25. Bölüm

25.BÖLÜM: SARSINTI

talia lidya
lidyatalia

“Bir acı sonuna kadar yaşanmadıkça geçmez.”

(Marcel Proust)

 

FEVERAN

-

 

SARSINTI

 

🕊️

 

Ben bu aşkta mağlup olmuştum. Tüm ruhumla ona tutsak kılınmıştım. Gözleri gözlerime denk düşünce kıyametim oluyordu. Azap içerisinde Tanrı’dan onu bana ait kılması için yalvarıyorum. Her şeyi silip atmıştım, tek isteğim Uluğ ama Mirza olmayan Uluğ Mirza’ydı.

 

Yalnızım, onsuz yapayalnız divaneydim. Tüm şarkılar susmuş tüm evrenin renkleri solmuştu. Onsuz bu dünya cansızdı.

Uluğ,

Sana âşık olmak, kendi sonumu yazmak gibi. Ve senin yanında durmak, uçurumun kenarında yürümek gibi. Her an düşebilirim ama en kötüsü ne biliyor musun? Düşerken dahi seni düşünecek olmamdı.

“Görüntüdeki şahıs Tolga Köksoy’un katilidir. Ve şu anda sizin aranızda, 47. Köksoy Başarı gecesinin salonunda bulunmaktadır.”

Tüm salonda yankılanan kelimeler karşısında korkuyla inlemiştim. Koca bir uğultu kopmuştu. Uluğ ise gelecek her tehlikeye karşı önümde dimdik durmuştu. Eli ise sıkıca elimi kavramıştı.

“Bu ne demek oluyor Behçet?” Bir kadının genzinden kopan çığlık ile başımı sakladığım yerden çıkarmıştım. Başlarında siyah şal dolamış o dört kadından en zayıf olanı salonun ortasına gelmiş ve Behçet Köksoy’a parmağını salıyordu. Kendi etrafında tüm salonu turluyor. Öfkesi onu delirtecek raddeye getirmişti.

“Oğlumun katili burada diyorlar, Köksoylar ayağa kalkın oğlumun katili burada diyorlar.” Öyle bir bağırmıştı ki tüm salon onun sesiyle nefesini tutmuştu. Herkes etrafına merakla bakıyordu. Dev ekranda sadece saçlarım belliydi. Tolga’nın annesiydi, yüzünde küçük bir makyaj kalıntısı yoktu. Yasını belli eden şişmiş gözleri ile günlerce uyumadığını belli ediyordu.

Ahu hızlıca annesinin yanına varmıştı. “Tamam anne sakin ol, hadi biz gidelim. Onlar halleder.” Demiş telaşla Uluğ’a bakarak konuşmuştu. Uluğ’un yüzündeki donuk ifade beni tedirgin ediyordu, bu ifade içerisinde tüm solonu inceliyordu.

“Ahu, kardeşinin katili burada aramızda diyorlar, inlet yak bu salonu ne duruyorsun!” Kızını tüm öfkesiyle göğsünden savurmuştu. Gözünden oluk oluk yaşlar akıyor tüm salonu bakışları ile tarıyordu.

 

“Çık karşıma, söyle bana ne istedin yavrumdan?” Hıçkırıkları arasında dizlerine vurmuştu. Yaşlarım yolunu biliyormuşçasına akmaya başlamışlardı.

“Bu aileden uzakta yaşasın diye onu gurbete saldım. Ezelden beri zaten hasrettim, beni alsaydın daha gencecik körpe bir oğlandı.” Başındaki yazmayı var gücü ile yere savurmuştu.

“Evin barkın yansın, öyle bir yerde can ver ki yandım Allah de kaldıranın olmasın!” Bir annenin ağıtı gökyüzünü yarar derdi dedem. Gök yıkılıyor, duyuyorum. Canım paramparçaya bölünmüştü. Hıçkırıklarıma mâni olmak için avuç içimi ağzıma dayamıştım.

“Aylin hadi Ahu ile eve git söz veriyorum bulacağım.” Behçet Köksoy eşinin yanına gitmiş onu sakinleştirecek sözler söylemeye başlamıştı.

“Gelme Behçet, onun canını almadan eve gelme! Git kendi kafana sık cenazen gelsin.” Demiş ve var gücüyle tüm solona bakarak yüzünü buruşturmuştu. Bakışları uzun süre boyunca tüm kadınlarda oyalandı. Bulamıyor veya anlamıyordu. Duruşu öyle acizdi ki ayakta durmakta güçlük çekiyordu.

“Duydun mu beni Uluğ, onun leşini önüme atacaksın! Tolga can verdiği o gün bana söz verdin, artık takatim kalmadı. O soysuzun soyunu önüme leş diye atacaksın!” Az önceki o bağırışını dizginleyerek ve üzerini düzelterek Uluğ’a karşı konuşmuştu.

“Yenge eve git, gereken yapılacak!” Uluğ sertçe konuştu. Aylin Köksoy omuzlarını düşürerek Ahu’nun koluna girmiş ve salondan uzaklaşmıştı.

“Hiçbir kadın bu salondan çıkmayacak, herkes sorgulanacak!” Behçet Köksoy hiddetle sesini yükseltmişti. Salonda itiraz dolu bağrışmalar yükselmişti. Herkes birbiri ile tartışma halindeydi. Uluğ bana doğru dönmüş ağzını açıp tam bir şey diyeceğinde anlamlandıramadığım bir ses yayılmıştı.

Önce bir uğultu… Ardından kulakları sağır eden bir ses.

Zeminin sarsılmasına neden olacak bir patlama gerçekleşmişti. Düşünmeye fırsatım olmamıştı. Uluğ tüm bedenimi kucaklamış, masanın yanına sürüklemişti. Yere çömelmiş ve üzerimde adeta bir kalkan gibi beni gövdesi altına almıştı. Uluğ’un kalp atışlarını göğsümde hissediyordum; hızlı ama sağlam. Nefesi ensemden sıcak bir fısıltı gibi çarpıyordu. Bir bomba sesi daha yükselince başımı ellerimin arasına almıştım.

Korkudan bayılacağımı hissetmiştim. Üzerimize basınçtan ötürü cam parçaları düşüyordu. Salonda adeta kıyamet kopuyordu. Yardım çığlıkları ve çıldıran insan sesleri. Korkuyla Uluğ’un beni sarmaladığı kolunun altından bakmak istemiştim. İlk gördüğüm kişi Uluğ’un benim üzerime kapandığı gibi Uraz’ın da Yade’nin üzerine öyle kapanmış olması oldu.

“Mihran!” Uluğ’un sesi, gürültünün arasında süzülüp kulaklarıma ulaştı. Başımı kaldırmaya çalıştım ama Uluğ, beni daha da sarmaladı. “Kımıldama!” diye emretti, sesi gergin ama sarsılmazdı.

Uluğ, başını hafifçe eğip yüzünü bana doğru yaklaştırmıştı. Gözleri hızla tüm bedenimi taradı, bir yara arıyormuş gibi. Sonra, belli belirsiz bir rahatlama ifadesi geçti yüzünden.

“İyi misin?” diye sordu, sesi halen gergindi ama içinde derin bir endişe taşıdığını anlamıştım.

“Neler oluyor Uluğ?” Heyecanıma engel olamamıştım.

“Korkma, birazdan geçecek.” O öfkesini dizginlemeye çalışarak sesini yumuşatmıştı. Dışarıdan silah sesleri gelmeye başlanmıştı. Patlama sesi çok yakından duyulmuştu.

Havaya karışan barut kokusu burnuma kadar ulaşmıştı. Duman tüm salona sinmişti, her nefes, ciğerlere biraz daha kül taşıyordu. Beş dakikanın sonunda Uluğ hareket edip ağırlığını üzerimden çekmişti. Elimi yine elinin arasına almış ve ayağa kalkmıştı. Bende onunla beraber kalkma durumunda olmuştum.

Silah sesleri de kesilmiş sadece insanların korku dolu bağırışları yükseliyordu. Koca cüssesi salonun sonunda olan biteni seyrediyordu. Öfkelenip neler olduğunu sorgulamasını beklemiştim ama o benim düşündüğüm aksine sadece izlemekle yetindi. Her şeyi ve tüm ayrıntıları yavaş bir filmin şeridini izler gibi öylece bakmakla yetinmişti.

“Bomba senin arabanda patlamış, dışarısı kıyamet yeri. Sen söyle ne yapalım Çebi?” Korer alnı kırışmış ve öfkeli bir biçimde gelmişti. Uluğ hiç dönüp bakmamış aynı pozisyonda sadece izliyordu.

“Arka kapıdan misafirleri gönderin.” Tok ve duygusuz sesi ile yanıtlamıştı.

“Tamam o halledilir ben dışarıdaki hengameden bahsediyorum.” Korer’in sabırsız sesi öfkeyle kabarmıştı.

“Dediğimi yap!” Net sesine Korer yüzünü sıvazlamıştı. Yanımızdan uzaklaşarak etraftaki korumaları yönlendirmeye başlamıştı. Uraz, Yade’nin elini tutmuş bir şekilde yanımıza geldi. Yüzü öfkeden morarmıştı.

“Aga, Yade burada kalsın dışarısını kontrol etmeye gideceğim.” Dişlerini sıkmaktan çenesinin kopacağını sezdim. Uraz elini çekeceğinde Yade koluna sarılmıştı.

“Gitme Uraz.” Sesi titremişti. Uraz’ın kirpik diplerinin titrediği gibi. Bakışları yoğun bir duygu barındırıyordu. Ama öfkesi daha ağır basıyordu. Uraz sertçe kolunu çekmişti. Güzeller güzeli Yade ise bir boşluğa düşmüş gibi tökezlemişti. Tüm misafirler salonu boşaltıyordu. Herkesin yüzünde tedirginlik ve korku hakimdi.

“Sadece bekle!” Umursamaz bir biçimde konuştu. Arkasına dönmüş gideceğinde Uluğ’un sesi yükselmişti.

“Geride kal Demir.” Yine tok bir sesle konuştu. Yüzünde duyguya ait bir kırıntı aradım lakin bulamadım. Uraz şaşkınlıkla dönmüş ve Uluğ’a bakmıştı.

“Mert’le birlikte Köksoy ailesi ile Mihran’ın güvenliğini sağla!” Yine yüzünde bir duygu kırıntısı bulunmuyordu. Uraz kaşlarını havalandırmıştı. Bak sen der gibi bir tavra sahip olmuştu.

“O niyeymiş, bizimki can da seninki patlıcan mı amına koyuyum!” diye terslemiş ve belindeki silahı çıkartıp emniyet kemerini çekmişti. Uluğ tümden süzmüş ve dişlerini birbirine sürtmüştü.

“Uzatma, dışarıda beni ne beklediğini iyi biliyorum. Ötede dur Demir!” diye terslemişti. Elimi bırakacağını anladığımda bu sefer ben sıkıca tutmuştum. Aynı anda Uraz’da belindeki silahı çıkartmış ve emniyet kemerini çekmişti.

“Sikerim öteni Çebi!” diye atarlanmıştı. “Yanında, arkanda, önünde her yerdeyim. Beni şu arkamdaki dal yarak heriflerle bir tutma!” Bize doğru gelen Mert, Merve ve Korcan’a hitaben konuşmuştu. Uluğ ters ters bakmış ve bir an yine bana dönmeden elimi elinden sertçe koparmıştı. Kimseyi umursamadan gitmeye başlamıştı. Korer’de onlara katılmış uzaklaşmaya başlamışlardı.

Tüm salon boşalmış Köksoy ailesi ile yapayalnız kalmıştım. Yer ayağımın altından adeta kayıyordu. Arka kapıdan kıvırcık saçlı ve sarı yapay renkte biri girmişti. Altında hâkî yeşili asker pantolonu vardı. Üzerinde dar bir siyah tişört vardı. İkizlerle aynı yaşta gibi gözüküyordu. Yani yirmi bir yaşında, bayık gözleri ve yaşına göre kaslı vücudu ile serseri bir tavra sahipti.

“Mete ne işin var senin burada oğlum? Evde kal demedim mi?” Behçet Köksoy’un bağırışı tüm salona yayılmıştı. Bu kendini dağıtan Tolga’nın en küçük kardeşiydi.

“Davet başladığında otoparktaydım, dinlemedim sözünü düştüm geldim.” Yayık ve kısık gözlerle ayakta zor durduğunu anlamıştım.

“Yine mi o zıkkımı içtin ulan!” Yakasına yapışmış var gücü ile sarsmıştı. Gözleri annesi gibi maviydi. Minyon bir yüze sahipti. Kıvırcık ve uzamış saçları alnına dökülüyordu. Sağ kulağına iki küpe vardı. Tolga’ya çok benziyordu. Dudaklarında kurnaz ve çirkin bir gülümseme oldu.

“İçtim, içeceğim baba. Komaya girene kadar zıkkımlanacağım, ne zaman ki o piç evladını önüme atarsınız işte o zaman siktiri çekeceğim o velette!” Babası onu tutmasa yere kapaklanacaktı. Behçet Köksoy sabrı kalmamış olacak ki yakasından savurmuştu. Ve beklenen olmuş yere boyluca kapaklanmıştı.

Yardımına ikizler Seymen ile Eymen koşmuştu. “Amca bunca derdin arasında şimdi Mete’yi düşünemeyiz. Kendine hâkim ol biraz!” Merve’nin ikazı ile Behçet Köksoy yüzünü sıvazlamıştı.

“Ne oluyor yine, aklım almıyor artık! Kim bizden ne istesin, biri beni aydınlatsın ya!” O siyah şallı kadınlardın kısa boylu ve esmer olanı atlamış öfkeyle sitemini belli etmişti.

“Bu her kimse bizim değil Uluğ’un düşmanı Nurşen!” Fehmi Köksoy çatık kaşlarla konuştu.

“Her şeyin sorumlusu o Hasan Çebi olacak adam, kusura bakma Melek ama ne geldiyse başımıza senin baban olacak o herif yüzünden geldi. Dağıldık, soframız bir gün olsun tamamlanmadı.” Nurşen diye hitap edilen kadın Uluğ’un annesine karşı öfkesini kusmuştu. Melek Köksoy’a baktığımda yüzünde hiçbir mimiğin oynamadığını donuk bakışlarını benim üzerimden çekmediğini görmüştüm.

İstemsizce gerilmiş ve korkmuştum. Onun bakışları gibiydi. Uzun boylu sarı saçlı bir kadındı. Başında olan şalı boynuna dolamıştı. Üzerinde lacivert vücudu saran omuzları düşük sade bir elbise vardı. Yaşına göre bakımlı ve güzel bir kadındı. Uluğ’un gözleri gibi parıl parıldıyordu.

“Kes sesini Nurşen hiçbir Allah’ın kulu Hasan babaya tek kelime edemez. Edenin o dilini koparırım!” Behçet Köksoy Nurşen’in üzerine yürümüş ve işaret parmağını sallamıştı. Kenan Köksoy, Nurşen’in önüne geçmiş o uzun boyu ile bir devi andırmıştı.

“Abi ayıp oluyor, karıma bağıramazsın!” Saygınlığını korumaya çalışıyor ama eşini de ezdirmek istemiyordu. Merve’nin annesi ile babasıydı.

“Nefesimle ikinizi de boğarım Kenan, karına öğret Hasan Çebi’nin adını o kirli ağzına almayacak!” Hiddetle kardeşinin yüzüne karşı bağırmıştı. Kenan Köksoy mahcup bir tavra bürünmüştü.

“Karım adına özür diliyorum abi.” Sessizce mırıldanmıştı. Behçet Köksoy kendi etrafında öfkeyle dolanmıştı.

“Hiç mi sorgulamayacağız ama, onu söyle abi?” O dört siyah şallı kadınların sonuncusu konuşmuştu. Zarif ve asildi. Kahve gözleri kahve saçları ve temiz yüzü ile ay gibiydi. Burnunun yanında bir beni vardı ve eski Türk dizi kadınlarını andırdığını anlamıştım.

“Sorgulamayacaksın Laçin, Uluğ’u ben büyüttüm. O yaşından büyük acılar çekti, siz ne yaptınız peki? Korkak gibi evlerinize kapandınız, o çocuğun bir suçu yoktu ama bizlerin günahı çoktu.” Yine aynı öfkesi ile haykırmıştı. Hiçbiri birbirinden hazzetmiyor gibiydi. Ama tuhaf bir biçimde de bağlıydılar. Mert usulca yanıma gelmişti. Ona tuhafça baktığımda yan gözle bana bakmış ve önüne dönmüştü. Ne o, yoksa yanımda olduğunu mu söylemek istemişti. İyi de Merve böyle öfkeyle bakarken o nasıl onu çiğnemişti?

“Maziyi kurcalarsak, hepimiz kaybederiz abi. Ama şimdi geleceğe bakmalıyız, senin oğlun öldü ama bizlerinde birer evladı var kim bilir yarın belki de benim çocuğumu katledecekler… Eğer şimdi konuşmazsak yarın ağlayan yine biz olacağız.” Kenan Köksoy boğazında düğüm varmış gibi konuşmaya çalıştı. Anladığım kadarı ile bu salondaki herkes Behçet Köksoy’dan korkuyordu.

Uluğ neredeydi? Dışarıdan hiçbir ses duymuyordum. Kimse dışarıda olup bitenle ilgili konuşmuyor alışkın gibiydiler. Gözüm durmaksızın dış kapıya uğruyordu. Çıkmak onu görmek istiyordum.

“Ölürsek ölelim ulan, ne yapacaksın Uluğ’un karşısına geçecek bir yüreğin mi var?” Behçet Köksoy yine o durmaksızın büyüyen öfkesi ile birlikte sarf etmişti sözlerini.

“Bizim yok ama senin var? Hiç mi merak etmiyorsun, halen Tolga’nın katilini önüne atmadı. Oysa onu öldüren bizzat Uluğ’un düşmanı, yeğenim Tolga masumdu abi.” Fehmi Köksoy öne yürümüş sakin bir sesle konuşmuştu. Mert’in babasıydı.

“Çebi’dir ulan o bana yanlış yapmaz, ben sormam o anlar. Bilmedikleriniz var, oturun asabımı bozmayın!” Yine net ve oldukça kendinden emindi.

Bana yanlış yapmaz.

Peki şu an benim gerçek kimliğimi bilse yine aynı sözü söyler miydi?

“Biz de o yüzden bu zamandır susuyoruz, canımızı Uluğ’a borçluyuz ama masaya oturduğundan beridir etraf durulmuyor abi. Ne diye yeniden meydan okuyor ki, baksana belki de bizi bu gece öldüreceklerdi nereden bileceğiz? Dur demelisin, çekilsin o masadan başımıza ne geldiyse kusura bakma abi ama Hasan Çebi’nin o masasından geldi.” Fehmi Köksoy susmamış yeniden kendi düşüncesini dile getirmişti.

“Fehmi, bilmeden konuşuyorsun. Girmediğin ortamlar anlamadığın meseleler… Uluğ zevk mi alıyor zannediyorsun ulan? Oraya kolunu kaptıran bacağından da olur, bırakırlar mı sanıyorsun? Dışarıda Allah bilir şimdi kaç adamını kaybetti haberin var mı? Sen koy yerine, her gün etrafından birileri öldürülüyor öylece oturabilecek misin?” Behçet Köksoy tam karşısına geçmişti Fehmi Köksoy’un. Uluğ’dan o kadar bahsedilmesine rağmen kendi öz babası tek kelime dahi etmemişti. Etmek gibi bir zahmete girmeyi de düşünmüyor gibiydiler. Faruk Köksoy bir sandalyeye oturmuş başını elleri arasına almış ve yeri izliyordu. Melek Köksoy ise ölüden farksız yüzü ile odağı sadece bendim.

 

“Eğer söz konusu ailemse boyun eğerdim abi, susardım ne deniliyorsa onu yapardım.” Fehmi Köksoy yine susmamış yüzünü buruşturarak cevap vermişti. Behçet Köksoy bilmiş gülümsemesi ile küçümseyici bakışlarını kardeşinin üzerinde tutmuştu.

 

“O yüzden Fehmi Köksoy’sun bir Uluğ Mirza Köksoy olmak öyle kimsenin harcı değil.” Yeğenini bu kadar koruyan ve kollayan kimseyi görmemiştim. Herkesi kaybederim ama onu asla demeye çalışıyordu. İşte şimdi herkes susmuştu. Behçet Köksoy’un bu tutumu beni daha da germişti. Uluğ’a bağlıydı. Tüm herkesi karşısına alabilecek kadar güçlü bir duyguyu barındırıyordu içinde. Belki de ölen oğlunun yerine koymuştu… Ve belki de geçmişe dayanıyordu.

 

“Baba ben artık bir dışarı kolaçan etsem olmaz mı?” Merve’nin sabırsız sesi yayılmıştı. Yüzünde burada olmaktan memnun olmayan bir ifade vardı.

“Sana kaldı çünkü, asabımla oynama Merve!” Kenan Köksoy buruşturmuş olduğu yüzüyle konuştu. Merve öfkeyle dişlerini sıkmıştı. Gözlerini kapatmış nefes almaya çalışıyordu.

 

Salona adım atan Fuat ile birlikte tüm bakışlar merak içerisinde oraya dönmüştü. Koca göbeği ve pala bıyıkları ile sadece beni kontrol etmiş ve yanımıza gelmişti.

 

“Abi, eve gitmeniz gerektiğini söyledi Behçet baba.” Üzgün bir suratla konuştu.

 

“Fuat can kaybı var mı?” Hiç duymamış merak ettiği o soruyu sormuştu. Fuat yaşına rağmen göz pınarları kızarmış gözlerini kırpıştırmıştı.

 

“Çok var da… Ali’yi kaybettik baba.” Sesi kısılmıştı. Bu dediğine kalbim acımıştı. Onu çok iyi tanıyordum.

 

“Ne, nasıl?” Korkuma engel olmadan konuştum. Tüm o bakışlar merakla bana dönmüştü. Daha gencecik bir çocuktu. Temiz yüzlü sarışındı. Allah kahretsin çok üzülmüştüm.

 

“Yenge abi seni daha önden benimle birlikte çıkmanı istiyor.” Demiş ve yine hüzünle bakıyordu. Gözlerim dolmuştu Fuat’la sözsüz bir konuşma geçmişti aramızda. Birbirimizi teselli ediyor gibiydik. O oğlunu kaybetmiş edası ile iç çekmişti ben ise o masum yüzlü çocuğun öldüğünü kabul etmek istemiyordum.

 

Bir şey demeden masanın üzerindeki çantamı almış ve Fuat’a doğru adım atmıştım. “Hoş geldin ailemize kızım.” Behçet Köksoy’un yanından geçeceğimde sözleri ile durmuştum. Durmuş ve ona bakmıştım. Derince yutkunmuş ve gözlerimi kırpıştırmıştım.

 

“Kusura bakmayın ama öyle bir durum yok!” Elimde olmadan sert çıkışmıştım. Sevmemeliler ilerde daha fazla acı vermemek için benden nefret etmeliydiler. Oğullarının katiliydim gerisinin bir önemi yoktu.

 

Behçet Köksoy yine bilmiş bir edayla gülümsemişti. “Biz aldık cevabımızı kızım o yüzden aramıza hoş geldin ama yine de senin dediğin gibi olsun… Tabii şimdilik.” Demiş. Ne dersem boşmuş gibi geldi.

 

“Müsaadenizle efendim.” Mesafeyi bu sınırda bırakmalı ve daha ileri gidilmemeliydi. Kalbimi eziyorlardı öyle çirkin bir konumdaydım ki midem bulanıyordu. Arkamı dönmüş ve Fuat ile birlikte dışarı doğru gitmeye koyulmuştuk.

 

Koridoru arkamızda bırakarak o koca merdivenlerin başına gelmiştik. Rüzgâr yüzümü okşuyor beraberinde iğrenç bir kül kokusu bırakıyordu. Etrafta gördüğüm binlerce siren sesleri ve yanan kırmızı mavi ışıklar gözümü kamaştırıyordu. Bir can kurtarmak için uğraş veren sağlık çalışanları ve askeri birlik mevcuttu.

 

Patlamanın olduğu yere baktığımda hissedilenden daha vahim bir durumun söz konusu olduğunu anlamıştım. Hemen hemen sekiz araç yanmış bir demir parçasından ibaret kalmışlardı. Ve yerde siyah ceset torbaları doluydu. Saymaya korktum, öyle çoklardı ki? Genzim yanmıştı. Böylesi bir görüntüye hiç maruz kalmamıştım. Midem ağzıma geliyordu.

 

Uluğ’u görmüştüm. Askeri üniforma giyen bir adamla konuşuyordu. Adam elini Uluğ’un omzuna koymuş, eğilip kulağına bir şey söylemişti. Aralarında sözsüz bir bakışma yaşanmış ve adam uzaklaşmıştı. Uluğ ellerini ceplerine sokmuş, göğsünü tamimiyle açmıştı. Bakışları yerdeki ceset torbalarındaydı. Yanında Korer vardı ve onun da ondan bir farkı yoktu. Uraz ise uzakta kalan korumalara var gücü ile bağırıyordu. Arif’i omuzlarında savurmuştu. Arif dikkatimi çekmişti çünkü sol yüzü tümden kanlarla bezenmişti. Başından aktığını düşündüm çünkü bir şişlik vardı.

 

Merdivenleri arkamda bırakmış ve kaldırıma ayak basmıştım. Önümde limuzin tarzında üç büyük araç duruyordu. Kapıları sonuna kadar açıktı. Ve o anda Uluğ ile göz göze gelmiştik. Bu anı bekliyormuş gibi bana doğru yürümeye başlamıştı. Omuzlarındaki yükleri bir bir söküp atmak istiyordum. Yaşadığı bu hayattan nefret ediyordum. Omuzları geniş duruşu ise heybetliydi. Ve ben görüyordum, bu duruşun altında yatan yorgunluğu ilmek ilmek hissediyordum.

 

O bir kurttu ben ise onun yanında yavru bir ceylan…

 

Uluğ yanıma geldiğinde dayanamamış boynuna sarılmıştım. Saniyesinde karşılık vermişti. Belime doladığı kollarıyla sıkıca beni kendine yaslamıştı. Başını boyun girintime doğru sokmuştu. Fuat bu ara içerisinde bizden uzaklaşmıştı. Ve Köksoy ailesi merdivenlerden inecekken bizi gördükleri gibi durmuşlardı.

 

Usulca Uluğ’un saç diplerine bir öpücük bırakmıştım. Titrek bir nefes vermiş ve tüm boynum onun nefesi ile çiçek açtı. “Buradayım Uluğ.” dedim aynı bana verdiği o desteği verdim. Boyum onun yanında oldukça kısa kaldığı için ayaklarım yerden kesilmiş bir biçimde beni havaya kaldırdı.

 

“Buradasın benim güzelim.” Bu ses tonu benim sonumu yazabilirdi. Razıydım buna. Tok ve etkileyici. Daha uzun sarılmayı istermiş gibi zoraki bir şekilde benden ayrıldı. Ayaklarım yerle buluşmuş ama Uluğ’un ayakkabıları ile benim topuklu ayakkabılarım birbirine değiyordu. Yakınlığımız yüzünden aramızdan bir rüzgârın geçmesine müsaade etmiyorduk.

 

“Mihran?” Bu tonunu hiç sevmemiştim. Kısık bakışları gözlerimde tutundu. Elini saçlarımın arasına daldırdı. “Bu ses tonundan nefret ediyorum, yine hangi belaya merhaba dedin acaba?” Huysuz sesimle konuştum.

 

“Bir süreliğine işim olacak.” Başını yana yatırmış ve tüm yüzümü iç çekerek inceledi. Onun aynısını yapmış ve hüzünle dudak büktüm. Bu tavrıma küçük yorgun bir tebessüm etti. “Ne kadar bir süre bu?” Tüm yüzüne özlem içerisinde baktım.

 

“Bilmiyorum ama bir müddet ortalıklarda olmayacağım.” diye açıkladı. Benden daha çok üzülüyor hali vardı. Beni hiç görmeyecekmiş gibi yüzümü okşuyordu.

 

“İyi olacaksın,” Korkuma mâni olamadım. Tespitten çok soruydu. Hüzünle bana baktığında istemsizce gözlerim doldu. “Senden uzakta iyi olamam Mihran. Mümkün değil bu…” Yüz şekli benim ağlamamı tetikliyordu. Elimi kaldırmış göğsüne koydum. Tam da zamanında o bıçağı sapladığım yere. Orayı öpmeliydim. Bunu unutmamalıydım.

 

“Uluğ, ben ne olacağım?” Duygularıma hâkim olamadım. Kaşlarını çattı, sert bir soluk içine çekti. Düşündüğü her neyse yutkunmakta zorlanmıştı. “Mihran’ım, benim güzelim.” diye mırıldandı. Hayır, hayır kesin çok kötü bir şey olmuştu. Hissediyorum bunu.

 

“Senden bir şey isteyeceğim ve üzgünüm bunu yapmak zorundasın.” diye devam etti. İşte korktuğum o şey kapımdaydı. “Korkutma beni!” Sertçe yanıt verdim.

 

“Herkes bir yerde, ortalık karıştı. Kim kime düşman belli değil, şu an herkesin derdi kozlarını kapıştırma…” diye açıklama gereği duydu. Bakışları ara ara dudaklarıma iniyor oradan saçlarımda tutunuyorlardı.

 

“Ee Uluğ?” Sabırsız olduğumu belli ettim. Gözlerini kırpıştırdı, elini yanağıma koydu. Diğer eli ile avuç içimi öpmüştü. Hayır ağlamamalıydım.

 

“Beni alt etmek için seni kullanmak isteyecekler ve ben buna asla izin veremem. İhtimaller arasına dahi giremez!” Kendinden emin ve baskın bir sesle konuşmuştu. “Seni kaybedemem, anlıyorsun beni değil mi?” Anlamam için gözlerimizi eşit bir alana getirmişti. Bu sözleri sinir havliyle söyledi. Hıncı varmış gibi, boğuluyormuş da kurtaranı yokmuş gibi.

 

“Ne olduğunu söyleyecek misin artık?” Bekledikçe deliriyordum. Tüm yüzümü gözlerinin kırpıştırarak taramıştı.

 

“Olmadığım bu süre içerisinde Köksoy malikanesinde kalacaksın!” Kısık sesine ve sözlerine karşı duyma yetimi kaybetmeyi umdum. Ailesinden bahsediyordu, az önce içerde aynı havayı soluduğum için nefes alamadığımı hissettiğim ailesi ile birlikte aynı evde kalmamı söylüyordu. Bu çılgınlıktı bu başlı başına büyük bir saçmalıktı.

 

“Anlamadım?!” Şaşkınlığıma engel olamamıştım. Beni kendine daha bir hapsetmek istediğinde buna engel olmuştum. Kaşlarını çatmış huysuz bir yüze bürünmüştü.

 

“Sadece bir süre, kimse sana en ufak bir şey diyemez!” Yine beni sakinleştirme derdindeydi. Kalamam, o ev beni boğar. Yapamam, o ev sakladığım tüm gerçekleri yüzüme vurur.

 

“Öyle bir şey olmayacak Uluğ.” Gözlerimi kocaman açmış başımı iki yana olumsuz bir biçimde sallamıştım.

 

“Güvende olmalısın,” diye karşılık vermişti. Mecburmuş gibi.

 

“O ev ve güvende olmak öyle mi? Delirdin mi sen, nasıl bir ateşin içerisine beni attığının farkında mısın acaba? Aklın eriyor mu, ben onların düşmanlarıyım ya!” Sesim titremiş dudaklarımın büzülmesine mâni olamamıştım. Yüzümü elleri arasına almak istediğinde buna izin vermemiştim. Sinirlenmiş ve tüm engellerime rağmen yüzümü avuç içine almış ve alınlarımızı birbirine yaslamıştı.

 

“Yaşamalısın bebeğim, ben ölmeden ölmemelisin. Bu acıyı sırtlayamam…” Sakin ve yalvaran bir ses tonu ile konuşmuştu. “Ve gerekirse bunu en çirkin yolla yapmaya hazırım. Kimse bir şey bilmiyor ve bilmeyecekte! En azından şimdilik... Sadece sus ve sabırlı ol. Geleceğim, gelene kadar o evde güvende olacaksın!” Emin ve tok bir sesle devam etti.

 

“Ya şüphelenirlerse Uluğ, tek başıma ne yaparım?” Korkumu belli etmekten geri kalmamıştım. Yanağıma küçük bir buse kondurmuştu. Beni sevişine hayrandım. Kimsenin göstermediği merhameti bana yaşatıyordu.

 

“Nerede olursam olayım kalbinin sıkıştığını hissettiğim an yanında biteceğim. Sana yönelecek her kötülüğün karşısındayım.” Tok ve gür bir sesle karşılık verdi. Daha nasıl anlatabilirdi ki zaten?

 

“Zafer ustanın evinde kalsam?” diye bir öneride bulundum. Mahsunca yine merhametle bulanmış bakışlarını bana göndermişti.

 

“Kendisi şu an Amerika’da iki güne gelecek, gelse bile evde durmayacak güzelim.” Çaresiz bir tonla konuştu. Her şeyi hesapladığını biliyordum ama canım sıkılıyordu. Nefes alamıyor gibiydim.

 

“İstemiyorum, Uluğ.” Gözümden usulca dudaklarıma konan yaşla birlikte gözlerimi sertçe kapatmıştım. Sağ gözümden akan yaşın üzerine bir öpücük kondurmuştu.

 

“Ağlamandan nefret ediyorum, seni ağlatmaktan da keza öyle.” diye hayıflanmıştı. Alnımı göğsüne yasladım. Her şeyi mecburiyetten yapıyordum ve bu durumdan bıkmıştım. Saçlarımın arasında nefesi bulaşıyordu dudakları ise tüm uzuvlarımı eritiyordu.

 

“Siperim, görmüyor musun beni Mihran?” Ses tonu ruhumu dağlamıştı. Tok fakat acizdi. Güçlüydü fakat bitaptı. Kaya kadar sert ama karşımda duramayacak kadar acizdi. “Sana yönelecek her tehlikenin önünde durmuşum. Ben hiç sana kıyabilir miyim? Gör beni artık!” Bir serzenişte bulunmuştu. Sitemliydi, öfkeliydi ve kırgındı. Bir eli belimde diğer eli ise saçlarımın arasındaydı. Yüzünü boynuma gömdüğünde tam da o bıçağı sapladığım yere uzun bir öpücük kondurmuştum. Bir ah çekmişti. Bir ah beni meftun etti…

 

“Zor ve yorucu olacak.” Duygularıma engel olamamıştım. Ailesi bana en büyük sınav olacaktı. Nasıl katlanırdım bunca acıya? “Razıyım, sende razı gel güzelim.” Cevabı gecikmemişti. Zamanı yokmuş gibi… Beni içine hapsetmek ister gibi sarmalamıştı.

 

“Bu halde nasıl geleyim söylesene?” Ağzımdan kaçan hıçkırığa mâni olamamıştım. Sarsıla sarsıla ağlamaya başladığımda başımı göğsüne bastırmıştı. Ona ilk kez böylesi bir şeffaflıkla yaklaşmıştım. Titrek bir nefes boynumda gezintiye çıkmıştı.

 

“Sen gel de kahrın armağandır bana.” Bir solukta nefesini bırakmıştı. Gözümden akan yaşlar onu huzursuz ediyordu. O ağlayamıyordu ben ikimizin yerine yaşlarımı akıtıyordum. Ailemden daha aileydi bana. Ama ben ona hiçbir şey olamıyordum. Hıçkırıklarım artmış ve ayak ucumla yükselerek boynuna sarıldım. Yine saniyesinde karşılık verdi. Ensesini usulca okşamış ense saçlarından gelen buram buram orman kokusu genzimi yakmıştı.

 

“Bir gün ayrı düşsek bile, kader bizi yeniden yazana dek, ruhum seni çağırmaktan vazgeçmeyecek canımın içi.” Gözümden akan yaş onun tenine serpilmişti. Tüm vücudunun kasıldığını hissettim. Beni öyle bir sarmalamıştı ki bir bütün parçasına dönüştük. Bizim her yakınlığımız bir vedadan ibaretti. Ve o bunu kabullenmişti. Sarhoş bir şekilde yanıma geldiği gece bunu gözlerinde görmüştüm. Yaşıyorduk, sonumuzu bile bile cehenneme doğru yürüyorduk.

 

Bedenini benden ayırmadan yüzünü yüz hizama getirmişti. Göz içi kan çanağına dönmüş ve bu beni bozguna çevirdi. Ablamın bana yazdığı mektuptaki sözler yankılandı beynimin içerisinde. Nefesimin titrediğini sezdim. Uluğ’un gözleri, bana yaklaşırken bakışları karanlık bir yemin gibi bakıyordu… Kaçamayacağı, kurtulamayacağı bir yemin. Aramızdaki mesafe kapanırken, sanki dünya durdu.

 

O an, ikimizin de başına gelecekleri bildiğini ama yine de geri dönmeyeceğimizi anlatan bir sessizlik vardı. Uluğ, parmak uçlarını yanağımda gezdirdi, parmakları bir dua gibi usulca tenime dokundu. Gözlerimi kapattığımda içimde yankılanan tek şey, bu dokunuşun kaçınılmazlığıydı. Dudakları nihayetinde dudaklarım ile buluştuğunda, bu bir kavuşmadan çok bir lanet gibiydi. -Ne kadar isteseler de bir gün paramparça olacaklarını bilen iki insanın, çaresizce birbirine sarılması gibi-

 

Uluğ’un öpüşü önce kararsızdı, sanki beni incitmekten korkar gibiydi. Ellerimi onun yakasına götürüp kendime çektiğimde, bu adeta bir savaşın teslimiyeti gibi oldu. Uluğ, içindeki tüm öfkeyi, acıyı ve sevgiyi bu öpüşe mühürledi. Ve ben o an bir uçurumdan düştüğümü sandım; ama düştüğüm yer Uluğ’un kollarıydı ve bundan daha güvenli bir yok oluş bilmiyordum.

 

Gözümden akan tuzlu tat ile karışık onun sigara kokan dudakları canımı yakmıştı. Hoyratça öpüyor, ıslak izler bırakıyordu. Sever gibiydi acı çeke çeke yanar gibi…

 

Rab’dan isteğim bu adamı kaderime öyle bir işlesin ki ruhum sadece onun kollarında gökyüzüne kendini teslim etsin.

 

Alt dudağıma son bir ıslak öpücük kondurmuş ve uzaklaşmıştı. Alnını alnıma yaslamış nefes nefese kalmış bedenini dizginleme derdindeydi. Benim de ondan altta kalır bir yanım yoktu. Kalbimin atışını duyduğuna yemin edebilirdim. Ateş tüm bedenimi sarmış ne yerde ne de gökteydim. Her beni öptüğünde yaşadığım duyguları yaşıyordum. Ölene kadar bu şekilde hissedeceğime emindim. Gözlerini usulca araladığında mahsunca yüzünü taradım. İçli bir nefes çekmiş sanki ne kadar öperse öpsün doymayacakmış gibi yeniden bakışları dudaklarımla buluşmuştu.

 

“Senden ayrılmayacağım tüm dünya karşımda dursa dahi…” diye mırıldanmıştı. Acılı bir nefes bırakmıştım. Küçük fakat anlamı büyük bir tebessüm ile de ona cevabımı vermiştim. Belimde beni sarmalayan kolları iki yana düşmüş ve bir adım geriye gitmişti. Fakat elini elim ile bir bütün haline getirmeyi de ihmal etmemişti. Arka tarafa bir bakış atmıştı. Ve o saniyesinde Köksoy ailesi bize doğru gelmiş Fuat ise başı eğik bir şekilde Uluğ’un yanında hazır ol da durmuştu.

 

“Mihran’ın yanından bir an olsun ayrılmıyorsun, onun yüzünün düşmesine neden olacak herhangi bir olay da derhal haber ediyorsun. Aysel Hanım’a da haber et, o da malikaneye geçiyor. Yemeği sakın atlamayın, Aysel Hanım, Mihran ile aynı odada kalacak sende kapının önünde olacaksın!” Köksoy’lar yanımıza gelmeden önce Uluğ Fuat’a talimatlarını sıralamıştı. Tedirgin ve huzursuzdu. İşler giderek büyümüştü ve o beni nasıl koruyacağını şaşırmıştı.

 

“Emirin olur abi, aklın kalmasın!” Fuat saygısını bozmadan Uluğ’un gözlerinin içine bakarak konuştu. O arada yanımıza gelen aile ile yeniden göğsümün sıkıştığını, ezildiğini hissettim. İstemsizce Uluğ’un avuç içine tırnaklarımı geçirmiştim. Ve o bunu komut olarak kabul edip yeniden bedenini bedenime hapsetmişti.

 

“Uluğ’um başımız sağ olsun.” Behçet Köksoy üzgün bir yüzle yanımıza varmıştı. Dik durmalıydım, dikkat çekmemeliydim. Bakışlarım umursamazca her birine gitmişti. Açelya en arkada durmuştu, yanında ise Merve vardı aynı Ahu’nun onu zapt etmeye çalışması gibi kolunu sıkıca tutmuştu. Ağlamaktan makyajı akmış korkunç bir yüze bürünmüştü. Güzel bir kadındı, siyah gözleri siyah saçları vardı. Esmer bir kadındı, cazibesi de buradan geliyordu. Uzun boylu ve fiziği iyiydi, Uluğ’la aynı yaşta gibiydiler.

 

“Sağ ol amca.” diye karşılık vermişti. Tüm kadınlar her yerimi süzüyordu. Ve tanımadığım benim yaşlarımda olan kızlarda vardı. Onların da meraklı bakışları arasındaydım. Erkekler ise sadece Uluğ’a bakıyorlardı. Tek bir kişi yine başını eğmişti; bu Faruk Köksoy’dan başkası değildi.

 

“Bir süre ortalıkta olmayacağım ve bu süre içerisinde Mihran malikanede kalacak. Onu en iyi şekilde ağırlayacağınızdan şüphe duymuyorum.” Tok bir sesle konuşmuştu. Her biri ile göz teması kurmuştu. Tüm aile şaşkınlık ve heyecan içerisinde Uluğ’a baktı. Her birinin göz içi parlamıştı. Sanki Uluğ onlardan ilk defa bir şey istiyor gibiydi.

 

“Gözün arkada kalmasın yengem, artık bize emanet.” Merve’nin annesi Nurşen Köksoy heyecan içerisinde şakımıştı. İçerde Uluğ’a karşı bir garezi var gibiydi ama şimdi sanki kölesiydi.

 

“Size emanet etmiyorum yenge, onun rahatını bozmayın yeter!” Uluğ huzursuzca konuştu. Belli ki bu kadından haz almıyordu. Nurşen Köksoy’un hemen yüzü düşmüştü.

 

“Merak etme o evde ben varım oğlum.” Behçet Köksoy baygın gözlerle net sözlerini Uluğ’a bakarak sarf etmişti.

 

“Ona güveniyorum zaten amca.” diye onaylamıştı. Yüzleri düşmüştü. Uluğ’un onlara karşı neden bu kadar katı olduğunu anlayamamıştım. Geçmişe dayalı bir mevzu olduğu kesindi.

 

“Hadi artık yola koyulun.” Talimatı ile herkes yanımdan geçerek arkamda bulunan üç limuzine binmişlerdi. Açelya’nın sesini duyduğumda arkama baktım. Merve onu farklı bir araca bindirme derdindeydi. Yanlarında ise iki adam duruyordu.

 

“Oradan oraya beni çekiştirmeyi bırakın artık! O malikanede yaşıyorum, neden ilk oradan ayrılan kişi ben oluyorum ki? O oru-” Sözünü kesen o adamlardan birinin eli olmuştu. Korkulu gözlerle bizim tarafımız bakmış. Uluğ’a karşı duyduğu korkuyu buradan hissetmiştim.

 

“Kes sesini Açelya millettin içerisinde benden dayak yemek istemiyorsan bin şu arabaya artık!” Sesine kadar öfke doluydu. Açelya’nın omuzları düşmüş ve gösterilen araca binmişti. Merve ile o iki adamla beraber araçla uzaklaşmışlardı. Üç limuzinin içerisinde Köksoylar vardı. Fakat halen hareket etmemişlerdi muhtemelen benim binmemi bekliyorlardı. Tüm kapılar sonuna kadar da açıktı. Yani halen bizi görebiliyorlardı.

 

Uluğ’a baktığımda telefon ile uğraştığını görmüştüm. Harita tarzı bir şeyi inceliyordu. O kadar odaklanmıştı ki beni görmüyor gibiydi. Tertemiz pürüzsüz bir cildi vardı. Bu onu daha da arzulamama sebep oluyordu. Ayak uçlarıma yükselerek yanağına uzun sayılabilecek bir öpücük kondurdum. Parıldayan gözleri ile bana bakmıştı. Âdem elmasının oynadığına şahit oldum. Yüzünde adeta güller açmıştı. Koca bir gülümseme bahşetmiştim ona.

 

“Ne yaptın?” Masumca küçük bir çocuğu andıracak tonda söylendi. Gözlerimin kısılmasına sebep olacak kadar büyük bir gülümsemeyle ona merhaba demiştim.

 

“Ne yapmışım?” Aynı tona sahip bir üslupla karşılık verdim. Bendeki gülümseme ona da bulaşmış ve bana büyük bir şölen sunmuştu. “Hep yap ama.” diye karşılık vermişti. Elini belime koymak için yeltendiğinde unuttuğu bir şey olmuştu; o da elindeki telefondu. Yere büyük gürültü ile düşen telefona gülmemek için dudaklarımı kemirmiştim. Uluğ’un yüz şekli daha da kahkaha atmama neden olmuştu. Etrafa çaktırmadan bakmaya çalışıyor, aklının yerinde olmadığına kanat getirerek yüzünü buruşturmuştu.

 

“Mihran artık biner misin şu arabaya?” Huzursuzca konuştu. Bu tepkisine iç çekerek bakmıştım. Her hareketi beni eritiyordu.

 

“Arayı çok açma, çabucak dön bana olur mu?” Dudaklarımı büzerek tebessüm etmeye çalışmıştım. Gözlerini kırpıştırmış içli içli tüm yüzüme bakmıştı. Elini uzatacağında daha fazla bu işi uzatmak istememiş ve ondan uzaklaşarak arkamda kapısı açık araca kendimi atmıştım. İlk boş yere oturmuştum. Yanımda Laçin Köksoy diğer yanımda ise Kenan Köksoy oturuyordu. Uluğ açık kapının kenarına elini yaslamış ve bana bakmıştı. Gözlerim dolu doluydu ve o bunun farkındaydı. Ağlayacaktım ve onun yüzü yeniden o huzursuz ifadeye bürünmüştü.

 

Bakışları bir an olsun benden ayrılmadan son sözlerini söylemişti. “Dikkat edin.” Bakışlarından sadece benim iyi olmamı istediği haykırıyordu. Ve bunu herkes çok iyi anlamıştı. Uluğ bir adım geriye gittiğinde kapı usulca kapanmaya başlamıştı. Otomatik bir kapı olduğundan yavaşça kapanıyordu. Kendimi sıkıyor onun karşısında daha fazla ağlamak istemiyordum. Çünkü ağlarsam bırakmayacak bir havası vardı. Dudakları hafif aralık bakışları ise ağlamaklıydı. Düşünceliydi, yaptığı şeyin ne kadar doğru olup olmadığını düşünüyordu. Onu şimdiden özlemiştim.

 

Allah kahretsin şu araçtan atlayıp beni bırakmaması için ayaklarına kapanmak üzereydim. Kaşlarını çatmış ve hareket edecek gibi olmuştu. Fakat bir şeyler onu durdurmuş gibiydi. Ve o an anlamıştım. Hissettiğimi hissetmişti. Yüz şekli acı çeker nitelikteydi. Dişlerini sıkmış, göz çevresi kızarmıştı. Uluğ Mirza beni bırakmak istemiyordu.

 

Titreyen parmaklarımı sıktım. Kapı kapandı, camlar siyah filmliydi. O beni göremeyince tümden yüzünü buruşturmuştu. Fakat bakışları bir an olsun farklı bir yere yönelmemişti. Araba yavaşça hareket etmeye başladığında kendimi bu bakışların içine hapsetmek istedim ama mesafe giderek artıyordu.

 

O beni izlemeye devam etti. Yanına onlarca adam gelmişti fakat halen odağı bendim. Görmemesine rağmen görürüm umudu ile öylece seyrediyordu. Ta ki arabanın arkasındaki kırmızı ışıklar, gecenin içinde kaybolana kadar. Gözlerimi ancak o zaman yumabilmiştim. Göğsümü derin bir nefesle doldurdum. Avuç içimi göğsüme bastırdım ve bu katlanılmaz sancının bitmesini bekledim. Usulca yanağımdan süzülen yaşla birlikte dişlerimi dudaklarıma geçirdim.

 

“Bu kadar gerilmene gerek yok. Kimsenin sana saldıracak hali yok ya!” Sağımda oturan Kenan Köksoy’un sesini duyduğumda yumduğum gözlerimi aralamış ve kırpıştırarak ona bakmıştım. Yüzü ifadesizdi aynı Merve’ni o soğuk ve üsten bakan bakışlarına sahipti. Acaba şüphe mi çekiyordum.

 

“Öyle değil efendim.” diye karşılık verdim. O sıra Kenan Köksoy’un yanın da oturan Nurşen Köksoy lafa atladı.

 

“Hayatım sevgilisinden bir süreliğine ayrı düşeceği için bu tavırları, başka bir nedeni yok!” İmalı sözlerine baygın bakışlarla bakmıştım.

 

“O yayık ağzınıza bir tane geçirmemi istemiyorsanız edebinizle susun!” Karşımda oturan Behçet Köksoy’un öfkesi tüm aracı sarsmıştı. Yanında oturan oğlu Mete ise stresle ayağını yere vuruyordu.

 

“Ne dedik ki abi gelinimizi tanımaya, Açelya da olmayan şeyi anlamaya çalışıyorum sadece.” Nurşen Köksoy başını dikleştirmiş estetikli dudaklarını büzmüştü. Kaşlarımı çatmış dediklerini sindirmeye çalıştım fakat başarılı olamadım ve tam da boğazımda yumru oluşmuştu.

 

“Ettiğin lafa bak, hiç mi arlanman yok senin Nurşen!” Solumda oturan Laçin Köksoy hayretle gözünü büyütmüştü.

 

“En sonunda bu tövbeli ağzımı senin yüzünden açacağım olan bana olacak!” Behçet Köksoy’un yüzü öfkeden morarmıştı. Cevap veremiyordum çünkü verecek bir cevabım yoktu.

 

“Sen sakin ol abi, iyi ki Melek burada değildi. Acaba o zaman ne yapacaktı bizim fitne fücur Nurşen!” Laçin Köksoy’un o asil duruşunun altından adeta bir canavar yatıyordu.

 

“Abla benden büyüksün diye susuyorum ama bu bana hakaret edeceğin anlamına gelmiyor, kırılıyorum artık!” Nurşen Köksoy hiç de kırılıyormuş gibi değildi. Rol yaptığı her halinden belli oluyordu.

 

“Yenge bak biz bizeyiz Uluğ abinin kulağına gitmesin yoksa bir daha yüzümüze bakmaz!” Mete eğdiği başını kaldırmış Nurşen’e üsten bir bakış atmıştı.

 

“Siz söylemezseniz gitmez kulağına yengem.” diye burun kıvırmıştı. Mete o sıra kaşlarını kaldırarak beni işaret etmişti. Aynı anda Kenan ile Nurşen Köksoy bana bakmıştı.

 

“İnsan utanacağı cevabını veremeyeceği sözler kullanmamalı Nurşen! Yirmi sekiz yıldır bunu sana öğretmeye çalışıyorum.” Behçet Köksoy başını yere eğmiş adeta tükürürcesine konuşmuştu.

 

“Tamam abi kapatalım şu mevzuyu kızımızın yanında doğru değil!” Kenan Köksoy’a göz ucuyla baktığımda bana baktığını ve mahcup bir eda ile başını eğdiğini görmüştüm.

 

“Kenan kıza yaranmaya çalışma, bence buralarda çok kalmayacak gibi seziyorum.” Nurşen tırnakları ile oynarken çemkirdi. Daha fazla kayıtsız kalamamıştım.

 

“Anlayamıyorum sizi hanımefendi biraz açar mısınız?” Tüm bedenimi Nurşen’e doğru çevirdim. Merakla kaşlarımı çattım. Omzuma bir el konunca sahibine döndüm. Laçin Köksoy tüm zarafeti ile bana gülümsemişti.

 

“Sen onu kale alma tatlım, kişisel de algılama o sadece konuşmayı sever.” Nurşen’e bakarak bu sözleri sarf etmişti.

 

“Ayıp ediyorsun Laçin abla, tepemin tası atarsa sana kızımı nah veririm!” Nurşen Köksoy yeniden sesini yükselttiğinde beynimde uğultular başlamıştı. Hayır bu kadının sesine tahammül edemiyordum. Laçin Köksoy rahatsız bir yüzle Nurşen’i süzmüştü.

 

“Hiç istemedim ki, ana kız oğlumun aklını çeldiniz. Allah aşkına tasan atsın da elinizi eteğinizi çekin üzerimizden artık!” Nefes nefese konuşmuştu. Herkes şaşkınlıkla Laçin Köksoy’a bakmıştı.

 

“Laçin ne diyorsun öyle?” Behçet Köksoy şaşkınlıkla bakmıştı. Laçin ellerini yelpaze şekline getirmiş ve yüzüne doğru yellemeye başlamıştı.

 

“Özür diliyorum abi ama sabrımın da bir sınırı var. Bu zamandır ses etmedim lakin olacak iş değil, nerede nasıl konuşacağını bilmeyen biri ile daha da yakın olmak istemiyorum!” Alnını stresle ovalamaya başlamıştı. Nurşen tam atlayacağında Behçet Köksoy elini havaya kaldırmış ve susturmuştu. Nurşen öfkeyle ellerini göğsünün altında bağlamıştı.

 

“Haklısın, sana sadece sabır dileyebilirim ama Mert’in kulağına gitmesin üzmeyin çocuğu, seviyor oğlan bizim haddimize değil.” Net ve dik bir şekilde yanıt verdi.

 

“Hiç olur mu abi, ben nerede ne zaman konuşacağımı iyi bilirim!” Laçin, Nurşen’e bakarak cevabını vermişti. Bu imasına dudak büzmüş ve başını farklı yöne çevirmişti.

 

Başka kimse konuşmamış herkes suskunluğa gömülmüştü. Her birine teker teker baktım. Nasıl bir aile olduklarını çözmeye çalıştım. En fazla düşündüğüm ise Uluğ’un bu insanlara karşı neden böyle bir tavra sahip olduğuydu. Ne yaşamışlardı da kendi büyüttükleri onlardan yaşça küçük bir oğlandan korkar hale gelmişlerdi?

 

Her yer karanlıktı, geçtiğimiz her şehrin ışığına veda ediyorduk. Bir yokuşu ardımızda bırakmış ve araç koca bir demir kapısının önünde durmuştu. Başımı eğip merakla baktığımda, demir kapının tepesinde Köksoy Malikanesi yazıyordu. Düğümlenen boğazımı yutkunarak bastırmaya çalıştım. Kapının iki yanında, omuzları dimdik duran güvenlik görevlileri bekliyordu. Gözleri ifadesiz, duruşları ise tam anlamıyla disiplinliydi.

 

Aracı süren şoför camı indirmesiyle birlikte güvenlik görevlilerinin aralarından biri hemen telsizine bir şeyler fısıldadı. Ağır demir kapılar, gıcırdayarak yana doğru açılmaya başladı. Önümde serilen devasa yapıyı tararken nefesim daralmıştı. Uluğ’un evinden büyük olağanüstü bir zenginliğe sahip olduklarını gözler önüne seriliyordu.

 

Malikanenin dış cephesi, ihtişamla otoritenin kusursuz birleşimiydi. Büyükçe bir avlu, uzun taş basamaklarla ana girişe bağlanıyordu. Binanın keskin hatlar, yüksek pencereleri ve ağır görünümlü ahşap kapıları, bu yapının bir ev olmaktan öte bir hüküm merkezi olduğunu hissettiriyordu. Buraya girecek olmam bana geri dönülmez kapıların aralandığı hissini kabartıyordu.

 

Araç avlunun ortasında durmuş kapı yeniden ağır ağır açılmaya başlamıştı. İlk inen Behçet Köksoy onun ardından ise Kenan Köksoy’du. Taş zeminden yankılanan ayak sesi havada çınladı. Diğerleri de araçtan indiğinde tedirgin bakışlarımı gizleme gereği duydum. Kendimde o cesareti zor bulmuştum. Fakat inmeliydim de… Ayağa kalkmış ve birkaç adımla elimde sıktığım çantam ile araçtan indim.

 

Aracın arkasında iki limuzin daha vardı. Ev halkının diğer kalanını da bu sayede görmüş oldum. Herkes bu evde mi yaşıyordu? Hepsi sığabilirdi, öyle bir büyüklükteydi. Fakat bu kadar kişinin nasıl bir arada yaşadığı, nasıl anlaştıklarını düşüyordum. Fazlası ile zengin oldukları belliydi fakat kimse farklı bir eve geçme gibi bir tenezzülde bulunamamıştı. İyi de neden?

 

Yanıma Behçet Köksoy gelmiş ve gülümsemişti. Bu korkulacak çekinecek bir durumun olmadığını gösterme şekliydi. Donuk bakışlarımı evladını kaybetmesiyle oluşan alnındaki kırışıklara sabitledim. Nefesin boğazda dizilmesini anbean tanık oldum. Gözlerimde bir mana aramıştı bunu gülümsemesini solmasından anladım. Sus ve sabırlı ol demişti bana, ben bu işi nasıl kıvıracaktım işte o büyük bir muammaydı.

 

Usulca herkes hareket etmeye başladığında bende onlarla ilerledim. Devasa büyüklükteki ahşap kapının üzerinde değişik türden kuş motifleri bulunuyordu. Derin bir nefes almış ve başımı yukarı kaldırdım. Kapının üstü buğulu camlıydı. Kafamı dağıtmak için her yeri inceleme gereği duyuyordum. Bahçe de binlerce türden çiçek bulunuyordu. Adeta botanik bir bahçeyi andırıyordu. Öyle çok bitki vardı ki evi saracak konuma gelmişti. Yer ise özel çakıl taşları ile döşenmişti. Evin kapısı ile bahçenin zemini aynı seviyedeydi.

 

Kapı büyük gürültü ile açıldığında karşımda, kocaman sütunlarla çevrili giriş, mermer zemin üzerinde oyulmuş motifler, duvarlardaki anlamlandıramadığım üzerine işlenmiş semboller bulunuyordu. Tüm bunlar, Köksoy ailesinin nesillerdir süregelen ağırlığını ve gücünü haykırıyordu.

 

Farkındaydım. Basit bir dekoratiften ibaret değildi.

 

Tavan oldukça yüksekti, gözümü alan loş ışıklar sayesinde bakışlarım etrafımdakilere yönlendirdim. Herkes kendi arasında bir konuşma halindeydi. İçeri girmişlerdi fakat ben korkuyordum. Kaçabilirmişim gibi arkama baktım ama bir çıkış bulamamıştım. Bahçe kapısı kapanmıştı bu beni daha da germişti çünkü Uluğ’un gelmesine engel bir durumdu. Oysa o gelmek istese tüm engelleri yıkabilecek güçte bir adamdı.

 

Omzuma konan el ile irkilmiştim. Melek Köksoy tüm o donuk ifadesi ile karşımdaydı. Öz kız kardeşine yaptıkları aklıma gelmiş ve korkuyla bir adım arkaya kaymıştım. Bu tepkime şaşırmasını ve tuhaf bulmasını beklemiştim lakin o sadece aynı yüz ifadesi ile bakakalmıştı. Elini usulca indirmişti.

 

“Hoş geldin evine.” Demiş ve bir adım geri giderek girmeme müsaade etmişti. Beni benimsediğini göstermek istemişti fakat bu durumun altında bile bir mana arayışına girmiştim. Bana bu şekilde yaklaşmasına da şaşırdım. Oysa onun Uluğ’a karşı bir nefretinin olduğunu sandım. Keza ona nefret ederken beni seveceğini de düşünmüyordum. Ama galiba yanılmıştım.

 

Melek Köksoy’un yanından usulca süzülmüş ve eve adımımı attım. Malikanenin içi dışarıdan daha da ürkütücüydü; burası yalnızca bir ev değil, geçmişin gölgeleriyle yaşayan bir yerdi.

 

Bizi karşılayan ise Ahu Köksoy’du. “İyi misiniz baba?” Yüzünde büyük bir endişe okunuyordu. Odak noktası babasındaydı. Behçet Köksoy kızının yanına gitmiş ve başına elini koyup kızının saçlarını okşadı.

 

“İyiyiz sorun yok güzel kızım.” Diye bir telkinde bulunmuştu. Behçet Köksoy bakışlarını utançla etrafa çevirmişti. Birini arıyordu. Ve ben kimi aradığını tahmin edebiliyordum.

 

“Annen nasıl oldu Ahu’m?” Sesi az öncekine nazaran güçsüz çıkmıştı. O sıra salonun görünmeyen kısmından Uluğ vurulduğu zamanki gördüğüm Doktor Selim belirmişti. Öncelik bakışları bende olmuştu. Bakışlarında derin bir mana yatıyordu. Kemikli bir yüzü, yüzüne orantılı gözlüğü ve gamzeli yanakları ile adeta doktorluk için biçilmiş kaftandı. Çünkü karakteristikli bir görünüşe sahipti. Sarışın kahverengi gözlü biriydi. Üstünde mavi bir gömlek altında ise keten beyaz bir pantolon vardı.

 

“Merhaba Behçet abi.” Diye söze giriş yapmıştı. “Hoş geldin Selim bir problem mi var?” Şüphe içerisinde üst kata merdivenine bakmıştı.

 

“Baba annem yine kriz geçirdi çareyi Selim’i aramakta buldum.” Doktordan önce Ahu yorgun bir yüzle söze atlamıştı. Behçet Köksoy’un boynu bükülmüştü. Oysa öyle bir görünüşe sahipti ki sanki kimse onu yıkamaz gibi duruyordu. Her ne kadar oğlunun acısını yaşıyor olsa da her şeye rağmen dikti. Bakışları bile insanın nefesini kesecek türdendi. Babacan tavırları ise güven vadediyordu. Uluğ’un neden bu adamı çok sevdiği buradan belli oluyordu.

 

“Anladım ama iyi olacak değil mi Selim?” Sesi titremişti. Doktor Selim gözlüğü ile oynamış stresle nefesini dışarı salmıştı.

 

“Her zamanki gibi sakinleştirici verdim Behçet abi. İki buçuk ay olmak üzere ciddi bir desteğe ihtiyacı var artık, reddetmek bu süreci daha da katlanılmaz kılacak!” Doktor, gözünü kırpmadan Behçet Köksoy’a bakmıştı. Ailenin her bir ferdinde isyan eden bir nida çıkmıştı.

 

“Oğlunun acısını yaşıyor saçma sapan tanı koymayı kes!” Melek Köksoy’un sesi yükselmişti. Şaşkınlıkla ona baktım. Öfkelenmişti. İlk tepkinin ondan gelmiş olması tuhafıma gitmişti.

 

“Ama Melek Hanım…” Devamını getiremeden Melek Köksoy sözünü kesmişti. “Aması yok, konu tartışmaya kapalı!” O ketüm tavrı ve donuk ifadesi ile korkulacak türden bir kadındı. Arkasına bir an bakmadan merdivenlerden çıkmaya başlamıştı. Ve kimse bu kadına karşı gelememişti.

 

Aklımda binlerce şey geçiyordu. Uluğ bana her şeyi anlatmıştı. Eniştesi ile bir birliktelik yaşamıştı ve o kıskançlıkla beraber kız kardeşini öldürmüştü. Ve tüm bunlardan amcası Behçet’in haberi vardı. Nasıl olurda bunca zaman aynı çatı altında yaşayabilmişlerdi. Onca olaya peki Faruk Köksoy nasıl göz yumuştu? Aldatılmayı nasıl kendine yedirebilmişti?

 

“Zor bir gece geçirdik Selim biz müsaadeni isteyelim dinlenmeye ihtiyacımız var.” Behçet Köksoy bu kasvetli havayı tek sözü ile dağıtmıştı. Melek’in sözüne katılmış mıydı? Anlayamamıştım.

 

“Tabii izninizle, görüşmek üzere.” Demiş ve evden ayrılmıştı. O sıra kapıdan bir adet Aysel abla ile Fuat girmişti. Bir nebze olsa içim açılmıştı. Sanki annemi görmüş gibi yüzümde kocaman bir gülümseme belirmişti. Usulca yanıma geldiğinde gözlerimin yandığını sezdim. Başını yana yatırıp, ah benim dertten başını kaldıramayan kızım der gibi baktığını anlamıştım. Dudaklarımı büzüp eline sarılmıştım. O da karşılık verip elimi eliyle bir bütün haline getirmişti.

 

“Hayırdır Aysel abla, ee tabii Fuat Efendi?” Ahu Köksoy ters bir tavırla bize bakarak üsten konuşmuştu.

 

“Uluğ abinin talimatı bu yönde Ahu Hanım, yengenin yanından bir saniye ayrılmamamızı söyledi.” Fuat’ın aynı şekilde ters sesi ile kaşlarımı çattım. Ahu merakla bana baktı. Tümden her yerimi inceledi. Hazzetmeyen bir tavırla dudak büzdü.

 

“Madem bu kadar güvenmiyor ne diye kadınını buraya gönderiyor derler adama?” Öfkeli olduğunu anbean göstermekten kaçınmıyor. Herkes stresli nefesler vermeye başlamıştı. Tabi sözler beni ilgilendirdiğinden yerimde huzursuzlanmaya başladım bile.

 

“Birincisi kadın değil yenge. İkincisi dediklerinizi ona iletmemi ister misiniz?” Onun aynı ölçüde bir öfkeli sesle yine karşılık vermişti. O yumuşak adamın içerisinden adeta bir aslan yatıyordu. Çünkü bakışları ve duruşu adeta tüm Köksoy ailesine meydan okuyor türündendi.

 

Ahu Köksoy dahada öfkelinmiş ve adeta burnundan solumuştu. Behçet ile Kenan Köksoy, Ahu’nun önüne geçmişlerdi. Kenan yeğeninin vereceği tepkiyi hesap ettiğinde kolunu tutmuştu.

 

“Sakin ol Fuat kimse ona burada zarar verme gibi bir girişimde bulunamaz!” Baskın bir ses tonu ile tüm uğultuları kesti.

 

“Sen Mihran kızımızı al misafir odalarından birine yerleştir.” Behçet Köksoy telkin edici bir ses tonu ile konuşmayı devraldı. Fuat sadece baş hareketi ile cevabını vermişti. Yüz şekli ise aynıydı. Yanıma gelmiş ve eli ile ilerlemem için yol göstermişti. Hareket edeceğim sıra yeniden Behçet Beyin sesini duydum.

 

“Allah istirahat etsin kızım, yarın sağlam kafa ile seninle tanışmak isterim.” Bedenindeki yorgunluğuna rağmen yüzünde tebessüm vardı. Bu samimiyetin kanıtıydı. Burada bana ne bir karar hakkı ne de bir tercih sunuluyordu. Her şey başkaları tarafından belirleniyordu. Bunu biliyordum ama bilmek, kabullenmeyi kolaylaştırmıyordu.

 

“Hadi kızım, gel bakalım.” Aysel ablanın yumuşak ama kararlı sesini duydum. “Biraz dinlen, bu gece epeyce uzun geçti.” Telkin edici sesine gülümsedim.

 

Kimseye göz göze gelmemek için başımı eğmiş ve Fuat ile Aysel ablayı takip etmiştim. Üst katı es geçmiş ve koca salonu birbirine bağlayan iç içe girmiş koridorların arasında ilerlemeye başlamıştık. Koridorlar, gecenin sessizliğinde daha da uzun ve ağır görünüyordu. Burası, labirent gibi, insanı içine hapseden bir yerdi.

 

Sonunda kapısı açılan oda, tahmin ettiğimden daha büyük ve daha ihtişamlıydı. İçinde geniş bir yatak, işlemeli ahşap mobilyalar ve ağır perdeler vardı. Kasveti insanı hapseden türdendi.

 

Fuat elindeki iki bavulu da odanın bir köşesine bırakmış ve ardımızda kapıyı kapatmıştı. Aysel abla bavulun içerisinden benim için pijama takımı çıkarmış ve yatağın üzerine koymuştu. Aynı şekilde diğer bavuldan kendi içinde çıkarmıştı. Tümden bana döndüğünde halen aynı yerde durduğumu görünce kaşlarını çatmıştı. Tombik yanakları yeni boyattığını belli eden sarı saçları ve kısa boyuna rağmen sinirlenmeyi başarmıştı.

 

“Korkacak bir şey yok kızım.” Tatlı sözlerine nazaran sesi öfkeli çıkmıştı. Sanki üzülme hakkına sahip değilmişim gibi. “Ben buradayım. Kapıda da Fuat oğlum var. Sabaha kadar hiçbir şeycikler olmaz.” Yüzümdeki o ifadenin gitmesini istiyordu.

 

Usulca yatağa oturmuş, ayakkabılarımı çıkarmış ve derin bir nefes aldım. O sıra Aysel abla, sağ tarafımda bulunan oturma gurubunun orta sehpasının üzerindeki cam sürahiden bir bardak su doldurmuş ve bana uzatmıştı. Elime aldığım bardaktan bir yudum içmiş ve bardağın içindeki çalkalanan suya odaklanmıştım.

 

“Tedirginim biraz…” Sesim olabildiği kadar kısık çıkmıştı. Aysel abla karşımda oturmuştu.

 

“Olabilme ihtimali olan her şeyden çekincelerim var. Çok değil ama var.” Utanıyor muydum? Belki biraz… Bu evdeydim ve bu odaların birinde bir kadın benim ona bahşettiğim acı yüzünden uyutuluyordu.

 

Kim olsa utanırdı…

 

“Uluğ beyimin emanetisin, ola ki bir tehlike karşına geçme gafletinde bulunur bil ki önünde kalkan olacağım kızım.” Aysel abla yanıma sokulmuş güven vadedercesine gözlerimin içine bakmıştı. Bu söylediği tuhafıma gitmişti.

 

“Uluğ senin için neyi ifade ediyor Aysel abla?” Merakla sordum. Gözleri dolmuştu. Geçmişe gitmiş bir hali vardı.

 

“O, Allah’ın bana bahşetmediği oğuldur. Öldüm dediğim yerde elini uzattı, oysa daha on altı yaşındaydı. Ev oldu, baba, kardeş ve oğul… Kimsenin göstermediği nezaketi bana yaşattı.” Gözlerinden yaşlar yolunu bulmuştu. Kırklı yaşlardaydı, yüzünde yer yer kırışıklıklar vardı.

 

“Özel değilse dinlemek isterim Aysel abla.” Merak içerisinde gözlerimi büyütmüştüm. Başını yana yatırmış yorgun bir hüzün yüzünde belirmişti.

 

“Belki başka bir zaman güzel gözlüm.” Demiş ve kestirip atmıştı. Oturduğu yerden ayaklandı. “Yat, güzelce dinlen biraz. İnan, sabah olduğunda dünya daha az korkutucu bir yer görünecek.” Bu sözlere inanmadım ama yine de başımı yavaşça salladım. Önce pijama takımını giymiş ardından yatağa boyluca uzanmıştım.

 

Telefon bildirim sesi ile yatağa savurduğum telefonu elime aldım. Uluğ’dan bir yeni mesaj vardı.

 

-Saçın daima toplu kalsın güzelim. Unutma sakın… (01:49)

 

Yazdığı bu mesaja bir anlam verememiştim. Yanımda uzanan Aysel abla hareket edince telefonun parlaklığını kısmıştım.

 

-Anlamadım, o niye? (01:51)

 

-Bu aralar hava oldukça sıcak ve nemli, rahatsız olmanı istemem güzelim. (01:51)

 

Söylediği saçma bahanesi karşısında gülümsemeden edemedim. Genzimi temizlemiş ve kendime gelmeye çalışmıştım.

 

-Nedense de bu aralar sana gıcık oluyorum, o yüzden seni dinlememeyi seçiyorum. (01:53)

 

-Araba da sana bağırmamalıydım üzgünüm, sadece stresli bir gün geçirdim bebeğim, yine söylüyorum; seni kıracağıma şu kafamı kırsaydım. (01:54)

 

-Ama bir daha bağırma olur mu, sen öyle bağırınca kendimi kimsesiz hissediyorum. (01:55)

 

-Sesim çıkarsa namerdim. (01:56)

 

-Uluğ? Burada çok kalmam değil mi? (01:57)

 

-Rahatsız olacağın bir durum mu gerçekleşti? (01:58)

 

-Burada olmam yeterince rahatsız edici. (01:59)

 

-Anlıyorum ama lütfen biraz dayan olur mu? Elimden geldiğince hızlı çözmek için uğraşıyorum. (02:00)

 

-Kiminle, ne için savaşıyorsun, mesela bir idealin var ama ben bilmiyorum Uluğ? (02:01)

 

-Bir gün gelecek masmavi gökyüzünün altında yeşillerin arasında sana her şeyi anlatacağım güzelim, o gün için savaştığımı bil. (02:02)

 

-O günün geleceğine bir inancın var yani? (02:03)

 

-Olmasa, o arabada o öpüşüne karşılık vermezdim. (02:04)

 

-Dün gece bana veda ettin ama. (02:05)

 

-Sana değil kendimeydi o veda çünkü ben bu yaşıma kadar öğrendiğim her şeyi silip attım Mihran’ım. Artık tüm savaşlarım seni kazanmak için olacak. Bu benim bugüne kadar ki bütün davalarıma ilk ihanetim olacak. (02:06)

 

-İhaneti affetmediğini bilirdim. (02:07)

 

-O uğruna tüm ideallerimi bir kibrit çöpüne tutuşturduğum kadının bana ihanetinden sonra değişti güzelim. (02:10)

 

-Anlamadım? (02:11)

 

-Günü gelecek anlayacaksın o güne dek yaşayalım güzelim. (02:12)

 

-Şimdi uyu, uzun bir gece oldu. Dinlen. (02:12)

 

-İyi geceler Uluğ. (02:13)

 

-Yazıyor…

 

-Yazıyor…

 

Mesajını bekledim ama dakikalar oldu bir cevap yazmamıştı. Üzüntü ile dudaklarımı büzdüm. Yatağın içerisine girdim, yorganı kafama kadar çektim. Göz kapaklarım ağırlaştı, uykusuzluk ve yorgunluk, zihnimdeki karmaşaya galip geldi. Kapının önünde Fuat olmasa uyuyamayacağımı sezdim ve bu sayede usulca gözlerimi kapattım.

 

Gün ışığı, ağır perdelerin arasından sızarak odayı doldurduğunda, nerede olduğumu bir anlık unutmuştum. Ama sonra, odanın soğuk ihtişamı devası uzunluktaki tavanı ile göz göze gelince her şey yerine oturmuştu. Kalbimin sızladığını hissettim. Yan tarafıma baktığımda Aysel ablanın çoktan kalktığını gördüm.

 

Yerimden dikleşmiş ayaklarımı zeminle buluşturmuştum. Olduğum konuma baktım. Yeni bir güne başlamıştım. Ve bu evde, her yeni gün yeni bir mücadele demekti.

 

Yavaşça yataktan kalktım, ayaklarım soğuk zeminle bir bütün haline geldiğinde bir ürpertti hissetmiştim. Odanın içerisinde bulunan lavaboya girmiş elimi yüzümü yıkamıştım. Buz gibi su, zihnimi biraz olsun berraklaştırdı. Aynaya baktığımda gözlerimden ilmek ilmek akan yorgunluğu fark ettim. Derin bir nefes alarak odaya geri döndüm. Tam komidinin üzerindeki telefonuma uzanıyordum ki bir bağrışma sesi işittim.

 

Bir kadının sesi, malikanenin duvarlarını çınlatıyordu. Anında donup kaldım. Çünkü sesin sahibini gayet iyi tanıyordum. Bu Aylin Köksoy’du.

 

Aysel ablanın getirdiği kıyafetlere baktım görünürde yoktu. Sol tarafta kalan gardıroba varmış merakla bakmıştım. Hepsini buraya yerleştirdiğini görünce hızlıca elime ilk gelen pantolon ile bluzu üzerime geçirmiştim. Uluğ’un dün dedikleri aklıma geldiğinde arkadan saçlarımı örmüştüm.

 

Telefonu elime almış ve odanın kapısını hızlıca açmıştım. Kapının önündeki Fuat ise bu tepkime irkilmişti. Sessiz ve kontrollüydü ama salondan gelen seslerden dolayı onun da alarma geçtiği her halinden belli oluyordu.

 

Salonda yankılanan öfkeli çığlıklar göğsüme bir ağırlık gibi oturdu.

 

“Yenge en doğrusu senin odada kalman, bırak yesinler birbirlerini!” Fuat ters bir sesle konuştu. Bu aileyi sevmiyor gibiydi.

 

“Burada kalmam daha fazla dikkat çeker Fuat.” diye bir açıklamada bulunmuştum. Fuat bir şey demeden kenara çekilmişti. Adımlarım hızlı ve istikrarlıydı. Güçlü durmalıydım, Uluğ benim için bu kadar uğraş verirken aciz olmamalıydım. Arkamda Fuat ile birlikte koridoru es geçmiş ve salona adım atmıştım.

 

Ailenin bütün fertleri buradaydı. Devasa uzunlukta bir ağaç masa vardı. Üzerinde her türden kahvaltı çeşitleri bulunuyordu. Sağ tarafında, Eymen, Seymen, Mete, Lila ve iki genç daha oturuyordu. Dün akşam Açelya’yı farklı bir araca sokmaya çalışan kişilerdi. Uluğ’un yaşlarında oldukları belli oluyordu. Mete’nin yanında oturan esmer ve oldukça yapılı biriydi. Saçları gür ve simsiyahtı, Merve’ye çok benziyordu. Merve demişken etrafta onu göremiyordum. Lila’nın yanında oturan çocuk ise sarışın yuvarlak tatlı biriydi. Saçlarını üç numaraya vurmuş yüzünü de yeni tıraş olduğu belli olan bir pürüzsüzlük vardı.

 

Sol tarafta ise Nurşen, Kenan, Fehmi, Laçin, Melek ve Faruk Köksoy oturuyordu. Ayakta ise Behçet ile Aylin Köksoy duruyordu. Masada oturan herkes başını önüne eğmiş Aylin Köksoy’un zehir zemberek sözlerini yutuyordu.

 

“Hiçbiriniz adam değilsiniz, demedim mi ben sana cenazen gelsin diye ne işin var burada Behçet?” Sesi, acı ve öfkeyle çınladı. Evin dört gelininin başında yine siyah şal vardı. Yasta olduklarının bir göstergesiydi.

 

“Ya ben dün akşam oğlumun katili ile aynı salondaydım, tüm Türkiye duydu. Herkes yüzümüze tükürecek, büyük imparator soylu mu soylu Köksoylar bir piçi bulamıyorlar diye çehremize bakmayacaklar! Allah topunuzu yaksın!” Yerinde titriyordu. Üzerindeki gömleğin üst düğmelerini açmak isterken sinirlenmiş ve koparmıştı. Hiç normal hareketlerde bulunmuyordu. Tıpkı yavrusunu kaybetmiş annenin sergileyeceği tavırlardı. Öyle bir zayıflığa ulaşmıştı ki elmacık kemikleri dışarı fırlamıştı.

 

“Ben mi deli olan, ha bire beni uyutuyorsunuz, toplasanız bir adam etmezsiniz siz! Duyun sesimi ben dayanamıyorum, nefes alamıyorum. Ben böyleyken size uyku muyku haram… Ey Köksoylar bu musunuz siz, bu kadar mısınız? Ölüyorum hiç mi acımıyorsunuz bana?” Dizlerini dövüyordu. Laçin Köksoy ağlamaktan şişmiş gözlerle Aylin Köksoy’un yanına varmıştı. Fakat elini uzatıp ona yardım edecek cesarete erişememişti.

 

“Bu evde, bu şehirde, bu masada… Herkes bir şeyler biliyor ama kimse söylemiyor. Katili belki de her gün yanımdan geçiyor! Belki onunla aynı havayı soluyorum, belki gözlerinin içine bakıp konuşuyorum… Bunu bilmemek ölmekten beter, anlıyor musunuz?” Kendi etrafında dönüyor ve herkesle göz göze gelmeye çalıyordu. Son sözlerini sarf ederken benimle karşı karşıya gelmişti. Korku ilmek ilmek vücuduma işlenirken yaşama yetimi kaybettiğimi sezdim.

 

“Bana ha bire sabretmemi söylüyorsunuz! Bana zamana bırak diyorsunuz! Hangi zaman, hangi sabır oğlumu geri getirecek? O katili cezasını bulmadan ben bu dünyada rahat edemem. Gerekirse kendi elerim ile bunu yaparım, ama o caninin cezasını görmeden ölmem!” Acısı ve öfkesi birbirine kenetlenmişti. Mecali kalmamıştı.

 

Annem aklıma geldi; o hiç bağırmadı hatta bir sitemini bile duymadım. Bir köşeye sindi ve sustu. O günden sonra öyle çok konuştuğunu dahi görmedim. Hiçbir muhabbette dahil olmadı. Gülmeyi kendine yasaklamıştı. Öyle bizim yanımızda ağlamazdı bile belki de benim yüzümdendi. Çünkü yanımda ağlarsa kendimi suçlayacağımdan korkmuştu.

 

“Sus Aylin artık sus!” Behçet Köksoy nefes nefese söylendi. Güçlü oluşunun altında derin bir yorgunluk yatıyordu.

 

“Bir sabah uyandım ve artık o yoktu. Bir daha onun sesini duymayacağım, bir daha kahkahasını işitmeyeceği. Köksoylar, bir insan nasıl yaşar böyle? Nasıl devam eder? Tolga’mın kanı kurumadan, katili hala dışarıda gezerken, ben nasıl susarım Behçet? Sen nasıl susarsın?” Ağlayışları malikanenin her bir köşesine çınlıyordu. Bir andan yemek masasına dönmüş ve iki elini de masaya yaslayıp her birine bakarak eğilmişti. Sonunda Melek Köksoy’da bakışlarını sabitlemişti. Melek, Yine donuk bir ifade ile başı dik bir biçimde önüne bakıyordu.

 

“Anlat, nasıl dayandın? Sana söylüyorum Melek, yüzüme bak! Senin benden zerre farkın yok.” Durduğu yerde öne ve arkaya doğru hareket ediyordu. Melek Köksoy yine dönüp bakmamıştı.

 

“Söyle, bir şey de bana? Bunca zamandır oğlunu bir kez bile görmedin, sesini duymak için keşmekeş dolaştığını bilirim. Hadi söyle nasıl katlandın?” Bayılacak gibi oldu. O iki adını bilmediğim çocuklardan esmer olanı hızlıca ayağa kalkmış ve Alin Köksoy’un belinden tutmuştu. Düşecek olmuştu ama o çocuk buna izin vermemişti.

 

“Yenge hadi seni odana götüreyim, yeter bu kadar.” Sesi oldukça kalındı. Siyah zeytin ve çekik gözlere sahipti. Sol gözünün altında bir ben vardı. Aynı şekilde sol kaşına da bir çizik çekmişti.

 

“Ayaz oğlum niye korumadın kuzenini beraber büyümediniz mi siz? Kardeşin değil diye mi önemsemedin? Abin Kutay’ı veya kardeşin Merve’yi öldürselerdi yine böyle durabilecek miydin yengem?” Sözleri en az sesi kadar acı doluydu. İsmini yeni öğrendiğim ve kim olduğunu bildiğim Ayaz’ın göz pınarları kızarmıştı. Kenan ile Nurşen’in oğlu Ayaz Köksoy…

 

“Yenge o nasıl söz canımdan can gitti, duruyorum diye acı çekmiyor muyum sanıyorsun?” Gözleri dolup taşmak üzereydi.

 

“Acı çeken böyle mi olur oğul, evlere sığmaz boğazından bir lokma inemez. Baksana evin en büyük oğulları nerede? Ben diyeyim size; biri Amerika da biri Fransa da bir diğeri Avusturalya da… Bir cenazeye katılıp gittiler, sağ olsunlar! Ben bu evin her bir ferdine hakkımı helal etmiyorum!” Masaya tam üç kez ardı ardına yumruklarını indirmiş Ayaz’ın ellerini itmiş ve öfkeyle arkasına dönmüştü. Siniri tüm vücudunu sarmaladığından beni görmemişti bile. Merdivenlerden çıkmış görünmeyecek kıvama gelene kadar kimseden ses çıkmamıştı.

 

“Neyse buyurun herkes yemeğe başlayabilir.” Behçet Köksoy alışmış bir tavırla gömleğinin yakalarını düzeltmiş ve masanın baş kısmına oturmuştu. Bakışlarını bana çevirmiş ve zoraki bir tebessüm yollamıştı.

 

“Sen de gel kızım çekinme lütfen.” Diye bir çağrı da bulunmuştu. Tüm aile bana doğru dönmüştü.

 

“Teşekkür ederim efendim, ben müsaadenizi isteyim size afiyet olsun.” Arkamı döneceğim esnada o kadının sesini duydum.

 

“Buraya gel kız çocuğu.” Melek Köksoy o donuk ifadesini bozmadan bakışları üzerimdeyken konuştu. Bakışları bile gerilmeme sebep. İtiraz edeceği sıra sağ taraftan elinde kahvaltı tepsisi ile çıkan Aysel ablanın sesini işittim.

 

“Ben Mihran Hanımın kahvaltısını hazırladım Behçet Bey izniniz olursa odasında etsin, o alışık değil bu kadar kalabalıklığa kişisel algılamayın lütfen.” Aysel ablanın ayaklarını öpsem yeridir.

 

“Ne o hücre de mi yaşıyordu?” O Ayaz’ın yanındaki sarışın çocuk yayık ağzı ile konuştu.

 

“Sarp!” Fehmi Köksoy o kısa boyuna rağmen oldukça gür bir sesle konuştu.

 

“Ne baba!” diye bir sitemde bulunmuştu. Mert’in kardeşiydi. Fehmi ile Laçin’in oğlu. Ne kalabalık bir ailedir, üremişlerde üremişler maşallah…

 

“Tamam Aysel siz keyfinize bakın, kızımız yeter ki memnun olsun.” Behçet Köksoy tüm sözleri konuşması ile kesmişti.

 

Bu sayede Aysel abla saygıyla başını eğmiş ve bana doğru ilerlemişti. Hiçbiri ile göz göze gelmeden hızlıca geldiğim yoldan geri gitmiştim. Arkam da Fuat ile Aysel abla vardı. Koridoru aşmış ve odaya adımımı atmıştım. Beraberinde Aysel abla ile Fuat da girmişlerdi. Aysel abla koltuk takımının orta sehpasına büyük tepsiyi koymuştu.

 

“Yenge sen artık çıkmasan mı şu odadan, valla korkuyorum. Tanıyacaklar veya şüphelenecekler diye ödüm kopuyor!” Fuat’ın sesi ile koltuğa oturmuştum. Aysel abla da oturmuştu, onun karşısına da Fuat geçmişti.

 

“Nereden anlayacaklar Fuat, sesimi çıkarmıyorum görmüyor musun?” Stresle alnımı ovuşturdum. Fuat göbeğinden ötürü rahat edememiş koca poposunu oynatmıştı.

 

“Biz yine de çok gözlerine batmayalım olur mu yenge?”

 

“Olur Fuat, ona da tamam!” Bıkın bir sesle konuştum. Kahvaltı etmeye başladığımda her ikisini zorlamış ve bu sayede hep beraber kahvaltı etmeye başlamıştık. Doyduğumu sezdiğimde çay bardağını elime almış ve arkama yaslanmıştım.

 

“Hadi bana bu aileyi anlatın, çok kalabalıklar o yüzden birini bile atlamadan herkesi tanıtın.” Çayımdan bir yudum almış ve dudaklarımı ıslatmıştım.

 

“Fuat’ın anlatması daha doğru olur.” Aysel abla ağzına attığı peynirin ardından konuştu. Fuat arkasına yaslanmış ve derin bir nefes almıştı.

 

“Rahmetli babam Hasan Çebi’nin sağ koluydu. Tabii o yüzden bu aileyi yakından tanıyorum.” diye bir açıklamada bulunmuştu. Derin bir nefes almış ve anlatmaya başlamıştı.

 

“Köksoy ile Çebi ailesi 1950 yıllarında Trabzon’un en soylu iki ailesiydi. Çebilerin başında Behçet Çebi, Köksoyların başında ise Faruk Köksoy vardı. Bu iki adam mert delikanlı ve sözün eri kişilerdi. Aynı şekilde dostlardı da… Şehrin önde gelen en varlıklı adamı Behçet Çebi bir türlü kız çocuğu olmuyordu, hep erkek hep erkek… Dört erkek evladı vardı, üçünü de genç yaşta kaybetmişti. Sağ tek oğlu Hasan Çebi kalmıştı. Gel zaman git zaman bir kız çocuğu oldu; Sultan Çebi. Hiç düşünmeden kızı on beş yaşına girer girmez. Faruk Köksoy’un oğlu Gencer Köksoy’la evlendiriyorlar. Sonunda bu iki aile dünür oluyorlar.” Fuat çayından bir yudum almış ve boğazını temizlemişti. Pür dikkat dinliyordum.

 

“Sultan ile Gencer Köksoy’un bu evlilikten dört erkek evladı oluyor. Bunlarda bildiğin üzere Behçet baba, Faruk Bey, Fehmi abi ve Kenan Bey’dir. Bu arada Sultan Köksoy’un abisi ise Hasan Çebi’dir.” Yavaş yavaş anlatıyor ki anlamam için. Aile yeterince büyük ve karmaşıktı. Ama anlıyordum.

 

“Behçet baba, 1965’te Trabzon Maçka da doğdu. Ailenin ilk torunudur, adını dedesinden aldı, hatta sadece adını değil hem fiziksel hem de karakter açısından tüm özellikleri bir. Behçet baba, Aylin yengeyle İstanbul Üniversite’sinde dolu dizgin bir aşk yaşıyorlar. Hatta okul bitmeden evleniyorlar. Öyle ki Behçet baba Aylin yenge için okulunu bırakıyor ve işlerin başına geçiyor. Çünkü Aylin yengenin babası ayakların üzerinde durmadan sana kızımı vermem diyor. Dört çocukları oldu; ilki Ahu abla 1988’de İstanbul’da doğdu Tunç Gerdan’la evli ve dört yaşında bir oğlu var. İkinci çocukları Tolga 1997’de Fransa’da dünyaya geldi. Aylin yenge erkek oğlu olacağını duyunca hemen başka ülkeye gitti. Çünkü illegal bir sürü işler dönüyordu. Sonra Açelya 1998’de İstanbul’da gözlerini açtı. En küçük çocukları ise Asrın Mete’dir o da abisi gibi Fransa’da 2000 doğumludur. Tolga’nın ölümünden sonra temeli artık burada.” Fuat’ın yüzüne keder oturmuştu. Benim ise nefesim daralmıştı.

 

“Faruk Köksoy, Sultan ile Gencer Köksoy’un ikinci çocuğudur. 1967 gene Trabzon Maçka doğumludur. Hasan Çebi’nin yani dayısının kızı Melek Köksoy’la evlendi. Bu evlilik, Sultan ile Hasan Çebi’nin isteği ile oldu. Aralarında aşk namına bir şey hiçbir zaman olmadı. Beş çocukları var. İlk çocuğu sen hiç görmedin genelde Uluğ’un olduğu hiçbir yere adım atmayacağına yemin etmiştir. Aker Köksoy, 1988 Trabzon Maçka doğumludur. Şu an Avusturalya’da restoran zinciri işletmecisi, oralı bir eşi ve üç yaşında bir kızı vardır. İkinci çocuk Uluğ Mirza abidir, 1995 İstanbul Sarıyer doğumludur. On iki yaşında Türkiye’yi onunla beraber terk ettim. Tolga’nın ölümü ile de geri döndük. Ardından ikizler Eymen ile Seymen dünyaya geliyorlar. Onlarda 2000 İstanbul Sarıyer doğumlular. Son olarak da ailenin neşe kaynağı en küçük ferdi Lila Köksoy doğuyor. O, 2005 İstanbul Sarıyer doğumlu.” En merak ettiğim Uluğ’un ailesi olmuştu. Abisi olduğuna şaşırmıştım oysa en büyükleri o diye tahmin etmiştim.

 

“Fehmi Köksoy, ailenin bilgili adamıdır. Eşi Laçin Köksoy gibi o da Tıp fakültesi mezunu birer cerrahtır. Kimseye karışmaz kendini kitaplara adamış biridir. Eşi Laçin yengeyle de okulda tanışmış, mezun olur olmaz evlenmişler. O, zarif ve idealist bir kadındır. Çocuklarını da bu şekilde büyütmüştür. Şimdi ise her ikisi Köksoy hastanesi genel kurucularındandır. Üç erkek çocuğu var; En büyüğü, Acar Köksoy, 1988 İstanbul doğumludur. Şu an Fransa’da bir üniversitede doçentlik görevini icra ediyor. Evli eşi Ankaralı ve Hakimedir, iki de erkek çocuğu vardır. İkinci çocuk Mert Köksoy, 1995 İstanbul doğumlu. Son çocuk ise içeride gördüğün sarışın haylaz Sarp’tır. 1997, Yunanistan doğumludur.” Aralarında böyle temiz bir ailenin çıkmış olduğuna dudak büzmüştüm. Aslında şaşırmamalıydım, ne de olsa az çok Mert’i tanıdım, özünde iyi ve beyefendi bir çocuktu. Bana karşı hiç kötü tavırları olmadı. Kendini tutamadığı anlar oldu ama onda bile mizacından çıkmamıştı. Hatta dün akşam Merve’ye rağmen yanıma gelmesi ile onu daha iyi tanımıştım. Onun kalbi çok temizdi.

 

“Son en küçük ise Kenan Köksoy’dur. O biraz kurnaz çokça çıkarcı ailenin en kötü kalpli adamı olduğunu söyleyebilirim. Behçet baba ile Uluğ abim olmasaydı Köksoyların tüm mal varlığını satacak kadar gözü kara biridir. En büyük zaafı ise maalesef kadınlardır. Çapkındır, onu öyle kabul ettik. Nurşen Hanım, fakir bir aileden gelme bir kızdır. Gel zaman garsonluk yaptığı restoranda Kenan Beyimiz ona göz koyuyor. Evlenmeden hamile kalıyor ve bu neticede evlenmek mecburiyetinde oluyorlar. Üç çocukları var; En büyüğü Kutay abidir. Raconların babasıdır, lakabı Avrupalı Mafya… Neden böyle diyorlar dersen de belli prensipleri var diyelim. Şu an Amerika da bir oğlu var, eşi dört yıl önce vefat etti. İkinci çocuk ise yeni gördüğün esmer çocuk olan Ayaz Köksoy’dur. 1995 İstanbul doğumlu. Delikanlı bir avukattır şu an. En küçük çocuk ise Merve Köksoy, 1996 İstanbul doğumlu. Finans ve pazarlama mezunudur.” Konuşmasını bitirmiş ve yorulduğunu belli eden bir nefes bırakmıştı.

 

Şimdi her şey rayına oturmuştu. Herkesi öğrenmiş olmamla rahat bir nefes aldım. Ben normal orta sınıf bir aileden geliyordum ve tüm bu duyduklarım bir masal hikayesi gibi geliyordu. Nesilden nesille aktarılan bu zenginlik ve güç karşısında bir şey diyemiyordum. Aslında merak etiğim bunlar değildi. Uluğ’u bu aileden iten ve herkesin korkması gereken biri haline getirenleri merak ediyordum. Ama bunu Fuat’a soramazdım. Bana anlatacak tek kişi Uluğ’du.

 

“Allah aşkın bu kadar çocuğa ne gerek vardı!” Çemkirir bir tavırla söylendim. Bunu söylememle her ikisi aynı ağızla gülmeye başladırlar. Benim aklım Uluğ’da olduğundan ötürü küçük bir tebessüm edebilmiştin.

 

O sıra kapı çalınmıştı. Fuat kaşlarını çatmış ve hızlıca kapıyı açmıştı. Önde evin yardımcılarından bir kadın duruyordu onun arkasın da ise dün akşam tanıştığım Yade vardı.

 

“Yade Hanım, gelin kızımızla görüşmek istiyormuş Fuat.” Orta yaşlı kadın açıklayıcı bir üslupla konuştu. Fuat bana doğru döndüğünde ayaklanmıştım. Yade makyajsız ve saçları dağınıktı. Ve gördüğüme inanamadım çünkü bu hali bile adeta bir bebek güzelliğine sahipti. Sarı saçları ve mavi gözleri parıldıyordu.

 

“Tabii buyurun, hiçbir sorun yok!” Cevap hakkı bana aitti. Ağlamaktan gözünün için kan çanağına dönmüştü. Üzerinde kahverengi ayak bileklerine uzanan bir elbise vardı.

 

“Biz çıkalım, bir istediğiniz var mı kızım?” Aysel abla elindeki tepsi ile kapının önünde durdu. Ben cevap verecekken Yade atlamıştı.

 

“Teşekkür ederim, kısa sürecek zaten.” diye geçiştirdi.

 

Bunun üzerine herkes çıkmış Yade ile tek başıma kalmıştım. O, bir an beklemeden yüzündeki tedirginlikle ellerimi tutmuştu. Bu hali bana epeyce huzursuzluk vermişti.

 

“İyi misin sen?” diye soludum.

 

“Seninle tanışma fırsatımız olmadı ama zaman yok. Bir sen yardımcı olabilirsin bana.” Şok olmuş vaziyette gözlerini kocaman açtı.

 

“Nasıl?” Bocalamış bir tavırla konuşmaya çalıştım. Kesik kesik nefesler alıyordu. Bir şey olmuştu ve bu her neyse beni korkutmaya yetmişti.

 

“Uraz’ı arayamaz mısın, sadece sesini duymak istiyorum. Hayatta olduğunu bileyim rahat nefes alacağım.” Dudakları telaşla titremiş ve yaşları yolunu biliyormuşçasına akmaya başlamışlardı. Ne dediğinin farkında mıydı acaba? Neden bir şey olsun ki! Hem Uluğ ile yan yana değiller mi yoksa Uluğ’a da mı?

 

“Neden öyle düşünüyorsun ki? Bir şey mi oldu yoksa?” Kendi telaşıma da engel olamamıştım. Saçlarını var gücü ile çekiştirmiş ve kendi etrafında bir tur atmıştı.

 

“Bilmiyorum…” Delirmişçesine soludu. “Dün gece İstanbul’un önde gelen mafya babaları masayla görüşmüşler. Uluğ’un ölüm emrini vermişler, sonra büyük bir savaş çıkmış. Bilmiyorum, Allah kahretsin lütfen Uraz’ı ara yalvarıyorum sana!” Çıldırmış bir tavırla yerinde tepindi.

 

Kalbimi avuç içlerine almış ve sıkıyorlardı. Göğsüme koca bir ağırlık çöktü. Sanki birileri kaburgalarımın arasına keskin bir bıçak yerleştirmiş ve her an biraz daha bastırıyormuş gibi… Ellerim tir tir titremeye başladı; öfke mi, korku mu yoksa çaresizlik mi olduğunu bilemedim. Tüm bu olanlar Tolga’nın ölümü ile başlamıştı. İşte o an kendi vicdanım ayağa kalkmış ve tam karşımda durmuştu. İçin için ağlamak istiyordum.

 

Onsuz bir yeri düşünemem olanaksızdı. Ama bu düşünceler içimde büyüyen korkuyu bastırmaya yetmedi. Uluğ’suz bir dünya düşünmek bile imkansızdı. O an ne kendimi ne geçmişimi ne de olası ihanetlerimi umursamadım. Tek bir şey biliyorum; Uluğ’a bir şey olursa, kendimi de onunla birlikte öldürecek olmamdı.

 

Yatağın üzerine fırlattığım telefonu telaşla elime almış elimin ezbere bildiği numaraya tıklamıştım.

 

Çalıyor…

 

Çalıyor…

 

Çalıyor…

 

Sabırla bekledim fakat açan kimse olmadı. Çağrı sonlandığında keskin bir sızı beni yakmıştı. İşi olmuş olabilir sakin ol Mihran.

 

“Ne o açmadı mı?” Aynı telaş karşımdaki kadında da vardı. Genzimi yakan bir acı beni tutmuştu. Kendime gelerek bu sefer Uraz’ı aradım. Arama başladığında yine içimde dualar etmeye başladım. Çağrıyı hoparlöre almıştım.

 

Çalıyor…

 

Çalıyor…

 

Çalıyor…

 

“Ne?” Uraz’ın sesi öfkeyle yankılandığından derin bir nefes almıştım. Yade yere oturmuş avuç içini ağzına kapatmış hıçkırıklarını duyurmama derdine girmişti. Aşk iki ucu boklu değnekti. Belli ki bu kadın Uraz’ı seviyordu.

 

“Uraz, Uluğ’u arıyorum açmıyor. İyi değil mi o?” Sesimi kontrol altına almaya çalıştım. Arkada bir kargaşa çıktı. Arif’in boğayı andıracak haykırışını duyduğumda nefesimi tutmuştum.

 

“Bu ülkeyi topa dizerim duydunuz mu ulan beni? Şimdi beni durduracak kimse kalmadı, hadi kalkın, bu musunuz?” O ilk zamanlardaki canavar halini hatırladım. Beni durduracak kimse kalmadı derken neyden bahsediyordu? O tek bir kişiden emir alır o da Uluğ’du. O nerede?

 

“Mihran, ben gelene kadar sen o evden sakın çıkmıyorsun. Duydun mu?” Nefes nefese bağırmıştı. Korkum birken bin olmuştu. Göğsümü ovmuş, usulca sağ gözümden bir yaş akmıştı.

 

“Uraz beni delirtme Uluğ iyi mi, ver onu bana sesini duyacağım.” Titreyen elimi dizlerime vurmuştum. Usulca yere çöktüm. Ayaklarımda derman kalmamıştı.

 

Aniden telefonun arkasından patlayan silah sesleri ile yerimden sıçramıştım. Yade hemen kolumu tutmuştu. Sanki çaresi kalmamış ama bir şey yapmak ister gibi.

 

“Ne oluyor amına koyuyum, sikeceğim artık böyle işi!” Uraz’ın deliren sesi ile öfkeyle yere vurdum. Yoruldum, ne oluyordu? Uluğ’u istiyordum. Onu bana getirsinler.

 

“Abi bir ordu asker var dışarıda, önlerine geleni öldürüyorlar!” Arif’in bu telaşlı sesini duymuş ve çağrı kapanmıştı.

 

Çıldırırcasına ayağa fırlamış ve belki on beş kere Uraz’ı aramıştım. Fakat bir türlü açmıyordu. Ağlayışlarım şiddetlenmişti. Koşmuş odanın kapsını açmış ve kendimi koridora atmıştım. Beni durdurabilecek hiçbir gücün olmadığını hissettim. Bu öyle bir şey ki bu evi ateşe vereceğimi sezdim.

 

Evi inletecek kadar yüksek bir haykırış boğazımdan koptu. “Uluğ!” Salonun ortasına yetiştiğimde tüm ev halkı oturdukları oturma grubundan adeta fırlamışlardı. Aysel abla ile Fuat mutfaktan öyle bir çıkmışlardı ki korkudan yüzleri morarmıştı.

 

İçimdeki korku, damarlarıma bir zehir misali yayılıyordu. Uluğ’a bir şey olmuştu, bunu her hücremle hissediyorum.

 

Var gücümle koşmuş Fuat’ın koluna yapışmıştım. “Fuat çabuk beni Uluğ’un olduğu yere götür. En son neredeydi?” Telaşıma ve ağlayışlarıma engel olamıyordum. Tüm ev halkı ve Fuat şaşkınlıkla beni izliyordu.

 

“Kızım neler oluyor? Bir problem mi var?” Behçet Köksoy yanıma gelmiş ve elini omzuma koymuştu. Var gücümle geri ittim. İşaret parmağımı Fuat’a doğru savurmuştum. Öfkem adeta bir bedene dönüşmüştü.

 

“Beni Uluğ’a götür, bu bir emirdir! Derhal beni ona götürüyorsun!” Kendimden beklemeyecek bir üslup ile karşılık verdim. Gözümden akan yaşı öfkeyle savurdum. Aylin Köksoy telaş içerisinde salona inmişti. Fuat eğilmiş ve omuzlarımdan tutmuştu. Bendeki farklılığı gördüğünden ona da o korku bulaşmıştı.

 

“Yenge abiye bir şey mi oldu? Ne biliyorsun söyle!” Bunu söylemesi ile o öfke çaresizliğe dönüşmüştü. Omuzlarım sarsıla sarsıla ağlamaya başladım. Fuat’ın göğsüne ardı adına yumruklarımı geçirdim. Dizlerimde derman kalmamış Fuat’ın ayak diplerine çömelmiştim. Bu sefer ayakkabılarını vurmaya başladım.

 

“Yalvarırım onu bana getirin, ne olur Uluğ’u bana geri getirin.” diye fısıldadım. Aklımda dönen senaryolar ölmeme sebepti. “Bir şey yapın Allah aşkına, onsuz yapamam ben! Bir şey oldu, o benim telefonlarımı açmamazlık etmez. Onu benden alamazsınız, bir şey yap Fuat!” Kalan son gücümle haykırdım. Fuat, Behçet ile Aylin Köksoy hatta tüm ev halkı yanıma çömelmişti. Korku ve telaş onlara da bulaşmıştı.

 

“Sakın, sakın bana Uluğ öldü demeyeceksin duydun mu beni!” Aylin Köksoy omuzlarımdan tutmuş yine o garip hareketleri ile beni sarsmıştı. “Onu da o toprağa ekemem…” Delirmiş gibi gözlerini kocaman açtı. Behçet Köksoy karısını benden uzaklaştırmış ve karşıma geçmişti.

 

“Kızım sakince bana ne olduğunu anlatır mısın?” Tavrına tezat sesi titremişti. Ben sadece göğsümü sıkıyordum. Ağlayışlarım bir an durmuyordu.

 

“Dün gece Uluğ’un ölüm emrini vermişler. Ve sonra aralarında bir çatışma çıkmış. Uraz’ı aradık delirmiş gibiydi. Mihran’a o evden sakın çıkmaması gerektiğini söyledi. Sonra tekrar silah sesleri yükseldi. Uluğ’dan da hiçbir haber alamıyoruz.” Yade benim halimin olmadığını anlamış ve sözü o almıştı. Tüm ev halkı aynı ağızla bağırmaya ağıtlarını dökmeye başladılar. Behçet Köksoy’un iki kolu yana düşmüş ve yorgunca yere oturmuştu.

 

Melek Köksoy’un ağıt yakacağı yerde Laçin ile Aylin Köksoy haykırıyordu. “Oğul, oğul nerelerdesin oğul… Ya Rab benim canımdan al Uluğ’uma ver. Nedir bu çektiklerimiz, tükendik çürüdük…” Aylin Köksoy semaya bakarak bağırmıştı.

 

“Ne ölüm emri ya! Ona hiçbir şey yapamazlar tamam mı? Çebi’dir o kim cüret edebilir buna?” Laçin Köksoy ağlayışları arasında bağırmıştı.

 

“Ben abime bakmaya gidiyorum.” Seymen ile Mete öfkeyle kapıya fırlamıştı. Önlerine Ayaz dikilmiş her ikisini omuzlarından geriye itmişti.

 

“Durun durduğunuz yerde, anlayalım önce.” Düz ve bariton bir sesle.

 

“Yeter! Ha bire durun bu işler size göre değil deyip duruyorsunuz! Kim bunlar her geçen gün birimizi öldürüyorlar. Daha neyimizi kaybedeceğiz, niye duruyoruz?” Mete var gücü ile bağırmış. Olduğu yerde zıplamıştı.

 

“Merve?” Kenan Köksoy’un hayret dolu sesi ile herkes ona bakmıştı. “Kızıma ulaşamıyorum. Sabah Mert’le kahvaltıya diye gittiler. Kesin onların peşine takıldılar.” Behçet Köksoy’a bakarak konuşuyordu. Behçet, ayağa kalkmış yüzünü sıvazlamıştı.

 

“Abi bir şey yap kızıma ulaşamıyorum.” Kenan Köksoy’un sesi titremişti. Omuzları çökmüş çaresizlikle yanındaki koltuğa tutunmuştu. Behçet Köksoy eline telefonu almış ve bir numarayı tıklayıp kulağına götürmüştü.

 

“Ahu kız-“ demesine kalmadan öfkeli sesi tüm salona yayılmıştı.

 

“Bahçeye giriş yaptım baba, bekle!” deyip telefonu kapatmıştı. Elim ile destek alarak ayağa kalktım. Herkese baktığımdan koca bir sessizliğin dolaştığını gördüm. Ahu’nu bu tavrı karşısında herkes durulmuştu.

 

Lila telaşla evin giriş kapısına koşmuş ve kapıyı sonuna kadar açmıştı. Tüm bakışlar kapıdaydı. Önce Ahu Köksoy göründü ardından tüm bakışlar yere kaydı. Saçından tutuğu şahsı gören herkesin ağzından tiz bir çığlık koptu. Açelya Köksoy.

 

Ahu, tüm ailesini önüne kız kardeşini bir çöp poşeti gibi fırlatmıştı. Yüzünden akan kin ve öfke buradan hissediliyordu. Yere düsen Açelya cansızca olduğu yerden hareket dahi etmemişti.

 

Ona dikkat kesildiğimde. Şu haline karşı mideme bir yumru yemiştim. Yüzü kan içinde, saçları darmadağın. Yanağında derin bir iz ve vücudu darp izleriyle dolmuştu. Birisi onu acımasızca dövmüştü.

 

Behçet ile Fehmi Köksoy aynı anda Açelya’nın yanına koşmuş ve bedenine dokunmak istemişlerdi. Fakat her ikisi de buna cesaret edememişti. Sonunda Behçet Köksoy kızının yüzünü elleri arasına almıştı. Gözleri dolmuş ve dudaklarını ısırmıştı. Aylin Köksoy ise saçını yolmaya başlamıştı.

 

“Mete annemi odasına götür!” Ahu Köksoy öfkeyle bağırmıştı. Mete ise ağlamaktan bitap düşmüş omuzlarını sinirle kaldırdı. “Abla!” diye sesini çıkarttı.

 

“Derhal dediğimi yap, yoksa Açelya ablandan daha beter hale gelirsin!” Öyle bir gürlemişti ki yerimden sıçramıştım. Mete değil herkes şaşkınlıkla Ahu’ya baktı. İstemeye istemeye Mete annesinin omuzların tutup yönlendirmek istediğinde Aylin Köksoy olduğu yerde bayılmıştı. Mete bunu fırsat bilip kucağına almış ve üst kata çıkmıştı.

 

“Ahu ne oluyor, kim yaptı bunu?” Behçet, kendi kızının bu halde oluşu ile çökmüştü.

 

“Ben yaptım baba!”

 

Ahu gözlerindeki nefreti tükürür gibi konuştu. Ben dahil olmak üzere şaşkınlıktan bayılacaktık. Abimin beni dövüşleri bunun yanında hafif kalırdı. Babasına tiksintiyle baktı.

 

“Bir şey soracağım sana Behçet baba?” Alay edercesine ve ağlamaklı bir üslupla konuştu. Behçet, ayağa kalkmış ve kızının karşısında dikilmişti.

 

“Sen bu kızı başka bir kadından mı peydahladın?” Ağzından çıkan zehir zemberek sözlerle herkes donup kalmıştı.

 

“Ne diyorsun ulan sen?” Behçet Köksoy nefes nefese ne diyeceğini şaşırdı.

 

“Bir soysuz besledin, şimdi bedel ödeme vakti!” Ahu Köksoy babasına tiksintiyle süzdü. Yüzü öfkeden morarmıştı. Bir an Uluğ’a benzettim.

 

“Ahu, son raddedeyim kızım!” Bu bir uyarıydı.

 

“Bugün yeğenin Uluğ senin kızın için kendi canını kurban etti Behçet baba!” Ahu tüm ailenin karşısına geçmiş ve yakarmıştı.

 

Ayrılık, ne aniden kopan bir fırtına gibidir ne de yıkan bir dalga; usulca, fark ettirmeden sarar her şeyi. Onunla dolan kelimeler eksilir önce, sonra dokunuşunun bıraktığı sıcaklık soğumaya başlar. Gülüşü kulaklarında silik bir hatıraya dönüşürken, adı dilinin ucunda bir dua gibi kalır. Ve bir gün, fark edersin ki en çok da yokluğuyla var olmaya başlamışsındır. Çünkü ayrılık, gidenin değil; geride kalanın yüreğinde büyür en çok.

 

-BÖLÜM SONU-

Bölüm Sonu Sözü…

“Mutlu olmak için iki şeyi ortadan kaldırmanız gerekir; kötü bir gelecek korkusu ve kötü bir geçmişin hatırası.”

(Annaeus Seneca)

 

Bölüm : 02.07.2025 01:55 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...