9. Bölüm

9. BÖLÜM: YAKARIŞ

talia lidya
lidyatalia

“Konuşmuyor, anlatmıyor diye hissetmiyor sanmayın. Kimisi içine atar çığlıklarını.”

(Cemal Süreyya)

 

FEVERAN

-

YAKARIŞ

🕊️

Kız çocuğunun yazgısı, annesinin kaderine bağlıymış. Anne, ne yaşamışsa kızı da aynı yerden sınanırmış. Çünkü bir anne ile kızın bağı, acılarla örselenmiş yürekti. Kanayan bir yaraydı, kabuk bağlamayan bir yara.

Ama benim düşüncem bu yönde değildi. Kaderimiz, bizden ibaret olması gerekiyor. Ne ailemizin genetiğinden ibarettik ne de doğduğumuz coğrafyadan. Sadece kendimizden sorumlu olmalıydık. Bu böyle yürümesi gereken, yazılı olmayan bir kural olmalıydı. Var olma çabası içerisinde debeleniyorduk! Kadere inancım yoktu. Böyle olması gerekiyordu ve böyle oldu diyemiyorum. Çünkü bu tamimiyle haksızlıktı. Bize rol biçilmiş bir hayatı yaşamak zaten ne kadar hakkaniyetli olabilirdi ki?

“Saye?”

Dudaklarından dökülen isim ile öylece ona bakakalmıştım. Donmuş bir vaziyete gözlerimin içine bakmıştı. Kirpiklerinin etrafı kızarmıştı. Bana bakarak başka birinin ismi ile seslenmişti. Bu adamı tanımadığıma yemin edebilirdim fakat o öyle davranmıyordu.

Merdivenlerden gelen adım sesi ile o yöne doğru dönmüştüm. Uluğ’u gördüğümde tutuğum nefesi bırakabilmişti. Üzerine siyah bir gömlek altına ise koyu bir mavi kot pantolon vardı. Saçları ıslak ve alnına doğru dökülen saç tutamları ile insanı kıskandıracak bir cazibeye sahipti.

Salona adım atması ile kaşları çatık bir biçimde doğrudan giriş kapısına bakmıştı. Bakışları direkt dış kapıda duran dövmeli herife yönelmişti. Ve adamı görmesi ile yüz kasları gerilmiş öfkeli soluklar almaya başlamıştı. Gözlerini yumuş ve birkaç saniye boyunca öylece kalmıştı. Karşımdaki adama baktığımda ise halen bakışlarının bende olduğunu görmüş ve bir türlü içinden çıkamadığı bir şok halinde olduğunu anlamıştım.

“Bektaş ah Bektaş…” Uluğ’un ne ara yanıma geldiğini bilmeden sesini duymuştum. Dişleri arasında küfretmemek için kendini sıkıyordu. Adam sonunda gözlerini kırpıştırmış ve etrafına göz atmıştı. Uluğ’u gördüğünde başını yana yatırmış ve acı dolu bir yüze bürünmüştü.

“Çebi bu kadar benzerliğin bir açıklaması olmalı dostum.” Demiş şok olmuş bir ses tonu ile. Çebi diyordu bir lakap olmalıydı. Uluğ sonunda bana bakmayı akıl edebilmişti. Aklına gelen şeyle çenesini sıkmıştı.

“Çık yukarı, derhal!” Kendini zor tutan bir üslup ile konuşmuştu. Bu tavrı her ne kadar sinirimi bozsa da karşıdaki adamdan daha fazla rahatsız olmuştum. Bakışları beni tedirgin etmişti. Bu havayı solumak istemediğimden arkamı dönecekken hiç tanımadığım dövmeli adam kolumu tutmuştu. İrkilmiş ve gözlerimi korku ile büyütmüştüm.

“Bekle dur, biraz dur.” Duygu dolu sesi ve çiselenmeye hazır gözleri ile şaşkınlığımı gizleyememiştim. Daha ben cevabımı veremeden belimde hissettiğim iki kol ile geriye doğru çekilmiştim. Dövmeli adamın eli benden uzaklaşmak zorunda kalmıştı. Uluğ beni tam dibine hatta arkasına çekmişti.

“Eline koluna sahip çık bozdurma yeminimi!” Uluğ kendini zor tutuyordu.

“İzin ver, bu defa izin vermelisin.” Zoraki ve yorgun bir tonda konuşmuştu. Aralarında anlayamadığım bir konunun muhasebesi geçiyordu.

“Değil sana izin vermek o gözlerini oymadığıma dua et!” Aynı hiddeti ile karşılık vermişti. Aniden bana doğru dönmüştü.

“Arkana bakmadan odana çık ve ben gelmeden sakın çıkma!” Öfkeden göz pınarları kızarmıştı. Kızgınlığı bana değildi fakat mizacını da hiç bozmamıştı. Ne tereddüt etmiş ne de sorgulamıştım. Gözlerinin içerisine ne haliniz varsa tutumu içerisinde bakmıştım. Ve bu bakışım çatık kaşlarının düzelmesine neden olmuştu.

Umursamaz bir biçimde arkama dönmüş ve merdivenlere doğru hareket etmiştim. “Kıvırcık ben böyle olsun istemezdim. Vallahi istemezdim… Bir yaşamanı istedim…” Genzinden acı dolu bir haykırış koptu. Bu kalbimin en ücra yerinde kıvılcımın çıkmasına neden oldu. Neyi kime karşı konuştuğunu anlayamıyordum. Hasta olduğunu düşündüm. Şaşkınca o adama doğru dönmüştüm. Kaşlarım çatık o adamı çözemeye çalıştım.

“Emir!” Uluğ’un ta ciğerinden kopan bağırışı ile o adamı geriye doğru savurmuştu. Arkasındaki adamlar koşmuş onu kaldırmaya çalışmıştı ama o bunu kabul etmeyip onları geri itmişti. Aynı hiddetle kendini toparlayıp ayağa kalkmıştı.

“Uluğ!” Diye bir uyarıda bulundu.

“Daha uzatma çık dışarıya orada konuşacağız!” Uluğ fazlasıyla sabretmiş gibi son demlerindeydi. Emir olacak adam Uluğ’u hiç takmadan bana bakmıştı. Yüzünde yeniden var olan o acı beni selamlamıştı. Anlayamıyordum bu adamda farklı bir şey vardı ve bu iki beni uzak diyarlara savuruyordu.

“Yaşa istedim çok şey mi istedim? Başkasının bedeni ile karşımdasın beni duy istiyorum, ben sadece yaşamanı istedim.” Gözlerinden oluk oluk akan yaşlar kalbime saplanmıştı. Ben ki bencil olan tüm yanlarım kenara geçmiş başkasının acısını en derinden hissetmiştim.

“Uğruna öldüğüm gözler şu an karşımda Uluğ, ben artık nereye gideyim?” Bu bir çaresizlikti. “Belimi büktü bu ayrılık de ki sıkıyım kafama de ki şunu yap yapayım kalmadı takatim kadim düşmanım.” Bakışları bende lakin Uluğ ile konuşuyordu. Düşmanım demişti peki neden kendini onun karşısında bu kadar zayıf gösteriyordu? Ne yaşanmıştı, Uluğ bile sessizliğe gömülmüştü. Bir sözü kalmamış gibiydi.

“Bitir artık bu yası, sana da yazık gençliğine de. Giden gitti Emir, biz kaldık…” Diye bir telkinde bulunmuştu. Uzun bir sessizlik oluştu. Emir’in bakışları bende saçlarım ile gözlerim arasında mekik dokuyordu. Sevdiği birine benziyordum ve o benden bir türlü kopamıyordu. Yaşları ise bir an olsun durmuyordu.

“O gün o üç kişiden sadece iki kişi ölmeliydi ama bak siktiğimiz kaderine ikimizde hayattayız. O yok Çebi… Daha küçücüktü, bizim gibi kirli de değildi, tertemiz. Belki herkes ölmeliydi ama o yaşamalıydı. Ve onu öldüren benim Çebi, avare gibi geziniyorum söyle hangi kapıya gideyim? Kapına geldim söyle…” Yutkunmakta zorlanmış kelimeleri kesik kesik çıkarmıştı. Arkasındaki adamlar çoktan uzaklaşmışlardı. Uluğ hiçbir şey dememiş öylece bakınmakla kalmıştı. Konuyu bilmeme rağmen benim bile içim burkulmuştu.

“Sen benden daha büyük acılar yaşadın, en azından nasıl katlandığını söyle bana? Taş olsa çatlardı, söyle!” Sonunda bakışlarını benden çekmiş tüm gücüyle haykırmıştı. Uluğ’un yüzünü göremiyordum sırt kaslarından gerildiğini anlamıştı.

“Kabuk tutan tüm yaralarımı soydum ne acıyacak ne de kanayan yer bıraktım. Önceliklerim korumam gereken binlerce insan varken benim ağlamaya lüksüm yok. Kimsen kalmadı ondandır bu çöküşün, seni anlayamam çünkü halen ailem hayatta!” Demiş en gerçek haliyle. Umutsuzca Uluğ’a bakmıştı.

“Yani diyorsun ki değer vereceğim birileri olmalı hayatımda yoksa işin yaş…” demiş kendi kendine. Uluğ yine bir şey dememişti. Emir yüzünü sıvazlamış sesli bir biçimde nefesini salmıştı. Bana bakmamak için kendiyle savaş veriyordu.

“Tolga’nın ölümünden sonra herkes yapacaklarını merak ediyor? Arkandaki kızı da emniyetli bir yere al hedef o?” Demiş buruşuk bir yüz ile.

“Tahmin edebiliyoruz bunları Bektaş, sen niye geldin?” Konuya bodoslama dalmıştı. Her zamanki hali.

“Bugün yarın kız nerede olursa silah sesleri yükselecek, planlamayı yaptı.” Demiş ciddi bir üslup ile. Benden bahsediliyordu. Aralarına girmemek için kendimi zor tutuyordum.

“O öldürdü, adım kadar eminim.” Dişlerinin arasında konuştu.

“Bence o değil Uluğ, sadece öldüreni bulmanı istemediğinden ortada hiçbir şey bırakmak istemiyor. Bu kızı yok ederek elinde avcundaki her şeyi almak istiyor.” Açıklayıcı bir tavırla konuştu. Birinin benim peşimde olduğunu öğreniyordum fakat hiçbir tepki vermiyordum. Sanki beni öldürse mutlu olacakmışım gibi hissediyordum.

“Ondan başka kimse benim yakınımdakilere zarar vermeye cesaret edemez Emir!” Hiddetli ve baskın bir tonla cevap verdi.

“Bunu bende düşündüm ama son olanları hatırla istersen, masaya dönmek için çok direttin. Buna sinirleyip sana ders vermeye kalkmış olabilirler veya herhangi bir yerdeki herhangi bir düşman. Biliyorsun ondan çok var bizde.” Ne konuda konuştuklarını çözemiyordum. Tahminde dahi bulunamıyordum.

“Tamam Emir haber verdiğin için sağ ol.” Uluğ derin bir nefes almış ve samimi bir şekilde teşekkür etmişti.

“Borcumu ödedim Çebi torunu, peşime takılan piçleri bizim çocuklara söylemişsin. Sayende hayattayız yoksa sen benim ebedi düşmanımsın biliyorsun?” Çarpık bir gülüş ile karşılık vermişti. Aralarındaki ilişkiyi anlayamamıştım. Düşmanım diyordu ama birbirlerinin hayatlarını kurtarıyorlardı.

“Eee bende kendi borcumu ödemiştim Bektaş, ne olacak seninle bu iş? Bak ben senle dost most olmam ha öyle hayallere kapılma!” Tuhaflardı. Hem yakın arkadaş hem de düşman gibiydiler. Emir ufak bir kahkaha atmıştı.

“Hiç oralı değilim Çebi, çekilecek bir adam değilsin.” Demiş alay içerisinde.

“Dikkat et ben kaçtım.” Bana bakmamak için çabaladı ama kendine yenik düşmüş olacak ki eğdiği başında yan gözle son kez bana bakmıştı. Bu defa fazla uzatmamıştı iç çekerek arkasına döndü. Birkaç adımından sonra Uluğ’un sesi yankılandı.

“Biliyor Bektaş, onun uğrunda savaştığını biliyordu. Ve onun da son sözü senin yaşamanı istediğiydi.” Biri gitmişti ve ardında bir harabe bırakmıştı. Arkasına dönmemiş belli bir süre yerinde kalmıştı. Tek bir cümle duyuldu.

“Onsuz bir dünya da yaşamanın anlamı ne Çebi?” Omuzları düşük başı ise eğikti. Çaresizliğin vücut bulmuş haliydi. Öylece uzaklaşmıştı. Uluğ kapıyı kapatmış, düşünceli bir yüzle bana doğru dönmüştü. Bir şey demeden yanımdan geçmeye kalkışınca hızlıca yanına yetişmiş ve kolunu sıkıca tutmuştum. Tek elim tüm kolunu sarmaya yetmediği için iki elim ile kavramaya çalıştım. Önce tutmuş olduğum koluna ardından bakışlarını yüzüme çevirmişti. Sert ve ciddiydi.

“Hayırdır, kim bu cüreti sana verdi?” Ters bakışlarıyla ezilmiştim. Aynı onda olan mizaçla ona bakmıştım.

“Bir açıklamaya ihtiyacım var.” Dedim başım dik biçimde. Bakışları aynı ve duruşu daha da dikleşmişti.

“Önce şu kolumu bırak.” Net sesi ile konuştu. Elimi yavaşça ondan çektiğimde bir adım geriye gitmişti.

“Ben neyin içinde olduğumu bilmiyorum.” Yorgun bir nefes verdi. Kollarını göğsünün altında birleştirdi.

“Bilmemen senin akıl sağlığın için daha doğru olur.” Bu ciddi halleri beni germekten başka hiçbir halta yaramıyordu. Bu söylemi beni korkutmuştu. Daha başıma ne gelecek diye düşünmeye koyulmuştum.

“Ama bilmiyor olmak da beni tedirgin ediyor. En azından karşıma neyin çıkacağını bilirsem o kadar da dağılmama izin vermem. Kendimi bir şekilde hazırlarım…” Açıklayıcı ve sakin olmaya çalışıyordum. Bu karşımdaki adamın ne kadar suyuna gidersem bir o kadar önüm açılacak gibi hissediyordum.

“Mümkün değil Mihran. Ben bilmeme, farkında olmama rağmen nasıl en az hasarla çıkabilirim düşüncesiyle günlerce uykuyu kendime haram kıldım. Günü geldiğinde ilk ben anlatacağım sana ama o güne kadar uymaya devam et.” Sözleri ikna ediciydi.

“Tamam ama bari bana Saye’nin kim olduğunu söyleyebilirsin? O adam bana karşı çok tuhaf bakıyordu…” Kirpik dipleri titredi kaşlarını çatı. Tüm vücudu adeta bir taş parçasına dönüşmüştü.

“O konuya hiç girme…” Dediğinde daha fazla kendimi tutamadım. Aramızda hiçbir mesafe bırakmayarak adım atmış, göz hizama göğsü geldiği için başımı yukarı doğru kaldırmıştım. Vermiş olduğum bu tavır karşısında üsten bir bakış atmıştı.

“O konuya girme, uymaya devam et, onu yap, şunu yap! Ben neyin içerisindeyim ve sen kimsin? Allah kahretsin ki başıma berbat bir olay geldi ki buna şaşırmıyorum. Hayatım boyunca hiç gün yüzü görmedim ama böyle de çektirilmez anladın mı? Bir gün sürer iki gün sürer ama bir şekilde ceza kesilir ve biter! Tanrı değilsin şöyle bakınca kral da değilsin, hele hele benim sahibim hiç değilsin! Peşimde birtakım adamlar varmış beni öldüreceklermiş oysa elimde avcumda kalan canımı senin alacağından adım kadar emindim. Şimdi de gelmişsin zamanı gelsin anlatacağım sana diyorsun, ölünce mi anlatacaksın?” Bağıra bağıra ve ağlaya ağlaya sözlerimi sarfetmiştim.

Tüm yüzümü ve yaşlarımı izliyordu. Kaşları düzelmiş donuk bir yüzle bakmaya başlamıştı. “Bak Uluğ, şu kalan canım inan ki umurumda bile değil ama anneme söz verdim. Yaşa dedi, her şeye rağmen yaşamamı istedi. Kendimi korumalıyım, en azından annem öyle bilmeli anlıyorsun değil mi?” Son kalan gücümle sözümü noktalamıştım. Öfkelenmeye başladığını alnında beliren damarından anlamıştım. İşaret parmağını adeta gözüme sokmuştu.

“Bak Mihran tabir-i caizse cehennemi yaşadık bir ah dahi edemedik. Seninle acı yarıştırmıyorum ama emin ol dolduğum bir evredeyim. Gözüm kimseyi görmüyor, üstüme her yeni bir gün yeni sorumluluklar yükleniyor. Mesela senin gibi, şimdi seni özgür bıraksam dakikalar sonra cansız bedenini kapıma atarlar. Bakacak olursak seni tanımam etmem benim için bir yabancıdan ibaretsin. Ama yine de senden sorumluyum. Benim suçum ney diyeceksin, şöyle söyleyeyim yanlış yer ve yanlış zaman küçük hanım. Hani diyorsun ya ceza bir gün iki gün çekilir her gün çekilmez ben sana diyeyim bu saatten sonra her uyandığında hayatta olduğun için tanrıya şükret!” Sert nefesleri yüzüme çarpıyor titrememe neden oluyordu. Yaşlarım halen yolunu sevmişçesine akıp duruyorlardı.

“Böyle hayat mı olur?” Diye bir sitemde bulundum. Gözlerini kısmış, dudağını büzmüştü.

“Böyle kader mi olur?” Benim söylemime karşılık acı sitemde bulunmuştu. Kaşlarımı çatmış bu dediğine tuhafça bakmıştım.

“Kadere inanmam!” Sert ve nettim. Bu dediğime usulca tebessüm etmişti.

“Ben inanırım küçük hanım, ne kadar adaletsizce olsa da kaderimizden ibaretiz.” Düşüncemin tam tersini savunmuştu.

“Kabul etmiyorum,” İnatla omuzlarım oynatmıştım. Bu hareketime samimi bir biçimde bakmıştı. Ve ben bu bakışlarına şaşırmıştım. Çünkü çok güzel bakıyordu.

“Şaşırmadım, kabul etsen dahi alta kalmamak için kabul etmezdin.” Bu dediğini düşününce hak vermiştim. Kesinlikle etmezdim!

“Neyse ne istersen git üzerini değiştir, başka bir eve geçeceğiz. Burası pek güvenilir değil.” Yeniden o sert mizacına geri dönmüştü.

Sorgulamamış hiç düşünmeden üst kata çıkmış ve üzerimi değiştirmiştim. Yarım saatin sonunda arabaya yerleşmiş bir biçimde yola çıkmıştık. Arabayı kasvetli bir hava sarmıştı. Bir eli direksiyonda ritim halinde hareket ettiriyordu. Diğer kolu ise açık pencerede yaslamış bir biçimde sigarasını tutmuştu. Sigara paketini bitirmek üzereydi. İçinde, nefes almasını engelleyen şeyler vardı. Bu uzaktan bile anlaşılır nitelikteydi. Nereye gideceğimizi sormamıştım ama giderek meraklanmaya başlamıştım.

Orman yoluna girdiğimizde, daha bir meraklanmıştım. Yokuşlu bir yoldu. Giderek yükseliyorduk, deniz kokusu geliyordu. Ne işimiz vardı burada? Neden bu kadar uzaklıkta ve ıssız yere bir yere gelmiştik ki? Bence kabalık bir yerde olmamız daha güvenliydi. Burada bizi öldürseler kimsenin ruhu duymazdı. Hiçbir korumada yoktu. Tek gelmiştik. Halbuki her zaman koruma ordusu olurdu. Meraklanmama rağmen sormamıştım.

Arabanın durmasıyla bakışlarımı etrafa çevirdim. Uçurumdu burası… Uçurumun kenarında bembeyaz inşa edilmiş bir villa vardı. Uçsuz bucaksız bir deniz vardı. Sonu gözükmeyen masmavi bir deniz. Burası mahkûm olan ruhu özgürleştirirdi. İlerdeki hayatımda hayalini kurduğum yerdi. Yalnız ve kuş kadar özgür...

Oturduğum tarafın camı tıklanmasıyla irkilmiştim. Bakışlarımı cama çevirdim. Uluğ kaşları çatık bir şekilde bana bakıyordu, ardından kapıyı açmıştı.

“Neye daldın öyle, hadi geldik in.” Kendime gelerek araban inmiştim. Uluğ kapıyı kapatmış ve birlikte eve doğru yürümeye başlamıştık.

“Kim buraya bu evi inşa etmek istesin ki, tam bir delilik.” Kendi kendime söylenmiştim. Kapıya yetişmiş Uluğ birbirine bağlanmış onlarca anahtarın içerisinde bu evin anahtarını arıyordu.

“Neden, bence huzurlu.” Diye mırıldanmıştı. Bu düşüncesine kaş çatmıştım.

“Evet kimisine deniz ve uçurumlar huzurlu gelebilir ama kimisine de bir kabustan ibarettir.” Diye yanıt verdim. Sonunda anahtarı bulmuş ve kapıyı açmıştı. İçeriye adım attığımız andan itibaren etrafı incelemeye koyulmuştum.

“Anladığım kadarıyla bu ikisi ile ilgili yine bir travman var.” Ben etrafı incelerken bir anda önümü kesmişti. Bu hareketine karşı gözlerimi büyütmüştüm.

“Küçümseyici bir tavırla mı söylüyorsun bunu?” Yutkunmakta zorluk çeksem de sözlerim netti. Usulca tüm yüzümü taramış ve gözlerini kısmıştı.

“Ne münasebet, o manada söylemedim. Ben sana diyeyim sen beni yanlış anlamaya yer arıyorsun?” Alaycı bir manada bulunmuştu.

“Ben seni anlamaya çalışmıyorum!” Sözlerim netti. Aramızda koca bir negatif enerji yükselmeye başlamıştı. Hiçbir şey demeden arkasına dönmüş salona doğru yürümüştü. Aklıma gelen ve durmaksızın içimi kemiren o konuyu açmak için dudaklarımı aralamıştım.

“Uluğ annemle konuşmak istiyorum.” Yürümeyi sonlandırmış ve o koca cüssesi ile bana doğru dönmüştü

“Pardon?” Tuhaf ve anlamsız bir ses tonu ile konuştu. Hiç kendimi bozmadan ayakta dikilirken konuşmaya başladım.

"Ailem benden bir haftadır haber alamıyor. Onlarla konuşmam gerekiyor." dedim soğukkanlı bir tavırla. Bunları biliyormuş gibi dudak büzdü.

Arka cebinden bir telefon çıkarmıştı. Bir dakika, bir dakika ama bu benim telefonumdu. Telefonu elinde döndürmeye başlamıştı. Ardından telefonu sabit tutup bana doğru uzattı. Ben hâlâ yerimde durmuştum. Hareket edemiyorum. Bu kadar kolay olacağını sanmazdım.

"Almayacak mısın?" Sesini duymamla kendime gelmiş, telefonu almak için öne doğru atlamıştım. Elimi uzatmamla boşluğa düşmüştüm. Telefonu kendine çekmişti.

Bu adam benimle oyun mu oynuyordu? Yüzünde hiçbir alay mimiği yoktu. Ciddi bir tavır sergiliyordu. Ağzıma geleni sayacakken benden önce davrandı.

“Sakın ama sakın yaşadıkların veya kaldığımız yerler hakkında konuşma gibi bir gaflete düşme Mihran!” Tehditkâr sözler karşısında soğuk bir gülüş peyda etmişti dudaklarımda.

“Ne yaparsın? Yoksa cezasını beni dünyaya getirenlerden mi çıkaracaksın?” Başlarda bana ettiği o tehditti yüzünü karşı vurmuştum. Bocalamış göz bebeği oldukça hızlı hareket etmeye başlamıştı.

“Yapacaklarım karşısında ağzın açık kalır. Seni uyarıyorum her ne kadar yumuşamış olsam da ailemi korumak zorundayım. Ve senin ağzından çıkacak herhangi bir söz soyadımıza zarar getirir.” Ailesi hakkında ilk kez konuşmuştu. Bu sözler dişlerimi kaşındırtmıştı.

“Senin dediğin gibi tabir-i caizse soyadınız batsın Uluğ!” Hiç geride kalmayarak yanıt vermiş bulundum. Alt kalma gibi bir lükse sahip değildim. Sinirlenmiş ve çenesi olabildiğince gerilmişti. Yutkunmuş ve yüzünü sıvazlamıştı. Elinde tutuğu telefonu bana doğru sallamıştı.

“Tamam fazla uzatma öyle çok da uzaklaşma.” Bozulmuştu. Yüzüme bakmamasından bunu anlamıştım. Ona doğru yavaş adımlarla ilerlemiş yüzüne en ketum tavrım ile bakmıştım. Elinden öyle sert bir biçimde çekmiştim ki bana dönmeyen bakışları sinir bozucu bir biçimde dönmüştü. Kendini zor tutuyor yüzü adeta alev topuna dönmüştü. Hiç oralı olmayıp arkama dönmüş ve bahçe olduğunu fark ettiğim kapıya doğru ilerlemiştim.

Cam kapıyı aralayıp bahçeye adımımı attım. Sırtımdaki dikken hissi onun bakışlarıydı. Başımı gökyüzüne kaldırdım, derin bir nefes aldım. Anneme anlatacaklarımı kafamda kurmaya başladım. Onun sesini uzun zamandır duymuyordum. Nasıl dayanacağım? Yüreğim şimdiden sıkışmaya başlamıştı. Ona yalan söylemek istemiyorum. Anneme bugüne kadar tek bir yalanım, yanlışım olmamıştı. Bundan sonra çok olacak gibi hissediyorum... Ve bu durum canımı yakıyordu.

Gözlerim kan çanağına dönmüştü ama tek bir damla yaş düşmemişti. Elimle bir bütün haline gelmiş telefona bakışlarımı indirmiştim. Hadi Mihran yaparsın kızım ... Neyi isteyip de yapamadın ki? Hatırla, en karanlık gecende bile nasıl da sabahın doğduğunu...

Kapalı olan telefonu açmak için açma düğmesine bastım ve açılmasını bekledim. Bu süre zarfında gözlerimi kapatmıştım. Birinin beni izlediğini hissederek gözlerimi geri açmıştım.

Uluğ salonda bulunan kanepeye yerleşmiş dizinin üzerinde viski bardağını tutmuş bir şekilde bana bakıyordu. Gözlerini kısmış pür dikkat yüzümü inceliyordu. Hiç umursamadan bakışlarımı ondan telefona çevirdim. Açılmıştı. Hiç vakit kaybetmeden hemen rehbere girmiştim. Ellerim titriyordu. Nefesim daralıyordu. Elim annemin numarasına gidemiyordu. Kalbim ağzımda atıyordu. Korkuyorum... Tedirgindim!

Ani güçle numaranın üzerine basmıştım. Çalma sesi gelince evren bir an durmuştu. Kulaklarım çınlamaya başlamıştı. Yaşama yetimi kaybetmek üzereydim...

Ağlamak istiyorum...

Hıçkıra hıçkıra...

Bağıra bağıra...

Ama biliyorum ki sesimi duyan olmayacaktı. Yetim olan gözyaşlarım kendi içinde kavruluyordu. Bir ses yayıldı, öksüz olan ruhuma ev oldu. Darmaduman olan hayatım anlamını kazandı.

"Mihrannn!"

Bir haykırış bin ölümden beterdir. Annemin sesi tüm bahçeyi sarmıştı. Öyle gür bir şekilde, hıçkırıklarının arasında bağırmıştı ki olduğum yerde titremiştim.

Dudaklarım birbirine düğümlendi. Ağzımdan tek kelime bile çıkamamıştı. Bedenim daha fazla bu yüke dayanamadı masanın yanındaki sandalyeye kendini bırakmıştı.

"Kızımmm?"

Bu sefer sesi çok kısık çıkmıştı. Güçsüzleşmişti. Hissediyorum. Daha fazla dayanamadım yaşlarımı bırakmıştım. Onu bu hale getirdiğim için kendimden nefret ediyorum... Çaresiz bıraktığım için kendimden nefret ediyorum... Kimsesiz hissetmesine sebep olduğum için kendimden nefret ediyorum!

"Y-yalvarırım ses ver annem, yalvarırım..." Titreye titreye bana yalvarıyordu... Günahım neydi? Bunu hakkedecek ne yaptım ben? Bu kadarı fazlaydı, bu kadarı çok ağırdı.

"Kurban olayım, sadece sesini duymak istiyorum. Sadece tek kelime söyle! Yalvarıyorum sana meleğim, lütfen!" Hıçkırıklarının arasında, nefes nefese sesimi duymak için benden dileniyordu. Boynum bükülmüş, sırtıma yükler binmişti.

"A-anne!" Ben bile sesimi duymamıştım, öyle aciz çıkmıştı ki. Bitap düşmüştüm. Annemin hıçkırıkları hızlanmış ardı arkası kesilmemişti. Onun her bir yaşı beni küçültüyordu... Yok ediyordu.

İki dakikanın sonun da hıçkırıkları azalmış, derin derin nefesler almaya başlamıştı. Kendine gelemeye çalışıyordu. Benim de ondan hiçbir kalır yanım yoktu. Vücudum geçici süreliğine felç geçirmişti...

Annemin sesi kulaklarıma ilişmişti. "Mihran, annem iyi misin bir tanem. Bir hafta boyunca neden beni aramadın. Güvende misin? Biri bir şey mi yaptı sana kuzum? Kafayı yiyeceğim Mihran lütfen iyi olduğunu söyle bana kızım!" Telaşlı ve ağlamaktan kısılan sesiyle yakarmıştı.

Derin bir nefes aldım, gözlerimi kapattım, konuşmaya başladım.

"İ-yiyim anne," Hiç iyi değilim anne canım çok yanıyor, sana ihtiyacım var.

“Sen beni merak etme, keyfim gayet yerinde,” Ne keyfim kaldı ne de yaşayacağım bir hayat annem.

"Arayamadım çünkü," Sesim kesilmişti devamını getiremedim. Arayamadım çünkü kader ağlarını ördü ve ben yeniden aynı yerden vurmuş ve katil olmuştum anne. Canım yanıyor, seni çok özledim anne. Annemi daha bir harap hâle getirmemek için kendime gelemem ve bir şeyler uydurmam gerekiyordu.

"Çünkü biraz uzaklaşmaya kendimi dinlemeye ihtiyacım vardı. Tatil yapmak istedim. Size haber etmem gerekiyordu, biliyorum. O da benim aptallığımdı özür dilerim anne." Bu sözler dökülürken ağzımdan, sessiz ve kimsesiz gözyaşlarımı akıtıyordum.

Bundan sonra belki hiçbir hayatım olamayacaktı ama kimse bunu bilmeyecekti. Ne pahasına olursa olsun annem ve ablam benim çok iyi bir hayat yaşadığımı bilecekti.

Annemin sert solukları kulağıma ilişiyordu. Öfke barındıran ses tonuyla bağırmaya başlamıştı. "Benim buna inanmam mı beklemiyorsun değil mi Mihran? Sen benim sesimi ablanın sesini duymadan uyumadığını, sabah yüzünü bile yıkamadığını bilmiyor muyum sanıyorsun karşında keriz mi var senin! Çabuk bana neler olduğunu söyleyecek-” sesi bir anda kesilmiş öksürmeye başlamıştı. Kriz geçiriyor gibiydi. Korkum yerini beli etmişti. Kendime hâkim olmadan ayağa fırlamış telaşlı bir biçimde konuşmaya başlamıştım.

"Anne, anne iyi misin korkuyorum. Anne su iç, hava al, yalvarırım sana, Allah kahretmesin anne!" Bütün gücümle bağırmış kendimi çimenlerin üzerine bırakmıştım.

Ağlamaktan ve bağırmaktan boğazım acımıştı. Bu acı farklıydı. Bu, bütün yaralarımı ezer geçerdi. Ona, anneme bir şey olma ihtimali bile beni diri diri toprağa koyardı.

Canı yanıyor, birine ihtiyacı vardı ve ben ona oldukça uzaktaydım. Asıl beni mahveden buydu. Aramızda mesafeler vardı, birbirimize dokunamayacağımız kadar uzaklıkta bir mesafe.

Annemin öksürükleri azalırken can çekişen bir sesle bana seslendi. "M-ihran, kızım korkma, iyiyim ben endişe etme." Demiş ardından tekrardan öksürmeye başlamıştı. İyi değildi biliyorum.

Sesim titremesine mâni olamadan konuşmaya çalıştım."An-nee, çok korkuyorum." Şu an küçük bir kız çocuğundan farksızdım. Elim ayağım boşalmıştı.

“Kor-korkma meleğim, korkma sakın. Benim ruhum seni korur!” dedi kesik nefeslerle.

"Mihran, sonra konuşuruz annem sakın telefonu kapatmıyorsun. Arayacağım seni, anladın mı beni!" dedi zar zor nefes alan ses tonuyla. Konuşmakta oldukça güçlük çekiyordu.

"Ama ara, ne olur anne!" dedim ağlamaktan kısılan sesle. Öyle güçsüzleşmiştim ki olduğum yerde kalakalmıştım. Bir süre hiç ses gelmedi. Sadece derin nefes sesleri vardı.

"Seni seviyorum meleğim... Aramıza ne kadar mesafe girerse girsin sen daima benimlesin…Bende seninle... Unutma!" Yutkunmaktan tahriş olan boğazıyla konuşmaya çalışmıştı. Sözlerine pek takılmadım. Her zaman kullandığı sözcüklerdi.

"Bende anne bende, kendine çok dikkat et tamam mı? Seni herkesten çok seviyorum!" Demiştim kırgın ve yorgun sesle.

Bu aciz kişiliğimden sırtımdaki yükler bile yorulmuştu.

Sonsuzluğa gidilen yolda bir meczup gibi dolaşıyorum.

Hangi şehir beni alıp bağrına basacak diye bekliyorum.

Bu dünyaya ait değilmişim gibi hissediyorum.

Telefon kapanmış, annemin sesi kesilmiş ve zaman durmuştu. Yerimden kıpırdayamamıştım. Gözümden sıcak yaşlar yerini sevmiş akmaya devam ediyorlardı. Ama ben donmuş vaziyete tek bir noktaya bakıyorum.

Aradan kaç zaman dilimi geçtiğini bilmiyorum fakat kadrajıma iki çift spor ayakkabısı girmişti. Kimin geldiği belliydi. O kadar tükenmişlik raddesindeydim ki başımı bile kaldırmaya tenezzül etmemiştim. Bir süre o da hareket etmemişti. Ardından benim başımı kaldırmadığımı görünce, ayak diplerime çömelmişti.

Yaşlarım hâlen akıyorlardı. Onları silmek için hiçbir harekette bulunmuyordum. Usanmıştım artık. Umurumda da değildi. Bana ne olacaksa olsun… Ama o, olmaz olamaz. İzin veremezdim. Anneme hiçbir şey olmasına müsaade edemezdim. Bana ne olacaksa olsun fakat o olmaz. Bu imkânsız...Bu tamamen saçmalıktı!

"İyi misin?" Uluğ’un sesi kulaklarıma ilişti. Bakışlarımı yerden ona kaldırmıştım. Bakışlarımız kesişince, kaşlarını çatmıştı.

"Değilim!" Sesimin duyulduğundan şüpheliydim. Konuşmaya bile halim kalmamıştı.

"Geçer, neler geçmedi ki!" İç çekerek.

"Ya bu sefer geçmezse?" titrek bir sesle. Küçük bir kız çocuğundan farksızdım.

"Bu da geçmeyi versin Mihran!" dedi emin bir sesle. Gözlerimin en derinine bakıyordu.

"Canım çok yanıyor. Bu acı bana bile fazla!" dedim hıçkırıklarımın arasında.

"Bile?" Demişti. Kendine soruyor gibiydi. Bakışlarımı yerden ona kaldırmıştım. Onun orman yeşili gözlerine denk geldim. Kirpikleri titriyordu. Bir eli havada kalmıştı. Bana dokunmak istiyor ama cesaret edemiyordu. Eli yumruk halini aldı. Ve geri indirmişti.

"Yaşadıkların? Göründüğünden daha fazlası değil mi? " dedi. Olmaması için dileniyor gibiydi.

"Annemi... Ablamı çok özledim! Onlara çok ihtiyacım var. Hiç bu kadar kimsesiz hissetmemiştim!" dedim. İçimi dökmem gerekiyordu. Yoksa bu içimdeki savaş beni öldürecekti.

"Şey," dedi Uluğ ve sustu. Deyip, dememek arasında kalmış gibiydi.

"Yani," dedi. Yine devamını getiremedi. Ağzından bir türlü doğru kelimeler dökülemiyordu.

"İstersen tabii," dedi yine sustu.

"Ben öyle birini hiç teselli falan etmedim, hoş etmeyi de bilmem ama en azından sarılabileceğin bir göğsüm var. Tabii annen ve ablanın yerini tutm-" Lafını bitirmesine müsaade etmeden ona sarılmıştım. Bedeninin kasıldığını hissetmiştim. Nefesini bile tutmuştu. Haliyle böyle bir şey yapacağımı düşünmediğinden şaşırmıştı.

Fakat buna ihtiyacım vardı. Bir ağacın kabuğuna da sarılırdım. Bu haldeyken kim olduğunun bir önemi kalmıyordu. Uluğ şaşkınlığını bir kenara atmış olmalı ki, bir eli sırtıma ulaşmış, diğer eli ise saçlarımda yerini almıştı. Fakat saçlarımdaki eli tereddütle saçıma konduğunu hissetmiştim. Çünkü bir süre beklemişti. Ağlayışlarım daha bir şiddetlenmişti. İçim çıkana kadar, bağıra bağıra ağlıyordum. Bugün durmuyorlardı. Anneme bir şey olma ihtimali bile beni darmaduman etmişti.

Sesli bir nefes bıraktım. Nefes alamıyordum. Canım yanıyordu. Ve benim elimden her zamanki gibi hiçbir şey gelemiyordu.

Uluğ'un kokusuyla ve varlığını hatırlatırcasına saçlarımı okşaması az da olsa durulmamama sebebiyet veriyordu. Ağlamalarımın kesilmesine neden oluyordu. Aradan belli bir zaman geçince gözyaşlarım kurumuş yerini sadece sesli nefes alışverişleri bırakmıştı. Zorlukla kıpırdandım. Uluğ ağır çekimle ellerini bedenimden ayırmıştı. Yüzüme yapışan saçlarımı ellerimle geriye ittim. Ve derin bir nefes aldım. Başımı onun tarafına çevirdim. Az önceki cesur yanım gitmiş yerini utanç duygusuna bırakmıştı. Yüzü donuklaşmıştı. Bakışları durgundu. Düz, hiçbir duygu barındırmıyordu.

Dudaklarından zorlukla sessiz kelimeler dökülmüştü. "Daha iyisin değil mi?" dedi. Bakışları tüm yüzümde dolaşmıştı.

"İyiyim! Kusura bakma seni zor durumda bırakmak istemezdim. Ani, bir anda olan şeydi." dedim utançla. Yüzünden tarifsiz bir gülümseme kendini var etmişti.

"Mühim değil!" dedi. Derin bir nefes almış ve ayağa kalkıp, elini bana doğru uzatmıştı. İlk önce eline ardından ona baktım.

"Hadi içeri girelim, hava bozulmaya başladı." dedi.

Uzunca bakışlarımı onda tutmuştum. Ardından uçsuz bucaksız olan denize çevirmiştim. Deniz gibiydim her şeyi yutuyorum. İçimde yavaş yavaş birikiyordu. Bir gün taşacaktı ve kimi boğacağı meçhuldü.

Ayağa kalkmış eve doğru ilerlemeye başlamıştım. Uluğ'a hiç dönüp bakmamış, yanından geçip gitmiştim. O da arkamdan gelmişti. Evin içine girince Uluğ’a dönmüştüm.

“Duş almak istiyorum, banyo hangi tarafta?” Yorgun gözlerim yüzünden onu net göremiyordum. Üzgün hatta şefkatli bir yüzle bana bakmıştı.

“Koridorun ilk kapısı.” Demiş usulca. İşaret ettiği yer doğru gitmiş ve sonunda banyoya varmıştım. Yürüyecek mecalimin olmadığını fark ettim. Öyle bitik, öyle bezmiş...

Ben kaybettiklerim arasında en çok çocukluğumu özledim.

Babamın, babam deyişini ömrü hayatımda unutmayacağım.

Çocukluğumdan kalan bazı sahneler hafızam da canlanıyor, hiçbir servete değiştiremeyeceğim sahneler... Çocukluğum deyince aklıma babam gelir. En çok beni sevdiğini hatırlıyorum. Abimde bu yüzden o küçük aklıyla bana kin beslememiş miydi zaten?

Abim, hep babam tarafından sevilmek istiyordu. Bence babam onu da seviyordu. Ama ona göre, küçükken babam en çok beni seviyormuş. İstediği olmuştu. Babamın artık benden midesi bulanıyordu. Utanıyordu!

Hiçbir kıyafetimi soymadan buz gibi suyun altında cenin pozisyonu alarak oturmuştum. Hissetmiyorum. Benim içim yangın yeriydi... Faydasızdı bu su.

Birinin gelmesini bekliyorum. Fakat gelmeyecekti. Farkındayım!

Sadece daha acı ve yalnızlık...

Bir gün gerçekten ölecektim ama kimse görmeyecekti.

Neticede hâlâ nefes alıyor olacaktım...

Her seferinde kendimi bu noktada bulmaktan sıkıldım...

Bu acı benim boyumu aştı…

Bu şehir de bana ıstıraptan başka hiçbir şey vermedi!

Yerlere serdi, infazımı gerçekleştirdi!

Kepaze oldum!

Kapının tıklanmasıyla irkilmiştim. Banyo karanlığa bürünmüştü. Zaman ne kadar da hızlı geçmişti öyle. Bunca saat burada bu şekilde nasıl durmuştum. Vücudum buz kütlesine dönmüştü.

"Mihran, bak bu seferde ses vermesen kapıyı kıracağım. Anlandın mı lan beni!?" Uluğ'un bir boğayı andıracak derecede kükremesi kulağıma ilişti. Ben nasıl da onu duymamıştım, bu kadar mı kötüleşip dış dünyayla bağlantımı koparmıştım.

Kendime gelerek zar zor sesimi çıkara bilmiştim. "Bağırma, çıkıyorum!" Demiştim. Suyu kapatıp ayağa kalkmıştım. Titriyordum resmen üzerimi ikinci beden gibi saran kıyafetlerle ucubeye benziyorum.

"Ulan ben iki saattir burada bağırıyorum. Ne boka cevap vermiyorsun?" dedi siniri hâlen diriyken. Kıyafetlerimi üzerimden çıkartıp çamaşır sepetine atmış bornozu üzerime geçirmiştim.

"Tamam çok konuşma da uzaklaş!" dedim titreyen çenemle.

Kendi kendine mırıldanıyordu. Onu duyabilmek için kapıya yanaşmıştım. "Ben böyle kızın anasını avradını hem geleceğini hem geçmişini-” devamını getiremeden lafını bölmüştüm.

"Ne diyorsun sen be hadsiz herif!" diye ciyaklamıştım.

"Diyorum ki şimdi ben çıkıyorum, koridorun sonundaki odaya kıyafet bıraktım güzelce giyinirsin. O duymayan kulaklarını da hatırlat doktora gösterelim.” Sinir hali ile söylenerek uzaklaştığını duymuştum.

“Kes be zengin bebesi!” Duyması için adeta haykırmıştım.

Güldüğünü işitmiştim, resmen beni delirtmek için her şeyi yapıyordu. Daha fazla oyalanmadan çıkmıştım. Söylediği odaya gitmiş ve yatağın üzerindekilere bakınmıştım. Bol bir kot pantolon üzerine atlet büstiyer ve siyah iç çamaşırları. Bu adam gün geçtikçe beni şaşırtıyordu. Nereden buldu bu kıyafetleri de getirdi. Bir hırka da vardı. Şaşkınlığı üzerimden atarak kıyafetleri üzerime geçirmiştim. Islak saçlarım ile derin nefes alıp duvara sabit olan aynaya bakışlarımı çevirmiştim. Üşüyorum. Saçlarımın nemini havluyla almış ve açık bırakmıştım.

Aslında uyumak istiyorum fakat korkuyordum. Kâbus görecektim adım gibi eminim. Ve gördüğüm şeylerden uzun bir süre etkisinden çıkamıyorum.

Aşağı inme kararı alarak odadan çıkmıştım. Koridoru arkamda bırakarak salona giriş yaptım. Uluğ salonun sağ tarafında bulunan yemek masasında laptopa odaklanmış bir şekilde oturuyordu. Ona belli olmadan koltuğa doğru yavaş adımlarla ilerlemeye başlamıştım. Onun düşünceli halinden beni görmediğini sanıyordum.

"Dur orada!" Sesi kulaklarıma yetişince put kesilmiştim. Ona doğru döndüm. Hâlen bakışlarını bilgisayardan çekmemişti. Bir süre sonra bilgisayarı kapatıp bana dönmüştü. Ayağa kalkmış bana doğru ilerlemeye başlamıştı. Aramıza belli mesafe bırakarak durmuştu. Bakışları saçlarımı oradan yanaklarıma gitmişti. Kaşları çatılmıştı. Sesini temizleyip konuşmaya başlamıştı.

"Banyo da ne halt yemeye bunca saat kaldın?" dedi öfkeden patlayacak biçimde.

"Ne kadar kalıp, kalmayacağıma da karışma, ona da karışma bir zahmet!" dedim ayıplar şekilde. Banyoda da rahat yoktu anlamış olduk.

"Mihran farkındaysan saat 4'te banyoya girdin. Şu an ise saat 9:30 sence de bir anormallik yok mu?" dedi sorgularcasına.

"İstersem günün 24 saati banyo da kalırım bu seni niye geriyor ki, anlamıyorum!" dedim öfkeyle.

"Kaç sürede banyo yaptığın umurumda değil benim, sadece..." dedi. Sözünü yarıda bırakmıştı. Devamını getirip getirmemekte tereddütte kalmıştı. Anlamıştım neyi kastettiğini. Anlamamak saçma olurdu. Bu düşüncesi beni güldürmüştü. Gerçekten bunu yapacağımı mı düşünmüştü?

O devamını getirmeden ben söze girmiştim. "Ne oldu intihar ederim diye mi korktun?" dedim alay barındıran bir ses tonuyla. Alnındaki damar ritim halinde atmaya başlamıştı. Bana doğru bir adım daha attı ve mesafeyi sıfıra indirdi.

"Aynen öyle." dedi dürüstçe.

"Merak etme bende o yürek yok!" dedim acımasızca. Evet doğru bunca şey başıma gelmesine rağmen hiç öyle bir düşünceye girmemiştim. Allah’ın canımı almasını diliyorum fakat ben kendi canımı alabilecek cesurlukta biri değildim.

Uluğ'un göz bebekleri kararmış, yeşilin en koyu halini almıştı. Çenesini sıkmaktan elmacık kemikleri belirginleşmişti. "Yazık, gerçekten çok yazık!" dedi acıyan bir yüz ifadesiyle. Hayretle ona bakıyorum. Sadece onu dinliyordum.

"Sen bunu yürek diye mi adlandırıyorsun? “dedi. Soru sormuyordu. Bana ders vermek ister nitelikteydi. Yine cevap vermemiş ne diyecek diye onu dinlemeye koyulmuştum.

"Bu yürek değil bu tamamen aptallık!" dedi kınayan bakışlarla. Utanmıştım biraz. Ne diyeceğimi bilemedim. Gözlerimi ondan kaçırdım. Haklıydı ve benim verecek bir cevabım yoktu.

Bakışlarım bütün duvarları tararken, Uluğ çenemi tutmuş kendine çevirmişti. Ne olduğunu anlamamıştım. Bu hareketi beni bozguna çevirmişti. Gözlerimiz birbirine kenetlenmişti. Bir şeyler söylemek istiyor gibi bir hali vardı. Eli hâlen çenemdeydi, çekmemişti. Alan daralmıştı ve ben bunalmıştım. Mesafeyi açarak geriye adım atmıştım. Eli havada asılı kalmıştı. Elini yumruk yapıp indirmişti.

Sesini temizleyip konuşmaya başlamıştı. "Gözlerin hâlen umutla bakarken, sakın ola böyle bir saçmalık yapma!" dedi öfkeyle.

"Bu senin için neden önemli? Bir yabancıdan ibarettim! Benim ölüp, ölmemem seni neden bu kadar ilgilendiriyor ki?" dedim merakla.

"Ölüm! Abartılacak bir konu değil. Ama bir insanın kendi canına kıyması büyütülecek bir mevzu! Kendi için değil, geride bıraktığı kişiler için büyütülecek bir acı!" dedi kederle. Bu sözleri beni düşündürtmüştü.

"Yaşamış gibi konuşuyorsun?" dedim merakla. Yüzüne bir maske taktı. Ve ben o maskeyi gördüm.
Gördüm ve irkildim.

Dokundum ve mahvoldum.

Hissettim ve yıkıldım. Küçük bir oğlan çocuğu önüme geldi. Benden yardım diledi. Benim çocukluğum ise arkama saklanmıştı. Ürkek ve kork iki çocuk birbirlerine bakmaya bile cesaret edemiyorlardı. Ve ben bunca olan ana tanıklık ediyorum. Bütün ruhumla hissediyorum. Bütün kalbimle görüyorum.

Bugüne kadar öyle kimsenin acısını çok önemsemezdim. Bu yaptığım bence bencillikti. Kendi derdimi, diğer herkesten daha üstün tutuyordum. Ama o kişiye karşı, sonsuz bir saygı duyuyorum. Fakat bunca bencillik birine işlememişti. Şu an canım yanıyordu. Benim acıma değil karşımdaki orman gözlü adam için ruhum acılı nidalar döküyordu.

Yüzündeki keder belini büküyordu! Benim ise onun karşısında kalbimi eziyordu. Karşımdaki küçük oğlan çocuğu bağıra bağıra ağlıyor. Tüm gücümle görüyorum. Sarıp sarmalamak isteyen tarafım isyan bayraklarını salıyor. Onu içime hapsetmek istiyordum.

Bizi farklı bir boyuttan, gerçeğe döndüren, evin zil sesiydi. Uluğ, uzunca bana bakmış ve kapıyı açmak için arkasına dönmüştü ardından bir an durdu ve bana doğru döndü.

"Sen içeri gir. Ben sana haber edeceğim!" dedi düz sesle. Hiç itiraz etmeden salonun diğer tarafında kalmış odaya girmiştim.

Bu saatte kim olabilirdi ki? Alacaklı gibi kapıyı da çalmıştı. Aradan beş dakikanın geçmesiyle Uluğ'un sesini duymuştum. Çıkmamı söylüyordu. Hiç beklemeden odadan çıkmış salona giriş yapmıştım. Uraz, Mert, Merve ve Korcan gelmişti. Düşünceli gibiydiler. Uraz ile bakışlarımız kesişmişti. Vücuduma titreme gelmişti. Yüzündeki yara izi onu daha bir korkutucu kılıyordu. Ve beni öldürecek gibi bakması beni tedirgin ediyordu fakat bunu ona belli etmiyordum. Ona aynı karşılıkla cevap vermeye çalışıyorum.

Uluğ'un sesini duymamla ona kulak kesildim. “Hayırdır Mert bir sorun mu var?" dedi meraklı bir sesle. Mert ile Merve göz göze gelmiş ardından bakışlarını etrafa çevirmişti.

Bir şeyler oluyordu. Umarım konu ben değilimdir diye içimden geçirdim. Aradan belli zaman geçmesine rağmen kimseden bir ses çıkmıyordu. Uluğ dayanamamış bağırmaya başlamıştı.

"Neler oluyor oğlum? Beni deli etmeyin de adam gibi konuşun!" Diye gürlemişti.

Merve dik bir şekilde Uluğ'un gözlerinin içine bakarak konuşmaya başladı. "Zafer Usta geliyor." dedi mahcup bir sesle, Uluğ şaşırmıştı.

Merve tekrardan konuşmaya başlamıştı. Kısık bir sesle. "Şu an yetişmek üzere!" Uluğ bakışlarını uzaklara sabitledi. Yüzünü sıvazlamaya başladı. Kimdi bu adam? Neden geliyordu buraya?

Uluğ kendine gelmiş gibi bana baktı. Hayır ya yine benle alakalı bir şey olmasın ama. Hemen ardından konuşmaya başladı."Mihran'ı yok mu ediyorsun ne yapıyorsan hemen hallet!" dedi öfkeli bir sesle. Ne demek oluyordu bu yok etmekten kastı da neyin nesiydi? Beynimden vurulmuşa dönmüştüm.

Onca zamanın boşa geçtiğine mi, her şeyin bu kadar yalan olduğuna mı yanayım? Yoksa bu kadar kimsesiz olduğuma mı üzüleyim?

Seni çok iyi anlıyorum diyen herkesin aslında seni nasıl anlamadığını görüyorsun.

Herkesten saklasan da gizlesen de tükeniyorsun!

Ve bunu tüm yüreğinle hissediyorsun...

O kadar çok acıları yaşıyorsun ki, biri gelse seni gerçek anlamda sevse o kimseye güvenmeyen yanın ayağa kalkıyor ve dur diyor sana, tekrardan seni yarı yolda bırakacaklar sakın güvenme diyor.

O yanına yenilmeye başladığın zaman, asıl acılarla tanışıyorsun...

-BÖLÜM SONU-

 

Bölüm sonu sözü…

"Gönlüm dilime dargın, gönlüm duygularını anlatamadığı için kızarken dilime; dilim anlatamayacağı şeyleri düşündüğü için kızıyor gönlüme…"

(Mevlâna Celaleddin Rumi)

 

-Uluğ Mirza?

-Mihran?

-Emir Bektaş?

-Zafer Usta?

-Saye?

 

Twitter/ Dilayybaskin

Instagram/ feveranofficial

 

-Nasılsınız kuzular? Bölümü nasıl buldunuz? Sabırsızlıkla tepkilerinizi bekliyorum. Oy ve yorumları unutmayalım lütfen.

 

Bölüm : 04.01.2025 22:50 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...