“Nasılsın, ait olmadığın yerlerle savaşın bitti mi?”
FEVERAN
-
DALGAKIRAN
🕊️
Bazı aşklar, başladığı anda kaybetmeye mahkûmdur. Onların kaderi, en başından beri yanlış zamanda, yanlış bedende ve yanlış dünyada var olmaktır. Birbirine dokunamayan ama hissetmekten de vazgeçemeyen iki ruh… Bir bakış, binlerce söze bedeldir ama asla dile getirilemez. Bir an, ömür boyu sürecek bir pişmanlık yaratır ama yine de yaşanır. Onlar için aşk, özgürlük değil bir zincirdir; kavuşmak, bir mucize değil felakettir. Yine de ne zaman göz göze gelseler, dünyanın geri kalanı silinir. Çünkü bazı duyguların hiçbir mantıklı açıklaması yoktur. Sadece yaşanır, sadece yakar, sadece yok eder.
Uluğ’un ıslak dudakları dakikalardır dudaklarıma mühürlenmişti. Tüm hıncını almak istercesine öpüyordu. Alt dudağımı dişleri arasına almış çekiştirerek bırakmıştı. Kapalı gözlerini aralamış son küçük bir buse kondurmuş ve dudaklarımızı birbirinden ayırmıştı. Kalp atışlarımız birbirine karışmıştı. Yoğun bir duygunun içerisinde harlanıyorduk.
Bir eli çıplak bacağımdaydı. Usulca gözlerimi araladığımda nefes nefese kalmış bir vaziyete kirpiklerimi kırpıştırdım. O ise aralık ıslak dudakları ile donuk bir yüzle tüm yüzüme iç çekerek bakıyordu. Ne diyeceğimi ya da ne yapacağımı zerre bilmiyordum.
“Öğğöğ!” Öksürük sesi ile irkilmiş ve arka koltuğa bakmıştım. Merve şok olmuş bir yüzle bakarken Emily ise acı çekercesine yüzünü buruşturmuştu. Bu beni utandırmakla beraber başımı duvara vurmama neden olacak güçteydi. Hızlıca Uluğ’a bakmış ve koltuğun başlığından destek almak isteyip doğrulacakken Uluğ yeniden sertçe belimden kavramış ve olduğum yerden hareket etmememe neden olmuştu.
“Neyse biz kenarda inelim, taksiyle şirkete gideriz.” Merve’nin telaşlı sesine karşı Uluğ’a öfkeyle bakmıştım. Ellerini çekmek için uğraş verirken onun yaptığı ise öfkeyle yüzüme bakmak olmuştu.
“Emily, let’s get off here.” Merve’nin zor çıkan kelimeleri bize tek tük yetişmişti. Usulca ona baktığımda gözlerini olabildiğince açmış ve sağ gözünden bir yaş akmıştı. Sadece bana bakıyordu. Öfke desem değil farklı bir şey vardı. Ben dalmışken Uluğ tüm yüzümü kaplayan eli ile çenemden tutmuş ve ona bakmamı sağlamıştı.
Emily ile Merve çok oyalanmadan araçtan inmişlerdi. Camdan onları görebiliyordum. Kaldırım kenarına çıkmışlardı. Merve telefonla birini aramıştı ama Emily’in bakışları halen bizdeydi. Uzaklaşmaya başladıklarında derin bir nefes bırakmıştım. Öfkeyle ona döndüm.
“Ne yapıyorsun Uluğ, anlayamıyorum seni!” diye bir sitemle nefes vermiştim. Başını koltuğun başlığını bırakarak dudaklarını yalamıştı.
“Ne yapmışım,” Ukala bir tavırla yanıt vermişti. Öfkesi halen bakiydi. “beni öpen sensin Mihran!” Sert sert soluklar alıyor çıplak bacağımda olan eli etime gömülmüştü. Yüzüm kızarmış bakışlarımı başka yönlere çevirmeye başlamıştım.
“Olabilir ama senin sonraki hareketine ne demeli.” diye çemkirdim. Göğsümü kabartarak büyük bir nefes aldım. Altımda kendini belli eden sertli ve daha da sertleşen cisim yüzünden ara ara sıcak basıyordu. “Hem Allah aşkına ben neyse de senin aklın nerede arkada Merve’ler var bizim yaptığımız şeye bak! Utanç büyük bir utanç!” Stresle solumuştum. Umursamazca Uluğ’a baktığımda kısık gözlerle dudaklarıma baktığını görmüştüm.
“Benim aklımın nerede olduğu yeterince açık, ya senin Mihran?” Usulca bakışları gözlerime tutunmuştu. Yeşilleri ormana dönüştüğünü görmüştüm. Titrek bir nefes bırakmıştım.
“Seni anlamıyorum Uluğ.” dedim inat bir sesle. “Cesaretli davranmadığım için yüzüme bile bakmadın. Bir hafta boyunca o kadının evinde kaldın, sonra bir gece geldin bana veda ettin. Ve şimdi…” Mırıltıyla ve yorgun bir sesle kendimi ifade etmek için uğraştım. Uluğ buruk bir tebessüm etmişti.
“Sana veda ediyorum Mihran sen bana yar olmazsın, ancak ve ancak yara olursun!” Yenilgiyi kabul etmiş ve teslim olmuştu. “Hani demiştin ya, böylesi bir hayatın varken hangi kadın senin yanında durmayı kabul eder ki? Haklısın çok haklısın hem de eğer seni bu bataklığa çekecek olursam sana da haksızlık etmiş olmaz mıyım?” Yüzü donuk bir hal aldı. Bacağımı okşayan elli giderek canımı yakmaya başlamıştı.
Ondan uzaklaşmak ve bitsin istemiştim ama ilk fırsatta kendimi onun dudaklarında bulmuştum. Onun da olduğu gibi…
Derince yutkunmuş ağlamamak için kendimi zor tutmuştum. İnkâr etmek, böyle bir şey söylemek istemediğimi dile dökmek istemiştim fakat yine susmuştum.
“Şimdi tane tane Emily’de kaldığımı sana kimin söylediğini söyleyeceksin!” Bakışları taş kadar sertti. Yerimden hareketlendiğimde bu sefer engel olmamıştı. Ama ayrılmak istemiyor gibi elini bir an olsun bacağımdan çekmemişti. Dirseğimi kırmış ve yan koltuğu adeta atlamıştım. Kesin arkadan büyük bir frikik vermiştim.
“O ibne Arif mi?” Öfkeli sesini duyduğumda önce üzerimi düzeltimi rahat bir pozisyon almış ardından ona bakmıştım.
“Ne önemi var, kaldın mı kalmadın mı? Sorduğuna göre kalmışsın!” Atarlı bir sesle konuştum. Üsten bir bakış atmış ve sanki omuzlarında toz varmış gibi süpürmüştü.
“Seni ilgilendirmez.” Acımasızca sözlerini sarf etti. İşte bu benim kalbimi paramparça etmişti.
“Öyle mi?” Şaşkınlığım sesime yansımıştı. Yan profilinden bana bakmıştı. Kısık bakışları yine tüm yüzümü incelemeye koyulmuştu.
“Öyle.” diye yanıt verdi. Bilerek yaptığını düşündüm ama oldukça ciddiydi. İşte bu beni öfkelendirmişti.
“O halde benim de bir adamın evinde kalıyor oluşum seni ilgilendirmeyecek!” O bıçağı çıkartmıştı bende onu saplamaktan geri kalmamıştım. Tüm bedenini bana doğru çevirmiş ve iki kaşını da havalandırmıştı.
“İşte o biraz sıkar.” Ters keko davranışına dudaklarımı büzmüştüm. Yüzümü yüzüne yaklaştırmış onun yaptığı gibi tüm yüzünü incelemiştim.
“Elinden ne gele bilir ki? Ben istedikten sonra ne yapabilirsin Çebi?” Yoğun duygular içerisinde fitili ateşlendirmiştim. Uluğ hiçbir mesafe bırakmamış burnunu burnuma sürtmüştü. Göz rengi yeşilin en koyu halini almıştı. Öfkeyle fısıldadı.
“Ortalığı sikerim, soyut anlamda değil somut manada ortalığın amına koyarım!” Bu sözlerine göz büyütmüştüm. Bakışları dudaklarımı uğramış ve daha da yaklaşmıştı. Öpeceğini anladığımda hızlı bir manevrayla ondan uzaklaşıp sırtımı koltuğa yaslamıştım. Yan gözle baktığımda dudağında ufak bir gülümseme belirmişti.
“Bok yaparsın! Nasıl ki ben efendi efendi oturuyorsam sen de öyle oturacaksın!” diye karşılık verdim. Yandan küçümseyici bir bakış attı.
“Oturmak senin tercihin güzelim.” Ukala tavrına dudak büzdüm. Aracı çalıştırıp yola koyulmuştuk.
“Ne yani kalkıp Emily’in saçına yapışıyım mı istiyorsun? O kadar ucuz bir insan değilim.” Aslında yapardım o potansiyele sahiptim fakat gururum buna engel oluyordu. Uluğ’a baktığımda gülmemek için kendini zor tutuyordu.
“Peki.” diye karşılık vermişti. Ağzının ortasına bir tane geçirsem rahatlayacağımı sezdim. Kollarımı göğsümün altında bağlamış ve yola odaklanmıştım. Ama anlayamadığım evin yolunda gitmiyor oluşumuzdu. Merakla beklerken ana yoldan çıkmış yine bir caddenin içerisine girmiştik. Uluğ’a döndüğümde kıvırmış olduğu kolları yüzünden omuzlarının daha fazla kabarmış olduğunu görmüştüm.
“Nereye böyle, hani eve gidecektik?” Merakla sorumu sordum. Kaşları yeniden çatılmış vücudu öfkeye merhaba demişti.
“Küçük bir işim var.” diye yanıt vermişti. Susmuş ve önüme dönmüştüm. Belli bir zaman geçtikten sonra galata kulesini görmüştüm. Buraya gelmeyi çok istemiştim fakat kısmet olmamıştı. Ne işi vardı burada? Sokaklar daha daraldığında Uluğ arabayı boş bir alana park etmişti. Şaşkın bakışlarla etrafın hareketliliğini izlemeye başlamıştım.
Dükkânlarının önünde küçük taburelerde oturan esnafların kahkahası kulağıma yetişmişti. Yüzümde dermansız bir tebessüm oluştu. Oturduğum tarafın kapısı açılınca o rüyadan uyanmıştım. Uluğ tam karşımda duruyordu.
“Bende mi geleceğim?” Şaşkınlığım sesime yansımıştı. Uluğ bir kaşını havaya dikmiş tuhaf bir bakış atmıştı.
“Seni burada tek başına bırakacağımı düşündüren ne?” Ters bir cevap vermişti. Somurtkan yüzüne stresle nefesimi salmıştım. Usulca açtığı kapıdan inmiştim arkamdan kapıyı kapatmış ve arabayı kilitlemişti. Ona cevap vermek için ağzımı açacağım sıra Uluğ elimi tutmuştu. Parmakları parmaklarımı sertçe kavramıştı. Ağzım bir karış açılmıştı. Uluğ yürümeye başladığında tökezlemiştim. İki kaşını da çatmış ve bana bakmıştı.
“Eğer yürümeyi unutmuşsan alıyım kucağıma.” Kabaca söylemi ile alt dudağımı büzdüm. Onun da bakışları direkt dudaklarımda olmuştu. Yutkunmuş ve önüne dönmüştü. Yürümeye başladığında bende onunla aynı hizada gitmeye başlamıştım. Ellerimize baktım, sonra bize…
Dışarıdan gören güzel bir çift derdi ama bize sorsalardı. Muhtemelen halimize ağlarlardı. Gözlerimin dolmasına engel olamamıştım. Etraf cıvıl cıvıldı. Bir sürü çiçek ve balon satan kişiler vardı. Sonra düşündüm ben hangi çiçeği seviyorum diye, koca bir sessizlik. Saksıda ekili bir biçimde olanlar daha bir hoşuma gider. Annemden bunu gördüm ama doğru düzgün çiçek ismi bile bilmezdim.
Sağ ara bir sokağa girdiğimiz de Uluğ’a baktım. Durmaksızın arkasına, sağına, soluna bakıyor. Asık suratı beni germeye yetiyordu. Etrafı kontrol ediyor takip edilmediğimizden emin olmaya çalışıyordu. Adımları yavaşlamış son kez etrafına umursamaz bir bakış atıp kaldırıma çıkmıştı. Buradaki tüm evler birleşikti. Hoş eski bir havası vardı. Barların yoğun olduğu bir semtti.
Uluğ elimi daha bir sıkmış ve sağ tarafa dönmüştü. Neresi olduğuna baktığımda, kaldırım kenarının bitiminde aşağı doğru inen bir merdiven olduğunu görmüştüm. Ve merdivenin sonunda yeşil demir bir kapı vardı. Bir apartman girişine benziyordu fakat giriş kısmı çok saçmaydı. Yedi katlı kırmızı renginde olan bir binaydı.
Merdivenlerden indiğimizde Uluğ ses çıkarmayacak kadar hafiflikte kapıya vurmuştu. Fark ettiğim bir ayrıntı oldu. Avuç içiyle üç kez elinin tersi ile altı kez tıklatmıştı. Bir şifreye benziyordu. Bir dakikanın sonunda kapının tam ortasında bulunan pencereyi andıran bölme büyük gürültüyle açılmıştı. Sadece gözlerini görebildiğim kaşlarının beyaz olmasından ötürü yaşlı olduğunu anladığım mavi gözlü biriydi. Uluğ’u görür görmez pencereyi yeniden kapatmıştı. Ve kapı büyük bir gürültü ile açılmıştı.
Epeyce yaşlı üzerinde pejmürde halde kahverengi hırka vardı. Sakalları öyle uzamıştı ki tüm yüzünü kaplamıştı. Saçları elektrik çarpmışçasına havaya dikilmişlerdi. İpli gözlüğü ile bir profesör siması veriyordu. Kaşlarını çatmış ve ellerimize bakmıştı. Çok da uzatmadan kenara geçmiş Uluğ’la beraber içeri geçmiştik. Arkamızdan kapı kapandığında bakışlarımı etrafa çevirdim. Tünele benzeyen oldukça eski bir yapıydı. Turuncu rengindeki aydınlatmalar gizemli bir hava katmıştı. Duvarlarda adını bilmediğiyim tamirat ekipmanları bulunuyordu. Bir küçük koridor bir oda ve lavabo vardı. Hepsinin kapısı sonuna kadar açık olduğundan bunu anlayabilmiştim.
Küçük odaya girdiğimde bir kenarında kanepe diğer üç duvarda ise masalar vardı. Bir masa da bilgisayar, diğerin de teknolojik kablo ve ıvır zıvırla doluydu. Son masada ise harita olduğunu düşündüğüm bir yığın karton kağıtlar bulunuyordu.
“Mihran?” Yaşlı adamın bana seslenmesi ile şaşkınlıkla ona bakmıştım. İsmimi nereden bildiğini düşünüyordum. Uluğ elimi bırakmış ve karşıdaki bilgisayara geçmiş tabureye oturmuş bir şeyler kurcalamaya koyulmuştu.
“Çürük raporun mi var senun?” Huysuz bir tonla ve Karadeniz şivesi ile konuşmuştu. Uluğ sanki bizi duymuyor gibi önündeki bilgisayara odaklanmıştı.
“Anlamadım?” Merak ve bocalamış bir sesle. Sırtını tutarak kanepeye oturmuştu.
“Vardur, vardur bir çürükluk vardur sende!” diye söylenmişti. Tuhaf ve yaşlı adamın karşısında ne diyeceğimi bilememiştim.
“Akili bi Laz olaydun şu mendebur yüzlünün elunu tutmazdun!” Somurtkan yüzle homurdanmıştı. Bir şey diyememiştim.
“Güzelim gel şuraya otur.” Uluğ halen odağı bilgisayardayken yanındaki tabureye eli ile işaretlemişti. Hiç düşünmeden dediği yere geçmiştim.
“Güzelüm...” Yaşlı ihtiyarın yeniden konuşması ile bakışlarımı ona yönelttim. “İsminu değişturdum yenge Çebidur bundan sonra.” diye homurdandı. Uluğ’a baktığımda boş boş bakış atmıştı yaşlı ihtiyara.
“Arap Ziya, ex yarenunu hatırlatmayayum sana?” Uluğ’un Karadeniz şivesini duyduğumda şaşkınlığıma engel olamamıştım. Ve bir kanıya vardım ses karizmatik olabilirdi.
“Kıçımı ye!” diye bir sitemde bulundu. Boşluğuma gelerek bir soruda bulunmuştum.
“Arap mısınız?” Bunu dememle Uluğ anıra anıra gülmeye başlamıştı. Yaşlı ihtiyar ise öfkeden yüzü domates salçası rengine dönmüştü.
“Abanges uşak.” diye bağırmıştı. Bende bir Karadenizli olduğumdan bana ettiği bu hakareti çok yakından tanırdım. Mesela babamın bana hitap şekli kelimesi tam olarak da bu oluyordu. Korkuyla Uluğ’a doğru kaymıştım. Gülüşleri azalmıştı fakat kendini çok zor tutuyordu.
“Ne dedim ki ben? İsminizin önüne konulan o lakaptan ötürü sordum.” Açıklamak ister bir tavırla atladım. O sıra dış kapı çalınmıştı, yaşlı Arap Ziya bana nefretle bakarak ayağa kalkmıştı.
“Sen onu boş ver, lakabı Arapları sevmediğinden geliyor. Laz’dır kendisi.” Uluğ açıklamak istercesine konuştu. O sırada içeri Korer arkasında Arap ziya girmişti. Korer öfkeli bir yüzle kanepeye kendini bırakmıştı. Uluğ da gerim gerim gerilerek bilgisayardaki işine dönmüştü.
Hemen hemen on beş dakikadır kimseden bir ses çıkmıyordu. Uluğ bilgisayardaki işini bitirmiş ve bilgisayarı kapatmıştı.
“Koordinatları gönderdiğine göre dön de birbirimizin ağzına sıçalım artık!” Korer yaslandığı kanepeden sabırszca solumuştu.
“Sikko sikko konuşma, bil diye bu aralar kimseye tahammülüm yok!” Dişlerini gıcırdatarak konuşmuştu.
“Ulan bir plan yapıyorsun uygulayacağımız zaman planı değiştiriyorsun. Aklımla mı oynuyorsun Çebi?” Korer öfkesini zapt etmekte zorluk çekiyordu.
“Öyle gerekiyordu Korer ve öyle oldu.” Tek cevap konuya noktasını koymuştu.
“Piç adamın tekisin amına koyuyum, son kale diye namın yürüdü bir kadın geldi tüm aklını sikti attı. Bizim tek bir hedefimiz var, o da vatanın bekası ama sen tüm adımlarını bir kadına yönelik atıyorsun. Sikeceğim bak böyle işi!” Korer öyle bir bağırmıştı ki istemsizce gerilmiştim. Düşünecek bir fırsatım olamadan Uluğ öyle bir haykırmıştı ki kalp atışlarım hızlanmıştı.
“Korer ağzına ayar ver! Neyi kimi önceliğim haline getireceğime ben karar veririm. Şuurumu kaybetmedim, bu vatana daha on dört yaşında hizmet etmeye başladım. Ha şimdi diyelim ki siktir ettim vatanı kim ne diyebilir?” Öfkeyle solumuştu. Çok merak ediyordum. O askerlerin daha kaçırıldığımın başlarında hatta evden kaçmaya çalıştıktan sonra beni o oyuncak odasına zorla sürüklemeleri…
“Bir tarafımla gülerim kardeş sen ve dedenin sana miras bıraktığı toprağa kıçını devirmek…” Gıcık bir tavırla.
“Vatan ne Korer?” Saçma bir soruda bulunmuştu. Arap Ziya elindeki tepsisi ile içeri girmişti. Orta sehpaya bırakı vermişti. Dört çay bardağı vardı.
“Vatan, yardır canandır anadan geçilir de yardan geçilmez. Vatan, bir ela gözdür kapandığı vakit solar tüm dağda ki otlar. Ne bayrak dalgalanır ne de toprak ot verir. Vatan kadındır.” O huysuz adamın dingin sesine şaşkınlıkla bakmıştım. Sesli nefes verdiğimde Uluğ’un bakışlarının üzerimde olduğunu sezmiştim.
“Ben anlamam Arap Ziya, âşık olmadım olma gibi bir planım da yok zaten! Yetiştirdiler, büyüttüler, yedirdiler içirttiler. Bu ülkeyi koruyacaksın, günü geldiğinde de sorgusuzca canını vereceksin dediler. Bunu bilirim bunu yaparım!” Korer bir bıçak gibi kesmişti.
“Çok konuşma yüzbaşıyı ara!” Uluğ bu konuyu beğenmemişti. Korer yaslandığı yerden doğrulmuş ve dudaklarını yalamıştı. Tüm vücudu dövmelerle kaplıydı. Kulaklarında ise küpeler vardı.
“Ne o Tersiyer’in kızına bıçağı sapladığını mı söyleyeceksin?” Demiş yine aynı ukala tavırla.
“Yok senin bir sike yaramadığını gelip başımdan almalarını söyleyeceğim!” O da en az onun kadar rahatsız edici bir sesle konuştu.
“Ulan piç herif topu topu iki kişi kaldık. Destek ekip çağıracağına bana siktiri çekiyorsun. Arayacağım şimdi deki Uraz’ı da aramıza alacağız!” diye soludu. Uluğ öfkeyle nefes vermişti.
“Olmayacak öyle bir şey, hepinize söylüyorum; Uraz yakından uzaktan bu işlere adımını atmayacak!” Hiddetle yükselmişti.
“Albay bile Uraz’a bu işler için biçilmiş bir kaftan olduğunu söylüyor. İşler giderek büyüyor niye diretiyorsun ki, hem Uraz sever çatışmayı planlamaları, zarar da gelmez biz varız.” Korer ikna edici bir üsluba bürünmüştü. Uraz’ın bilmediği her şeyi bilmeye başlıyordum. Bu durum beni tedirgin etse de mutlu etmiyor da değil.
“Bana bak Korer ben ölsem dahi onu bu işlere sokarsanız, ruhum bile size rahat bir uyku vermez!” Sert sözlerine karşı Korer gerilmiş ve arkaya yaslanmıştı. Benim ise canım acımıştı. Öyle bir şey mümkün müydü? Mesela Uluğ ölebilir miydi? Ben ne olacaktım sonra, ona bağlanmıştım. Olamaz öyle bir şey.
“Peki daha da açmam bu konuyu...” Demiş ve yanında bulunan kilitli kasaya eğilmiş birkaç tuşa basarak şifreyi girmişti. Açılan kasadan bir telefon çıkarmıştı. Arkasına yaslanmış ve birkaç tuşa basıp Uluğ’a uzatmıştı. Uluğ avizeyi açmış ve yaklaşık bir otuz saniye sonra telefon yanıtlanmıştı.
“Çebi?” Karşıdan tok bir ses yankılanmıştı.
“Yüzbaşı?” Uluğ’da ciddi bir tavra bürünmüştü.
“Koordinatları atmışsın, epeyce işimize yarayacaklar.” Demiş düz bir sesle. “Geç oraları yüzbaşı!” Uluğ’un sabırsız sesiyle ona döndüm. Ve dönüşüm ile bacaklarım bacakları ile temas haline gelmişti. Ondan uzaklaşacağımda elini bacağımın üzerine koymuştu. Titrek bir nefes bırakmıştım.
“Çebi, başın mı dertte!” Canlı ve telaşlı sesi yankılanmıştı. “Bana artık öldür emrini ver!” Çenesini sıkmaktan yer yer kızarmıştı. Uzun bir sessizlik oluşmuştu. Karşıdaki ses nefes dahi vermiyordu.
“12 yıldır tanırım seni, bana hiç böyle bir istekle gelmedin Çebi! Ne olduğunu söyle bana evlat…” Durgun ve şüpheyle yaklaşmıştı. Arkadan Korer eli ile hadi sıkıyorsa söyle işaretini yapmıştı.
“Biliyorsun.” Kısa ve netti. Uzun sayılmayacak bir sessizlik oluşmuştu.
“Tersiyer Margos Matinyan ve Clark ailesi Türkiye Cumhuriyeti hakimlerinin önünde yargılanacak. Hesap verecekler ve günü gelecek… Ölümlerini herkes kadere bağlayacak ama kaderden ibaret olmayacak!” Yüzbaşı oldukça gür bir sesle konuştu.
“Çebi dedenin başına gelenleri unutma, kayıplarını unutma. Yaşattıkların yaşatacaklarının esamesi dahi olmasın. Seni en iyi ben anlarım.” Sanki boğazına bir şey takılmış gibi zor konuşmuştu. Korer ile Arap Ziya dikleşmiş merakla dinlemeye koyulmuşlardı.
“Yıllar sonra… Elinde avcunda tutunacağın, nefes alacağın bir sebep doğdu. Onun da kollarında can vermesinden korkuyorsun. İzin vermeyeceğime sana söz veriyorum oğlum, kaybetme kotanı doldurdun Çebi.” Tok sesi ve boğazından kopan zoraki kelimeler Uluğ’u işkillendirmişti.
“Yüzbaşı herkes iyi mi?” Kuşkulu ve çatık kaşlarla duyacağı kelimeleri korkuyla beklemişti. Uzun çok uzun bir sessizlik oldu. Ve adeta bir kasvet havasına bürünmüştü. Bacağımda duran eli usulca düşmüştü. Korer başını iki elinin arasına almıştı. Arap Ziya ise sesli bir ah etmiş kanepenin yanında duran komidinin içinden Kuran-ı kerimi çıkarmıştı. Kutsal kitabı açmadan önce ağzından sessiz kelimeler dökülmüştü.
“Şu Araplara verilen merhamet döndü götümüze girdi.” Konuyla hiç alakası olmayan kelimeler karşısında kaşlarımı çattım.
“Başımız sağ olsun, gün doğumunda Üsteğmen Ragıp Efe Bayram şehadet mertebesine ulaştı.” Yüzbaşı yine tok sesiyle konuştu. Uluğ öylece yeri izliyordu.
O askerlerden biri şehit düşmüştü.
Tanımama gerek yoktu, canım acımıştı. Bu toprakların hiç yabancısı olmadığı o duygu yeniden tüm memleketi sarmalamıştı.
Korer ile aynı anda komut almışçasına sesleri yükselmişti. “Vatan sağ olsun!”
Basit bir kelime gibi gözüküyordu ama derinine inecek olsaydınız gördükleriniz karşısında şok olurdunuz.
“Canını teslim ederken senin kızdan özür diledi, öyle bir adam olmadığını o odaya soktuğu için pişman olduğunu söyledi. Hakkını helal etsin.” Sözlerine karşı kaşlarımı çatmıştım. Benden bahsedip bahsetmediğini anlamak için Uluğ’a baktığımda ta kendisi olduğumu anlamıştım. İşte bu beni ağlatır.
Oyuncak odasına beni kapatan asker… Göz pınarlarım kızarmıştı. Titrek bir nefes bırakmış. “Varsa böyle bir hakkım, helaldir.” diye mırıldandım. Herkesin kulağına yetişmişti.
“Yarın sabah Türkiye de oluruz. Baba ocağına Sakarya’ya geçeceğiz. Naaşını kaldırdıktan sonra İstanbul da buluşuruz.” Açıklayıcı bir üslupla konuştu.
“Devletin içerisine sızan hainler var. Ve siz daha benim elime bir isim bile veremediniz, kendinize gelin yoksa ben gelip sizin beyninizi sikeceğim! Hadi Allah’a emanet.” Sert bir dile uyarısını yapmış ve aramayı sonlandırmıştı. Uluğ elinin tersiyle telefonu masaya fırlatmıştı.
Başını eğmiş ve öylece yere odaklanmıştı. Bacaklarını aralamış ellerini birbirine bağlamıştı. Korer ise aynı pozisyondaydı, bir milim kıpırdamamıştı. Arap Ziya gözlüklerini her iki dakika on altı saniyede oynatıyor elinde tutuğu kutsal kitaptan ayetler okuyordu.
Sessiz bir yas vardı. Uluğ’a baktığımda kara kara düşündüğünü yer yer alnının kırıştığını sonra yeniden eski haline döndüğünü gördüm.
Yarım saat… Koca bir yarım saat boyunca kimseden en ufak bir ses çıkmamıştı. Ardından Uluğ hiç ses etmeden elimi tutmuş ve ayağa kalkıp o evden ayrılmıştık. Kimse de hiçbir şey dememişti. Çünkü kelimenin bittiği yerdeyiz.
Evin bahçesine giriş yapmış ve araçtan inmiştik. Ters ters Arif’e bakmış ve beni beklemişti. Yanına vardığımda yeniden elimi tutmuştu. Bugün her fırsatta elimi tutmuştu. Eve girdiğimizde Uluğ halen elimi tutarken bana doğru dönmüştü.
“Duş alıp çıkmam gerekiyor, akşam bir davet var; geç kalabilirim.” Sakin bir tavırla konuştu. Aklıma düşenle kaşlarımı çattım. Derin bir nefes almış ve bakışlarımı kaçırmıştım.
“Anladım, iyi eğlenceler.” Elimi elinden çektiğim an yeniden elimi eline hapsetmişti. Ve mesafeyi sıfıra indirdi.
“Sorun ne?” Çatık kaşlar ve kısık gözler. Sigara kokusuyla bütünleşmiş orman kokusu.
“Yok bir şey.” diye karşılık verdim. Uluğ’un dudağında küçük bir gülümseme oluşmuştu. “Yalan söyleme, seni dinliyorum.” İnatçı bir sesle yanıt verdi. Gözlerimi birkaç kere kırpıştırdım. Alt dudağımı dişlerimin arasına ezdim. Gerilmiştim.
“Emily’le mi gideceksin o davete?” Bu kadının her konusu açıldığında küçüldüğümü hissediyordum. Tüm yüzüme bakmış, önüme düşmüş saç tutamını kulağımın arkasına sıkıştırdı.
“Seninle mi gitmemi isterdin?” Yine hiç hazırlıklı olmadığım bir yerden soru gelmişti. Bu beni tetiklemiş ve sesimin yükselmesine neden olmuştu.
“Hiçbir şeyin olan kadını koluna takamazsın!” diye karşılık vermişti. Ciddiyetle tüm hareketlerime bakmış sonra kara düşünmüştü. Aklına bir şey gelmiş gibiydi.
“Hiçbir şeyim olan kadın…” diye fısıldamıştı. “Yerinde bir tabir.” Kendiyle konuşuyor gibiydi. Kendine gelerek sesli bir nefes vermişti. “Neden o kadına bu kadar takıldın, anlamıyorum?” Sinirlenmişti. Alt dudağımı büzerek ona baktım. Ve o ben her bu yüzle baksam iç çekiyordu şimdi olduğu gibi.
“Güzel kadın hem de çok güzel.” diye bir itirafta bulundum. Belimden yakalamış ve vücuduna yapıştırmıştı. Ellerimi tutmuş boynuna dolamıştı. Benim ise ani gelişen bu yakınlıktan ateşim yükselmişti.
“Gayra meyletmez gönül can başka canan istemez. Bir olur şehre hükümdar iki sultan istemez.” Alnı alnımda bakışları ise gözlerime tutunmuştu. Sözleri beni bozguna çevirmişti.
“Mihran Hanım bu geceki davete benimle eşlik eder misiniz?” Alnını alnımda uzaklaştırmış ve tatlı bir üslupla başını yana yatırmıştı. Bu tavrına koca bir gülümseme bahşetmiştim. Boynuna doladığım kollarımı daha da sarmalamış ve ayaklarımı yerden kesip üzerine zıplamıştım. Saniyesinde beni tutmuş. Bir eli belimde diğer eli ise popomun altındaydı. Bu hareketime büyük bir kahkaha patlatmıştı.
“Memnuniyetle.” diye yanıt vermiştim. Bacaklarımı beline doladığımda bir an beklemeden merdivenlerden çıkmaya başlamıştı.
Sonra her şey kendiliğinden gelişti. Dolapta ne zaman alındığını bilmediğim binlerce özel gün kıyafetleri vardı. Siyah renginde vücudu saran ayak bileklerime kadar uzanan bir elbiseydi. Göğüs dekoltenin etrafında gümüş renginde yılan figürü vardı. İp askıları ise incecikti. Uluğ duşa girmişti. O dakika içerisinde ise çıkmıştı, önümde altındaki havluyu çıkarma gibi bir cürete yeltenince çığlık atarak giyinme odasından çıkmıştım. O ise arkamdan kahkahalara boğulmuştu. Sabah saçlarımı yaptığım için yapma gereği duymamıştım. Fakat bir tarafına yine yılan figüründe toka takmıştım. Dudaklarıma koyu bir kırmızı ruj sürmüş, göz makyajım ise siyah gölgeler şeklinde dağıtmıştım. Bence gayet iyi olmuştu. Ayağımda ise siyah bir stiletto vardı.
Hep ablamı izlerdim ve gizli gizli evde makyaj yapardım. Her yaptığımda Civan abim yüzümün ne kadar çirkin olduğunu söylerdi. Ve o bunu her söylediğinde bende ona inat daha ağır makyaj yapardım. Palyaçoya döndüğüm ama inadımın kırılmadığı bir döngüydü. Saate baktığım da akşam sekize geldiğini görmüştüm. Hava çoktan kararmıştı.
İkimiz de hazır bir biçimde evden çıkmış araca binmiştik. Arkamızdan yine zırhlı araçlar ve Arif’ler gelmişti. Yolda seyir halindeyken elimin üzerine konan el ile merakla dönmüştüm.
“Güzelim.” diye mırıldanmıştı. Bu tabiri giderek sevmeye başlamıştım. Tek bana söylesin istiyordum. “Hı.” Öyle mest olmuştum ki ağzımdan böyle saçma bir kelime dökülmüştü. Fark etmiş ve gülümsemişti. Yine her zamanki gibi çok yakışıklıydı. İkimiz uyumlu giyinmiştik. Nasıl ben tümden siyahı tercih ettiysem o da tümden siyahtan yanaydı. Simsiyah bir takım elbise vardı üzerinde.
“Orada tanımadığın kimseyle konuşma veya sana soru soracak olurlarsa uzaklaş olur mu? Tabii ben yanında olacağım ama ola ki uzaklaştım sen Uraz ile Korer’in yanından ayrılma!” Ciddi ve stresli bir yüze bürünmüştü.
“Neden tehlikeli bir durum mu var?” Merakla ona döndüm. Kısa bir bakış atmış ve sesli nefes vermişti.
“Aslında orada olamaman lazım ama kaçınılmaz o sonu bildiğim için artık seni tanımaları gerekiyor.” Demiş sessizce. Bu söylemi ile daha da meraka bulanmıştım.
“Seni saklayarak koruyamayacağımı anladım, geçte olsa anladım!” Yeniden anlayamadığım bir konu üzerinde konuşuyordu.
“Anlayamıyorum Uluğ, biraz daha açıklar mısın?” diye direttim.
“Dediğimi yap Mihran, geceyi atlatalım üzerinden geçeriz.” Anlamam için sert çıkışmıştı. Bir şey demeden önüme döndüm. Aracın yavaşlaması ile geldiğimizi anlamıştım. Burası sarayı anımsatacak büyüklüğünde bir oteldi. Binanın girişinde devasa iki aslan heykeli bulunuyordu. Merdiven kısmı epeyce uzundu.
Kendi kapım açıldığında üzerindeki üniformadan vale olduğunu anlamıştım. Küçük çantamı elime almış ve inmiştim. Arkamdan kapıyı kapatınca üzerimi düzeltmeye koyulmuştum. Binlerce gazeteci kırmızı rengindeki ipin gerisinden bir kare almak için büyük bir mücadele içerisindeydiler. Belime sarılan büyük kola ona bakmıştım. Beni bedeni ile bir bütün haline getirmişti.
Arabada sesini yükselttiğinden ötürü kırılmış olsam da bunu belli etmek istemiyordum. Üzerimize binlerce flaş patladığında gözlerim kamaşmıştı.
“Uluğ Bey sizi ilk kez bir kadınla beraber görüyoruz? Hava da aşk kokusu var diyelim mi?”
“Uluğ Bey hanımefendiyi tanıtmayacak mısınız? Köksoylara yeni gelin mi geliyor yoksa?”
“Uluğ Bey ailenizle birlikte hiçbir davette boy göstermezdiniz, bu daveti özel kılan nedir acaba?”
“Uluğ Bey bugüne kadar tüm davetlere arkadaşlarınız ile birlikte katıldınız yanınızda hiç kadın yoktu yoksa evlendiniz mi?”
“Evet Uluğ Bey yanınız da ki hanımefendi karınız mı?”
Ben sorular karşısında şok olmuştum. Bugüne kadar hiçbir kadınla görüntü vermemişti peki neden? Bu durum içimi kıpır kıpır ettiğini inkâr edemezdim. Uluğ hiçbir yanıt vermeden ilerleyince haliyle bende ona ayak uydurmuştum.
Çık çık merdivenler bitmeyince cinnet geçirecektim. “Öf ya!” diye bir sitem de bulundum. Uluğ kaşlarını kaldırarak bana baktığımda tripimden ödün vermemiş ve önüme dönmüştüm. Ve o saniye de bir anda kendimi Uluğ’un kucağında bulmuştum. Kendime hâkim olup çığlık atmamıştım lakin ben hariç herkesin ağzından bir sürü nida kaçmıştı.
“Saçmalama istersen rezil oluyoruz.” Sessizce ve utanç içerisinde söylenmiştim. Ve dediğim gibi binlerce flaş bize yönelik patlıyordu.
“Ve sen benim en güzel rezilliğimsin.” Mest edici ses tonuna karşı bayılmamak için dirayetli olmaya çalıştım. Gülümsememek için dudaklarımı ısırdım. Merdivenleri sonunda aştığımızda koca eski tahta görünümü veren motifler bulunuyordu. Kapının kenarında duran temiz giyimli elinde tabletle bekleyen bir kadın vardı.
Uluğ’un beni bırakmak istemediğini anladığım da omzundan dürtmüştüm. O da fark edince usulca beni yere bırakmıştı. Üzerimi düzelmiştim. Elbisemin askısı yana düşmüştü ben yeltenmeden Uluğ düzeltmişti. Ve yine eli belimde yerini almıştı.
“Köksoyların her yıl düzenlediği 47. başarı davet gecesine hoş geldiniz efendim.”
Köksoy mu demişti kadın yoksa ben mi yanlış duymuştum. Uluğ başı ile onaylayıp içeri doğru ilerlediğinde bende onunla gitmek zorunda kalmıştım ama bir kez tökezlemiştim.
“Yanındayım Mihran!” Sessizce mırıldanmıştı. Önümde uzun bir koridor vardı. Titrek bir nefes vermiştim.
“Yanımdasın Uluğ!” Kendimde o gücü bulmaya çalışıyordum. Tüm ailesi muhtemelen burada olacaklardı. Benim buna nasıl katlanacağım ise koca bir muammaydı. Ellerim önümde birleşmiş elimdeki çantayı ölümüne sıkıyordum.
Salonu görebiliyordum. Sonuna kadar açık kapıdan nasıl bir yer olduğunu anlamıştım. Kalabalık olduğunu da anlamıştım. Çünkü insan cümbüşüne sahip sesler duyuyordum. Uluğ’un eli belimde hareket ediyordu, bu beni rahatlatıyordu.
Ve o an yaşanmıştı. Salona bu saniye içerisinde adım atmış olduk. Çok kalabalıktı. Onlarca yuvarlak masalar bulunuyordu ve her masanın üzeri kristal süsler ve şamdanlarla bezenmişti ki oturan misafirler görünemeyecek kıvamdaydı. Salonun bence renk teması siyahtı. Çünkü çiçekler bile siyah seçilmişti. Dediğim gibi çiçeklerden anlamazdım ve siyah oluşları beni şaşırtmıştı. Masa örtülerinden şu an altımızdaki halıya kadar siyahtı. Bu bir eğlence değil yas gecesi gibiydi.
Tüm bakışların üzerimizde olduğunu hissediyordum fakat benim etrafa bakacak bir gücüm yoktu.
“Bay Çebi bu ne büyük bir şereftir, sizi burada görmeyi hiç ummazdım!” Daldığım o kuyudan sonunda uyanabilmiştim. Derin bir nefes alarak neler olduğuna bakmıştım. Üç adam karşımızda duruyordu. Orta yaşlı ve temiz yüzlülerdi.
“Öyle gerekti Levent Bey.” Diye karşılık verdi.
“Böylesi bir gece de burada olmanız oldukça büyük bir hareket.” Demiş aynı saygınlığı ile. Diğer adam devam etmişti konuşmaya.
“En büyük o mu bilemem ama çok büyük.” Der demez üçü birden gülmeye başlamıştı. Uluğ’un ise bakışları ara ara bana uğruyor yüzümde gördüğü şeyden rahatsız oluyormuşçasına yüzünü buruşturuyordu.
Onlar gitmiş başkaları gelmişti. Salonun ortasına varınca tüm masalarda oturan insanlar ayağa kalmıştı Uluğ’a selam vermek için olduğunu ellerini göğüslerine koyduklarında anladım. Tuhaf ve şaşkınlıkla bakmıştım. Tüm kadınların ise bakışları benim üzerimdeydi. İlmek ilmek inceliyorlardı. Uluğ başını hafifçe öne eğdirmesi ile selamınızı alıyorum yanıtını vermişti.
Bakışlarım çaprazımda kalan kısma takıldığında bir tuhaflık sezmiştim. Her masadan daha büyük bir genişliğine sahip iki masa bulunuyordu. Ve hemen hemen 50 kişi vardı. Tanıdık simaları görünce kalbime bir hançer batmıştı. Tolga’nın ablası Ahu şaşkın bir yüzle bana bakıyordu. Onun yanında Behçet Köksoy vardı. Gerisine bakma gereği duymamıştım. Çünkü karşıdaki aile Köksoylardan başka kimse değildi. Arkamda koca bir kaos bırakarak Uluğ’un yönelttiği masaya varmıştık.
Masada sadece Korer ve Uraz vardı. Bakışlarım istemsizce onların masasına gittiğinde, Merve, Mert ve Korcan’ı orada görmüştüm. Uluğ ile araları epeyce açılmışa benziyordu.
“Şovcu adamın tekisin amına koyuyum.” Korer’in sitemi ile Uraz çarpıkça gülümsemişti. Uluğ sandalyemi oturmam için nazikçe çekince beklemeden yerime geçmiştim. Bir elini masaya diğerin, ise sandalyemin baş kısmına koymuş ve üzerime eğilmişti. Merakla ne diyeceğini beklemiştim.
“Bir selam verip geleceğim, beş dakikaya burada olurum.” Gözlerimden endişemi görüyor ve haliyle o da endişeleniyordu. Arabada tüm dediklerine şimdi hak vermiştim. Uluğ, Korer ile Uraz’a aynı anda bakmıştı.
“Aklın kalmasın.” Uraz’ın güven veren sesiyle bana geri dönmüştü. “Sorun yok.” diye bir yanıt verdim. Saçlarımın arasına bir buse kondurduğunda gülümsememe engel olamamıştım. Gerilmek mi adeta rahatlamıştım. O da bunu fark etmiş olacak ki dudağını kenarına belli belirsiz bir tebessüm oluşmuştu.
Daha da oyalanmadan arkasına dönmüş ve ailesinin masasına doğru ilerlemeye başlamıştı. Bakmak istemiyordum çünkü büyükten küçüğe herkesin bakışları üzerimdeydi. Hızlıca önüme dönmüştüm.
“Tarihi bir ana tanık oluyoruz Uraz. Köksoylar bir arada ve hepsi sudan çıkmış bir balık misali ağızlarını açmışlar.” Korer’in ciddi yüzüne tezat eğlenceli sözlerine kaş çatmıştım.
“Kardeş ben sana diyeyim çok eğleneceğiz.” Keyifle cevap vermişti ama yüzü donuktu. Uraz’ın bakışları bana uğradığında göz kırpmıştı.
“Bizimkini nasıl ikna ettin, ölse seni buraya getirmezdi!” Uraz rahat bir pozisyonda başını arkaya atmış ve kısık bakışlarıyla konuşmuştu. Uraz’a kanım ısındıkça fark ettiğim bir şey olmuştu, sağ yanağındaki o derin bıçak darbesine benzer izi yok oluyordu.
“İnan hiçbir şey demedim.” diye karşılık verdim. Hemen ardında Korer bana bakarak konuşmaya dahil oldu.
“Sen yoktun, Tersiyer bugün her fırsatta Mihran’a saldıracağını ilan etti!” Sonlara doğru Uraz’a bakmıştı. Uraz kaşlarını havaya dikmiş ve başını sallamıştı.
“Ha şimdi belli oldu, ee o zaman yakındır diyor muyuz?” Uraz ciddiyetle konuşmasına devam etmişti. “Hem de çok yakın dostum.” Neyden bahsettiklerini anlamamıştım.
Bakışlarımı usulca Uluğ’a çevirdiğimde Behçet Köksoy ile yanında iki adamla konuştuğunu görmüştüm. Çok kalabalıklardı ve herkes sessizce Uluğ’a bakıyordu. Fakat fark ettiğim bir şey daha oldu ona baktıkları kadar bana da dönüyorlardı. İkimizin arasında mekik dokuyorlardı.
“Uluğ’un yanındakiler Behçet Köksoy Tolga’nın babası onun yanındaki yuvarlak yüzlü ve gözlüklü adamda Fehmi Köksoy Mert’in babası oluyor. Tam karşı da ciddi ciddi duran ise Kenan Köksoy Merve’nin babası…” Masada tek başına oturan eve geldiğinde babası olduğunu anladığım adama bakışlarımı indirdim. Başını eğmiş elleri ile oynuyordu.
“Uraz o tek başına oturan Uluğ’un babası değil mi?” Merakla sordum.
“Evet, biraz mesafeliler birbirlerine.” diye açıklamıştım. Soramazdım sadece Uluğ anlatabilirdi. Bakışlarım Ahu’ya uğramıştı. Simsiyah saçlı bir kızın elini tutmuş onu azarlıyordu. Merakla bir süre izledim. O kız bana doğru döndüğünde tanıdık bir sima gibi gelmedi. Öfkeli olduğunu bu uzaklıkta anlayabiliyordum. Benim üzerime yürüyeceğini anladığımda yüzümü buruşturmuştum. Ama Ahu sertçe kolunu tutup yanına çekmişti. O sıra Ahu’nun bacaklarına sarılan bir erkek çocuğu gördüm. Bir eli ile yanındaki kızı tutmuş diğer kolu ile de çocuğu kucağına almıştı. Başına uzunca bir öpücük kondurmuştu. Çocuğu olma olasılığı yüksekti.
“Kardeş bu asalaklar niye orada oturuyor?” Korer’in söylemi ile zoraki biçimde bakışlarımı çekmiş önüme dönmüştüm.
“Her zamanki şımarıklıkları bilmiyor musun Korer? İstemedikleri bir şey olunca küsüp uzaklaşırlar işte.” Uraz sıkın bir sesle konuştu. Kimin hakkında olduğunu anlamak için baktıkları yere bakmıştım ve Merveler hakkında konuştuklarını anlamıştım.
“Merve ile Korcan hep öyleydi de bu Mert artık bir duruş sergilesin!” Korer’in sitemi ile ona baktım. Bir elini Merve’nin omzuna atmış birlikte bir konu üzerinde tartıştıklarını görmüştüm.
“O Merve nereye adım atarsa atar, nereden uzaklaşırsa uzaklaşır. Sorgulamaz deşmez onun da zaafı Merve kardeş.” diye yanıt vermişti.
“Bu aşk denilen ilet ne ibne bir şey dağ gibi dediğimiz adamın hiç yapacağı hareketler miydi bunlar?” Korer konudan konuya atlamış Uluğ’a bakarak konuşmuştu.
Benim ise odağım değişmişti çünkü salona giriş yapan Emily ile beraber ağzıma bir kekremsi tat bulaşmıştı.
“Artık kafayı yemek üzereyim!” Tırnaklarımı bacaklarıma geçirdim. Uraz karşımda oturuyordu ve benim duymam için öne eğilmişti.
“Mihran senin de işin zor bir yandan Emily diğer yandan çatlak Açelya üzerine sosyetenin önde gelen güzel kızları hepsi Uluğ’un ağzına düşüyorlar. Bu gece her fırsat Uluğ’u sıkıştıracaklar dikkat et yengecim.” Sözleri kalbime daha bir ağırlık getirmişti.
“Bak işte Ahu ablanın sana saldırmaması için zor zapt ettiği pembe elbiseli kız!” diye tanıttı. Bakışlarım yeniden ona uğradığında tek odak noktasının ben olduğumu anlamıştı. Ayaklarını öfkeyle yere vuruyordu. Ve Ahu bir saniye yanından ayrılmıyordu.
“Sen takma bu kaos seviyor. Seninki gözlerini senden alamıyor, bence amcalarını bile dinlemiyor gibi.” Korer’in sözleri ile bedenimi onun tarafına çevirmiş ve ona bakmıştım. Amcaları ile konuşuyordu fakat bakışları üzerimdeydi. Benim ona bakmamla göz içinin parladığına şahit oldum. Bu tepkisine gülümsemiştim. Ve o yine bakışlarını dudaklarıma indirmiş birkaç saniye nefes almadan durmuştu. Derince yutkunup amcalarına bir şey deyip bana doğru gelmeye başlamıştı. Arkasındaki tüm ailesi ise yine bize bakmaya başlamışlardı.
Yanımdaki sandalyeyi çekmiş oturmuştu ve sol kolunu sandalyemin üzerine yaslamıştı. Tüm bedini bedenimle karşı karşıya kalınca titrek bir nefes vermişti. Omuzları geniş duruşu ise salonun en heybetlisiydi.
“Keyfin yerinde mi?” Tüm ciddiyeti ile sormuştu. Sanki korkumu ve endişemi hissetmiş gibi yanımda bitmişti.
“Neden söylemedin Uluğ?” Yorgun bir yüzle sormuştum. Kaşlarını çatmış dudaklarını dili ile ıslatmıştı.
“Gelir miydin?” Bakışları durmaksızın hafif bir esintiyle yüzümü okşuyordu.
“Buraya gelmem neden bu kadar önemli?” diye fısıldadım. Önüme düşen buklemi işaret parmağı arasına almış durmaksızın dolayıp okşuyordu.
“Bak ne diyeceğim bir oyun oynayalım mı?” Demiş parıldayan gözlerle bakıyordu. “Hı?” diye bir yanıt vermiştim.
“İlk seni bu davete görüyorum, görür görmez etkileniyorum sonra dansa kaldırıyorum. Dans ediyoruz, eh cazibeme dayanamayıp sende beni dans esnasında öpüyorsun. Yapalım mı?” Heyecanlı heyecanlı konuşması ile gülmeden edememiştim. Ve o da bana eşlik etmişti.
“Asla öyle bir şey yapmam!” diye çemkirdim. Uluğ’un dudaklarında halen bir gülümsemeyle kaşlarını havaya dikmişti.
“Ne o öpmez misin beni, birkaç saat önce arabada az kalsın beni parçalayacaktın!” Keyifle kıvırdığı o ağzının orta yerine geçirsem içimdeki tüm kötü enerjileri atabilecektim. Gözlerimi kısmış halen oynamaya devam ettiği saç tutamımı elinden kurtarmıştım.
“Edepsiz bir adam olduğunu söylemiş miydim?” Buruşmuş bir yüzle söylenmiştim. Fakat içime bakacak olsaydınız binlerce kelebeğin aynı anda uçuştuğuna şahit olabilirdiniz.
“Sen daha benim edepsiz halimle tanışmadın güzelim.” Yoğun ses tonunun altında eziliyordum. Aklıma dün geceki hallerimiz gelmişti ve yine gülümsemeden edememiştim.
“Peki oynayalım ama en baştan başlıyoruz, tanımıyorum seni öylesine bir davet ve öylesine bir gece.” Tatlı bir üslupla yaklaşmıştım. Uluğ donmamış adeta yaşama kabiliyetini kaybetmişçesine bir iç çekmişti.
“Seni burada öpmemem için bana çabuk geçerli bir sebep sun!” Öfkeyle bu sözleri sarf edince gözlerimi büyütüp gülmeme engel olamamıştım. Sırtımı ona yasladığımda sandalyemi kendine çekmiş ve koca kolunu belime sarmıştı.
“Ailen bizi izliyor Uluğ.” diye bir bahane öne sürmüştüm. Korer ile Uraz’a baktığımda şaşkınlık içerisinde bizi izlediklerini görmüştüm. Uraz Uluğ’dan bir an olsun bakışlarını çekmeden donup kalmıştı.
“Bu geçerli bir sebep değil güzelim.” Dudakları kulağıma değince irkilmiştim. Sonra ansızın aklıma gelen şeyle bedenimi ondan uzaklaştırmak istedim ama buna müsaade etmemişti.
“Beyefendi bırakır mısınız beni, tanımam etmem sizi! Taciz ediyorlar diye bas bas bağırım elinizi çekin.” Role iyice kendimi kaptırınca Uluğ bocalamıştı. Sonradan dank edince göğsü kabarıp geri inmişti. Sesini temizlemiş ve elini çekmişti. Gömleğinin yakalarını düzeltmiş dudaklarını dili ile ıslatmıştı. Gözlerini ardı ardına kırpıştırmış hafit bir gülümseme ile bana bakmıştı.
“Maruz görün beni hanımefendi, güzelliğiniz karşısında elim ayağım birbirine dolandı.” Öyle naif bir tonda konuşmuştu ki dudaklarına yapışmamak için kendimi telkin etmek zorunda kalmıştım.
“Vay amına koyuyum, adam romantik çıktı!” Korer’in sesine karşı Uluğ masada bulunan çatalı fırlatmıştı. Fakat bakışları halen bendeydi.
“Siz her güzel bulduğunuz kadına bu şekilde mi yaklaşıyorsunuz?” Bir kaşını havaya dikince bu oyun bana zevk vermişti.
“Aslında bakacak olursanız bir kadından etkilenmem bile zordur. Öyle bir zaafım veya arzum hiç olmadı.” Kendinden emin ve dik duruşu beni etkilemeye yetmişti. Fakat bu kadar erken koy vermemeliydim.
“İlk olduğumdan bahsediyorsanız şayet oldukça klişe bir numara.” Bak sen der gibi bakınca alt dudağımı kemirmiştim. Bir beyefendi edasıyla elini uzatmıştı.
“Ben Uluğ, isminizi bahşeder misin?” Kollarında bayılsam uyanma gibi bir zahmete girişemezdim. Bir sevgi insanı ağlatabilir miydi? Usulca elimi eliyle buluşturmuştum.
“Mihran.” Sesim titreyince kaşlarını çatacak gibi oldu ama hemen toparladı. Elimi tersine çevirmiş ve dudaklarını parmaklarımın üzerine bastırmıştı. İçimden tüm uzuvlarıma bulaşan ince bir sızı geçmişti. Gözlerimin dolmasına engel olamamıştım.
Salonun orkestrasından yükselen dans şarkısı ile bakışlarımı etrafta dolandırdım. Birkaç kişi dansa kalkmıştı. Dudağımdaki küçük tebessüm ile Uluğ’a baktım. Onun da gülümsemesi ile gözlerimi birkaç kere kırpıştırdım. Uluğ ayağa kalkmış ceketini önden iliklemiş omuzlarında toz varmış edası ile iki kere vurmuştu. İstemsizce bakışlarıma ailesine gittiğinde şaşkınlık içerisinde Uluğ’u izlediklerini görmüştüm.
“Güzel kadın Mihran, bana bir dans lütfeder misiniz?” Uluğ elini bana uzatmış ve tatlı bir eda ile güzel istekte bulunmuştu. Zaman, yer ve yaşananlar önemini yitirmişti tek biz varmış gibiydik.
“Memnuniyetle Uluğ.” diye karşılık vermiş ve elinin üzerine elimi koymuştum. Bakışları duruşu adeta yanıyor gibiydi. Yoğun duyguları beni sarıp sarmalıyordu. Ayağa kalkmış ve usulca bir esintiyi andıracak hafiflikte salonun ortasına doğru süzülüyorduk.
İnanır mısınız etrafta kimseyi göremiyordum. Karanlıktı, biz ve aşkımız vardı.
Belimden yakalamış ve sertçe kendi bedeni ile bütünleştirmişti. Bir elim omzuna diğer elim eliyle sarılmıştı. Melodinin ahengiyle yavaşça süzülmeye başladık. Sözleri anlamıyordum. Ama muhteşem bir enerji verdiği kesindi.
Uluğ benim duyacağım bir biçimde şarkının bir kısmını tercüme etmişti.
O ruhumda dans ederken, uyku imkânsız.
Ne faydası var artık dua etmenin, Notre Dame’a?
Usul usul hareket ederken sözleri karşısında mest olmuştum. Alnını alnıma yasladığında gözlerimi yumuştum. Ağlama isteğim tetiklenmişti. Bu zaman diliminde hapsolmak istedim. Mümkün müydü? Şu an burada ölene kadar dans etsek olmaz mı?
“Beyaz lale…” Aynı pozisyonda konuşmuştu.
“Anlamadım.” Gözlerim halen kapalıydı. Benden uzaklaşmamış fakat alınlarımızı ayırmıştı. Gözlerimi açmış ve başımı havaya kaldırmıştım. Her ne kadar topuklu giymiş olsam da halen benden oldukça uzundu.
“Sevdiğiniz çiçek beyaz lale olabilir mi?” Soru değildi tespit gibiydi. Burukça gülümsemiştim. Galata kulesi düştü önüme, o çiçeklere olan bakışımı görmüş olamazdı.
“Olabilir mi?” Sanki sadece ondan bunun cevabını alabilirmişim gibi aç gözlerle baktım. “Olmalı bence.” Başını yana yatırmış ve tüm yüzüme büyük bir özlemle bakmıştı. Gözlerimin dolmasına mâni olamamıştım. Ve o yine kaşlarını çatmıştı. Her burukça bir tebessüm etsem veya gözlerim dolsa huysuzlaşıyordu.
“Olsun o zaman…” diye yanıt vermiştim. Bu yanıtıma karşı elimi bırakmış ve belime koymuştu. Bende boynuna sarılmıştım.
“O halde her sabah baş ucunuzda bir beyaz laleyle uyanmak da benim boynumun borcu olsun.” Gülümsemem tüm yüzüme yayıldığında hayranlıkla başını yana yatırmıştı.
“Fazla mı tatlısınız bugün Uluğ Bey?” diye bir soruda bulunmuştu. Soruma gülmüştü. Bende onunla eşlik etmiştim.
İlk kez bizli bir hayal kurdum. Hem de sonumuzu düşünmeden. Ve belki de o imkânsız dediğim bana bahşedilen bir hediyedir. Mümkün müdür dersiniz?
Başımı göğsüne yasladığımda o da çenesini başımın üzerine yerleştirmişti. Bu adam benim yuvamdı ve ona bir şey olacak olsa ocağım sönerdi.
“Uluğ,” Fısıltıdan farkı yoktu sesimin. Ama duymuştu beni. “Söyle güzelim.” diye karşılık vermişti.
“Gitmemi istersen giderim, ama bil ki ruhum hep sana dönecek.” Burukça sözlerime karşı yanağımın altındaki organ büyük bir çığlık koparmıştı.
“Delilik bu,” Konuştuğu bu tonlamayı hiç sevmemiştim. “Ben sana rağmen yamacındayım.” diye bir itirafta bulunmuştu. “Hangi dilim sana git diyebilir?” Teslimiyetin ortasındaydık. Farkındaydık, bu basit bir farkındalık değildi.
Onun için doğmuş ve bunca cefayı onu bulmak için harcamış gibiydim. Asırlardır beni arıyordu söylesenize bana nasıl git derdi?
Başımı yavaşça hareket etiğimde yasladığı çenesini hafif kaldırmıştı. Yasladığım göğsüme çenemi yaslamış başımı hafif biçimde kaldırmamla tüm yüzü bende kalmıştı. Kaşlarını havaya kaldırmış hayran bakışlarıma karşı özgüvenli bir gülümseme oluşmuştu.
“Fransa’da bir evim var. Strazburg’da, öyle kimse bilmez. Bunaldığımda soluğu orada alırım, genelde bu yılbaşı günleri olur. Az kaldı, benimle orada buluşur musunuz?” Tatlı tonlaması ile gülümsemeden edememiştim. Önüme düşün saç tutamımı kulağımın arkasına sıkıştırmış ve hiç tahmin edemeyeceğim bir şey yaparak burnumun üzerine bir öpücük kondurmuştu. Kırmaktan korkar bir üslupla yaklaşmıştı.
“Hiç kimse bilmiyor dediniz ama…” diye karşılık verdim. Buruk bir gülümseme bahşetmişti bana. “Sen benim…” Sözü yarım bırakmıştı. Bir şeyler onu tutmuş gibi yutmuştu sözünü. “Hiç kimsem ve her bir şeyim…” diye mırıldandı. Duyulması zor bir sessizlikte söylemişti. Ve bunu kederle dilendirmişti. Ne demek istediğini anladım. İçim burkulmuş dolu gözlerle yüzünün her santimini ezberlemeye koyulmuştum.
“Saati söylemeniz yeterli olacak Bay Çebi.” Düz bir üslupla yanıt vermiştim. İçimden geçeni söylemek istemiştim ve kendimi tutmamıştım. “Nereye istersen oraya Uluğ.” Bu cevabım onu mutlu etmesi gerekirken yüzünü düşürmüştü. Dansın ahengi bizi farklı bir boyutun kapısını açmıştı. Yavaşça süzülüyor ayaklarımız sanki birbirini ta ezelden tanıyormuşçasına gibi bir ritim halindeydi. Belimi okşayan ve kaplayan eli uyumamı tetikliyordu.
“Yunanistan’ı görmeyi isterim, belki yazın birlikte gideriz. Olur mu?” Yüzündeki ifadeyi sevmediğim için tatlı bir tavra bürünmeye çalışmıştım. Başını yana yatırmış kısık gözlerle tüm yüzümü yavaşça seyretmeye koyulmuştu.
“Yaz uzun bir süre, şimdi ideal.” Sözlerinde bir şey yoktu lakin bakışlarında derin anlamlar yatıyordu. Ondan bana geçen bu enerji hiç hoşuma gitmemişti.
“Hayır ben orayı yazın görmeyi istiyorum. Aceleye gerek yok, hem okulum var.” Aklıma gelenle konuşmuştum. Donuk bir yüze bürünmüştü. Şimdi gidelim desem gidecek havası vardı. Cevabımı beğenmemişti.
Müziğin değişmesi ile Uluğ elini elimin arasına almış ve masaya doğru yürümeye başlamıştık. Salonda anladığım dans edenlerin bile bizim gelişimizle yerlerine geri oturdukları ve tüm salonun pür dikkat bizi izlemesiydi. Fark etmemiştim bunu ondan başka her yer karanlığa gömülmüştü.
Köksoylara bakmaktan çekiniyordum. Bir korkum ve tedirginliğim vardı. Sanki biriyle göz göze gelirsem bas bas bana Tolga’nın katili olduğumu haykıracak sanıyordum.
Uluğ’a güveniyordum, güvenmezsem bu şekilde bu salonda duramazdım. Masaya geçmiş ve oturmuştuk.
“Senin kadar yüreğim olsa hiç buralarda kendimi heba etmezdim Çebi.” Korer’in şaşkın sesi ile ona dönmüştüm. Uluğ memnuniyetsiz bir yüzle bakış atmıştı.
“Şükredelim yok Korer.” diye yanıt verdi.
“Bak kardeş bir sonraki adımını merak ediyorum, Uraz’la bir tahminimiz var ama dua ediyoruz yanılalım.” Gözlerini kısarak kurnaz bir gülümseme ile konuştu. Neyden bahsettiklerini anlayamıyordum. Konu muhakkak bendim fakat bir sonraki tahmin diye bahsettiği konuyu kavrayamamıştım.
“Sikeceğim böyle işi!” Uraz’ın soluyarak sarf ettiği sözler yüzünden baktığı yere bakmıştık. Bizim masamıza doğru gelen beline kadar uzanan doğal sarı saçlı kızın güzelliğine gözlerimi belertmiştim. Üzerinde turuncu renkte saten vücudunu saran bir elbise vardı. Gözleri mavi renkte parıldıyordu. Yüzü oval dudakları yüzüne oranla büyüktü. Bir sanat eseri gibiydi adeta.
“Merhabalar Uluğ Bey.” Kocaman bir gülümseme ile masamıza vardığında selamını vermişti. Kaçamak bir bakış atmıştı Uraz’a. Gözümden kaçmamıştı.
“Merhaba Yade.” diye karşılık vermişti. Benim yaşlarımda olduğunu fiziğinden anlamıştım.
“Sizi buralarda göreceğimi hiç sanmazdım açıkçası, önemli bilmem gereken bir gelişmemi var acaba?” Meraklı gözlerle kaşlarını havaya kaldırmıştı. Olağanüstü bir güzelliği olduğunu inkâr edemezdim.
“Seni ilgilendiren bir durum yok!” Uluğ’dan önce Uraz atlamıştı. Ters ve hazzetmeyen bir tonla konuştu. Yade, derince yutkunmuş ve gözlerini kırpıştırmıştı. Aralarında sözsüz bir konuşma geçmişti. Tuhafça her ikisine baktım.
“Farkındaysanız sizinle konuşmuyorum Uraz Bey!” Sert çıkışmış ve kızın gözleri dolmuştu.
“Beyini sikeyim!” Bakışlarını ellerine indirerek solumuştu. Hesaplayamadığı şey ise ses tonu olmuştu. Küfrü herkese ulaşmıştı. Yade’ye baktığımda hiç yadırgamamış bu tepkiyi vereceğini biliyormuşçasına rahat bir yüzle Uraz’a bakmıştı.
“Rahat ol Yade düşündüğün gibi bir ortaklık söz konusu değil.” Uluğ aralarındaki saçma savaşı ortadan kesmişti. Uraz’a ters bakış atmış ve Yade’ye dönmüştü.
“Anladım, müsaadenizle.” Bozulmuş bir suratla uzaklaşmıştı.
“Uraz yetmedi mi?” Uluğ öfkeyle Uraz’a dönmüştü. “Ne yapmışım?” Hiddetle Uluğ’a gözlerini büyütmüştü.
“Ne yapacaksın daha, adam ol!” Uluğ’da onun kadar öfkelenmişti. Uraz susmuş başını eğmişti.
“Gördüğün her yerde böyle davranamazsın kardeşim. Anlıyoruz ama sende onu anla!” Korer hüzünlü bir sesle konuştuğunda kaşlarımı çattım. Uraz yanında oturan Korer’e sinir havliyle dönmüştü.
“Neyini anlayacağım ulan onun, neyini?” Öfkeyle bağırdığında etrafımızda bulunanalar merakla bize bakmışlardı. “O benim hayatımı sikti, ben daha neyini anlayacağım Korer!” Az öncekine nazaran daha sessiz kelimeler kullanmıştı. Sanki gizli bir şeyden bahseder gibi konuşmuştu.
“Onun hayatının güzel olduğunu mu sanıyorsun, senin kadar yanıyor ve seninle beraber yandı.” Korer yine üzgün bir suratla karşılık verdi. Uraz yüzünü sıvazlamış ve bakışlarını Yade’ye çevirmişti. Tanımadığım bir masada oturuyordu. Ve bakışları Uraz’daydı.
“Saldırma artık Uraz, bu hikâyede sadece sen değil o da mağdur!” Uluğ tok bir sesle konuşmuştu. Uraz hiçbir cevap vermemiş öylece başını eğmiş ağır ağır göz yumuştu.
Yade ile Uraz’ın bir geçmişi vardı. Ve hikayeleri hiç de iç açıcı değildi. Yade bu hikâyede kırılmış taraftı bunu gözlerinden anlamıştım fakat Uraz da bitmek bilmeyen bir öfkeye dönmüştü. Hikayelerini her ne kadar merak etsem de burada sormamın yersiz olduğunu biliyordum.
Etraftaki uğultu ve müzik sesi bir anda kesilmişti. Herkes masasında sakince otururken mikrofonun rahatsız edici o tiz sesi yayılmıştı. Bir adam kürsüye çıkmış mikrofonu kontrol etmişti. Sarı saçlı kahverengi gözlü kısa bir adamdı.
“Öncelikle hoş geldiniz, böylesi bir gecede bizleri yalnız bırakmadığınız için teşekkürlerimi sunuyorum.” diye bir girişte bulunmuştu.
“Köksoyların bir ferdi olarak her yıl coşkuyla düzenlediğimiz bugünü yas havası ile açmış bulunmaktayım.” Sesini temizlemiş ve bakışları ailesinde gezindirmişti.
“Gerekli tüm kurumlarda her türlü yardımı esirgemeyen, şirketimizin varlığı neticesinde ülkemize maddi kalkındırmayı sağlayan Köksoy ailesine şükranlarımı sunuyorum. Zor ve engebeli bir yoldan geçtiğimizi sizlerin de bilmenizi isterim. Bu gece Köksoyların başarısından değil acılarından bahsedeceğiz. Samimiyetinize güvenerekten sizleri selamlıyor ve sözü yönetim kurulu başkanımız Behçet Köksoy’a bırakıyorum.” Ciddi ve kederli bir yüzle konuşmuş ve başını eğmişti.
Salonda büyük bir alkış kopmuştu. Köksoylara baktığımda Behçet Köksoy önünü ilikleyerek ayağa kalkmıştı. Herkes kederle Behçet Köksoy’a bakıyordu. Uluğ bile gözlerini kısmış amcasına bakamıyormuşçasına yeri izliyordu. Behçet Köksoy kürsüye çıkmış ve usulca herkesi incelemişti. Bakışları ilk kez bana değmiş ve samimi küçük bir gülümseme yollamıştı. Bu tepkisine titrek bir nefes bırakmıştım. Neden bu tutuma girdiğine anlam vermemiştim.
“Herekse iyi akşamlar, şirketin sözcüsü Murat Demirbaş’ında dediği gibi bugün düzenlenen 47. Köksoy Başarı gecesinin dışına çıkarak geçtiğimiz bu zor günlerden bahsetmek ve oğlumu yad etmek isteriz.” Kaşları çatık ve kederini ta bu mesafeden hissetmiştim. Kalbimin orta yerine giren sancıyla nefesim kesilmişti.
“Tolga benim Tolga’m…” Demiş ve seslice yutkunmuştu. Kendini suçlama Mihran en az onun kadar mağdursun. Allah kahretmesin çocuk gibi ağlamak istiyordum. Ne işim var benim burada, kafayı yiyeceğim.
Elbisemin kumaşını sıkarken elimin üzerine bir el konmuştu. Sertçe gözlerimi kapatmıştım. Elimi gevşetmiş ve parmaklarını parmaklarımın arsından geçirmişti. Bakışları amcasında duruşu ise dikti. Onun kadar korkusuz olmayı dilerdim. Tüm ailesine karşı büyük bir savaş başlatmıştı. Onlar bunun farkında bile değildi.
“Onun gidişi, içimizde kapanmaz bir yara, ardında bıraktığı boşluk ise doldurulamaz. Tolga, sadece benim oğlum değildi. O, bu ailenin bir parçası, bu soyun bir temsilcisiydi. Cesurdu, deli doluydu ve her zaman daha ileriye gitmek için çabaladı. Onun olduğu yerde bir duruş vardı, bir irade hakimdi. Şimdi, onun anısını yaşatmak da bizim görevimizdir.” Behçet Köksoy alnını stresle ovuşturmuştu. Boğazıma oturan ağrı ile tüm bedenim titredi.
“Tolga’nın bize miras bıraktığı şey sadece hatıralar değil. Onun davası, onun idealleri, onun gücü… Bunlar hala burada, içimizde yaşıyor. Onun yokluğu bizi zayıflatmayacak, aksine bizi daha da birleştirecek. Onun katillerine gelince… Bazı borçlar parayla ödenmez. Bazı hesaplar mahkemelerde değil başka yerlerde görülür. Ve unutmayın, Köksoy ailesi kaybettiklerinin yasını tutar ama asla unutmaz.” Tüm hiddetiyle konuşmuştu. Öfkesi buram buram dudaklarından dökülmüştü. Sonlara doğru Uluğ’a bakarak solumuştu. Uluğ bu arada elimi daha sarmalamıştı.
“Oğlum, rahat uyu… Unutulmayacaksın!” diye devam etmişti. Gökyüzüne haykırır nitelikteydi. Köksoy ailesine dönüp baktığımda Açelya’nın bile bir köşeye geçip yaşlarını akıttığını görmüştüm. İkiz iki erkek başlarını ellerinin arasına almış sırtları sarsıla sarsıla ağlıyordu. Orta yaşlı dört kadın vardı. Tümden siyah giymişlerdi. Başlarına siyah bir şal dolamışlardı. Önden saçları sarkmıştı bu da onların yas sürecinde olduğunu belli ediyordu. Hepsi ağlıyordu. Ahu ise dimdik öfkeli bir yüzle babasına bakıyordu. O ve Kenan Köksoy öfkeliydi geri kalan ağlıyordu.
“Tolga… O benim oğlumdu. Kanımdan, canımdan. Güçlüydü, hırslıydı, hataları da oldu ama hepsini düzeltmek için bir ömrü vardı. Ama şimdi… O ömrü elinden aldılar. Oğlumun en çok neyi sevdiğini bilir misini? Hayatı. Yaşamayı, başarmayı… Ona hep dikkatli ol derdim. Hep tembih ederdim. Ama hiçbir baba, oğlunu toprağa koymaya hazır değildir. Ben de değildim.” Omuzları düşmüş buğulu gözlerle herkesin gözlerinin içine bakarak konuşmuştu.
Düşecek gibi oldum ve Uluğ’un sözleri aklıma geldi. Yürümeye var mı yüreğin demişti, yoktu Allah kahretmesin ki yoktu. Nasıl dik durduğunu anlayamıyordum. Savaşacağı kişiler ailesiydi. Her ne kadar sorunları olsa da ailesiydi.
Behçet Köksoy güç almak ister gibi elini önündeki kürsüye koydu. Salondaki herkesin nefesini tutuğunu hissetmiş gibi o kimsenin bakışından kaçmadı. Gözleri hüzünlü ama öfkesi de derindi. Sesi kısık başladı ama her kelimesi sanki bıçak gibi keskindi.
“Bir insan, oğlunun ölümünü hangi kelimelerle anlatır? Hangi cümle, hangi ağıt bir babanın yüreğindeki boşluğu doldurabilir? Benim yerimde kim olsa aynı şeyi söylerdi: ‘Benim canım gitti.’ Ama bu o kadar basit değil. Benim sadece canım gitmedi… Kanım aktı, soyum eksildi, geleceğim yarım kaldı. Bir babanın en büyük korkusu, evladının mezar taşına dokunmaktır. Ben o korkuyu yaşadım.” Adeta haykırmıştı. Usulca gözünden bir yaş düşmüştü. Uluğ sertçe gözünü kapatmıştı. Tahammülü kalmamış gibi…
“Tolga… Sen gittiğinden beri nefes almak bile zor. O kapıyı açıp içeri gireceksin gibi, bir telefon çalacak ve ‘Baba’ diyeceksin gibi… Ama gelmeyeceğini biliyorum. Oğlum, beni bırakıp gitmedi. Çünkü o bırakıp gidemezdi. Onu aldılar. Onu kopardılar. Ve şimdi buradan söylüyorum, herkes duysun: Ben oğlumun ölümünü kabul etmiyorum. Onun adı unutulmayacak. Onun yokluğu sindirilmeyecek. Ben bu acıyı içime gömmem, ben bu yangını unutmam.” Hiddetle karşısında duran kameraya karşı sözlerini kumuştu. Bu bir meydan okumaydı. Usulca gözümden inen yaşla çığlık atmak istemiştim. Ama ağzımdan tek bir ses bile çıkmamıştı. Yandığımla kalmıştım.
“Ve şunu unutmayın… Evlat acısı baba ya diz çöktürür ya da bambaşka birine çevirir. Beni hangisi yapacağını zaman gösterecek.” Öfkeli sözlerini salondaki herkesin yüzüne bakarak dökmüştü.
Korkmuş muydum hayır ama Uluğ’un nasıl başa çıkacağını düşünerek kendimi yiyordum. Onlar onun ailesi benden çok o yara alacaktı. Nasıl bir şeyin içerisinde kaldığının farkında mıydı? Bu farkındalıkla mı elimi tutmuştu? Onunla hiç bu konular üzerinde konuşmamıştık, susmalıydık çünkü sonumu biliyordum. Susmalıydım, üç maymunu oynamalıydım bu rüyayı sonuna kadar yaşamalı sonra gerçek kabusa merhaba demeliydim.
“Bu zor günlerde yalnız olmadığımı bilmek, bu ailenin hala birbirine kenetlendiğini görmek… Bir baba için en büyük teselli bu. Ama içlerinden biri var ki, benim için her şeyden öteye geçti. Öyle zamanlardan geçti ki, hiçbir zaman gözüm onun sayesinde arkada kalmadı. O, oğlumun yokluğunda dimdik durmamı sağladı, acımı taşıdı, yanımda yürüdü.” Göğsünü kabarta kabarta konuştu. Gururla övgüyle Uluğ’a bakarak bahsetti.
“Yeğenim Uluğ Mirza…” Tebessümle telaffuz etmişti. Elini uzatarak onu çağırdı. “Gel buraya evlat.” Demişti. Korkuyla Uluğ’un elini sıkmıştım. Sanki onu benden alacaklarmış gibi tüm bedenim titremeye başladı. Gitsin istemiyordum. Uluğ bana bakmadan elini elimden zorla söküp almıştı. Bana bakarsa duruşu sarsılır gibiydi. Tüm salondan az öncekinden daha gürültülü bir alkış kopmuştu. Ayağa kalkmış ve tereddütsüzce kürsüye doğru ağır adımlarla yürümüştü.
Kürsüye vardığında Behçet Köksoy omzuna sertçe dokunur, gözlerinin içine bakarak konuşur. “Sen, bu ailenin en güçlü mirasçılarından birisin. Bu acıyı benimle omuzladın, Tolga’nın anısını yaşatmak için yanımda oldun. Sadece benim değil, bu soyun bir evladı gibi davrandın. Sana minnettarım. Ve eminim ki sen, Tolga’nın adını unutturmayacak, bizim kanımızın yere düşmesine izin vermeyeceksin.” Yüzündeki hüzünlü ve rahat ifade bir an yok olmamıştı. Uluğ’un yüzünde taş gibi bir ifade belirmişti. Bakışlarımız kesişince ne hissettiğini anlamamı istemişti. Gözlerinden okumuştum. Bak der gibiydi… Ne hallereydim gör beni diyordu.
Behçet Köksoy kenara çekildiğinde sözü Uluğ’a bıraktığını anlamıştım. Öne bir adım atmış ve bakışları direkt önündeki kameraya olmuştu. Salonla bir işi yokmuş gibi o acımasız yüzünü ortaya koymuştu.
“Burada söylenecek çok fazla şey yok. Amcam gereken her sözü sarf etti. Tolgayı kaybettik, ama bu kayıp sadece bizim yasımızı tutacağımız bir şey değil. Birilerinin hesap vermesi gereken bir mevzu. Tolga’nın kanını dökenler… Kendilerini güvende sananlar… Unutulduklarını düşünenler… Yanılıyorlar.” Duygusuz ve taştan yapılma yüzü herkesin gerilmesine neden olmuştu. Bu işin altında daha büyük bir şeyin olduğundan emin gibiydi. Oysa…
“O gece ellerini kana bulayanlar, şimdi o ellerin titremeye başladığını hissediyordur. Ve öyle bir an gelecek ki, yaşadıklarına pişman olacaklar. Ölüm bile onlara bir kurtuluş gibi gelecek.” Hiddetle çenesini sıkarak halen bakışları kameradayken kusmuştu sözcüklerini. Karşısında kimden bahsediyorsa o varmışçasına kin doluydu. Bu tutumu beni germişti. Sanki bu geceye bu sözleri söylemek için gelmiş gibiydi.
“Bu işin bittiğini düşünenler varsa, yanılıyorlar. Onları bulmam an meselesi. Adaletin ne demek olduğunu göstereceğim. Ve en sonunda, onlara yaşattıkları bu tahribatı unutamayacakları bir şekilde hatırlatacağım.” Yüzünde yine bir mimik oynamamıştı. Fakat öfkesi karşısında tüm salon nefesini tutmuştu.
“Biliyorum, kim olduğunu ne yapmaya çalıştığını adım kadar biliyorum. Beni kimle alt etmeye çalıştığının da farkındayım. Geçmiş tekerrürden ibarettir. Korktuğun şey, düşündüğünden daha yakın. O gün geldiğinde nasıl ben kaybedeceksem sende aynı yerde can vereceksin!” Sözünü böylelikle bitirmişti. Ben ise her sözünde bir mana arayışı içerindeydim. Birbirimizden sakladığımız onlarca şeyin altında eziliyorduk. Bu bilinçsizce hareketlerimiz sonumuza zemin hazırlıyordu.
Kürsüden Behçet Köksoy ile Uluğ inmiş binlerce kişi etrafını sarmış ayak üstü bir konuşmaya girmişlerdi. Uraz ile Kore’de oraya doğru ilerlemişlerdi. O sırada Uluğ’un sandalyesine oturan kişi ile kaşlarımı çatmıştım. Emily her zamanki iticiliği ile bana bakmadan ayak ayak üstüne atmıştı. Tuhafça ona bakarken onun bakışları hiç bana uğramamıştı. Umursamazca bakışları masalarda dolanıyordu.
“Biliyor musun Mihran? Uluğ’un hayatında ilk kez gerçekten de bir kadını sevdiğini biliyor musun?” İngiliz aksanı ile sert bir üslupla dilendirmişti. Bu itirafına şakınca tüm bedenimi ona doğru çevirmiştim.
“Evet, doğru duydun. Ve sen, şimdi onun koluna taktığı kadınsın.” diye mırıldanmıştı. Masaya oturduğundan beri bana bakmayan gözler şimdi dönmüştü. Tüm vücuduna çevirmişti.
“Ama senin de bildiğin üzere, aşkınızın bir ömrü yok! Uluğ’un senin gibi birisini sevmesi… Bu sadece bir anlık delilik. O, ilk kez bu kadar derinden birini seviyor. Ama seninle bir geleceğinin olmadığını o da çok iyi biliyor.” Kurnaz bir gülüşle sarf etmişti tüm sözlerini. Bu beni öfkelendirmesi gerektiği yerde koca bir tokat etkisi yaratmıştı.
“Ve bunun farkında değilsin, değil mi? O aşka, sevdaya kendini kaptırırken, bir şeyler çok farklı. Mesela etrafına bir baksana nasıl bir ortamın ortasında olduğuna baksana? Uluğ amcasını karşına alacağına kendi kafasına sıkar, öyle bir bağlı ki ona anlayamazsın! Bir gün, o kapı kapanacak ve sen tek başına kalacaksın. Bu, bir kadına olan ilk duygusu belki ama Uluğ için yine de geçici olacak. Zamanın sonunda seni bırakacak ve gidecek. Ve o zaman, seni sevdiğini düşündüğün adamın aslında seni sadece bir geçiş olarak kullanmış olduğunu anlayacaksın.” Üzgün bir suratla konuştu. Üzgün değil dalga geçiyordu. Sabır büyük bir sabır diliyorum.
“Ne zırvalıyorsun sen Emily, defol git buradan!” Sinirime hâkim olmadan karşılık verdim.
“Öyle ya da böyle, yakından veya uzaktan sen bu ailenin düşmanısın Uluğ ile anca rüyanda kavuşursun diyorum.” O yapmacık tüm hallerini bir kenara atmış öfkesini gün yüzüne çıkarmıştı. Bu sefer gülen kişi ben olmuştum.
“Ne o, onunla kavuşma hayalin mi var? Komik olma Emily!” Onu kale alma gibi bir derdim olamazdı. Öyle dertlerim vardı ki Emily bunların arasında en sonda yer alıyordu.
“O hiçbir zaman bana ait olmayacak ama benden hiçbir zaman da geçmeyeceğini bil. Ne zaman yanında görmezsen bil ki yanımdadır. Öyle bir mevzu bizimki ama sana gelecek olursam buralara çok alışma gidişin yakındır.” İğrenç sözlerine karşı onu gebertmek istemiştim. Sertçe solumuş ve bakışlarımı etrafa yöneltmiştim. Uluğ’un etrafını adeta sarmışlardı. Beni öyle görmüyordu.
“Ne istiyorsun Emily?” Kan kusarmışçasına hiddetle konuştum.
“Şu an burada onunla dans etmiş olman seni farklı hayallere sürüklemesin. Sen onun kuzenini öldürdün. Bu gerçek her zaman aklının bir köşesinde kalsın. Unutma Mihran, kapıldığınız bu her neyse geçici olduğunu bil!” Demiş öfkeyle ve arkasına bakmadan yanımdan uzaklaşmıştı. Ben ise öylece yediğim sözlerle kalmıştım. Salonun dev ekranında Tolga’nın fotoğrafları ve videoları dolaşıyordu. Bu beni gerse de başımı eğmek zorunda kalmıştım.
Ağlamak, haykırmak istiyordum. Boğuluyordum, burada olmamalıydım. Her şeyin farkındaydım ama kimseyle yüzleşecek bir gücüm yoktu.
“Merhaba.” diye bir ses duyduğumda başımı merakla kaldırmıştım. Kumral saçlı kahverengi gözlü on beş on altı yaşlarında bir kız çocuğu ve yanında o gördüğüm benim yaşlarımda ikiz erkek çocuğu vardı. O ikisi de aynı kız kardeşlerine benziyorlardı. Yüzlerindeki çiler uzun ve kemikli yüzleri ile çocuksu bir halleri vardı.
“Biz Uluğ abinin öz kardeşleriyiz. Ben en küçüğü Lila.” Neşe içerisinde şakımıştı. Benimle tanışacağı için heyecanlı gibiydi. Uluğ bir ara bahsetmişti hata onun ismi gibi Lila rengindeki ona ait bir elbiseyi giymiştim. Tanışmayı bile düşünmemişken şu an karşımdalardı.
“Merhaba, ben de Mihran.” Sesim oldukça kısık çıkmıştı. Karşılarında acizdim elimde değildi.
“Merak etme senden önce geldi haberin hemen hemen bir aydır seninle tanışmayı bekliyoruz.” Oldukça neşe dolu bir kız çocuğuydu. Bu aileye tezat bir şeydi.
“Abartma Lila.” İkizlerden takım elbiseli olan bunu söylemişti. Diğeri göğsü tamimiyle açık bir gömlek giymişti altına da düşük bel bir kot geçirmişti. Rahat takılmayı seviyordu anlaşılan.
“Bunaltma da yengeyi.” Diğeri de baygın gözlerle bunları sarf etmişti. “Sorun değil.” dedim karşılıklı olarak.
“Ben Eymen, biz ortanca tayfayız.” Takım elbiseli çocuk kendini tanıtmış. Boyları uzundu fakat zayıflardı.
“Bende Seymen yenge.” Rahat olan çocukta kendini tanıtınca ağır abi tavırları bana birini anımsatmıştı. Fiziken Uluğ’a hiç benzemiyorlardı. Baktığım da üçü babalarına benziyorlardı ama Uluğ annesinin kopyasıydı.
“Memnun oldum.” diye cevap vermiştim.
“Saçların gerçek mi?” Lila’nın meraklı gözleri ile tebessüm etmiştim. Tam cevap vereceğim sıra benden önce biri yanıtlamıştı.
“Gerçek abiciğim ben şahidim.” Uluğ arkadan gelmiş elini Lila’nın omzuna koymuştu. Bakışları direkt bana değmişti.
“Kusura bakma abi Lila çok ısrar etti, tanışalım diye.” Seymen mahcup bir sesle söze dahil olmuştu. Uluğ yüzümde her ne gördüyse kaşlarını çatmıştı.
“Sorun değil, tanışabildiniz mi bari?” diye yanıtlamıştı. Lila hemen Uluğ’a sokulmuş ve dudaklarını büzmüştü. Uluğ ise tatlı bir tebessüm edip Lila’nın büzdüğü alt dudağını parmakları arasına alıp çekmişti. Hayretle her ikisini izledim.
“Tam tanışmadık benim birkaç sorum var yakışıklı abiciğim.” Uluğ kaşlarını havaya dikmiş öyle mi dersin der gibi bakmıştı.
“Lila… Sonra.” Uzatma der gibi bir tutumla karşılık verdi. “Ama, ağlarım ki ben. Hem ne zaman tekrardan görebileceğim ki?” Gözleri hemen dolmuş ve yanakları kızarmıştı. Bence şu an büyük rolleniyordu. Uluğ inanmamıştı ama rahatsız olmuştu. Bana dönmüş ve bakmıştı. Benden izin istiyordu. Bu tepkisine burukça tebessüm etmiştim. Yine bu halimden rahatsız olmuştu.
“Sadece bir soru ama.” diye uyarmıştı. Lila hevesle ellerini birbirine sürtmüş ve hızlı adımlarla yanıma gelmiş ve yanımdaki boş sandalyeye oturmuştu.
“Abim ile nerede nasıl tanıştınız? Abim çok sert biri gibi görünüyor ama senin yanında değişiyor mu?” Heyecanlı ve meraklı gözlerle bana dönmüştü. Ne diyeceğimi bilememiştim ama kendimi toparlamış bir şeyler uydurmak için hazırlamışken Lila yeniden konuşmuştu.
“Ya da boş ver onları Abim seni hiç kıskandı mı? Mesela biri sana baktığında neler yapıyor? Bir de abim romantik biri mi? Hayır, hayır, ciddi söylüyorum. Hiç çiçek falan aldı mı sana?” Bu kızın enerjisine yetişmek imkansızdı.
“Lila bir soru dedim ama bunlar ne biçim sorular böyle?” Uluğ bezmiş bir tavırla sesini yükseltmişti.
“Sorun değil Uluğ.” diye karşılık verdim. O da emin misin der gibi gözlerini kısmıştı cevap olarak gözümü kapatıp açmıştım. O da susmuştu.
“Ay abim sustu, çok iyi.” Lila yeniden şakıdığında istemsizce gülümsemiştim. Ve Uluğ kaşlarını havaya dikmiş dudaklarında bir tebessüm oluşmuştu.
“Gel dedikodu yapalım, onun en sinir bozucu huyu ne? Eminim vardır, çünkü bana da çektiriyor.” Bana yanaşmış Uluğ’un duymaması için sessizce konuşmuştu. Sözünü bitirir bitirmez gülmeye başlamıştım.
“Duydum Lila bari ben olmadığım bir zaman diliminde bu soruyu sorsaydın abiciğim.” Her ne kadar bozulmuş sesle konuşmuş olsa da yüzü bunun tersini gösteriyordu.
“Tüh be yakalandık.” diye bir tepki vermişti. Bu kız çocuğu baharı beraberinde getiriyordu. Öyle neşe dolu ki insanda ne dert ne de keder bırakırdı.
“Yeter artık hadi kalk.” Uluğ her şeyi kestirip atmıştı.
“Ama daha hiçbir soruma cevap vermedi ki?” Omuzları düşük bir şekilde yanımdan kalkmıştı.
“Hangi birisine versin abiciğim.” Gözlerini kısmış tepeden kardeşine bakmıştı. Lila dudaklarını büzmüş iki elini de beline koymuş itiraz edeceği sırada dev ekrandan tuhaf bir ses yankılanmıştı.
Salondaki tüm bakışlar dev ekrana çevrilmişti.
Bir telefon çağrının bitiminde çıkan ses vardı. Ve görüntü yoktu. Dev ekrana ansızın düşen görüntüyü anlamakta güçlük çekmiştim. Merakla ayağa kalktım. Görüntü bulanıktı. Uluğ ansızın yanıma gelmiş ve beni arkasına almıştı. Ona baktığımda korkulu gözlerle salonu taradığını görmüştüm.
Usulca yeniden o dev ekrana baktığımda daha dikkatli incelemeye koyulmuştum. Anladığım görüntüyle ağzımı elim ile kapatmış ve alnımı Uluğ’un sırtına dayamıştım.
Bu o gecenin o odanın görüntüsüydü. Yerde yatan Tolga’ya bakmasam yine anlamayacaktım. Sırtım kameraya dönüktü, saçlarım haricinde her yerim bulanıktı. Uluğ sıkıca elimi elinin arasına almıştı. Tüm salonu dolduracak bir ses yankılandı. Bu ses Uluğ’a ihanet etmeye kalktığımda ve yabancı bir numarayı aradığımdaki ses gibiydi. İnsan sesi değildi yapay zekayla tasarlanmış gibiydi.
“Görüntüdeki şahıs Tolga Köksoy’un katilidir. Ve şu anda sizin aranızda, 47. Köksoy başarı gecesinin salonunda bulunmaktadır.”
Hayatın bana uyguladığı bu muamele karşısında boynumu büküyorum. Pes etmek değildi bu, yorgunluktu. Kapımı çalmasını arzuladığım ecelim ile öylece bakışıyorduk. O daha zamanım olduğundan bahsederken benim ise bir mecalimin kalmayışından yakınıyordum. O halen bir gücümün var olduğundan bahsederken ben nefes alamadığımı dillendiriyordum. O hayır diye itiraz ediyordu, bekle dur diyordu. Ben ise yine hiddetle itiraz ediyor beni alması için dil döküyordum.
Bu döngünün bir sonu hiçbir zaman olmadı…
-BÖLÜM SONU-
-Gerçeği bilerek gerçeği görerek hala yalanlara inanmaktır.”
-Bölümü nasıl buldunuz kuzucuklar? Tüm hissettiklerinizi buraya yazabilirsiniz? Ve sizden istirhamım lütfen oy ve yorum yapmayı unutmayın. Siz yorum yapınca ben daha da motive oluyorum.
-Şehit Üsteğmen Ragıp Efe Bayram?
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
1.53k Okunma |
270 Oy |
0 Takip |
24 Bölümlü Kitap |