
"Duvarı yıkmaya gücüm yetmiyorsa kendimi parçalayacak değilim elbette ama önümde duvar var diye boyun eğmeyi de kabullenemem!" (Dostoyevski)
FEVERAN
-
TRAVMA
🕊️
Yalnızlığım hep benimleydi. Nerede, ne şekilde olursam olayım beni hiçbir zaman yalnız bırakmamıştı. Kardeşimi öldürdüğüm o soğuk duvar dibine sindiğimde de benimleydi. Abimin beni ilk dövdüğü, ellerimi kırdığı o günde. Evlendirmeye çalıştıklarında da. Kendimi korumak için o silahı elime aldığım o günde... Belki de o yüzden yalnızlığı, sessizliği seviyor sarmalıyordum.
Bunca şey olur iken intikamını al diyen olmuştu. Ben intikam almayı sevmezdim, yani o duygu bende yoktu. Lâkin ödeşmeyi isterdim… Hatta her şeyden çok...
Sanıyorlar ki bir tek onlar acı çekiyor, onlar kahroluyor. Bilmezler ki benim içimde kaç can ölmüş. Bilmezler ki yüreğimin, ruhumun nasıl lâl olduğunu.
Kurşun gibi izlerimi iyileştirmenin derdindeydim. Kendimi onarmaya ve sevmeye çalışıyordum. Her şeyi hak etmiş olsam bile, hak ettiklerime rağmen yaşamı seviyordum. Ölüm, hiç önceliğim olmamıştı. Dayanamadığım zamanlarım elbette oldu. O anlarda çokça ölüm aklım da dolaştı ama hiçbir zaman cesaret edememiştim. İçimdeki o hayata karşı direnen umut kırıntısı buna mâni oluyordu.
Üzerimde dünün verdiği bir çaresizlik ve korku geziyordu. Kötü bir günün ardından uykusuzluk yerini almıştı. Haliyle yerimde kim olsa bu ortamda uyuyamazdı. Bir şey yapmalıydım. Bir yol olmalıydı. Bu yol beni çıkışa götürmeliydi. Düşünmek bile beni tedirgin ediyorken bunu eyleme dökecek olmam kalp ritmimi bozuyordu.
Gün kendini akşama teslim etmek üzereydi. Uykusuz olduğum gibi açtım da. Üzerimde bir karamsarlık ve memnuniyetsizlik hali vardı. O adama ait hiçbir şeyi ne yemek ne de kullanmak istiyordum. Sabahleyin kahvaltı tarzında bir şeyler getirilmişti lakin onlara da bir gram dokunmamıştım. Ardından bu kalenin koruyucularından bir tanesi gelmiş yemediğimi görünce telefonda birine mesaj atmış ve yemeği yeniden geri götürmüştü. Muhtemelen birazdan akşam yemeğini getireceklerdi. Ve benim o sıra bir şey yapmam gerekiyordu. Zebaniler etrafta gözükmüyorlardı. Bu da benim için bir avantajdı.
Stresle balkona çıktım. Detaylıca etrafa göz attım. Bahçe oldukça büyük bir alana sahipti. Bir kenarı havuz, bir kenarını ise veranda tarzında geniş bir alanla dekorasyon edilmişti. Bir diğer tarafı bar bölümüydü. Geri kalan kısım ise çeşitli ağaçlarla tamamlanmıştı. Etrafı ise hapishaneyi andıracak duvarla örülmüştü. Duvarın üzerini ise dikenli sarmaşıklar sarmıştı. Ama gözüme sarmaşıkların arasında gizlenmiş demirli bir kapı takılmıştı. Kapalıydı. Etrafta binlerce koruma vardı. Bu birkaç günde dikkatimi çeken bir şey daha olmuştu. Saat 20:00 olduğunda nöbet değişimi tarzı bir şey gerçekleşiyordu. Tüm korumalar evin önüne doğru gidiyor ve maksimum on dakika sonra yenileri geliyordu.
O kısa aralık süresinde bir yolunu bulup kaçmalıydım. İkinci kataydım ve yüksekliği anlamak için aşağı kendimi sarkıttım. Mesafenin korkulacak bir tarafı yoktu. Atlanılabilirdi fakat benim ayağım yaralı olduğu için daha da yara alabilme ihtimali vardı ama zaten istediğime ulaşabildiğim takdirde bu her şeye bedeldi. O on dakikalık zaman aralığında buradan atlasam ve o kapıya ulaşsam bile kapının kilitli olma ihtimali de vardı. Bu odadan çıkma ihtimalim de olmadığına göre geri de bu çılgınlığı yapmaktan başka hiçbir seçeneğim kalmıyordu. Böyle acizce oturmaktansa en azından denedim derdim.
Kapı sesi ile arkama dönmüştüm. Her zamanki gibi adı Arif olan koruma içeri girmiş etrafa göz atmıştı. Beni görünce baş işareti ile komut vermiş, içeri elinde bir yemek dolusu tepsi ile başka bir koruma girmişti. Makyaj masasının üzerine koymuş ve başını eğerek çıkmıştı. Arif korkutucu bir imaja sahipti. Aynı onun gibiydi. Onun tam zıttı bir tene sahipti. Esmer, siyah saçlı, siyah gözlü ve hiçbir zaman kesmediği kirli sakalıyla yeterince korkutucuydu. Kulağından hiçbir zaman çıkartmadığı kulaklık ise onu gizli bir imaj sağlıyordu. Gözlerini bir an olsun benden çekmemişti.
“Yeniden döndüğümde bu yemek bitmiş olacak. Yoksa zevkle onu sana yediririm.” Demiş mide bulandırıcı bir sesle. Cevabımı beklemeden arkasına dönmüş ve kapıyı kapatmıştı. Tabii kilitlemeyi de unutmamıştı. Bu tavrına karşılık gözlerimi devirmiştim. Buradan gitmeliydim. Buradan kaçmalıydım. Bedeli ne olursa olsun buradan gitmeliydim. Çarem yoktu. Böyle yaşanılamazdı.
Yavaş adımlarla yemeğe doğru gittim. Gözümden bir yaş akmıştı. Açtım, çok açtım. Dün sabahtan beri ağzıma bir lokma bile atmamıştım. Ve şu an akşam olmak üzereydi. Nefret ediyordum. Kendimden, beni bu dünyaya getirenlerden, bu hayatı bana reva gören herkesten nefret ediyordum. Ellerim titreye titreye ekmekten bir parça kopardım ve ağzıma attım. Ağlayışlarım bir türlü durmuyordu. O adama ait olan bir şeyi yemek istemiyordum. Boynumdaki izler halen geçmemişken ona ait bir şeye dokunmak istemiyordum. Bana sarf ettiği o kelimeler beynimde yankılanırken onun evinde durmak istemiyordum. Bu yol acılara veryansın… Bu yol ölümlere gebe… Bu yolun sonu uçurumdu…
Lokmalar boğazımda düğüm düğüm olurken midemin bulandığını sezdim. Doygunluk hissine kapılmamama rağmen kusma iç güdüsü vardı. Daha fazla bu işkenceye dayanamamış son bir yudum su almış ve tepsiyi geriye doğru itmiştim. Usulca sandalyeden kalkmış ve yatağın üzerine oturmuştum. Beklemeliyim. Son bir saat kalmıştı. Ya kurtulacaktım ya da bu sefer gerçekten de ölecektim. Zaman su gibi akmıştı. Tepsiyi almaları için gelmelerini umarken kimse gelmemişti. Belki de değişimden sonra gelinecekti. Heyecanla ayağa kalkmış balkona çıkmıştım. Saat tam 20:00’dı. Ama halen kimse yerinden kıpırdamamıştı. Stresle her birine göz gezdirdim. Bileklerinde olan saate bildirim gelmesi gerekiyordu. Çünkü o bildirim sesinin hemen ardından komut alıp gidiyorlardı.
Bu bekleyiş beni sıkmaktan ziyade korkutuyordu. Evde kimse yok gibi duruyordu ama her an evin asıl sahipleri gelebilirdi. Bu yüzden elimi çabuk tutmalıydım. Balkonun altında duran korumanın saatinden bildirim sesini duyduğumda kalbim adeta depar atmıştı. Hepsine teker teker baktım. Başları ile birbirlerine bir harekete bulunup aynı yöne doğru ilerlemeye başlamışlardı. Bahçenin boşaldığından emin olunca bir an bile düşünmeden balkonu çevreleyen demirliklerinden ayaklarımı sarkıtmıştım. Demirliklere tutunup derin bir nefes almıştım. Ve daha fazla oyalanmadan boşluğa kendimi bırakmıştım. Popomun üzerine düşme sureti ile acı hissi bedenimde kendini var etmişti. Yaralı olan ayağımda cabası tabii. Bu acıyı bir kenara atıp vakit kaybetmeden gitmeliydim. Ayağa kalkmaya çalıştım ama yine kendimi yerde bulmuştum. Bandajlı ayak bileğim kanlar içerisinde kalmıştı.
Tedirginlikle etrafa göz attım. Kimsecikler yoktu ama bu olmayacağı anlamına gelmiyordu. Acıma rağmen ayağa fırlamış ve havuzun etrafından dolanıp sarmaşıklar ardında gizlenen demir kapıya doğru adeta koşmuştum. Yaralı ayağıma rağmen koşuyordum. Kapıya yetiştiğimde içimden sadece kilitli olmaması için dualar geçiyordu. Hızlıca kolu çevirdiğimde kilit sesini duymuştum. Aralanan kapının ardında utanmasam ağlayacaktım. Ben şok içinde kalırken evin içinde bir bağırış sesi duymuştum. Bu Arif’in sesiydi. Korkuyla kendimi hemen dışarı atmıştım. Ses çıkmasından korktuğum için kapıyı kapatamamıştım. Önümde zifiri karanlık bir orman vardı.
Hangi yöne doğru gideceğimi bilmeden sadece koştum. Ardımda kalan evden olabildiğince uzaklaşmalıydım. Bu belki de benim son şansımdı. Ve son kaçışım olmasını diliyordum. Çıplak ayaklarıma batan diken ve çalı parçaları her ne kadar canımı yaksa da durmamalıydım. Kesin çoktan benim yokluğum fark edilmiş ve herkes benim peşime düşmüştür. Ne kadar koştuğumu ve hangi yöne gittiğimi bilmiyordum lakin nefes almakta zorlandığımda bir ağacın dibine sırtımı yaslamıştım.
Korkuyordum. Ölesiye korkuyorum ki beni bu durumdan annemin göğsü dahi kurtaramazdı. Canım sıkılıyordu. Bu birkaç kelimeye bile sığamazdı. Daha fazla dayanamamış ağlamaya başlamıştım. Bu dünya bana yabancıydı. Saflık derseniz deyin, aptallığa da razıyım ama ben bu duruma bir anlam veremiyordum. Bu hayatlar bana ağırdı. Toydum belki de ama bu yaşantı boyumdan da büyüktü.
Ardı ardına patlayan silah sesi ile olduğum yerde sıçramıştım. Gelmişlerdi belki de yaklaşmışlardı. Vücudum adeta titremeye başlamıştı. Canım yana yana yeniden koşmaya başlamıştım. Bir yerde saklanmalıydım. Ama nereye gidebilirdim ki? Sanki bir labirentin içerisinde gibiydim. Her yerde kocaman çam ağaçları vardı. Ve kapkaranlıktı. En fazla nereye kadar kaçabilirdim. Ama pes etmemeliydim de… Eğer beni bulursa cezamı düşünemiyordum bile. Sonu ölüm bile olsa en azından uğraştım diyecektim. Bu her şeye bedeldi.
Önüme bir yamacın çıkması ile etrafa göz attım. Yamacın bitiminde tam da ormanı ayıran bir yol ve yolun diğer tarafında ışıkları yanan bir kulübe vardı. Heyecan ve korku bir aradaydı. Tereddütteyim, beni ne beklediğini de bilmiyordum. Daha kötü bir duruma da düşmek istemiyorum. Yaşadığım coğrafyayı da gayet iyi tanıyordum. Absürt binlerce sahne gözümün önünden geçmişti. Yeniden patlayan silah sesi ile korkuyla arkama dönmüştüm. En kötüsü de bu sefer ses daha yakından gelmiş olmasıydı. Titreye titreye yamacı aşıp yola kendimi atmıştım. Elimdeki son bileti kullanmaktan başka hiçbir şansım kalmamıştı.
Yolun ıssızlığı da halice beni germişti. Daha fazla oyalanmadan yolun diğer tarafına adım atmıştım. Kulübeye yaklaştığımda kapısı açılmıştı. İçerisinden yaşlı bir adam çıkmıştı. Ben olduğum yerde küçülmek istemiştim. Ne yapacağımı ve ne söyleyeceğimi bilememiştim. Yaşlı adamın elindeki kovayı kenara koymak için benim tarafıma dönmesiyle beni görmesi bir olmuştu. Kaşlarını çatı ve tümden beni inceledi, uzun bir süre çıplak ayaklarıma bakmıştı. Üzerimde bir eşofman takımı vardı. Uzun, kıvırcık saçlarım ise açıktı.
“Hayrola kızım, bu saate seni buraya düşüren de nedir?” Elindeki kovayı kenara bırakmış ve tümden bana dönmüştü. Daha fazla bekleyemeden yaşlı adamın yanına varmıştım.
“Bana yardım edebilir misiniz? En azından telefonunuzu kullansam, vaktim yok. Lütfen.” Titrek bir nefesle konuştum. Yaşlı adam kaşlarını çatmıştı. Tam bir şey diyecekken yeniden iki el ateş edilmişti. Yeniden sesi duymamla sıçramam bir olmuştu. Yaşlı adam bir kaşını havaya dikmiş ve bana bakmıştı. Ardından etrafa bakışlarını çevirmişti. Ketum bir yüze bürünmüştü.
“Burada şebeke çekmez evlat. Ama istersen kulübemde kalabilirsin. Zaten bende sabahleyin şehre geçecektim seni de istediğin yere atabilirim.” Uyuşuk sesi ile konuşunca tereddütte kalmıştım. Titrek bir nefes vermiş ve etrafa bakışlarımı yöneltmiştim. Buradan gidecek bir yerim var mıydı? Olmazsa bile burada kalmam ne kadar doğruydu? Yapamazdım. Dışarısı bile benim için daha güvenli bir yerdi.
“Bu fakirhanem, kaybolan mı dersin, yönünü şaşıran mı dersin her çaresiz insana ev sahipliği etmiştir. Evlat… İçin rahat edecekse kulübenin önünde de sabahlaya biliriz. İnsan yalnız olunca kendine bir dert ortağı arıyor. Buyur gel.” Evin önündeki oturağı işaret ederek konuşmuştu. İyi birine benziyordu ama bu iyi olduğu anlamına gelmezdi. Sıkıntı ile adım atmış dediği yere oturmuştum. Onun da oturmasını beklerken arkasına dönmüş kapının önünde duran bir çift terliği eline almıştı. Yanıma geldiğinde ayak uçlarımın dibine terlikleri bırakmıştı.
“Biraz büyük gelebilir ama idare edersin kızım.” Demiş ve bir şey dememe izin vermeden yeniden arkasına dönmüş ve kulübenin içine girmişti. Adam bana yabancıymış gibi davranmıyordu. Acaba gerçekten de söylediği gibi gelen gideni çok olduğu için mi bu samimi halleri. İçeride uzun bir süre sayılacak kadar kaldıktan sonra elinde tepsi ile evden çıkmış bana doğru gelmeye başlamıştı. Yanıma geldiği vakit tepside iki çayın olduğunu görmüştüm. Bana doğru uzattığında utançla konuşmuştum.
“Neden zahmet ettiniz ki? Hiç gerek yoktu.” Tepsiyi dibime kadar sokunca yeni demlemiş çay bardağını elime almıştım. Tepsiyi kenara bırakıp elindeki bardak ile yanıma oturmuştu.
“Ee kızım kendini tanıtmayacak mısın?” Deyince ona doğru dönmüştüm.
“Kusura bakmayın lütfen aklımdan çıkmış. Ben, Mihran.” dedim kısık bir sesle. Etraftan gözümü alamıyordum. Dışarıda durmam ne kadar sağlıklı bilemiyordum.
“Bu kadar mı?” dedi kaşlarını çatarak. Bir an beklemeden cevap vermiştim. “Evet.” Kaşları daha da çatılmıştı. Ama daha bir şey dememişti. “Siz?” dedim konuşma olsun diye. “İsmim Adnan, aslında burada oturmuyorum. Arada böyle kafam atınca kendimi burada buluyorum.” Çayından bir yudum alıp konuşmuştu. İçim biraz olsun ısınmıştı, belki de içeri geçebilirdik. Çünkü tedirgindim. Olacaklardan ve olması ihtimali olanlardan.
“İnsanın kaçacak yerinin olması ne güzel. Kıymeti bilinmeli…” dedim iç çekerek. Cidden öyleydi, mesela birileri canını sıkıyor ve sen bir an olsun kahrını çekmeden gidebiliyorsun. En önemli ayrıntı ise nereye gideceğin de belli. Bu tarif edilemeyecek kutsal bir mabet özelliğini taşıyordu.
“Daha toysun, bekle, sabret, illaki bir yer sana kucak açacaktır. Evhamlanmayasın sakın, insan yaşadığı müddetçe mucizelere gebedir derler…” dedi uysal bir sesle. Mucize dedikleri ya felaketim olursa? Ya kıyametim olursa… Bazı mucizelerin olmaması belki de o kişinin hayrınadır, kim bilir. Elimdeki bardaktan bir yudum almış ve derin bir şekilde iç çekmiştim.
Daha fazla dayanamamış, “İzniniz olursa lavabonuzu kullanabilir miyim acaba?” demiştim.
“Tabii kızım keyfine bak, koridorun sonunda.” dedi uysal bir sesle. Bana büyük gelen terlik ile kulübeye doğru gitmiştim. İçeri girdiğimde bir kadın elinin dokunmadığı çok belli oluyordu. Oldukça düzensiz ve kasvetli bir atmosferi vardı. Daha fazla oyalanmadan Tuvaletin yerini bulmuş işimi halledip çıkmıştım. Aynadaki yansımam bana çok yabancı gelmişti. Solgun yüzüm, içe gömük elmacık kemiklerim ne kadar zayıfladığımı bana gösteriyordu.
Sertçe yüzüme su vurmuştum. Kendime gelmek anlamında boynuma ve enseme su gezdirmiştim. Yüzümü kurutmak için elim havlu peçeteye gideceği sırada dışarıdan sesler gelmişti. Korku içerisinde oturma odasına girmiş ve pencereden kimin geldiğini anlamak için perdeyi aralamıştım. Gördüğüm yüzlerle hemencecik perdeyi kapatmıştım. Duvarın dibine sinip kalbimi avuçlamıştım.
Gelmişlerdi.
Bulmuştu beni.
Bir orduyu andıracak derecede çoklardı. Yerimden kıpırdanıp, yeniden perdeyi aralamıştım. Uluğ, evin sahibi yaşlı Adnan ile el sıkışıyordu. Yaşlı adam ise sanki yıllardır dostuymuş gibi tebessüm ediyordu. Bu görüntüye maruz kalmayıp öfkeyle arka odaya koşmuştum. Sessiz sedasız perdeyi aralayıp dışarı bakmıştım. Kimse yoktu, hızlıca pencereyi açmış ve kendimi atmıştım. Daha birkaç adım atmadan ayaklarımın dibinde bir patlama oldu. Korku ile sıçrayıp arkamı dönmüştüm.
Kimse yok sandıklarım kulübenin duvarına yaslanmışlardı. Bana doğru bir silah doğrultmuştu. Onu tutan ise Uraz’dan başkası değildi. Beni vurabilirdi fakat o bana göz dağı vermiş ve ayak diplerime bir kurşun sıkmıştı. Kokudan ellerim titriyordu. Ağlamak istiyor ama öfkem buna mâni oluyordu. Evet doğru bu öfkem şu an olduğum yerden dolayı değildi. Beni bu dünyaya getiren ebeveynlerimeydi. Onlar istemişlerdi ben değil onların seçimiydi benim değil! Başıma talihsiz bir olay gelmişti ve onlar kolayına kaçmış ilk benden vazgeçmişlerdi. Oysa bana soracak olsalardı ben bu dünyaya gelmek dahi istemezdim.
Hani çocuk ailesini seçer saçmalığı var ya, şayet bana böyle bir seçenek sunulsaydı; ilk eleyeceğim kendi ailem olurdu.
“Cesaretin gözümüzü yaşartıyor marul kafa.” Her zamanki o alaycı yüzü yoktu hiç göremediğim kadar ciddiydi. Öfkesini ta buradan sezebiliyordum. Sakin bir biçimde yanıma gelmiş ve tümden beni süzmüştü. Onun kadar bende öfkeliydim. Bana hak görülen bu muamele canımı sıkıyordu.
“Şimdi düş önüme!” Kindar sesine karşı omuzlarımı düşürmüştüm. Korkum tüm vücudumu sarmalamıştı. Titrek nefesimi dışarı bile salamamış kirpiklerimi ardı ardına kırpmıştım. Ben halen yerimde duruyorken Arif silahın bir ucu ile omzumdan öne doğru iteklemişti. Tökezlemiş ve yere düşmüştüm. Saçlarım yüzümü kapattığında yaşlarımda beraberinde akmışlardı. Çıplak ayaklarıma ve avuç içim sızlamıştı. Çalı parçaları ellerime batmışlardı.
Göz hizama bir çift rugan ayakkabı girmişti. Acı çeken yüz ifademle başımı kaldırmış ve ona tüm nefretimle bakmıştım. Uluğ kindar duruşuyla karşımda dikilmişti. Ellerimden destek alarak zoraki bir şekilde ayağa kalkmıştım. Ellerimdeki tüm kiri eşofmanıma silmiş ve yaşlarımı elimin tersi ile silmiştim.
“Arabaya götürün.” Acımasız sesi daha da nefretle dolmuştu. Karanlıkta bile beli olan yeşil harelerini kısmış ve tüm yüzüme iğrenir bir vaziyete bakıyordu. Yüzü kemikli, sakaları seyrek ve sakalının arasında dudağının bitiminde bir ben vardı. Güzel bir yüze sahipken korkunç bir yüreği vücudunda barındırıyordu. Bir şey demeden ön bahçeye doğru ilerledim. Konuşmanın yersiz olduğu bir zaman dilimindeydim. Arkamda ve önümde birkaç adam vardı. Çıplak ayaklarımla yürümek ne kadar zor olsa da ses çıkarmıyordum.
Evin önüne geldiğimde iyi sandığım yaşı geçmiş Adnan ve ismini daha öğrenemediğim tuhaf bakışlı kızla ayak üstü bir konuşma içerisindeydi. Beni gördüklerinde yaşlı adam mahcup bir yüze bürünmüştü. Öfkeyle solumuş ve adımlarımı hızlandırmıştım. Ve kapısını açtıkları araca binmiştim. Arka kapıyı açtıkları için oraya oturmuştum. Belli bir müddet sonra şoför kapısı açılmış ve koltuğa yeşil canavar yerleşmişti. Başkalarının da gelmesini beni bu adamla tek bırakmamasını ümit ettim ama isteğim olmamış ve arabayı çalıştırmıştı. Usulca arka camdan beraberimizde gelenlere baktım fakat yine düşündüğüm çıkmamıştı. Herkesi ardımızda bırakarak tek başımıza ilerliyorduk.
Endişelenmiştim. Ne kadar dirensem de bu adamdan korkuyordum. Sınırlarını kestiremiyordum. Her şeyi yapabilir gibi geliyordu. Tırnaklarımı koltuğa geçirmiş içimdeki bu uslanmaz duyguları defetmeye çalışıyordum. Anlığına bakışlarımız aynı anda dikiz aynasından çarpışmıştı.
“Nereye götürüyorsun, ne yapacaksın bana?” Yaşlarım yeniden yolunu bulmuş gibi akmaya başlamışlardı. Gözlerini kısmış ve sağ gözümden akan yaşı takip etmişti. Çok oyalanmadan yeniden önüne dönmüştü. Bir cevap verme zahmetinde bulunmamıştı. Vücudum bu acılar altında titremeye başlamıştı. Kollarımı göğsümün altında bağlamış kendimi telkin etmeye çalışıyordum. Korkudan ziyade bıkkınlık hissi tüm bedenimi sarmalamıştı.
Dakikaların sonunda araba durmuştu. Kapalı gözlerimi aralamış etrafıma göz attığımda burasının bir lunapark olduğunu görmüştüm. Heyecan, korku ve meraklı bakışlarımı ona yönlendirdim. Arabadan inmiş ve etrafından dönüp lunaparkın önünde duran adamlara doğru ilerlemişti. Ne takım elbise vardı ne de başka bir şey normal sivillerdi. Saydığım kadarı ile sekiz kişilerdi. Fakat fark ettiğim şey hepsi oldukça cüsseli olduklarıydı. Kısa saçları ve tıraş yapmaktan tahriş olmuş yüzleri ile görenin onları asker sanması şaşılmazdı.
Hepsi teker teker dostane bir biçimde Uluğ ile tokalaşmışlardı. Birkaç kelimeden sonra Uluğ bir adam ile birlikte farklı yöne doğru yürümeye başlamıştı. O da onlar gibi cüsseli ve devdi. Bunca adamın arasında kendimi fantastik bir evrende hissediyordum. Dikkat çektiğim bir kısım daha vardı Uluğ bana bir an olsun bakmamış burada yokmuşum gibi görmezden gelmişti. Bu beni daha da endişelendirmişti çünkü adeta beni başkalarının eline bırakıyormuş izlenimi alıyordum.
Geriye kalan 7 adamdan bir tanesi bana doğru gelince istemsizce geriye doğru kaymıştım. Kapımı açmış ve beni görmek için başını eğmişti. Gözleri adeta siyah bir zeytine benziyordu. Yuvarlak bir yüzü ve çenesinden boynuna doğru inen halen kırmızı yara izi vardı. Korkulu gözlerime engel olamıyordum.
“Arabadan iner misiniz hanımefendi?” Yüzüne ve bedenine nazaran tavırları nazikti. Korkumu ve endişemi içime gömüş titreyen bacaklarıma rağmen arabadan inmiştim. Dev adamların karşısında çaresiz ve savunmasız bir haldeydim. İşaret etikleri yere doğru ilerlemeye başladım. Dev lunaparkın demir kapısı iki koldan açılmış ve oyuncakların arasında ilerlemeye başlamıştım. Buraları sevmezdim buralardan nefret ederdim. Abimin bana yaptıklarını hatırlayınca içim acımıştı. Hemen buradan kaçmak istiyordum. Beraberimde 4 adam gelmişti. Biri önümde diğeri yanımda iki kişi de arkamdaydı. Kaçmanın faydasız olduğu bir noktadaydım.
Zaten bu saatten sonra öyle bir girişimde bulunmayacaktım. Bırakmıştım. Her şeyi, tümden… Vazgeçmek değildi bu yorgunluktu. Başlı başına koca bir yorgunluk.
Tahtadan yapılma bir kapının önünde durduk. Kapının iki kanatında da koca iki bebek oyuncağı vardı. Kimine göre tatlı gözüken bu figürler kalp atışımı hızlandırmış nefes almamı zorlaştırmıştı. Önümdeki dev cüsse elindeki binlerce anahtarlık arasından bir tanesi avucunda sabitleyip kilit kısmına geçirmişti. İki kere çevirmiş ve kapıyı geriye doğru itmişti.
Gördüklerim karşısında arkaya doğru adım atmıştım. Fakat cüsseli bir diğer adamla çarpışmış, korkulu gözlerle ona bakmıştım.
“Ben…” Ağzımdan zar zor çıkan kelime ve titreyen bacaklarıma engel olamıyordum.
“Ben oraya giremem.” Dedim titreyen ve aciz sesime ben bile acımıştım. Göz yaşlarım yağmur misali yağmaya başlamışlardı.
“Zorluk çıkartmayın ve lütfen içeri girin hanımefendi.” Yine aynı adam konuşmuştu. Odanın içerisi her türden bebek vardı. Hata tavan bile oyuncaklarla kaplıydı. Bu, bu benim için çok korkunçtu. Gözümü odanın içerisine dikmiş ve bir an olsun çekemiyordum.
“Hayır, anlamıyorsunuz.” Diye bilmiştim. Arkadan ayak sesleri duyduğumda o yöne doğru bakmıştım. Gelen Uluğ’du. Beni cezalandıracaktı, kaçmanın bedelini bana ödetecekti. Siyah gömleği ile siyah kumaş pantolonu giymiş bu da karanlığına karanlık katmıştı. Ama ben yapamazdım böyle bir şeyi kaldıramazdım.
“Neyi anlamıyormuşuz?” Tam karşımda durmuştu. Yeşil gözleri alevden ateşti. Tedirginlik içerisinde koluna yapışmıştım. Kaşlarını çatmış ve yaptığım bu anlamsız hareket karşısında üsten bir bakış atmıştı.
“Yalvarırım sana beni oraya sokma, her şeyi yap ama bunu yapma! Ben oradan çok korkuyorum.” Gözyaşlarım yolunu biliyormuşçasına ilerliyorlardı. Kolunu elimden bir öfkeyle çekmiş ve bedenini benden uzaklaştırmıştı. Sözlerim hiçbir işe yaramamış baş işareti ile arkamda kalan adamlara götürün işaretini yapmıştı. Üzerime üzerime gelen adamlara korkunç bir yüzle bakmıştım.
“Hayır, hayır, hayır.” Sesim adeta bir yakarış timsali gibi gür çıkmıştı. Beni arabadan indiren adam hiç zorlanmadan ayaklarımdan tutmuş ve sırtına atmıştı. Sırtına vuruyor ve çırpınıyordum. Başa dönmüştüm, yine aynı şeyleri yaşıyordum. Ve şimdi daha korkunçtu çünkü başıma geleceklerden haberdardım.
“Bunu bana yapma, anlamıyorsun. Orası benim mezarım…” Dudaklarımdan yine aynı haykırış firar etmişti. Oyuncak odasına girmiş ve beni sırtından indirmek için yeltendiğinde sıkı sıkı bedenine sarılmıştım.
“Hanımefendi size zarar vermek isteyeceğim son şey o yüzden lütfen ellerinizi üzerimden çekin.” Diye bir telkinde bulunmuştu. Ama ben ölesiye sarılıyordum.
“Anladığım kadarı ile askersiniz, şu an milletinize ait birinin canını yakıyorlar. Beni korumakla mükellefsiniz. Lütfen bana yardım edin.” Son çırpınışlarımdı bunlar. Bedeni duraklamış öylece birkaç dakika durmuştu.
“Üzgünüm, ben sadece bir emir eriyim.” Demiş ve gücümün kat be kat üzerindeki gücü ile belimden tutup yere savurmuştu. Ve ben kendimi toparlayamadan dışarı çıkıp üzerime kapıyı kilitlemişti. Koşmuş ardı ardına kapıyı yumruklamıştım.
“Uluğ tamam özür dilerim bir daha kaçmayacağım. Ne dersen onu yapacağım ama yalvarırım beni buradan çıkart!” Tüm gücümle bağırıyor ve ayaklarımla ellerim ile kapıyı yumrukluyordum. Bağıra bağıra ve hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Gözlerimi birbirine öyle bir kenetlemiştim ki kanayacağından hiç şüphem yoktu.
“Yapamam, yine aynı şeyleri yaşayamam. Bu sefer olmaz…” dedim acı çeken bir sesle. Dakikalarca vuruyor ve bağırıyordum. Ellerimde ve ayaklarımda derman kalmadığında usulca yere çökmüştüm. Gözlerimi bir an olsun açmamıştı. Ayaklarımı karnıma doğru çekmiş ve kollarım ile tüm bedenimi sarmalamıştım. Kendime telkinlerde bulunmaya çalışıyordum. Ama sakin olmak bir kenara daha da hırçınlaşıyordum. Aynı o zaman duyduğum kahkaha sesini duymuştum. Ve bunu duymuş olmam gözümü belertmeme neden olmuştu.
Tüm oyuncaklar karşımdaydı. Önce ayaklarım sonra da dilim tutulmuştu. Öyle sessizdi ki sadece nefes seslerimi duyuyordum. Aynı o zamanda olduğu gibi…
Anne…
Poyraz abi…
Dede…
Nefes alamıyorum. Çok üşüyorum, bende sizin kızınızım. Yardım edin bana, artık ayağa kalkamıyorum.
🕊️
Flaşbelek…
Artvin, Borçka
(15 Şubat 2010)
Soğuk bir kış günü avuç içlerim donmak üzereydi. Üstümde tek bir kazak altımda ise dizeme gelen bir etek vardı. Kışa nazaran üstümdekiler oldukça inceydi. Annem evde yoktu, o yüzden kendim giyinmek zorunda kalmıştım. Ablamın ısrarlarından sonra lunaparka gelmiştik. Babam benim gelmemi istememişti fakat ablamın şımarık isteklerinden bir tanesi de benim de gelmem gerektiğiydi. Abimde peşimize takılmış ve hep beraber parka gelmiştik.
Aslında gelmek istememiştim çünkü sadece izleyecektim. Hiçbir şeye beni dahil etmeyeceklerdi. Ve ben her zaman olduğu gibi uzaktan bu mutlu aile tablosunu seyredecektim. Şimdi olduğu gibi…
Abim Civan ile ablam Meyra atlı karıncaya binmiş ve babamda onları gülümseyerek videoya alıyordu. Ben ise karşılarındaki bankta onları seyrediyordum. Gözümden usulca bir yaş düşmüştü. Hıçkıra hıçkıra ağlamamak için kendimi sıkıyordum. Ağlarsam eğer babam beni sürükleyerek eve götürür ve hiç unutamayacağım sözler sarf ederdi. Bundan günler öncesindeki sözleri halen küçük kalbimi acıtıyorken bir yenilerini duymaya gücüm yoktu.
“Yüksün, bu sırtıma yükten başka hiçbir şey getirmedin. Allah şahidimdir son günüm olduğunu bilsem beraberimde seni de götürürdüm.”
Oysa 21 kiloya sahiptim. Yaşıtlarıma nazaran oldukça zayıftım. Ama bana hep çok ağır muamelesi yapıyordu. Hatta bu sözlerinden ötürü yemek bile yemiyorum. Yük diyordu, kilolu birine böyle dendiğini biliyordum. Yoksa farklı bir manası mı vardı?
Etrafı incelerken yanıma Civan gelmişti. Babam ile Ablam bu sefer çarpışan arabalara binmişti.
“Gel seni çok güzel bir yere götüreceğim.” Gülümseyerek konuşmuştu. Kaşlarımı çatmış ve öfkeyle ona bakmıştım.
“İstemiyorum abi.” Dün beni bisikletten itmişti ardından ise kahkaha atmıştı. İki ayak dirseğim ve avuç içlerim kan içerisinde kalmıştı. O yüzden onunla küsmüştüm.
“Ama beni affet diye seninle oynayacaktım.” Demiş ve elini uzatmıştı. Omuz silkmiş yüzümü farklı bir yöne çevirmiştim. İlk kez bir şey yapmıştı… Yanağımdan öpmüştü. Gözlerim kocaman olmuş ve yüzüm kızarmıştı.
“Ne yaptın?” dedim şaşkınlıkla. Kendisi kocaman gülümsüyordu. “Kardeşimi öptüm, öpemez miyim?” Bu söylediğine gülmüştüm.
“Ama insan sevdiğini öper, sen benden nefret ediyorsun ki. Niye öpesin?” dedim merakla.
“Hayır ben seni çok seviyorum.” Demiş ve bana kocaman sarılmıştı. Heyecanlanmış ve mutlu olmuştum. Bende ona sıkıca sarılmıştım.
“Hadi şimdi benimle gel.” Elimi tutmuş ve beraberinde yürümeye başlamıştım. Beni seviyordu, abim beni seviyordu. Belki de babam da beni severdi. Bence sevecekti çünkü şimdi bana öfkeliydi. Abim bile beni severken babam kesinlikle severdi.
Çok kalabalıktı. Binlerce kişinin arasında yürümekte zorluk çekiyorduk. Fakat abim yolu biliyormuş gibi beraberinde beni çekiştiriyordu. Aslında biraz tedirgindim epeyce babamdan uzaklaşmıştık. Ve kaybolmaktan korkuyordum.
Kalabalıktan uzaklaştığımızda abim durmuştu. Onunla birlikte durduğumuz yere bakıyordum. Kocaman bir tabelayı gördüğümde korkuyla yüreğimi tutmuştum. Kocaman harflerle korku tüneli yazıyordu.
“Abi neden burada durduk?” dedim telaşla. Yeniden kocaman gülümsemişti.
“Korkularımızı yeneceğiz küçük kardeşim. Hem ben yanındayım.” Sakince söyleyip yeniden beni sürüklemeye başlamıştı. Korkuyordum ama abim ile bu bizim ilk aktivitemiz olduğundan sessiz kalmıştım.
Korku tünelinin girişindeydik. Trenin bir bölümüne geçtik. Bir elim abimin elinde bir diğeri de eteğimi avuçlamıştı. Kıvırcık saçlarım birbirine girmişlerdi. Yavaş bir biçimde tren hareket etmişti. Tünelin içerisine girdiğimizde her yer karanlıktı. Abime biraz daha sokulmuş korkulu gözlerle etrafıma bakıyordum.
Bir müddet sonra flaşlar patlamış ve binlerce iskeletler fırlamıştı. Arkadan gelen kahkaha seslerine karşı çığlık atmıştım. Öyle çok korkmuştum ki bayılacağımı sezmiştim. Sıkı sıkı abime sarılmıştım. Birbirinden korkunç yaratıklar üzerimizden uçuyorlardı. Ben ise bağıra bağıra ağlıyordum.
Ne olduğunu anlama zamanı kalmadan abim önce beni kendinden uzaklaştırmış hemen ardından ise hareket halinde olan trenden aşağı itmişti. Başımı yerde bulunan bir demir parçasına çarpmıştım. Yüzümü buruşturmuş bu acı nefesimi kesmişti. Gözüm kararmış fakat son bir kez abime bakmıştım. Hareket halindeki trenden bana bakıyor ve gülüyordu.
“Salak kıvırcık kafa.” Diye bağırmış ve kahkaha atmıştı. Küçük bedenim sancılar içerisinde kalmıştı. Üzerimden hayalet elbiseli cisimler geçiyordu. Korkudan dilim bağlanmış gibiydi. Abi beni bırakma diye bağırmak istiyordum lakin tek kelime bile söyleyememiştim. Ayak dirseklerim ve avuç içim yeniden kanamışlardı. Daha yeni kabuk bağlayan yaralarım çeşmeden su akar gibi kanamaya başlamışlardı. Gözümden sicim sicim yaşlar akıyor küçük kalbim acıdan büzüm büzüm büzülüyordu.
Üzerimden geçen yaratıklar sayesinde başımın dönmesini ve tüm ağrılarımı hissetmiyordum. Çünkü korku tüm bedenimi ve aklımı esiri altına almıştı. Titreyen bacaklarıma rağmen ellerimden destek alarak ayağa kalkmıştım. Tünelin duvarlarına tutunmuştum. Flaşlar bir açılıp bir kapanıyordu. Midem bulanıyor ve ateşimin çıktığını sezmiştim. Üşüyordum, tüm bedenim kasım kasım kasılmıştı. Sesler ve binlerce korkunç görüntüler karşısında savunmasız bir kız çocuğuydum.
Anneme, dedeme, amcama veya Poyraz abiye ihtiyacım vardı. Beni koruyup kollayan sadece bu dört kişi vardı. Diğer hiç kimsenin umurunda değildim. Yavaş adımlarımla ve duvardan destek alarak bir çıkış yeri bulmaya çalışıyordum. Ayağımdaki beyaz babet sertleşmiş ve canımı yakmıştı. Vücudumun titremelerine engel olamıyordum.
Parmaklarım duvarın sert tabakasında dolaşırken elime ahşaptan yapılma bir cisim gelmişti. Merakla baktığımda burasının bir kapı olduğunu görmüştüm. Heyecanıma ve korkuma mâni olamadan kapının koluna elimi atmış ve hiç duraksamadan indirmiştim. Kapı anında açılmıştı. Kurtulduğumu sanarak gülümsemiştim. Arkamdaki tüm yaratıkları ve o korkunç devasa sesleri bırakarak kendimi içeri atmıştım. Ardımda kapıyı kapatmış ve derin bir nefes almıştım. Akan yaşlarımı kazağımın bir kenarıyla silmiştim.
Burası kapkaranlıktı. Bir ışık hüzmesi dahi yoktu. Kapının duvarına elimi atıp ışık anahtarını aramaya koyulmuştum. Elime gelen sert kare şeklindeki düğmeye bastığımda ışık yanmış her yer aydınlanmıştı. Gözlerim ışıktan rahatsız olmuş bu da birkaç saniye gözlerimi yummama sebep olmuştu.
Gözlerimi açtığımda kalbim yeniden hızlı bir şekilde atmaya başlamıştı. Her yerde oyuncak vardı. Bir yığın dolusu oyuncak vardı. Aralarından bazıları çok korkunçtu. Bu beni ürkütmüştü. Yeniden üşümüştüm ve yeniden titremeye başlamıştım. Kilit sesi duyduğumda koşar adımlarla yetişmiş ve kolu indirmiştim. Fakat kapı açılmamıştı.
Bağırmak haykırmak istediğimde ağzımdan tek kelimenin bile çıkamadığını fark etmiştim. Konuşmayı unutmuş gibiydim. Vakit kaybetmeden yumruklarımı kapıya indirmiştim. Ardı ardına vuruyor ve kapı koluna asılıyordum. Bir ses duyduğumda susmuş ve beklemiştim.
“Kimse seni bulamayacak, orada çürüyüp öleceksin. Tıpkı kardeşimi öldürdüğün gibi sende geberip gideceksin. Hadi şimdi de Poyraz gelsin seni kurtarsın.” Abimin sesi bir volkan gibi düşmüştü. Bağırmak yalvarmak istedim lakin yine tek kelime edememiştim. Ağlamalarımdan ötürü ağzımdan sadece mırıltılı sesler çıkıyordu.
Saatler boyunca kapıyı yumruklamıştım ama ne gelen vardı ne de giden. Oyuncakların konuştuğunu bana saldırdıklarını görüyordum. Kapının önüne çömelmiş ve kendime sarılmıştım. Tavanda bir pencere vardı. Gökyüzü karanlığa bürünmüştü. Dışarıdan gök gürültüsü ve pencereye vuran yağmur damlalarını duyuyordum. Korkuyla kulaklarımı kapatmıştım.
O gün sabaha kadar o odada kalmıştım. Beni bulan ise her zamanki gibi dedem ile Poyraz abi olmuştu ve yarı baygındım. Hastaneye götürdüklerinde ise şok etkisinden ötürü konuşma engeline yakalandığımı fakat bunun kısa süreli bir şey olduğunu birkaç haftaya düzelebileceğimi söylemişlerdi. Ama ben iki yıl boyunca tek kelime bile edememiştim. Çünkü abim her gece babamın verdiği okul harçlıklarıyla oyuncak alır ve uyumuş olmama aldırmadan yastığıma koyardı. Ve ben her gece korkarak krizler geçirirdim.
Korku dolu geçen koca 730 gece…
🕊️
(Flaşbelek bitti.)
Günümüz…
Vazgeçmek istiyorum. Savaşan tarafım bile omuzlarını düşürmüştü. İyi değildim gözüm kararmıştı. 10 yaşındaki o halim arasında hiçbir farkın olmadığını anlamıştım. Yerden destek almak istedim ama olmamış ve yere kapaklanmıştım. Tüm bedenim zangır zangır titremiş kendimi daha fazla tutamamış ve başımın yere çarpmasına engel olamayıp kendimi karanlığa teslim etmiştim.
Birinin beni taşıdığını birtakım konuşmaların olduğunu duymuştum. Başım bedenime ağır gelmiş ve yeniden huzurlu bir uykuya kendimi teslim etmiştim.
Etrafımda bağırış sesleri yankılanıyordu. Fakat gözlerimi bir türlü açamıyordum. Tüm vücudumun sızladığını hissetmiştim. Sesler bir süre sonra netlik kazanmaya başlamıştı.
“Bu yaptığına aklım ermiyor Uluğ. Seni de o eve, o zindana tıksalar ne yaparsın? Ya bu kadar kararmış olamazsın, inanamıyorum sana. Kızın haline bak!” Mert’in bağırışı başımı ağrıtmıştı.
“Geçmişi sakın benim önüme koymaya kalkma Mert! Haddini ve yerini bil. Tolga toprağın altındayken benden kimse merhamet dilenmesin!” Uluğ öyle bir kükremişti ki Mert onun yanında sönük kalmıştı. Bu sesler acıma acı katıyordu.
“Ulan hiç mi acıman yok be adam, şu kız dünden beri tir tir titriyor. Senin gözün bile seğirmedi, Tolga nasıl bir ananın çocuğuysa bu kızda öyle. Biz nasıl bunun hesabını veririz Uluğ!” Mert’in yakarışı kalbimi ağrıtmıştı.
“Siktir git Mert, siktir git. Madem kaldıramıyorsun durma buralarda. Cenazeden sonra sana söyledim, sana ters binlerce şey yapacağım git kaldıramazsın dedim. Seçimi yaptın ve kaldın. Bu saatten sonra sana sadece susmak düşer.” Uluğ’un öfkeyle harmanlanmış sesi bir deprem etkisi yaratıyordu.
“İt gibi bu yaptıklarına pişman olacaksın. Yazık… Aramızda gözü açık, adamı ilk görüşte tanıyan tek kişisin. Bu kızın katil olabileceğine inanıyor musun? Şahsen bana soracak olursan, bu kız yalan söylemiyor. O gece her ne olduysa tüm oklar bu kıza çevrildi kardeşim.” Kendinden emin bir üslupla konuşmuştu. Derin derin nefes sesleri duyuyordum.
Yeniden konuşmasına devam etmişti. “Ve gerçekler önümüze sunulduğu vakit birazcık adamsan gider kendi kafana sıkarsın.” Bu sözünden sonra kapı sesi duymuştum.
Odayı koca bir sessizlik kaplamıştı. Birkaç dakika sonra adım sesleri duymuştum. Gözlerimi aralamak istedim fakat bu bile canımı yakmıştı. Parmağımı oynatacak gücü dahi bulamıyordum. Tüm vücudum kaskatı birer tahta parçasına dönüşmüş gibiydi. Birkaç dakika sonra yavaşça gözlerimi kırpıştırmıştım. Ve sonunda gözlerimi açabilmiştim. Bedenimi hareket ettirmiş ve kuruyan boğazımı temizlemiştim.
Gözlerimin ilk adresi tavan olmuştu. Tavanından dahi nerede olduğumu anlamıştım. Tutsak kaldığım o oda. Usulca etrafa baktığımda onun balkonda sırtı bana dönük bir vaziyete durduğunu görmüştüm. Ve onu görmemle o son yaşadıklarım önümde canlanmıştı. Yeniden üşüdüğümü ve bacaklarımın titrediğini sezmiştim. Başını gökyüzüne kaldırmış ve gözlerini kapatmıştı. Elleri cebinde ve heybetinden ötürü yutkunmuştum. Ondan korktuğumu sezdim. Evet korkuyordum. Aklıma gelenle parmaklarım dudaklarıma gitmişti. Sesimi temizlemiş ve sırtımı yatağın başlığına dayamıştım.
“Anne…” Sesimin yerinde olup olmadığını kontrol etmek istemiştim. Ve korktuğum şeyin başıma gelmediğini anladığımda derin bir nefes almıştım. Uluğ’un bedeni sesimden ötürü bana döndüğünde kalbim depar atmıştı. Korkulu gözlerle ona baktığımda halen o gün ki kıyafetleri giydiğini görmüştüm. Her gün özenle taranan saçlar birbirine girmiş ve alnından aşağı dökülmüşlerdi. Pürüzsüz cildine nazaran yeni çıkan sakalarını bu sefer kesmemişti. Gözleri ise kan çanağına dönüşmüştü.
Bana doğru adım atmaya başlayınca istemsizce geriye doğru kaçmak istemiştim. Bu tepkime karşı duraklamıştı. O öfkeli halinden hatta ve hatta onunla tanıştığımızdan beri ilk kez gözlerinde farklı bir duyguyu görüyordum. Adını koymak zordu fakat bu her zamanki olan nefreti değildi.
Kimse benden merhamet beklemesin demişti o zaman bu gözlerinde gördüğüm şeyde neyin nesiydi? Fakat bu değişiklik bile ona olan öfkemi ve korkumu azaltmamış aksine harlamıştı. Narsist bir tutumla karşımda duramazdı.
“Git buradan…” Zoraki bir biçimde konuşmuştum. Öylece bana bakıyordu. “Yaklaşma, elleme artık bana.” Gözümden usulca akan yaşları silme eylemine girişmemiştim bile. Bir şey dememiş ve arkasına dönmüştü. Kapıya doğru ilerlerken içimde ukde kalan o sözleri sarf etmiştim.
“Seni de Allaha şikâyet edeceğim.” Bu benim için en acıklı kelimeydi. Küçükken her zulümden sonraki haykırışım. Eli kapının kolunda duraksamıştı. Öylece birkaç dakika olduğu yerde kalakalmıştı. Sırtından hızlı hızlı nefes aldığını anlamıştım. Daha oyalanmamış kapıyı açıp dışarı çıkmıştı. Ardında kapanan kapıla birlikte omuzlarımı düşürmüştüm.
Yorganı göğsüme kadar çekmiş ve sarılmıştım. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştım. Bu içimde kopan acıyı tarif edecek bir söz bulamıyordum. Ama şunu diyebilirdim. Çocukluğum en büyük yaram. Kendi küçüklüğüme acıyordum. Geçecek denmişti… Hani nerede?
Dakikalarca ağlamış bu içimdeki acıyı atmaya çalışmıştım. Öfkem harlanıyor yerini çaresizliğe bırakıyordu. Ve ben gün geçtikçe kendi içimde kendimi kaybediyordum. Olası muhtemel düşüncelerin içerisinde kafayı yemek üzereydim. Abimde hissettiğim tüm duyguları başkası için yaşıyordum. Bu öfkeyle tüm ülkeyi yakabilirdim ama ben öylece oturmayı seçmiştim.
Kapının sesi ile elimin tersiyle yaşlarımı silmiştim. Bir süre sonra kapı yavaşça aralanmıştı. Yorgunca başımı kaldırmış ve gelen kişiye bakmıştım. Aysel abla elindeki tepsi ile içeri geçmişti. Zoraki bir biçimde ellerimden kuvvet alarak doğrulmuş ve sırtımı yatağın başlığına dayamıştım.
Usulca yanıma vardığında hüzünlü gözlerle bana bakmıştı. Yanımda duran komidine elindeki tepsiyi bırakmıştı. “Nasılsın güzel saçlı kızım, daha iyisindir inşallah.” Yatağın bir ucuna oturmuş annem gibi gözlere sahipti. Gök mavisi, ablamda öyle. Ama ben babamın kız versiyonuydum. Ne gülünç ama değil mi?
“İyi değilim dersem ne yapabilirsin Aysel abla?” dedim yorgunca omuzlarımı indirmiştim. En hüzünlü bakışını bana yollamış ve başını eğmişti.
“Hiçbir şey kızım.” Diye bilmişti. Hüzünlü bir yüze bürünmüştü. Dudaklarımda beliren tebessüm, her şeyin farkında olduğunun kanıtıydı.
“Biliyorum.”
“Ama sabret, elbet bir gün bu çektiklerinin mükafatını alacaksın. Bak hem ne diyor kutsal kitapta, Tûr/48, Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen gözlerimizin önündesin.” Demiş ve omzumu okşamıştı.
Çünkü sen gözlerimizin önündesin.
Bu söz beni hafifletmemiş aksine sorgulamaya itmişti. Belki bu yaşadıklarım ağır gelmişti, bilemiyorum. Fakat kafamın içinde dolaşanlar Allah’ı gücendirecek türdendi.
Bir cevap vermemiş öylece yeri izlemiştim. “Bak sana yemek getirdim, hadi birkaç lokma ağzına koyda gücün yerine gelsin. Aç açına olmaz, çatma kaşlarını hemen, itiraz falan kabul etmem.” Aysel ablanın sözleriyle yüzüm düşmüştü. O adama ait bir parça ekmeği bile içim almıyordu. Ona karşı içimde büyüyen bir öfke vardı. Ve ben ilk kez ölmek değil öldürmek istemiştim. Bakışlarım usulca tepsiye yönelmişti. Bir porsiyon bonfile yanında bir tabak kremalı makarna ve bir tabak salata vardı. Çatal, bıçak da vardı. Normalde bıçak hiç konmazdı. Acaba Aysel ablanın dalgınlığına mı gelmişti? Aklıma gelen şeyle gözlerim parlamıştı.
Aysel ablaya dönmüş ve gülümsemiştim. “Yok itiraz etmeyeceğim hem açım ama sen bekleme ben yavaş aralıklarla yerim.” Aysel abla saçımı okşamış ve kocaman bir gülümseme bırakmıştı. Bu kadın tıpkı annem gibi üzerime titriyordu. Bu tavırları beni duygulandırıyordu. Dedim en masum halim ile. Yeniden
“Aferin benim ballı gözlüme, afiyet olsun.” Demiş ve ayaklanmıştı. Bu sözüne istemsizce tebessüm etmiştim.
“Ballı gözlüm mü?” Diye bir soru yöneltmiştim. “Öyle tabi, sen hiç aynaya bakmadın mı? Gözlerin ballı bir ırmağa benziyor.” Bu dediğine gülmüştüm. Dedemde bunu derdi hatta hatıralarımın birinde 11. Yaş günümde bana bir çiçek getirmişti ve üzerinde ballı ırmağıma yazıyordu. Gülüşüm bir anda solmuştu çünkü uzun zamandır gülmediğimi fark etmiştim. Bu benim canımı yakmıştı.
Aysel abla çok oyalanmadan kapıyı çarpıp çıkmıştı. Bedenime can gelmişçesine ayağa kalkmıştım. Komidinin üzerine bırakılan yemek tepsisini elime almış ve makyaj masasına geçmiştim. Önümde duran yemekten birkaç lokma alabilmiştim. Tepsiyi kendimden uzaklaştırmış ve gözlerimi tepside duran bıçağa yöneltmiştim. Kafamda dönenler beni bile hayrete düşürmüştü. Ama mâni olamıyordum. Olmak istemiyordum. Göğsümün ta orta yerinde büyüyen bu öfkeyi dizginleyemiyordum.
Bıçağı bir hışımla avcuma almış ve gözlerimi yumuştum. Derin derin nefesler almış ve kendime birtakım telkinlerde bulunuyordum. O gücü benliğimde bulduğumda ayağa kalmış ve ayak dirseklerim ile sandalyeyi geri itmiştim. Usulca kapıya gitmiş, kapı kolunu temkinli bir biçimde indirmiştim. Koridora göz attığımda kimsenin olmadığını görmüştüm. Bıçağı tişörtümün içine gizlemiş ve yavaş adımlarla üst kata doğru hareket etmeye koyulmuştum.
Odasında olup olmadığını bile bilmezken şansımı denemek istemiştim. Birkaç kere üst kata çıktığına şahit olmuştum. Ve tahminimce odası kaldığım odanın bir üstündeydi. Karşımda tek bir kapı vardı sağda kalan kısım devasa camlarla kaplı birer terastı. Sol taraf ise duvardı. Orta da koca bir siyah kapı vardı. Burası kesinlikle ona aitti. Son kez nefes almış ve ardı ardına kapısına yumruklarımı geçirmiştim.
İçerden birtakım sesler duymuş fakat ben sabırsız bir tutum içerisindeyken yeniden kapısını çalma zahmetinde bulunmuştum. Bir hışım ile kapı açılmış ve çatık öfkeli bir yüz ile karşımda durmuştu. Üstü çıplaktı, başından aşağı su damlacıkları düşüyor ve usulca tenine dağılıyordu. Beni gördüğünde şaşırmış ve anlamsız bir yüze bürünmüştü.
“Ne işin var burada? Demediler mi sana, bu kata çıkmak yasak diye!” Öfkeli ve nefret dolu tavrında asla azalma yoktu.
“Demediler keza deseler bile bir boka yaramazdı.” En az onun kadar öfke doluydum. Kaşları daha da çatılmış alnında beliren kırışıklar daha bir derinleşmişti.
“Derdin ne Mihran?” diye bir sitemde bulunmuştu.
“Derdim mi ne? Mesela… Senin ölmen desem.” Tüm soğuk kanlı tavrım ile gözlerinin içine baktım. Yüzü alaylı bir hal aldı.
“O biraz imkânsız küçük hanım.” Kendinden emin duruşu içimdeki harlanan bu ateşi daha da körüklüyordu.
“O niyeymiş?” dedim duygusuz bir ses ile.
“Elimde can verdiğini göreceğim, acı çektiğini tıpkı Tolga gibi o toprağa seni gömeceğim. Yok öyle ölmek, ölümlerden ölüm beğendireceğim sana daha. Nereye ölüyorum ben.” Dudaklarından adeta zehir zemberek kelimeler dökülmüştü.
“Hatırlıyor musun sana ne demiştim, beni öldürmek istiyorsan gebert umurumda bile değil ama acı çektiremezsin! İşkence edemezsin, ha diyelim ki yaptın geriye bir ben bırakmam!... Hayatımda hiç olmadığım kadar aşağılık bir duruma düştüm. Sana yalvardım, oysa ben abime bile baş kaldırandım. Ona yalvarmam ve özür dilemem için o kadar işkence yaptı ki anlatsam kelimeler kifayetsiz kalır. Ben o anlarda ve o küçük bedenimle bir kez olsun yalvarmayı geç başımı bile eğmedim. Sana yalvardım, sana yalvardım…” Tüm dikkati ile beni dinliyordu.
“Belki Tolga’yı ben öldürdüm, belki onun kanı şu an avucumdadır. Bilemiyorum, hayatın bana oynadığı bu oyunu anlayamıyorum. Ama bu kadarını hakketmedim, Mert hani dedi ya o da bir annenin evladı diye. Hiç mi acımadın o kız çocuğuna, madem o oyuncaklarla olan travmasını biliyordun hiç mi acımadın? Çünkü ben bile kendime acıyorum artık. Abim olacak o adam da sen de ölmelisin! Ancak o vakit bu yaktığınız ateş sönecek.” Her kelimden sonra yüzü gevşiyor ve yumuşuyordu. Tereddütte kalan bir tavra bürünmüştü. Kirpikleri usulca titremişti.
Ve ben tüm soğuk kanlı tavrım ile sakladığım bıçağı çıkartmış. Gözleri gözlerime kitlendiği vakit bir an beklemeden tam kalbinin üzerine saplamıştım. Şaşkınlık içerisinde bakışları saplanan bıçağa gitmişti. Bıçağı çıkartmamış orada öylece dururken kanın vücuduna dağılışına baktım. İşte o anda korku zihnime saplanmıştı. Fakat halen ona olan öfkem benle beraberdi.
“Seni tam kalbinden vurdum Uluğ. Umuyorum ki cehennemin en azap köşesinde senin için bir loca ayarlanmıştır.”
-BÖLÜM SONU-
Bölüm sonu sözü;
“Dayanılmaz olan aslında yaşam değilmiş. İnsanlarmış."
(Fransız Kafka)
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.24k Okunma |
323 Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |