
"Neye içerlediğini bilmeyen bir küskünlük hâli, herkese, her şeye kırgın üstelik."
(Rasih Efendi)
FEVERAN
-
KOR
🕊️
Zaman, öyle bir kavram haline gelmişti ki dün bugün ve yarın anlamını yitiriyor. Akıp giden tek bir nefes haline dönüşüyordu. Aslında varlığını her daim hissettiriyordu. Gecesiyle gündüzüyle her şekilde ben buradayım dedirtiyordu. Yaralarım gibi mesela, daima zihnimin bir köşesindeydiler. Bazı anlar vardı; hatırlayamıyorum, neye kırıldığımı ve küstüğümü anımsayamıyorum. Fakat acısı ilk gün ki gibi yakıyor, içten içe tüketiyordu. Hissedebiliyorum...
Oysaki hatırlamamak daha güzel diyorum ama acısı hâlâ yerindeyken unutmuş olmam bir işe yaramıyordu. Sahi çaresizliğin tanımı neydi? Sesini duyuramamak mı yoksa anımsayamadığım bir yaranın hâlâ yerini benimseyişi mi? Hangisi daha ağır basıyordu? Kestiremiyorum. Ama beni içten içe ezdiklerini, zayıflattıklarını da biliyordum.
“Seni tam kalbinden vurdum Uluğ. Umuyorum ki cehennemin en azap köşesinde senin için bir loca ayarlanmıştır.”
Sözlerim bir hançer gibi aramıza girmişti. Yüzü buruşmuş ve o an ne yaptığımın idrakine varıp kaşlarımı çatmış yeşile bulanmış harelerine bakmıştım. Bakışlarının ilk adresi gözlerim olmuştu, bir şeyler arıyormuş gibiydi hemen ardından ise bakışları göğsüne inmişti. Öylece birkaç saniye bakakalmıştı. Şaşkınlık veya acıya dair hiçbir şey görememiştim. Eli bıçağın sapını tutmuş ve hiç zorlanmadan göğsünde saplı olan bıçağı çıkartmıştı. Bıçağın çıkması ile kanlar daha da hızlanmıştı. Bıçağı yere bırakmış ve bu sayede tok bir ses çıkmıştı. Şu an bayılması veya yere düşmesini beklerken o temkinli adımlarla içeri geçmiş yatağın üzerindeki tişörtü yaranın üzerine bastırmıştı. Ardından telefonu eline almış ve birkaç tuşa basmıştı.
“Odama gel.” Demiş ve telefonu yatağın üzerine fırlattı. Yorulmuş olacak ki yatağın başlığına tutunarak yere oturdu. Sırtını da yatağa yaslamıştı. Bu süre içerisinde bana bir an olsun dönüp bakmamıştı. Sorgulamamıştı bile. Sanki o hakkı bana vermiş gibiydi.
“Odana git ve bir daha çıkma.” Gözleri kapalı bir biçimde konuşmuştu. Sanki bu anı bekliyormuş gibi hemen arkama dönmüş ve çıktığım merdivenlerden geri inmeye başladım. Bir anda durmuş ve halen görünürde olduğu için onun duyacağı bir tonla konuşmuştum.
“Pişman değilim, acı çekmeni değil ölmeni istemiştim. Acı çektiğim kadar ölmeni…” Titreyen sesimle konuşmaya çalışmıştım. Yaşlarım yanaklarıma harita çiziyordu. Hızlı adımlarla merdivenlerden inmiş ve odama kendimi atmıştım. Sırtımı kapıya yaslamış ve yaşlarımı daha da salmıştım. Adım sesleri ve bağırışları duyuyordum. Bu beni daha da ürkütüyordu. Merve’nin sesi tüm evi inletiyordu.
“Siz ne kendini bilmez beceriksiz adamlarsınız, Uluğ’un odasına çıkmayı kim cüret edebildi? Topunuzun belasını sikiyim! Bunu yapan elimde can verecek, duydunuz mu beni?” Bu sözler beni tedirgin etmişti. Benim yaptığım her şekilde ortaya çıkacaktı. Ve işte o zaman her şey bitmiş olacaktı.
Sesler çoğalmış, adım sesleri de artmıştı. Ben ise kapının dibine sinmiş sadece ağlayabiliyor ve korkudan titreyebiliyordum. Pişman olmaya başlamıştım bile. Elimde hep başkalarının kanı vardı ve bu durum beni kahrediyordu. Belki de katil potansiyeline sahiptim. Bu düşünce bile beni paramparça edebiliyordu. Kendime hâkim olmalıydım. Bana yapılan bu zulme bu şekilde karşılık verirsem onlardan ne farkım kalacaktı. Delirmek üzereydim. Adalet bekçisi olacaktım sözde, şimdiki halime bak…
Aradan hemen hemen bir saat geçmişti. Halen üst katan sesler gelmeye devam ediyordu. Hiçbir haber alamıyor olmam beni çıldırtıyordu.
“Ben ilk müdahaleyi yaptım Selim abi, ciddi bir şey olduğunu sanmıyorum ama sende bir kontrol etsen iyi olur.” Mert’in sesini duyduğumda kulak kabartmıştım.
“Böyle bir saçmalık olabilir mi Mert, bunun tahlilleri röntgenleri şunları bunları var. Ben müneccim miyim içini nasıl göreceğim. Hastane iki adımlık yol, nedir bu bana bir şey olmaz tavırları? Bir gün gerçekten de bu davranışı yüzünden canından olacak!” Selim abi diye hitap ettiği ve kuvvetle muhtemel doktor olan adamın sitemine hak verdim. Neden hastaneye gitme gereği duymamıştı ki? Ya sonradan bir şey olursa o zaman ben ne yapardım.
Sessizlik her yeri hâkimi altına aldığında ayaklarımı karnıma doğru çekmiştim. Kendimde o gücü bulma derdindeydim. İyi olması için dualarda bulunuyordum. Ölmemesi gerekiyordu. Birinin daha kanına girmeye gücüm yetmezdi. Hıçkıra hıçkıra ağlamış bu katlanılmaz acıyı dindirmeye çalışmıştım.
Kapının önünde bir hareketlilik olduğunda yaşlarımı elimin tersiyle itmiştim. Kapı sessizce çalınmıştı. Ellerimden destek alarak ayağa kalkmıştım.
“Kim o?” Dememe kalmadan kapının kolunu indirmişti. Tedirginlik içerisinde bekledim. Sonuna kadar açmamış sadece kafasını uzatmıştı. Gelen kişi Arif’ti. Bu adamdan da korkuyordum en az onun kadar acımasız biriydi. Esmer teni ve simsiyah gözleri onu daha da korkutucu biri kılıyordu.
“Abi kapını kilitlememi söyledi. Tüm anahtarlar da bende olacak, kapıyı zorlamaya çalışacaklar sen ses etme, sus ve otur!” Bana karşı büyük bir öfkesi vardı ama zorundaymış gibi bir tavra sahipti.
“O iyi mi?” dedim tereddüt içerisinde. Dediklerini umursamamış sadece aklımda olan o soruyu sormuştum. Kaşlarını çatmış ve küçümseyici bir bakışla beni süzmüştü.
“O hep iyi ama sana gelecek olursam bu saatten sonra benim ebedi düşmanımsın. Ve genelde benim düşmanlarım öyle çok yaşamaz. Ayağını denk al, gözüm üzerinde.” Demiş ve kapıyı yüzüme çarpmıştı. Anahtarı üç kez çevirip kilitlenmesine neden olmuştu. Stres içerisinde saçlarımı çekmiş ve yüzümü sıvazlamıştım. Yatağa oturmuş sırtımı da başlığa yaslamıştım. Elim ayağım birbirine dolanmıştı.
Kapıyı zorlamaya çalışacaklar demişti. Kimden bahsettiğini anlayamamıştım. Onun bıçaklanmasına sinirlenen ve üzülenler anca kapıma dayanırdı. Biraz düşününce aklıma ilk Merve gelmişti. Her halinden onlara en fazla bağlı olan o gibi geliyordu. Ve Uraz… Evet, evet bu iki şahıs beni ciddi anlamda sıkıştıracak kişilerdi.
Aradan hemen hemen 4 saat geçmişti. Meraktan kafayı yemek üzereydim. Üst katan kapı sesini duyduğumda ayaklanmış ve kapımın dibine varmış kulak kabartmıştım. Merdivenlerden ayak seslerini duyduğumda heyecanlanmıştım.
“Şanslıymış ama hep şanslı olacak diye bir şey yok. Bu adamla artık doğru düzgün konuşun, olmadı Zafer ustayı çağırın Mert! Kendi canını bu kadar değersiz gören bir adam ben daha ömrü hayatımda görmedim. Bir değil iki değil, el insaf!” Doktor Selim’in sesi ve sözleri kaşlarımın çatılmasına neden olmuştu. Bir değil iki değil demişti, bu adam kaç kere vurulmuştu ki? Yoksa benim gibi onların elinde başkaları da mı vardı? Düşünce denizinde boğulmak üzereydim.
“Çok haklısın Selim abi ama kime neyi anlatabiliriz ki? Sen onu bunu geçte ben sana başka bir şey soracağım.” Mert’in geçiştiren tavrına karşı adeta kapıya yapışmıştım.
“Sor bakalım.”
“Biliyorsun ben Tıp üçüncü sınıf terkim. Öyle bir teşhis koyma hakkına sahip değilim o yüzden sana sormak istiyorum. Uluğ yanlışlıkla oldu gibi birtakım şeyler geveliyor. Bu vuruşun kasıtlı olma ihtimali var mı?” Şaşırmıştım. Çok şaşırmıştım. Uluğ bunu neden yaptı? Hem de benden böylesine nefret ederken…
“Şimdi şöyle yönünü de hesaba katarsak Uluğ’un böyle bir acemiliği yapacağını düşünmüyorum. Bıçak derine saplanmamış yani kalbe ulaşmamış. Her kim saplamışsa ya oldukça bu konularda beceriksiz ya da öldürme amacıyla değil de yaralama kastıyla böyle bir girişimde bulunmuş.” Dedi oldukça açıklayıcı bir üslup ile. Beceriksiz kısmı doğru ama onun yanına çıkarken öldürme amacı ile çıkmıştım.
“Yani demek istiyorsun ki bunu Uluğ yapmış olamaz. Muhakkak dış etkenlerden biri.” Mert düşünceli ifadesi ile konuştu.
“Bence öyle.” Demiş ve adım sesleri uzaklaşmıştı. Uluğ adını koyamadığım gizem dolu bir adam… Onu anlayamıyordum. Neden benim onu vurduğumu söylememişti ki? Bu çok saçma, bana unutamayacağım yaralar bırakırken beni korumasını anlayamamıştım. Gözümden inen yaşla irkilmiştim. Derine sapladığımı anımsıyordum fakat öyle değilmiş. Belki de korkudan hemen elimi çekmiştim. Oysa çok öfkeliydim.
Kapıdan uzaklaşmış arkamı dönmüştüm. Balkona doğru ilerlerken merdivenlerden koşar adımları duymamla kaşlarımı çattım. Adımlar oldukça yaklaşmıştı. Art arda kapıma inen darbelerle beraber adeta yerimden sıçramıştım. Kapının kolunu zorluyor ve ayağı ile tekmeler atıyordu.
“Kim kilitlediyse bu kapıyı derhal açsın!” Merve’nin sesi tüm evi sarmalamıştı. Arif’in bahsettiği oluyordu galiba. Sessiz ol demişti zaten kendimi açıklayacak veya koruyacak halim de yoktu. Bir darbenin sesi ile yerimden sıçramıştım. Derince yutkunmuş ve usulca yatağa oturmuştum. Stresle ellerimi bacak arama gizlemiştim.
“Eğer sana acırsam benim de yüzüme tükürsünler kızım. Sen kim oluyorsun da benim kardeşime zarar verme cüretinde bulunuyorsun. Başta sana şefkat gösteren beynimi sikiyim!” Vuruşları ve sözleri dinmiyor daha da artıyordu. Duymamaya ve başımı eğmeye devam ediyordum. Dışarıdan sesler artmış ve ben de kulak kesilmiştim.
“Merve ne yapıyorsun, hiç mi durağın yok senin?” Mert’in uyarıcı sesini işittim.
“Sen karışma hatta mümkünse kimse karışmasın!” Sert ve karşı konulamaz bir tonla cevap vermişti.
“Birazdan Uluğ indiği zaman onun yüzüne karşıda bunu söyle de görüyüm!” Diye konuştu.
“Anlamıyorum Mert, aklım almıyor… Bu kızdan başka kimse bu evde ona zarar veremez! Kimi niye koruyor? Bir açıklama yapma tenezzülünde dahi bulunmadı.” Avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Benim de aklımda dolaşan sorulardan bir tanesiydi.
“Belki o değildir, belki dediği gibi yanlışlıkla olmuştur Merve ne biliyim.” Mert dediği her kelime de duraklamış kendi bile bu sözlere inanamıyordu.
“Yapma Mert bu kadar saf olma. Bu Uluğ her birimiz bilinçsizce bir yerlerimize zarar veririz de bu adam vermez!” Alaylı sesi ile karşılık vermişti. “Off!” Sıkılmış ve bezmiş bir tavırla nefes vermişti.
“Beni duyduğunu biliyorum, ellerimin arasında son nefesini vereceksin! Bir kardeşimi benden aldın bir diğerini sana kurban etmeyeceğim, duydun mu lan beni?” Yeniden ardı ardına yumruklarını kapıya indirmişti. Merve halen bağırırken onun sesini bastıran hatta kesen Uluğ’un sesi yankılanmıştı.
“O sesini kes yoksa seve seve gelir ben yaparım!” Öfke dolu sesine karşı derin bir nefes almıştım. Ayağa kalkıp konuşacak kadar iyiydi. Düştüğüm bu durum için gözlerimi yumuştum. Başımı tavana kaldırmış ve bu ıstırap dolu anın geçmesini beklemiştim.
“Beğendin mi yaptığını?” Mert’in sitem dolu sesini işittim.
“Bana bağıracağına bu kızı neden koruduğunu söyle?” Merve de en az Uluğ kadar öfkeliydi.
“Kimseyi koruduğum falan yok! Kafanda kurup benim asabımı bozma Merve, kaybol karşımdan!” Diye karşılık vermişti. Sesi daha da yakından gelmişti. Kapının tam önüne geçtiğini anlamıştım.
“Ne o zaman bu Uluğ, o yarayı senin yapmadığını biliyoruz. Bize doğru düzgün açıklama bile yapmazken biz sana nasıl inanalım.”
“Zorunda mıyım?” Hiç tereddüt etmeden karşılık vermişti. “Zorunda mıyım Merve, sana size bir şey anlatmak zorunda mıyım? Beynini kullanamayan bir takım grupsunuz ben size neyi anlatayım.” Sert ve acımasızdı. Sadece bana karşı değil herkese karşı aynı tutum içerinde olduğunu anlamıştım.
“Kırıcı oluyorsun Uluğ.” Merve’nin sesi ilk defa kısılmıştı.
“Bana bakın bugüne kadar ne yaptıysam kendi aklımı kullanarak yaptım. Son durumumuza bakacak olursak halen hayatayız, sizin aklınıza uyacak olsaydım tüm soyumuzu kuruturlardı. O yüzden beni sorgulamadan önce kendinize bakın, beni eleştirecek son insan bile değilsiniz!” Öfkesi zehirli bir ok gibi. Can yakıcı ve öldürücüydü. Bu öfke anlık oluşan bir şey değildi sanki asırlardır içinden taşmayı bekliyordu.
“Aga sözlerin artık can sıkmaya başladı. Anladık kıt kafalıyız da bizim de bir kalbimiz var amına koyuyum.” İlk kez Uraz’ın sesini duymuştum.
“Ne o zaman lan bu? Yanlışlıkla dedik susun oturun sorgulamayın işi boka çevirmeyin. Kapısına dayanmış tehditlerini savuruyor, bu evdeki yaşayacak olana da ölecek olana da tek ben karar veririm. Kendinize çeki düzen verin yok yapamam mı diyorsunuz o zaman siktirin gidin Amerika’ya!” Öfkesinin üstünde bir öfke görmemiştim. Bu adamın yanında babamda abimde sönük kalırdı.
“Aldık biz boyumuzun ölçüsünü kardeşim, ne halin varsa gör. Artık birimizin zarar görmesine tahammül edemediğimiz için bu fevri hareketlerimiz ama yine de yaranamıyoruz canın sağ olsun.” Mert’in kırılmış sesine karşı oflama sesleri yükselmişti.
“Son altı yılda hiçbir kayıp vermedik doğru mu Mert?” Uluğ’un sorgulayan tavrı bir süre sessizliğe neden olmuştu.
Derin bir sessizlik.
“Peki neden?”
Yine koca bir sessizlik.
Kimsenin cevaplayacağı yoktu.
“Önüme bin bir türlü seçenek sundular, onca acıma ve kaybıma rağmen yüzüme bakmayan sizi korumak için boyun eğdim. Kendi kurduğum gecemi gündüzüme kattığım o şirketlere el koydular tüm banka hesaplarıma hatta ve hatta gideceğim yere kadar onlara haber vermem gerekiyordu. İstemedikleri kimseyle görüşemiyordum bile, masadan elimi eteğimi çekmemi istediler. Çektim, günlerce aylarca işkence gördüm gözümün içine baka baka izlediniz. Yapmayın durun diyen kimse olmadı... Ve bunca şeye rağmen ne deniliyorsa yaptım bir kez olsun isyan etmedim. Ve bu süreçte yanımda bir Allah’ın kulu bile yoktu. Siz kimsiniz de şimdi beni sorgulama cüretini kendinizde buluyorsunuz?”
Tüm bu dediklerine karşı ağzım bir karış açılmıştı. Hangi evrendeydik böyle? Neyden bahsettiklerini bilemiyordum fakat normal bir şeyler yaşamadıkları kesindi.
“Sorgulamıyoruz seni ama bugüne kadar yapamadığımız o korumayı yapma çabası içerisindeyiz. Geç olsa bile seni ne pahasına olursa olsun koruyup kollamaya hatta yanında olmaya çalışıyoruz Uluğ. Biri geliyor ve korkusuzca seni bıçaklıyor bu ki daha büyük bir felaketin habercisi, sende bizi anla.” Mert’in duygu dolu sesine karşı gözlerimi usulca yummuştum. Daha üstünü yapabilir miyim? Yapardım elbette, artık kendime zerre güvenmiyordum.
“Yapmaz Mert, bana güveniyorsan Uraz’ı da Merve’yi de al ve git. Ne sorgula ne de içinde en ufak bir şüphe olsun!” Netti, her sözü güven vadediyordu. Yapmaz demişti bunu neye dayanarak söylediğini anlayamamıştım.
“Bu dünyada senden başka hiç kimseye güvenmem, bilirsin.” Mert uysal bir ses tonu ile cevap vermişti. Mert’in tek talimatı ile adım sesleri duymuştum. Uzaklaşan adım sesleri ile gittiklerini anlamıştım. Derin bir nefes almış ve kastığım dizlerimi rahat bırakmıştım.
“Arif!” Uluğ’un seslenişi ile kalbim adeta yerinden çıkacaktı. Merdivenlerden koşar adımlar duymuştum. Hemen ardından kapımın önünde bir hareketlilik oluşmuştu. Kilit sesini duyduğumda korkulu gözlerle Kapı koluna odaklanmıştım.
Kapı usulca açılmıştı, önüme onun gövdesi düştü. İlk durağım göğsü olmuştu. Siyah uzun kollu bir badi giymişti. Fakat göğsünün üzerinde bir kabartı vardı. Muhtemelen sargıydı. Gözleri gözlerim ile buluştuğunda titrek bir nefes vermiştim. İçeri geçmiş ve ardından kapıyı kapatmıştı.
Adımları yatağın karşısındaki makyaj masasına gitmişti. Masanın önünde durmuş ve kalçasını masaya yaslayıp oturur pozisyona gelmişti. İki kolunu da göğsünün altında birleştirmişti. Yüzünde herhangi bir acı emaresi yoktu.
“Onları sakinleştirene kadar odadan çıkmaman senin yararına olur.” Gözleri kısık ve bir an olsun bakışları gözlerimden ayrılmıyordu.
“Ne zaman çıkabildim ki? Bana bir dünya sundun sadece bu odanın sınırları içerisinde…” Dudaklarımın titremesine engel olamamıştım. Ve konuşmamla Uluğ’un bakışları dudaklarıma inmişti. Kaşları çatılmış öylece beni izlemişti.
“Böyle olsun istemezdim.” Demiş düz bir sesle. Sadece yorgun bir tebessüm edebilmiştim.
“Mihran?” Bu bir seslenişti. Kafamı yatırmış anlamsız bir yüz ifadesi ile ona odaklanmıştım.
“Beni vurduğun için pişman mısın?” Gözlerini kısmış, kollarını da göğsünün altında bağlamıştı. Vereceğim cevaptan bihaber gibiydi. Göz pınarları ise kızarmıştı. Yoğun bir duygunun içerisinde olduğunu görebiliyordum. Bir süre ne diyeceğimi bilememiştim.
“Ölmeni istedim ama karşımdasın. Beceriksizliğime yoruyorum.” Nefretle harlanmış bir tonla konuştum. Kendime, ona her şeye karşı büyük bir öfkeyi içimde saklıyordum. Dudağının kenarında küçük bir çizgi oluşmuştu. Gözle görünemeyecek derecede küçük bir tebessüm.
“Önce kardeşini ardından hiç tanımadığın bir adamı öldürmene rağmen halen beceriksiz olman gülünç olsa gerek.” Sözleri tıpkı bakışları gibi keskindi. Sinirlenmek kelimesi az kalırdı, kendimi yemek üzereydim.
“Benimle böyle konuşamazsın, senin için basit kelimeler hatta basit konular olsa bile.” Kendimi kasıyor parmaklarımı altımdaki yorgana geçiriyordum. Hiçbir hareketlenme olmamış öylece aynı pozisyonda bana bakıyordu.
“Öldürmek için odama çıktın hatta öldürmek için o bıçağı havaya kaldırdın fakat bıçağı göğsüme saplanmadan önce sen fark etmeden ellerin ve vücudun zangır zangır titremeye başladı. Yüzün adeta bir alev topuna dönüştü.” Dediklerimden farklı bir şey konuşmaya başladı. Bu ki onu dikkatlice dinlememe neden oldu.
“Mihran ben tahmin edemeyeceğin kadar çok katil tanıdım ve aynı şekilde katlettim de.” Yine susmuş ve tüm yüzümü detaylıca izlemişti. Bu dediği ile dona kalmıştım.
“Kafamda oturmayan şeyler vardı lakin artık bir önemi yok. Ben gördüm, kim ne düşünürse düşünsün. Bu ki sana karşı yumuşamama sebebiyet verdi ama ne yazık ki öfkemin ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Takdir edersin ki kardeşimi amcamın oğlunu kaybettim. Acım büyük, onun kanını yerde bırakmak istemiyorum. Ama birinin de ahını almak da istemem. Yeterince günaha bulandım.” Açık ve netti. Bu şekilde düşünmesi için geç kalmıştı.
“Birinin ahını aldın Uluğ... Bende öyle bir yara bıraktın ki bu yaşımdan da büyük. Ben hayatım boyunca hep sınandım kimi zaman tanıdıklarımdan kimi zaman bir yabancıdan. Bu şehre gelirken gerekirse ezeceğim ama artık ezilmeyeceğim dedim. Ben sana yalvardım, her şeyi unut bunu unutma!” Ağlamamak için dirensem de sesim oldukça güçlü çıkmıştı.
“Genelde unutamayan taraf hep ben olurum. Kendine suçsuz olduğunu söyleyemezsin, şansızlığa veya kadere de bağlayamazsın. Bir yerde hata yaptın Mihran ve şu an biri hayatta değil. Sende bunu unutma.” Yumuşamış olsa da öfkesi ve acısı bakiydi. Bu sözleri beni düşündürtmüştü.
“Ya ben öldürmemişsem ya benim elimde can vermemişse... İşte o zaman bu bana çektirdiklerini asıl ben nasıl unutacağım?” Sağ gözümden dudaklarıma doğru yol alan yaşıma karşı yüzümü buruşturmuştum. Uluğ usulca yaşımı takip etmişti.
“Nasıl ki ben unutamayacağım sende öyle unutamayacak ve uykularını kaçıracak!” Acı bir tebessüm ile sözleri dudaklarından dökülmüştü. Yaşlarım daha da hızlanmıştı. Düşmanım ile sakince konuşuyor olmak bile midemin bulanmasına sebebiyet vermişti.
“Yoruldum artık…” Diye bir yakarışta bulunmuştum. Ellerim ile yüzümü kapatmıştım. Oyuncaklı oda gözümün önünden bir an olsun gitmiyor bu da daha da tedirgin olmama neden oluyordu.
“Uyu biraz, uyursan her şey geçer.” Her zaman yaptığımı yapmamı söylüyordu. Düşünmemek için saatlerce uyurdum. Ellerimi yüzümden çekmiş ve ona bakmıştım. Yüzünde hem yorgunluk ve anlamadığım bir hüzün vardı.
“Onu çok mu seviyordun?” Titrek ve acı dolu bir sesle konuştum. Yutkunmakta zorluk çekiyordu. Göz pınarları kızarmıştı. Saçlarını karıştırmış ve derin bir nefes almıştı.
“Onu çok seven birine değer veriyorum. Ve o şimdi çok acı çekiyor.” Gözleri dolmuş ve bunu benden saklamak için başını balkon tarafına çevirmişti.
“Sana yardımcı olmayı isterdim ama yemin ederim ki hiçbir şey hatırlamıyorum!” İçten bir tavırla konuştum. Bana dönmüş başını sağ omzuna doğru yatırmış ve yeniden tüm yüzümü incelemişti. Bakışları giderek sıcak bir hal alıyordu.
“Biliyorum Mihran, artık biliyorum.” Demiş emin bir sesle.
“Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun, anlayamıyorum. Kafam allak bullak oldu.” Odaya geldiğinden beri olan bu tutumuna hayret etmiştim.
“Emin değilim sadece bir şeyler kafamda netlik kazandı. Suçsuz değilsin sen farkında olmadan artık seni kullandıklarını düşünüyorum. Şayet düşüncelerimde haklı çıkarsam bu yine de Tolga’nın katili olduğunu gösterir. Ve işte o zamanda ne olursa olsun yine de bedelini ödeyeceksin!” Sözlerine karşı kaşlarım çatılmıştı.
“Kimden bahsediyorsun?” dedim merakla. Aynı bende olduğu gibi onun da kaşları çatılmış dudakları tek çizgi halini almıştı.
“Birtakım düşmanlarımdan.” Bu dediğine karşı ağzım açılmıştı. O anki refleksle oturduğum yerden ayağa kalmıştım.
“Böylesi bir hayatın elbette düşmanları olacak ama anlamadığım beni neden kurban verdikleri? Ha diyelim ki verdiler, bana denk geldi ne gülünç ama dimi! Burada benim suçum ne? Neyin ve kimin bedelini ödeyeceğim?” Engel olamadığım bir ses tonuyla cevap vermiştim. Uluğ sesime takılmamış yine beni inceleme derdindeydi.
“Biri öldü Mihran! Senin için ne ifade ediyor bilmiyorum ama ailesi hiç iyi bir durumda değil. Belki katilini öldürdüğümüzde onu geri getiremeyeceğiz lakin rahat bir nefes alacağımız kesin… Eğer senin tutuğun silahtan çıkan kurşun ile can verdiyse sebebine nedenine öncesine ve sonrasına bakmamı bekleme benden!” Bu sözler karşısında omuzlarım çökmüştü. Ve kalktığım yere usulca kendimi bırakmıştım. Bakışlarım yerdeki parkede dolanmaya başladı. Uluğ’un kapıya doğru döndüğünü gördüğümde o kelimeler dudaklarımdan usulca dökülüvermişti.
“Zamanında benzer kelimeleri babamdan işittim. Sonra ne oldu biliyor musun? Hiç ama hiç yüzüm gülmedi… Bari ölümüm acısız olsun.” Yorgun ve ümitsiz bir hal ile konuştum. Birkaç saniye öylece durmuş ardından kapıyı çarpıp çıkmıştı. Yine bu odada yapayalnız kalmıştım.
Bu beni terk etmeyen adeta bir sarmaşık gibi sarmalayan üzüntülü halimle baş başa kaldım. Bir zaten o beni terk etmiyordu. Etrafımda beni dinleyen yardım isteyeceğim bir Allah’ın kulu dahi yoktu.
Hadi Mihran diyorum kendi kendime, bu kadar karamsarlığa lüzum yok! Fakat o tarafımı duyamıyordum bile… Ben bu yolun sonunu gayet iyi biliyordum. Ötesi yoktu. Beni kurtaracak tek şey, bir mucizeydi. Ve ben mucizelerin gelmesini beklemeyeli bir asır oluyordu.
Saatler geçmiş ben aynı pozisyonda başıma gelecekleri bekliyordum. Artık düşünmenin bile katlanılmaz olduğu o evredeydim. İnsan kendi sesinden midesi bulanır mıydı? Bu yorgunluğumun üzerine cenin pozisyonunda yatağa uzanmıştım.
Havanın karardığını odamın karanlık olmasından anlamıştım. Saatler boyunca öylece tavanı izlemiştim. Bir sonu olmalıydı diye düşünürken kaybolmuştum. Bu kaçıncı darbe? Uyuşuk bir hale yerimden kıpırdanmıştım. Ayak tabanlarım yerle buluşunca dizlerim titremişti. Aynı pozisyonda kalmanın bir etkisiydi.
Önce lavaboya uğramış ve elimi yüzümü yıkamıştım. Derin bir nefes almış ve kapıyı aralamıştım. Odadan çıkmamamı söylemişti fakat hem açtım hem de artık nefes alamıyordum. Odamdan çıktığımda beni koca bir sessizlik karşılamıştı. Az önceki o arbede hiç yaşanmamış gibiydi. Düşüncelerimle beraber merdivenlerden inmeye başladım. Salona yaklaştıkça sesler artıyordu. Ve adımlarımda beraberinde yavaşlıyordu. Salon göz hizama girdiğinde duraksamış ve merdiven tırabzanının arkasına saklanmıştım. Gördüğüm yüzler yüzünden tırnaklarımı avuç içime geçirmiştim.
Salonda oturanlar, beni o oyuncak odasına sokan asker tipli heriflerdi. Sadece Uluğ vardı. Diğerleri görünürde yoktu. Sessizce bir basamağa oturmuş ve onları dinlemeye koyulmuştum.
“Sevkiyat Kuzey Irak’a doğru yola çıktı bile eğer durduramazsak Türk silahlı Kuvvetlerine doğru yöneltilecek binlerce cephanelik olacak. Buna öylece göz yumamayız. Artık Tolga’nın ölümünü fırsata çevirme vaktidir.” O asker diye tahmin etiğim adamlardan mavi gözlü ve boynunun altına kadar uzanan sakallı adam konuştu. Bu konuşma ilgimi çekmişti.
“Bir planım var Üsteğmen Behram.” Uluğ düşünceli ve oldukça gizemli bir ses ile konuşmuştu. Düşündüğüm gibi askerlerdi.
“Burada bu kadar kalmanı da buna bağladık zaten fakat bizimle de paylaşırsan diğer taraflardan sana gelecek olan tüm tehlikeleri daha önceden kavrayıp hareket edebiliriz.” Başka bir asker daha konuştu. Bu adam beni odaya sokan şahıstı. Çenesinden boynuna doğru inen bir yara izi vardı ve bu onu daha da korkunç kılıyordu.
“Vakti geldiğinde size anlatacağım Ragıp sadece biraz sabretmenizi istiyorum. Bir şeylerden emin olmam gerek.”
“Seni vuran o kız gibi mi?” Bir başka asker daha konuşmuştu. Benden bahsettiklerini anladığımda nefesimi tutmuştum.
“Yüzbaşım!” Uluğ net bir ikazda bulunmuştu.
“Tolga’nın vücudunda uyuşturucu tespit edildi Uluğ, dahili ve harici kişilere bakılmaksızın söyleyebilirim ki bu kız masum abiciğim. O kızı o odaya sokarken ellerimi kırmak istedim. Ben askerim masumları ve soyumdan olan insanları korumakla mükellefim bizi bu işe karıştırmamalıydın.” Beni odaya sokan adını yeni öğrendiğim Ragıp konuştu. Sitemi karşısında öylece kalmış ve ne hissedeceğimi bilememiştim.
“Doğru söylüyor Ragıp, kız çocuğundan bir farkı yok. Öyle adam öldürecek birine de benziyor. Arkadaş kurbanı o kulübe gitmiş tahlisiz bir olay başına gelmiş. Şu an dışarı da olması onun için doğru değil ama onu cezalandıracak kişi de sen değilsin. Tolga o kızın kurşunu ile ölmüş olsa dahi bu kızın suçu değildi, her kadının kendini savunmak isteyeceği türden bir olay. Yanında veya bir evde güvenliğinden sorumlu ol ama ileriye gitme kardeşim bu da dostane bir istek senden.” Yüzbaşı diye anılan o adam oldukça sert bir üslup ile ortaya atlamıştı.
“Ben anlamıyorum abi nasıl bu kadar eminsiniz? Ya Tersiyer bile isteye bu kızı aramıza sokmuşsa ya da Clarklar veya Martinler o da olmadı Brando Davis’in işi olmadığı ne malum. Sizlerde İstihbaratçısınız kılıktan kılığa giriyorsunuz. Bu kızın saf ayağına yatmadığı ne belli?” Uluğ’un yanında oturan takım elbiseli adam konuşmuştu. İlk kez görüyordum.
“Ah Korer kusura bakma ama gücün var ama aklın yok kardeşim. Dediğin gibi biz istihbaratçıyız ve köstebeğin kokusunu yüz bin kilometre öteden alırız. Övünmek gibi olmasın ama bir kez olsun yanılmadık ve adımız kadar eminiz ki bu kız masum.” Üsteğmen Behram tok bir sesle konuştu.
“Ben ne yapacağımı biliyorum ama bilin diye söylüyorum bu dediklerinizi düşüneceğim. Sevkiyata dönecek olursak da Sivan ağaya haber verelim araçların Irak’a yetişmesine engel olsun.” Hep sonuç odaklı biriydi. Tartışmaya girmemeye özen gösterip noktayı koyma peşindeydi. Etraftakiler tartışırken o nasıl çözülebileceğini düşünüyordu. Bu kaç günde bunu öğrenmiştim ondan.
“Tamam ben onunla konuşurum. Hatta şimdi konuşuyum.” Ragıp cevap vermişti. Adım sesleri duyduğumda kalktığını anlamıştım.
“Bu anlık bir çözüm bize kalıcı ve net çözümler gerekiyor Uluğ. O masanın başında olmaktan başka hiçbir seçeneğin yok. Başkan da ne yapsın ne etsin o masaya otursun diyor. Altı yıldır bu adamlar istedikleri bölgemize girip çıkıyor ve söz hakkına sahipler yeterince sabrettiğimizi düşünüyorum.” Yüzbaşı yine sert konuşmuştu.
“Yüzbaşı her şeyin farkındayım aptala anlatır gibi anlatma. Madem devletin sabrı kalmadı o zaman dik duruş sergilesin tamah etmesin, tüm yükü benim omuzlarıma hata suçu üzerime yıkmaya çalışmasın. Altı yıldır neden ellerini kollarını salladıklarını anlatmayayım isterseniz, sizin beceriksizliğiniz yüzünden bu haldeyiz.” Uluğ ondan kat be kat öfkeye sahipti. Neler döndüğünü idrak edemiyordum. Aklımda tek soru, Uluğ kimdi?
“Suçu sana attığımız yok. Olan oldu biten bitti ve sana minnettarız aynı şekilde de kayıpların içinde mahcubuz. Ama sende bizi anla oğlum, artık oyunu bizim kurmamız gerekiyor. Oyuncu değil yönetmen olmalıyız ve bunu olabildiğince hızlı bir şekilde yapmalıyız.” Az önceki haline nazaran oldukça sakin bir üslup ile konuşmuştu.
“Elimden gelini yapacağım Yüzbaşı Kurter.” Diye karşılık vermişti. Ben neyin ve kimin eline düşmüştüm öyle? Bu bahsedilenler hiç de normal şeyler değildi.
“Biz müsaadeni isteyelim, yarın meyhanede son kez buluşacağız. Seni de bekliyoruz artık ne zaman bir araya geliriz meçhul.” Farklı bir adam daha konuşmuştu. Bu zamana kadar sessizliğini koruyan biriydi. Merakla başımı kaldırmış ve ona bakmıştım. Orta yaşlı bir adam olduğu belli yer yer beyaz saçları çıkmıştı. Masmavi gözleri ve kemikli bir yüze sahipti. Yüzü tıraş olmaktan dolayı tahriş olmuştu. Hep somurtkan ve ciddi bir tavırda olduğunu görmüştüm. Hakki yeşili gömleğinin düğmeleri içindeki kaslar yüzünden patlayacak kıvamdaydı.
“Bir işim çıkmazsa katılırım Albay. Ola ki görüşemezsek dikkat edin kendinize.” Uluğ’da en az o adam kadar ciddiydi.
“Sen bizi düşünme biz hallederiz. Namlunun ucunda sen varsın. İşimiz güzümüz var cenaze için bizleri yorma, gelemeyiz evlat.” Albay diye bahsedilen adam soğuk kanlı bir tavırla yeniden konuşmuştu. İstemsizce kaşlarımı çatım.
“Bunu siz mi diyorsunuz komutanım, Uluğ’un canının tehlikede olduğunu duyduğunuzda 22 mafya babasını kurşuna dizen kimdi?” Bir başka asker daha söze alaylı atlamıştı.
“Teğmen çaylaksın diye seni kale almıyorum yoksa 23’üncü kurşuna dizdiğim gereksiz adam sen olurdun. Yanlış mıyım Binbaşım?” Hepsi eğlenen sesler çıkarmışlardı. Bakışlarını yerden bir an olsun kaldırmayan adam yine kaldırmamış tek yaptığı ters bir bakış atmak olmuştu. Adım sesleri duyduğumda kulak kabartmıştım.
“Sivan ağayla görüştüm yola çıktı. Ve size bir mesajı var, Uluğ’u, Yüzbaşıyı ve Albayı yanına çay içmeye bekliyormuş.” Ragıp Haber veren üslup ile konuşmaya dahil oldu.
“İyi uğrarız bir vakit, hadi kalkın.” Albay’ın konuşmasından sonra ayak sesleri duymuştum.
“Sen… Kız çocuğu soğuk fayansa oturma hasta olursun.” Albay yeniden konuştuğunda tüm adımlar kesilmişti. Ben ise kalp atışımı duymaktan kulaklarım sağır olacaktı.
Benden bahsettiğini anlamıştım ama kabul etmek istemiyordum. Korkulu gözlerle ve temkinli bir biçimde başımı sakladığım yerden çıkarmış ve usulca onlara bakmıştım. Tüm bakışlarla göz göze geldiğimde benden bahsedildiğinin teyidini almıştım bile. Terleyen avuçlarımı eşofmanıma sürtüyordum. Yüzüm kızarmış vaziyette ayağa kalkmıştım. Tuhaf tarafı Korer denilen adam harici kimse şaşkın değil oldukça rahat ve burada olduğumdan en başından beri haberleri varmış gibiydiler.
Kendime utanılacak bir şey yapmadığıma dair güç vermeye çalışıyordum. Beni zorla o odaya sokan adam ile beni bu evde esir tutanlardı, onların utanması gerekirdi benim değil. Bu sayede başımı korkusuzca kaldırmış ve her birine öfkeyle bakmıştım. Albay ve Yüzbaşı bu tavrıma tebessüm etmişlerdi. Uluğ’a baktığımda dümdüz bir yüzle karşılaşmıştım. Donuk ve soğuktu. Her zamanki gibi…
“Neyse, sen dediklerimizi unutma yeter. Sağlıcakla kal.” Yüzbaşı Korkut bu anı bozmuş her biri de salondan ayrılmıştı. Merdivenlerden sıkıntılı bir nefes vererek inmiştim. Görünürde kimse yoktu. Hatta şöyle söyleyeyim arka bahçeye baktığımda korumaların bile yerinde olmadığını görmüştüm.
Kapının sesi ile arkama dönmüştüm. Uluğ tek başına içeri geçmiş ve ardında kapıyı kapatmıştı. Onları dinlediğim için bana bir şey yapmasından korkmuştum. Tümden üzerimi süzmüştü. İstemsizce eşofmanımı sıkı sıkı avuçlamıştım.
“Neden indin, acıktın mı?” Ben üzerime yürümesinden ve canımı yakmasından korkarken onun bu tutumu beni biraz şaşırtmıştı. Bocalamış bir yüzle ona bakakalmıştım.
“Evet, biraz.”
“Bende acıktım ve evdeki herkesi gönderdi. O yüzden iş bize kalıyor.” Açıklayıcı bir tavırla konuştu.
“Neden herkesi gönderdin ki?“ Dedim merakla. Bana doğru birkaç adım atmıştı. Böylelikle aramızda bir adım mesafesinden daha az yer kalmıştı.
“Biraz dinlenmeliyim…” demiş sessizce. Ve arkasına dönmüş mutfağa doğru ilerlemeye başlamıştı. Yorgunluğu yüzüne yansımıştı. Yaptıklarını unutma Mihran! Hatırla, o odayı sakın unutma…
Arkasından ilerleyip ve mutfağa girdim. Buzluktan iki biftek çıkartmış ve şarap şişesini bir kâseye döktüğünü görmüştüm. Popomu mutfak masasına yaslamış kollarımı da göğsümün altında birleştirmiştim. Biftekleri şarap kasesini içerisine koydu ve bir kenara doğru itmişti. Doğrama tahtası çıkartmış tezgâha bırakmıştı. Arkasına dönmüş tam üç adım atmış ve buzdolabının kapağını aralamıştı. Bir kâsede streçlenmiş mantarları çıkartmış ve doğrama tahtasının yanına bırakmıştı. O bunları yaparken ben ise kendi hayatımın nasıl boka döndüğünü düşünüyordum.
“Böyle bakınca rahat ve huzurlu bir hayat geçirmiş gibisin. Yani benim hayatın tam tersi…” demiş bulunmuştum. Konuşmamla kesmek üzere olduğu mantarla öylece duraklamıştı.
“Hayatı o kadar ciddiye alma!” Tok sesi içimi titretmişti. Kesik bir nefes aldım.
“Ya ben değil de hayat beni ciddiye alıyorsa?” Buruk bir sesle konuştum. Bu sefer mantarları doğramaya devam etmiş duraklamamıştı.
“O kadar da önemli biri değilsin!” Acımasız ve umursamaz bir tonla cevap verdi. İşini yarım bırakmış ve bana doğru dönmüştü. Bıçak ile beni işaret etmişti. “Yanlış anlama, ben de önemli biri değilim. Dünyanın kurtarıcıları veya bir masal karakteri olmayacağımıza göre kendimizce yaşayacağız ve ansızın bir gün doğumunda selamız okunacak.”
“Ajan mısın sen?” Ansızın ve alakasız sorum ile şaşırmıştı. Aklım da çokça şey dolanıyordu. Gözlerini kısmış ve dudakları sağ yanağına doğru kıvrılmıştı.
“Diyelim ki öyleyim, ne değişir?” Bıçağı tezgâha bırakmış ve birkaç adımla tam karşımda durmuştu.
“Bir şey değişeceğinden değil ama daha güvenilir hissettiriyor.” Dedim içimden gelerek. Bakışları yere doğru kaymış ve düşünür pozisyonda kaşlarını çatmıştı.
“O… O oyuncak odasına seni sokmamalıydım. Acıyla ve travmalarla geçen bir çocukluk yaşamışken sana bunu yaşattığım için açıkçası utanıyorum. Yollar beni böyle birine çevirdi, telafisi yok.” Benim verdiğim cevaptan ziyade aklı onu bu sözlere itmişti. O günü hatırlatması ile vücudum titreşim moduna geçmişti.
“Biliyor musun sana kızamıyorum bile, hani o gün dedin ya ailen bile sana saygı duymazken ben sana konuşma fırsatı tanıyorum diye. İşte ben o zaman anladım ailem bana bunca acıyı yaşatmışken yabancı biri neler neler yapmaz ki?!” Öyle umursamaz ve öyle hissiz bir biçimde konuştum ki ben bile şaşırmıştım.
“Böyle düşünmen acı.” Diye bilmişti. Yapacak bir şey yokmuş gibi bir tavır içerisindeydi. Aklıma gelenle başımı omzuma doğru yatırmış ve yüzünü süzmeye başlamıştım.
“Peki şimdi yeniden kaçmaya kalksam ceza olarak ne verirdin?” Onu test eden bir tavra tutunmuştum. Tüm yüzüme detaylıca bakmıştı. Saçlarım da haddinden fazla oyalanmıştı.
“Ceza değil de kaçmana izin verirdim. Verirdim, evet. Onca yapılanların arasında senin suçun çok hafif kalıyor. Kimse bedel ödememişken sen bu halde olmayı hakketmiyorsun.” Gözleri kısık bakışları saçlarımda ve kederli sesi ile öylece kalakalmıştım.
“Anlamadım.” Tedirgin sesim kısık çıkmıştı. Yorgun gözüküyordu. O ilk tanıdığım adam gibi değildi.
“Dünya hiç iyi bir yer değil küçük hanım ve insan bazen mola vermek istiyor.” Buruk bir sesle tekrardan konuştu.
“Yine bir şey anlamadım… Bir şey olmuş gibi?” dedim merakla. Sözleri beni endişeli bir hale çeviriyordu.
“Boş ver.” Demiş ve arkasına dönerek yarım bıraktığı işe geri dönmüştü. Ben ise söylediği o sözlerde kalmıştım.
Saatlerin sonunda yemeği hazırlamış ve salondaki masaya oturmuştuk. Bir eli önündeki tableteydi diğer eli ise çataldaydı, yemeğini yiyordu. Yapmış olduğu biftek ile kremalı mantarlı makarna onun yanında ise bir sebzeli salata vardı. Elinin lezzetli olduğunu anlamıştım fakat yemek yapmayı nereden öğrendiğini de halice merak etmiştim.
Yemek faslını bitirdiğimizde bulaşıkları mutfağa götürmüştük. Sanki düşman değil de iki dost gibi… Bu kulağa o kadar saçma geliyordu ki? Daha düne kadar bana türlü türlü işkenceler ediyordu. Acaba eski haline döner miydi? Peki ben neden hemen gardımı indiriyordum ki?
“Ben odama çıkıp duş alacağım. Tek başına korkmazsın değil mi?” Mutfaktan çıkarken konuşmuştu.
“Bu evde korkulacak daha büyük şeyler var. Ama anlamadığım sen neyine güvenerek beni tek başıma bırakıyorsun? Hiç mi düşünmüyorsun ya kaçarsam?” Onun aksine sert bir üslup ile cevap verdim. Yüzünde bir değişim dahi olmamıştı.
“Bulmak istemesem dahi bulurum seni. İstersen git fakat dışarıda seni daha büyük bir tehlikenin beklediğini bil küçük hanım.” Bu söylemi beni düşündürtmüştü.
“Ne demek şimdi bu? Tehdit falan mı yine?” Bu adam kötüydü iyi olma gibi bir seçeneği yoktu. Ellerini ceplerine sokmuş ve gözlerini kısmıştı.
“Artık benden sana bir zarar gelmeyecek fakat senin üzerinden kurulan bu oyun da karşı taraf kuvvetle muhtemelen seni yaşatmak istemeyecektir. Bil istedim küçük hanım.”
“Ne oyunu ne karşı tarafı sen ne saçmalıyorsun?” Öyle bir hiddetle bağırmıştım ki tüm ev sesim ile yankılanmıştı. Bu bağırmamdan sonra daha da bağıracağını düşünmüştüm fakat o sadece tepkilerimi izleyerek sessizliğini korumuştu.
“Bazı anlatamadıklarım var. Zaman ver herkese ve her şeye… Şimdi müsaadenle.” Arkasına dönüp gidecekken kolunu sıkıca kavramış ve durmasına neden olmuştum. Kaşlarını çatarak bakışlarını koluna indirmişti.
“Yaptıklarını unuttuğumu sanma, dışarısı benim için ne kadar tehlikeliyse sende benim için bir o kadar tehdit unsurusun.” Öfkemden gram eksilme yokken ve gözlerinin içine bakarken konuştum. Tüm yüzümü yine o uysal bakışları ile taramıştı. Kolunu tutuğum elimin üzerine elini koymuş ve kolundan uzaklaştırmıştı.
“Öfkeni diri tut, affetme. En çok da beni…” Demiş ve arkasına dönerek merdivenlerden çıkmaya başlamıştı. Gözden kayboluncaya dek onu izlemiştim. Temiz yüzlü ve çekici bir adamdı fakat içine gelecek olursak muammaydı.
Usulca salona geçmiş ve kanepeye pineklemiştim. Başımı arkaya yaslamış bacaklarımı ise karnıma doğru çekmiştim. Yorgunluğun verdiği uyuşuklukla gözlerimi yummuştum. Hayatın bana biçtiği bu kadere isyan ediyordum. Yürüyecek mecalimin kalmadığını gördüm. Ve yine kederlendim.
Çalacak ve sığınacak bir çatım dahi yoktu. Veyahut sarılabileceğim bir gövde… Öyle yalnız ve öyle kimsesiz. Beyhudeye dönmüş bu aklım bataklığın arasında çırpınıyordu. Ve kimsecikler yoktu.
Kapının sesi ile yerimden sıçramıştım. Merakla dış kapıya doğru bakmıştım. Çaldığından emin olmak için bir süre daha beklemiştim. Yeniden kapı zili çalındığında ne yapacağımı kestirememiştim. Merdivenlere doğru bakmış, bir ümit Uluğ’un duyup gelmesini istemiştim. Merak içerinde kapıya ilerlemiştim. Derin bir nefes almış ve kapı deliğinden bakmak için kapıya yaslanmıştım. Karşımda hiç tanımadığım birkaç adam duruyordu. Yüzlerini tam seçemesem de en öndeki adamın tüm boynu dövmeler içerindeydi. Zil yeniden çalındığında korkup kalbimi tutmuştum.
“Çebi Torunu aç şu kapıyı dostum. Arka bahçeden de girmeyi biliyoruz ama bizler nazik adamlarız, biliyorsun.” Adamın konuşması ile bakışlarım camlı dev bahçe kapısına gitmişti. Kapıyı benim açmam hiç doğru değildi fakat girmek istediği sürece her yerden girebilirdi. Kim olduğunu bilmiyordum? Belki de Uluğ’un bir arkadaşıydı ve aralarında şakalaşıyorlardı. Bilmiyorum gerçekten de bilmiyordu. Tedirgin bir biçimde parmaklarım kapı kolunu kavramıştı. Nefes alışverişlerim hızlanmış kalbim ise korkudan adeta yerinden çıkacaktı. Tüm cesaretimi toplamış ve kapıyı aralamıştım.
Karşımdaki dövmeli adam ile karşı karşıyaydım. Beni gördüğüne şaşırmış ve kaşlarını çatmıştı. Ardından yüzümü saçlarımı ve tüm vücudumu incelemişti. Baktığı her yerimde daha da şaşırıyordu. Gözlerim ve yanaklarımda olduğundan fazla oyalanmıştı.
Dilinden tek bir kelime dökülmüştü.
“Saye?”
Kor gibi harlanan bir yaşantının içinde yaşam mücadelesini veriyorum. Var mı olacaktım yoksa yok mu olacaktım? İşte bu meçhuldü! Bilinmezliğin kapanında yolumu bulmaya çalışıyorum. Belki de bu savaşı kaybedecektim ama savaşarak ölecektim. Zaten bu tüm ödüllerin en kutsal olanıydı.
Biz kaybetmeye ant içmiştik. Yolumuz dikenlerle çevrili, ruhumuz kelepçelenmişti. Birbiri için kanat çırpan yüreğimiz, birbiri için kanatlarından vazgeçmişlerdi. Sonumuz yoktu! Başlangıcımız ise hiçbir zaman olmamıştı. Yaralı bir güvercin gibi çırpınacak fakat çığlığımız duyulmayacaktı…
-BÖLÜM SONU-
Bölüm sonu sözü…
“Bir şey var, adını koyamadığım. Kırılmaktan öte, parçalanmak gibi. Toplamaya çalıştıkça dağılıyor. Dağılıyorum. Bir şey var, halledemiyorum...”
(Turgut Uyar)
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.23k Okunma |
323 Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |