefon melodisini duyunca dikkatimi Arif’e yöneltmiştim. Aramayı açmış ve kulağına koymuştu.
“Buyur abi.” Diye yanıtlamıştı. Onun olduğunu duyunca kalp ritmim dengesizleşmişti. Sesini duyamıyordum. Ama Arif gerilmişti. Arabayı ani kırması ile savrulmuştum. Ne oldu diye düşünürken ara sokağa girmişti. Arkamıza baktığımda korumalarda bizimle birlikte ilerlediklerini görmüştüm.
“Tamam abi, emrin olur. Yok şüphen olmasın!” Demiş ve telefon kapanmıştı.
“Arif ne oluyor, korkmalı mıyım?” dedim şüphe içerisinde. Dikiz aynasından kısa bir süre bana bakmış öfkeyle gaza köklemişti.
“Yok yenge, sen sadece arkana yaslan.” Geçiştiren bir üslupla karşılık vermişti. Stres içerisinde aralarından geçtiğimiz binalara bakıyordum. Süratle gidiyordu, bu beni gerse de sessiz kalmaya çalışıyordum. Kim bilir hangi bela peşimizdeydi…
Of özledim…
Mihran sırası değil, savaşın ortasındasın bari şimdi yapma! Sabah gördüm şimdi ise saat öğlen ikiyi geçmek üzereydi. Kaç saatin geçtiğinin farkında mısın? Sana hatırlatmaktan yoruldum ama sen unutmaktan yorulmadın. Er ya da geç ebediyen ayrı düşeceksiniz bari şimdi kendine hâkim ol be kızım…
İçimde beni kemiren düşünceler arasında boğulduğumu sezmiştim. Camı açmak için düğmeye basmış ve bu sayede derin bir soluk alabilmiştim. Düşünceler benim katilimdi. Kalbimin orta yerinde yeşeren ölüm çiçeğine su verme derdindeyken onun bana kastı vardı.
Ani bir frenle ön koltuğa yapışmıştım. Emniyet kemerini takmasaydım muhtemelen camdan dışarı fırlaya bilirdim. Korkuyla ne olduğuna bakmak için arabanın dışarısına bakmıştım. Önümüzde bir araç kırmıştı. Ve onun önüne de başka bir araç…
Önümüze kıran araçtan inen kişi ile şaşkınlıkla ağzım açılmıştı. Uluğ’dan başkası değildi. Üzerinde beyaz bir gömlek vardı, kaslarından ötürü patlamak üzereydi. Normal de ceket giyerdi ama şu an sadece gömlekleydi. Kolundaki yanığı göstermekten her zaman kaçınmıştı ama şimdi gömleğini kol dirseklerine kadar kıvırmıştı. Belindeki silahı görmemle zoraki bir biçimde yutkunmuştum. Arkasını gördüğümden yüz şeklini göremiyordum. Ama fark ettiğim yürüyüşünün bile normal olmadığıydı. Karşıda Uluğ’ların önüne kırana baktığımda aracından yeni indiğini görmüştüm. Burası bir mahaleydi ve herkes film izler gibi izliyordu.
Araçtan inen kişi ile kalbimi tutmuştum. Korkuyla titrek bir nefes bırakmıştım. Tersiyer tüm korkutuculuğu ile karşımdaydı. Yüzünün yarısını kapatan farklı bir şapka takmıştı. Üzerinde ise yere kadar uzanan bir palto giymişti. Uzun boylu biriydi. İçerisine krem renginde bir gömlek altına ise bol kumaş pantolon giymişti.
“Yenge araçtan sakın inmiyorsun!” Diye bir telkinde bulunmuştu. Cevap vermemi beklemeden araçtan inmişti.
İkisi de ortada buluşmuşlardı. Tersiyer yanık olmayan tarafını belli edecek şekilde başını yana yatırmıştı. Aracımın yanından geçen Brando Davis ve onun yanındaki Gloria Roy ile kaşlarımı çattım. Ne oluyor bu aşağılık sitede diye kendimi yırtacaktım. Uraz olmasa hiçbir şeyden haberdar olamayacaktım. Arka camdan baktığımda düğün konvoyu gibi dizildiğimiz görmüştüm. Melih soykan ile Leonardo Martin’i de görünce gözlerimi belertmiştim. Bir masa eksikti.
“Uzun zaman oldu kadim dostum, sahi yüzünü görmeyeli kaç gün oldu?” Cam açıktı ve ne konuşuluyorsa duyuyordum. Keza etrafta hiçbir seste yoktu. Millet bile korkmuş sadece izliyordu.
“Havalı girişleri hep sevmişsindir ama ben pek sevmem. Karşımdasın seni öldürmemem için elime elle tutulur bir şey ver.” Uluğ’un öfkesini buradan hissetmiştim. Sırt kasları giderek geriliyordu. Gömlek zor dayanıyordu. Tersiyer benim tarafıma bakışlarını yöneltti. Camlar siyah filmliydi, görmeyecek olsa dahi Uluğ önüne geçmişti. Tersiyer’in kahkahası sinir bozucuydu.
“Bu öfkeli hallerin Mihran’ın seni terk etmesine bağlıyorum kadim dostum.” Diye alayla karışık bir üslupla konuştu. İnsanı delirtecek cinsten bir tavra sahipti. Uluğ belindeki silahı kavramış emniyetini çekmiş ve Tersiyerin yüz hizasına doğrultmuştu.
“Onun adını ağzına alacak adamı yaşatmam Tersiyer!” Hiddetle gür sesi bir bomba etkisi yaratmıştı. Yüzüme bakmıyordu ama bazı anlar oluyordu sanki bana tutsaktı. Mesela dün gece ve yine mesela şimdi…
Tersiyer’in yüzünü göremiyordum. Uluğ tam önümde durmuştu. “Sana son bir fırsat tanıyorum, öldür beni Çebi. Çünkü ben seni tam kalbinden vuracağım. Kadınını elinden alacağım ve o gün geldiğinde ayaklarıma kapansan dahi faydasız olacak.” Tersiyer o alaycı tavırlarını kenara itmiş ciddiyet içerisinde konuşmuştu. Öfkeli olduğunu anlamıştım. Aralarında bir şey yaşanmamıştı.
“Sen değil benim kadınımı almayı benden saç telimi alamazsın Tersiyer!” Ondan daha baskın bir sesle karşılık vermişti. Kadınım dediği kısım ben oluyordum sanırsam… Peki benim neden gözlerim dolmuştu.
“Evine, odasına kadar girdim yine yapamaz mıyım sanıyorsun Çebi? Hadi seninle Rus ruleti oynayalım, eskisi gibi…” Her sözü beni daha da geriyordu. “Sen benim iş yaptığım adamları kendi tarafına çektin, sıra bende…” Tehlikeli sesine kaşımı çatmıştım.
“Eskiden olsa seni diz çöktürmenin yollarını düşünerek kafa yorardım. Ama şimdi her bir darbe kadınına yönelik olacak. Tüm planlarım sevdiğin kadına göre şekillenecek. Koru koruyabilirsen kadim dostum!” Bu sözleriyle kalbime bir ağrı saplanmıştı. Uluğ başını yana yatırmıştı ve bu sayede yan profilini görme şansına sahip oldum. Tersiyer’in tehditkâr sözlerine karşı bir an bile gözünü kırpmadı. Yüzü taş kadar set, bakışları ölüm kadar keskindi. Göğsü sakin ama derin nefeslerle inip kalkıyordu. Herkes öyle bir gerilmişti ki ses edenin ölümle burun buruna geleceği belliydi. Bir adım atmış silahı Tersiyer’in tam kalbinin üzerine yaslamıştı.
“Ona dokunacak mısın?” diye sordu, sesi ölüm fermanı yazan cellat kadar soğuktu. “Söyle bana, bunu gerçekten de yapacak mısın?” Sakindi ve bu sakinliği herkesi korkutuyordu.
“Onun kanını dökecek ellerin mi var, Tersiyer?” diye devam etti. O sakinlik yavaş yavaş yok oluyor kıyametin habercisi gibi yankı yapıyordu. “O elleri bileğinden koparırım. Ona zarar vermek için aldığın nefesi boğazına dizerim!” Tersiyer’in gerilen sol yüzünü görmüştüm. Uluğ’un bu sözleri sarf etmesi karnımdaki uyuyan kelebekleri uyandırmıştı.
“Beni tehdit edebilirsin, bana tuzak kurabilirsin, benim kanımı dökebilirsin. Ama bana ait o kadına zarar vermeye kalkarsan, seni tanrın bile koruyamaz!” Sesi artık bir fısıltı gibiydi ama bu fısıltı, kasırgadan bile yıkıcıydı. Ellerimin titremesine engel olamıyordum. Gözüm Uluğ’un aracına yaslanmış Emily, Merve ve Mert’e takılmıştı. Ne ara geldiklerini bilememiştim.
“Ona dokunma, Tersiyer.” Uluğ derin bir nefes aldı. “Çünkü eğer dokunursan, bu dünyada hiçbir yer artık senin için güvenli olmayacak!” Uluğ tehdit etmiyordu, o ne yapacağını ilan etmişti. Ve herkes bunun farkında olacak ki ölüm sessizliği vardı.
“Her şeyimi aldın, kaybedecek hiçbir şeyim kalmadı. Sence dostum bu koşullarda geride durmak saçma olmaz mı? Ben nasıl oğlum ile karımı kaybettiysem sende aynı yerde can vereceksin!” Hissiz ve umursamaz bir tavırla konuştu.
“Belki de onu kendi kadınım yaparım!” Ne olduğunu anlamadan Uluğ’un boşta kalan eli cebinden bir bıçak çıkarmış ve Tersiyer’in arkasında duran platin saçlı sıska kızın omzuna fırlatmış. Ve bu sayede bıçak omzuna saplanmıştı. Tersiyer irkilerek arkasına bakmıştı. Kızın kolu kanlarla kaplanmıştı. Gözünde mor renginden bir lens vardı. Gotik tarzına sahipti. Sanki o bıçak ona dokunmamış gibi Uluğ’a bakmıştı. Bir kez sendelemiş ardından bıçağı tutup saplandığı yerden çekip yere atmıştı.
“Tek kızın kaldı, onu da almamı istemiyorsan boyun eğeceksin. Benim olana dil uzatmayacaksın!” Uluğ’un boğuk sesi herkesi irkiltmişti. Kimse tek kelime etmeye cüret edemiyordu. Tersiyer’in gözünün içi kan içerisinde kalmıştı. Tek bir adım atmış ve bu sayede Tersiyer’in arkasındaki adamlar silahlarını Uluğ’a çekmişlerdi. Korkuyla gözlerim yerinden çıkacaklardı. Kendime engel olamamış ve araçtan kendimi atmıştım. Sertçe arabanın kapısını kapattım.
Ve bingo tüm bakışlar bana yönelikti. Öne atlayıp o Tersiyer’i parçalara ayırmak istiyordum. Onun da bakışları bana yönelmişti. Uluğ ise dönüp bakmamıştı bile. Odak noktası Tersiyer’deydi. Ve Tersiyer’in odak noktası ise bendeydi. Şapkasının altından tüm vücudumu izlemeye koyulmuştu. Az önce kızı vurulmamış gibi dudağında sinsi bir gülüş belirmişti.
“Çebi… Sen çoktan kaybettin. Diren dayana bildiğin yere kadar diren. Ölümün çok yakınında dostum.” İması mide bulandırıcıydı. Uluğ cevap vermeden önce Emily öne atlamış ve sesini yükseltmişti.
“Tüm silahlar derhal indirilsin! Margos haddini bilmeni öneririm, baş lider kimse son sözü o söyler. Bir itirazın varsa eğer gider Clarklarla görüşürsün. Yanlış kişinin karşısındasın!” Emily’in sözlerinden sonra tüm silahlar yere indirilmişti. Tek bir silah halen Tersiyer’in göğsündeydi. Tersiyer bozulmuştu. Ve o anda Uluğ’un keyifli sesi çıkmıştı.
“Tersiyer masanın baş lideri olarak benim verdiğim tüm kararlara uymak zorundasın. O güzergahtan geçilmeyecek deniliyorsa geçilmeyecek. O adamlarla sen değil ben konuşacağım deniliyorsa kenara çekileceksin! Ancak ve ancak benim emirlerimle hareket edebilirsin!” Onu kışkırtmak için bu sözleri sarf etmişti. Tersiyer bakışlarını Emily’e çevirip bir nefes bırakmıştı.
“Bu burada bitmedi Çebi, elbet ödeşiriz. Kızımdan kan aktı sıra senin kızında…” Demiş ve hiç kimseye bakmadan indiği araca geri binmişti. Onun beraberinde tüm korumaları da arkasından zırhlı araçlarına yerleşmiş ve uzaklaşmışlardı. Araçlar gözden kaybolana dek kimseden bir soluk çıkmamıştı. Nefes almaktan çekiniyor gibi hallere sahiplerdi.
Uluğ belinden çıkardığı silahı yeniden aynı yere koymuş ve arabasına doğru ilerlemişti. Hiç bana dönüp bakmaması ve öylece çekip gidiyor oluşu kalbimi kırmıştı. Arabasının yanına yaklaştığında Emily ile Merve kenara geçmişlerdi. Çekinceli bir tavır içerisinde Uluğ’a bakıyorlardı. Ön yolcu kapısını açmış ve hiç dönmeyen o orman vadisi bakışlar bana yönelmişti.
Korkutucu.
Tanım buydu, herkesin irkilerek sus pus olmasının sebebi Uluğ’un bakışlarıydı. Savaşın habercisiydi. Ama bana soracak olsanız sadece gözlerinden öpmek istediğim dudaklarımdan dökülürdü.
“Gel!” Az öncekine nazaran sesi yumuşacıktı. Çoğu herkesin kaşları çatılmıştı. Bu tavrını bilerek yapmıştı. Heyecanıma engel olamamıştım. Derince yutkunmuş ve ona doğru gitmeye koyulmuştum. Bakışları gözlerimle kelepçelenmişti. Yanına yetiştiğimde bayılacağımı sezmiştim. Ama kendime engel olmuş açtığı kapıdan içeri girmiş ve koltuğa oturdum. Bir an beklemeden kapıyı üzerime kapatmıştı.
“Emily arkaya bin!” Bana karşı o yumuşak sesi bir anda sertleşmişti. Ama aklım o kadınında bizimle geleceği geçiyordu. Neden diye bağırasım vardı. Bilerek mi yapıyor anlamıyorum.
Emily bir şey demeden arkaya geçmişti ve yine anlamadığım şekilde Merve’de onun yanına geçmişti. Uluğ ise kimseye bakmadan şoför kapısını açmış koltuğuna oturmuştu. Bana dönmüş ve bir anda üzerime eğilmişti. Yüzüm ateşler içerisinde kalmıştı. Başımın üzerine elini uzatmış ve emniyet kemerini çıkarmıştı. Gözleri yeniden göğüslerime çarpmış ve sesli bir nefes bırakmıştı. Sıcak nefesi tenime bulaşmıştı.
“Şunu unutmayı kes artık!” Diye bir sitemde bulunmuştu. Kemeri takmış ve öfkeyle benden uzaklaşmıştı. Kendi kemerini de takmış ve tüm caddeye inletecek biçimde gaza köklemişti. İşte şimdi ondan korkmaya başlamıştım. Yüzündeki damarlar anbean belirginleşmişti. Öfkesi adeta bir dağa dönüşmüştü. Ben ise stresle iki elimi de bacaklarımın arasına sıkıştırmıştım. Arkadakilerden de bir ses çıkmıyordu.
Ara sokaktan çıkıp ana yola giriş yapmıştık. Ve Uluğ o tüm soğukkanlılığını bir kenara atmış ardı ardına direksiyona yumruklarını geçirmişti. Bu tepkisine irkilmiştim.
“Ulan…” Diye tıslamıştı. “Sebebim olacaksın Mihran!” Diye haykırmıştı. Şaşkınlıkla ona baktım.
“Ne yapmışım ben Uluğ?” Merakıma yenik düşmüştüm. Arkadan Merve öksürünce ona baktım eli ile sus işaretini yapıyordu. Uluğ gözü dönmüşçesine bana baktı.
“Ne mi yaptın? Daha ne yapacaksın!” Önüne dönmüş aklına gelen her neyse yeniden yumruklarını direksiyona vurmuştu. “Ne diye o araçtan iniyorsun kızım sen, cevap ver hangi akla indin!” Öfkesini benden çıkaracaktı. Ama bende alta kalırsam gelin yüzüme dökün.
“Korktum çünkü.” Dün akşam onun gerçek olduğu kadar gerçektim. Islak dudaklarını aralamış ve nefes bırakmıştı. Usulca bana bakmıştı. Tüm yüzüme detaylıca bakmış ve önüne dönmüştü.
“Eve geçer geçmez şu kıyafetlerini üstünde parçalayacağım duydun mu beni?” Konudan bağımsız bir biçimde bağırmıştı. Kaşlarımı çatmış ve kollarımı göğsümün altında birleştirmiştim.
“Bok yaparsın!” Çemkirir bir vaziyete konuştum. Gözüm dikiz aynasına varınca Merve’nin şaşkınlıktan ağzının açık kaldığını görmüştüm. Emily ise bir şeyleri anlamak için gözünü Uluğ’da bir santim çekmemişti.
“Dün hiç öyle demiyordun hemen de yanıma kıvrıldın Mihran Hanım!” İki kaşını da havaya dikmiş imayla konuşmuştu. Ağzının orta yerine bir tane geçirsem rahatlayacaktım.
“Hatırlıyorsun demek bende diyorum bu adam neden bu kadar mesafeli oldu, oysa hatırlamıyor olmana bağladım. Neler yaptığını hatırlıyorsan benim yaptıklarım sinek ısırığı kalır!” Kana kan dişe diştim. Yan gözle bakmış ve yeniden öfkesinin gün yüzüne çıktığını anladım.
“Düşünüyorsun bir de böyle bir mesafeyi neden kurduğumu düşüyorsun öyle mi?” Demiş sert bir soluk bırakarak. “Unuttun… Sen gittin ben değil.” Demiş sertçe.
“Sende bunu fırsata çevirdin işte.” Dedim aynı ondaki öfke bana da bulaşmıştı. Başını bana çevirmiş sağa sola oynatmıştı. Yapma diyordu.
“Ne yalan mı, ben sadece gittim Uluğ…” Acıyla bağırdım. “En azından ilk fırsata kendimi başka kollara atmadım!” Tüm kinimle haykırdım. Uluğ yolu kontrol etmiş ve boş sağ şeritte arabayı kırmıştı. Ve bir an beklemeden ani fren yapmıştı. Arkadakiler tutunmasalardı ön camdan fırlayacaklardı. Uluğ tüm mesafeyi sıfıra indirmişti.
“Sen beni ne sanıyorsun Mihran…” diye mırıldanmıştı. Tüm yüzüme bakmamak için üstün bir güç sergilediğini görmüştüm. Bakışları gözlerime tutunmuşlardı.
“Sana bakarken hiç mi görmedin…” Sakindi fakat giderek artan öfkesi cabası. “Şu yaşıma kadar tek bir kadın arzuladım ve tek bir kadını istiyorum.” Sertçe sözlerini dillendirmişti. Savaşını kaybetmiş ve bakışlarını dudaklarıma indirmişti. İstemsizce benim de bakışlarım onun dudaklarına kaymıştı. Aklımı kaybedecek evredeydim. İçimden geldiğince davranacaktım. Aynı onun gibi bende yenilmiştim bu savaşta.
“Uzun zaman oldu…” Diye mırıldandım. Bakışları dudaklarımdan gözlerime oradan da yeniden dudaklarıma olmuştu. Kimsenin tahmin etmeyeceği bir şey yapmıştım. Elimi ense saçlarının arasına daldırmış ve bir an düşünmeden aç kalmış dudaklarımızı buluşturmuştum. Ben nazikçe onu öpmeye başlamışken Uluğ hırıltılı bir ses çıkarmış hem kendinin hem de benim emniyet kemerimizi var gücü ile savurup belimden tutup bir çırpıda beni kucağına çekmişti. Bir eli belimde bir diğeri boğazımdaydı. Bu sürede dudaklarımız birbirinden ayrılmamış Uluğ şiddetle öpmeye başlamıştı. Olduğumuzu her yer önemini yitirmişti.
İçimi sızlatan ve yaşama değerimi artıran duyguların kölesi haline geldim. Bağımlılıktı. Tanrı tarafından bahşedilen bir cefaydı. Ve yine Tanrı tarafından lütfedilen bir armağandı…
-BÖLÜM SONU-
Bölüm sonu sözü…
“Onunla mutlu olabileceğini inanıyordu, artık bir araya gelmeleri imkânsız göründüğü halde.”
(Aşk ve Gurur/ Jane Austen)
-Bölümü nasıl buldunuz kuzucuklar? Tüm hissettiklerinizi buraya yazabilirsiniz? Ve sizden istirhamım lütfen oy ve yorum yapmayı unutmayın. Siz yorum yapınca ben daha da motive oluyorum.
-İçinizden Geçenler?
-Uluğ Mirza?
-Mihran?
-Tersiyer Margos Matinyan?
-Eva Matinyan?
-Emily Clark?
-Prof. Dr. Naim Gedizoğlu?
-Dr. Öğr. Üyesi Emel Kaftacı?
-Brando Davis?
-Leonardo Martin?
-Melih Soykan?
-Uraz?
-Mert?
-Arif?
-Aysel?
İletişim bilgileri…
Instagram/ Lidyassland
Twitter/ Dilayybaskin
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.24k Okunma |
323 Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |