
Merhaba, bir tanecik okurlarım 💗
Çok özleştik 🫂 ama mükemmel bir bölümle karşınızdayım. Umarım okurken çok beğenirsiniz. 🤍🌊
Kitabımızı kapalı uygulamaya da (isim vermedim, siz anladınız:) yükleme kararı aldığım için yayınlanmış tüm bölümleri düzenliyorum. Düzenlemek derken de bölümlerde çok bir değişiklik olmayacak. Sadece Karakter Tanıtımı bölümümüzde biraz değişiklik oldu.
Tüm bölümleri düzenleyip orada da yayınladığım için bölüm biraz gecikti. En kısa sürede hafta da bir düzenimizi aksatmamaya çalışacağım, kusura bakmayın lütfen ♡
Oy vermeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayınız lütfen ♡♡♡
.
Aramızda geçen konuşmaları kafamdan silmek oldukça zordu. Her cümle, her kelime kafamda dönüp dolaşacak ve dikkatimi dağıtacaktı. Her şeyi kısa süreliğine bir rafa kaldırmaya karar verdim ve kendime bir söz verdim. Biraz önce odada geçen tüm konuşmaları şu an için kafamdan silmeye çalıştım çünkü dayanamazdım. Sonra düşünecektim, ihtimalleri...
İhtimaller, ihtimaller en çok canımı yakıyordu...
Onlara umut vermiştim ve onları yüz üstü bırakamazdım. En iyi ben bilirdim, verilen umudun seni eski halinden daha çok yaraladığını. Bu yüzden çok iyi düşüneceğime dair kendime söz verdim ama şu an değil, diyerek kendime de hatırlattım.
Beni zincirler ile bağlayan derin düşüncelerimden koparak kimin veya kimlerin geldiğine bakmak için başımı sesin geldiği yöne, yani kapıya doğru çevirdim.
Dişlerimi sıkmaktan hissetmediğim yüzümü hareket ettirmek gerçeklik algımı geri getirmişti.
Okyanus’tan akmayacaktı, o yaşlar. Gözlerinde kuruyan yaşları unuttun mu, Okyanus? O zaman yanında olamadıkları için kendi kendine aile olmak zorunda kaldığında kendine verdiğin sözü asla unutma! Ağlarsan esir kalırsın. Ağlamayacaksın, Okyanus.
Unutursan, o tuzlu yaşları hatırlamaya mahkum kalırsın!
Okyanuslar, ağlamaz. Hırçın dalgaları ile etraflarındakilere zarar verirler. Herkesten uzaklaş, kendine küs. Hayatta kalmaya çabala! Emeline ulaşana kadar sabret.
Kapının yavaşça aralanmış olduğunu ve kapı aralığından başını uzatan aksi doktoru görmem ile derin bir nefes aldım. Anne ve babaları ile konuştuktan sonra kafamın içine oturan bomba gibi etki yaratan karmaşa yetmiyormuş gibi bir sürü de oğulları vardı. Biri bitse biri başlıyordu ve bugün anladığım tek şey, bu aileden bir süre kurtulamayacağımdı. Kurtulmak istiyor muydum?
Görevimi yaparken binbaşı ve teğmen ikilisi ile birlikte Albay, hastanede aksi doktor ve de savcı ise Çiçek Hanım ve Mehmet Bey ile paket halinde geliyorlardı. Dağılımları ile aşırı derecede etrafım sarılmış gibi hissediyordum.
Neyse ki Deniz Akif gibi bir komutanım vardı da bütün gün gözlerim bayram ediyordu.
Hem insan bir kapıyı falan çalardı, dimi? Kapı aralığından başını uzatmış bir şekilde buraya bakıyordu ki, sonunda konuştu.
“Kapıyı çaldım ama duymadınız, sanırım. Müsait misiniz?” diyerek içeriye girmeden önce sordu.
“Gir, oğlum. Bir şey mi oldu?” diyerek aksi doktorun peşinden konuşan ise Mehmet Bey’di.
Benim anlayamadığım ise bu kadar anlattıklarına rağmen bu aile nasıl bu kadar iyi görünmeyi başarıyordu?
Mesela yıllarca kardeşini ölü gösteren babasına karşı nasıl bu kadar normal olabiliyordu bu aksi doktor? Mehmet Bey, abilerine kız kardeşlerini yıllarca ölü göstermişken nasıl hala bu kadar iyi olabiliyorlardı?
Peki ya, Çiçek Hanım? Kaybolması ile kızına yıllarca hasret kalan bu kadın, nasıl oluyordu da kızının yaşadığına inanarak hayata tutunurken kocasının kızını ölü göstermesine karşı ses çıkarmıyordu?
Nasıl affedebiliyorlardı, birbirlerini? Aile demek bu muydu? Yoksa konu çok daha farklı mıydı?
Mehmet Bey’in konuşması ile içeriye giren doktor, koltuklardan birine geçti ve hızla konuştu.
“Acil ameliyata girmem gerekebilir. Bu yüzden yanınıza uğradım ama sormak istediğim bir şey daha var.” diyerek Mehmet Bey’e baktığında Mehmet Bey, oğluna sorusunu sorması için başı ile onay verdi.
Doktorun tam konuşacağı sırada gelen telefon sesi ile odanın içerisinde saniyelik bir sessizlik oluştuğunda doktor elini cebine attı ve telefonunu çıkardı. Çalan telefon, doktora aitti. Hızla aramayı yanıtladı ve karşı tarafı dinledi.
Arayan kişi ne söylediğiyse ayaklandı ve izin isteyip söyleyip odanın dışına çıktı. Odaya yine sessizlik hakim olduğunda hızla ayaklandım.
Ayağa kalktığımda dik durmak istesem de sırtımdaki kurşun yarasından dolayı bu pek mümkün değildi.
Zaten son iki günde yaşananlardan sonra dik durmam istemem de gücümün hiç tükenmeyeceğine olan inancımdan kaynaklanıyordu. Gücüm tükendiğinde ölmüş olurdum, sadece o an için. Psikolojik olarak bu yaşananları sadece kenara itebiliyordum, kaldıramıyordum. Zaten kimse kaldıramazdı. Bu kadar yükü kaldırmak da istemiyordum. Bu onları kabullendiğim anlamına gelirdi ve asla böyle bir şey olmayacaktı.
“Kızım, yaralısın. Uzan, dinlen.” diyen, Çiçek Hanım’dı. Beni düşünüyordu ve beni düşünmesi bana çok aykırıydı.
Bir annem yoktu, belki bu yüzden bir anne tarafından düşünülmenin ne demek olduğunu bilmiyordum. Artık ihtiyacımda yoktu, zaten. Kendi kendimi düşünebiliyordum.
Tamamlanmış hissetmem için geride bıraktığım eksiklerimi tekrardan yüzeye çıkarmama gerek yoktu, onlarda çok eşelemeseler iyi olacaktı. Toprağın altına gömülü bir kız bulabilirlerdi, öyleyse korktuğum karanlığım ile yüzleşmek zorunda kalırlardı.
Ayağa kalkmam ile konuşan Çiçek Hanım’a bir şeyim yok dercesine başımı salladım ve yorgun bir şekilde konuştum.
Gece yarısı, omzumdaki yaranın kanamasından dolayı uyanmış ve buraya gelmiştim. Bayılmış ve bu sedyede uyanmıştım. Saat kaçtı? Kaç saat dinlenebilmiştim, hiçbir bilgim yoktu. Gerçi bir önemi de yoktu, uyku bizim için öncelik değildi. Görevlerde kaç saat uykusuz kaldığımı hatırlıyorum da her şeye dayanıklıydım.
“Biraz nefes alıp geleceğim.” dedim, ses tonum sanki karışmaya hakkın yok der gibiydi. Nefes yoktu, bana.
Ben buydum. Bir an, onlara yakın hissedip bir şeyler denemek istesem de hemen o kalkan ile kendimi korumaya alıyordum. Hayır, bu bir kararsızlık değildi.
Aksi doktorun ardından hızla odadan çıktığımda odanın önündekilerin hala orada olmalarına şaşırmış olsam da onlara odaklanmadan hızla ilerledim.
Hedefimde neresi vardı? Bilmiyordum ama insanların olmadığı bir koridorda bile durabilirdim. Şu an o kadar yalnız kalmaya ihtiyacım vardı ki…
Gerçi, yalnız kaldığımda da kendimi dinlemekten yoruluyordum ama ben her zaman tektim, bu yüzden bir tek kendime tahammül edebilirdim.
Katın içerisinde biraz yürüdüğümde yangın merdivenine doğru ilerledim. Yangın merdivenine çıkan büyük kapıyı açtığımda binanın dışında kalan serin rüzgarın yüzüme çarpmasını hissettim ve gülümsedim. Sonrasında yangın merdiveninin basamaklarına oturdum.
Dizlerimi kendime yakın tutup başımı dizlerime yasladığımda ellerimi saçlarımda gezdirdim. Sarı tutamlarım rüzgarda uçuyor ve ben sana ait değilim dercesine parlıyorlardı. Haklıydılar.
Bir an için rüzgarın sesine odaklandım ve kendimi dahil duymayacağım şekilde ortama yabancılaştım, sessizliğin içinde de boğuldum.
Biraz önce açtığım, kendiliğinden kapanan kapının sesini duyduğumda burada da rahat olmadığını anladım. Artık yalnız değildim.
Başımı hızla kaldırdığımda görmeyi beklemediğim biri ile karşı karşıya kaldım. Bana, benden daha çok iyi gelecek biriydi. Deniz Akif...
Onun burada ne işi vardı? Beni mi takip etmişti? Peşimden mi gelmişti?
“Okyanus.” dedi, sakince ve yanıma benim gibi merdivenin basamaklarına oturdu.
O burada ise asıl rahat vardı. Onun burada olması tüm aykırılara rağmen en güzel şeydi.
“İyi misin?” diye sordu. Gülümsedim.
“Her zaman iyiyim.” diyerek cevapladım. Alışılmış, ezbere cevaplar. Bilindik. Her zaman iyi olmak zorundayım, anlamındaydı.
“Hiç öyle gözükmüyorsun.” dediğinde bakışlarımı ona çevirdim. Yemyeşil gözleri uykusuzluktan sulanmıştı. Bakışları orman gibi derin ve baktıkça büyüsüne kapılacağım türdendi.
Kumral saçları karanlıkta olsa da gözlerimde bal gibi parlıyordu. Saçları bol sütlü bir kahve gibi kumraldı.
“Neden buradasın? Timinde olan bir asker için bütün gece hastanede beklemene gerek yok, Deniz Akif.” dedim, hızla ağzımdan çıkan kelimelere ben bile şaşırdım.
Böyle söylemeyi bende beklemiyordum, ona patlamışım gibi oldu ama hayır. Sadece benim için burada olması anlamlıydı ve ben anlamlı bulmak istemiyorum. Bir anlamı yoktu, değil mi?
“Timimde olan bir asker için beklemiyorum. Dediğin gibi Deniz Akif olarak buradayım.” dedi, yüzüme yaklaşarak. Şimdi daha da anlamlı olmuştu işte!
“Senin için buradayım, Okyanus. Dahası yok.” diyerek ekledi. Sessiz kaldım ama göğüs kafesimdeki organ yerinde duramıyordu. Anlamı varmış. En büyük daha da buydu, Deniz Akif.
Kendim kaşınmıştım, kafamda oluşturduğum anlamı yok etmek için ona sormuştum ve gerçekten de anlam yüklemem gereken bir konu olduğunun farkına varmıştım. Şimdi daha da anlamlıydı.
Kolundaki yara için gelmiş olsa da benim için kalmıştı, bunu anlayabiliyordum ama benim için burada olduğunu söylemesi ile kalbimin hiç olmadığı kadar atmasına sebep olmuştu.
Sert esen rüzgara rağmen nefes alamadığımı hissettiğim için derin bir nefes aldım. Üşümüyordum.
Yetmedi, bir koca nefes daha çektim içime. Bakışlarının derinliğinden kaçmak için de bakışlarımı ellerime çevirdim.
Bakışlarımı kaçırdıktan sonra kısa bir sessizlik oluştu ve dayanamadan konuştum. Onunla sessiz kalmak bile iyi geliyordu ama yanında susmak anlamsızdı.
“Anladım.” dedim, içime kaçmış sesim ile. Anlamak değil de sindirmekti.
Herkesin yanında tetikteydim ama bir onun yanında bu kadar sakin kalabiliyordum. Kendim ile yalnız kaldığımda bile bu kadar net bir huzuru hissetmiyordum. O yanımdayken sanki düşüncelerim tümüyle ona odaklanıyor ve beni yoran tüm düşüncelerimi çok uzağa yolluyordum.
“Anlaman çok uzun sürüyormuş. Görevlerde böyle değilsin ama…” diyerek karşılık verdi. Bir sana böyleyim.
Bu cümlesine de anlam veremedim, mesela. Biraz önceden mi bahsetmişti? Yoksa daha farklı bir ima mı yapmıştı? Evet, anlamamakta zorluyordum.
Dayanamadan tekrar bakışlarımı ona çevirdiğimde onun zaten bana bakıyor olduğunu ve çok yakın olduğunu gördüm.
Derin bir nefes aldığını hissettim ve onun peşinden bende derin bir nefes aldım. Onun kokusu ile dolu olarak aldığım nefes uykumu getirmeye yetmişti. Gözlerim sakinlik ile kapandı.
İsmi ile seslenmeme izin vermesinden dolayı aldığım cesaret ile başımı hafifçe omzuna yasladım. Sıcak vücudu ile temas eden başım ile hafifçe kıpırdandığını hissettim. Ardından ise hareketsiz kaldı ve bende derin bir nefes aldım.
“Bu ziyaretini neye borçluyuz?” diye sordu, hafif bir tebessüm ile. Başım, onun omzundayken bakışlarımı yüzüne çevirdiğimde gülümsüyor olduğunu gördüm. Evet, ondan böyle bir tepki beklemiyordum. Hoşuna gidiyor olduğumu görmek, tüm engelleri kaldırmak istememe sebep oluyordu.
Bir an sessiz kaldım, ardından da mesafeyi koruyarak konuştum. Adamın omzuna yaslanmıştım, daha neyin mesafesi kalmış diye düşünmedim. Sonuçta silah arkadaşıydık da. Tamam, kendimi böyle avutmaya devam edeceğim. Şu an konu bu değil! Tam olarak da bu!
“Rahatsız oluyorsa-“ derken sözümü böldü.
“Senden rahatsız olmuyorum.” diye sakin sesi ile konuştuğunda sessiz kaldım. Benden rahatsız olmuyor.
Ona bu kadar yakın olduğum ilk an, şuan olabilirdi. İki dakika gibi bir süre, sadece nefes seslerimizin duyulduğu bir sessizlikte öylece durmuştuk.
Onun yanımda olması, bunu hissetmek fazlasıyla güzeldi. Deniz Akif’in yanımda kasılan vücudunu fark ettiğimde hafifçe hareketlendim ve başımı kaldırarak ona baktım. Ona rahatsızlık vermiştim işte!
Bir şey söylemek istedim ama vazgeçtim. Sustum ve sadece ona baktım. Ben kendimi ne kadar kötü hissediyorsam o da öyle gözüküyordu, yansımam gibi. Neden, beni yansıtan bir ayna gibi olmak zorundaydı ki? Gözlerinin içerisinde kendimi gördüğüm için mi? Hayır. Bilmiyorum.
“Sen iyi misin?” diye sordum. Sorum ile bana döndü ve bakışlarımız kesişti.
“Senin gibiyim.” dedi, küçük bir gülümseme ile. Boşuna yansımam olduğunu iddia etmiyordum.
Benim kadar. Onu daha iyi anlayabilmem için başka bir şey söyleyemezdi sanırım. Onun sorusuna verdiğim iyiyim cevabım ile gerçekte nasıl olduğumu görebiliyordu, beni tanıyordu ama benim onu tanıdığım kadar beni tanıyamazdı.
Ona sözlü bir cevap vermedim. Başımı tekrardan omzuna yaslayarak verdim, cevabımı. Konuşmasak da ikimizde birbirimize kendimizi anlatmışız gibi geçen sessiz saniyelerden sonra onun hakkında düşündüm, hep yaptığım gibi.
Her an bir şey olacakmış veya mutlu olduğumda da bitecekmiş gibi yaşadığım için kendime bir gelecek tasarlayamıyordum, sadece anı yaşıyordum hiç düşünmeden. Belki, bu yüzden de ondan kaçıyordum.
Kendime karşı ona hissettiğim duyguları itiraf edebilsem de ona asla itiraf etmeyi düşünmemiştim çünkü asla fırsat veremiyordum. Komutanımdı...
Kaybettiğim hafızamı hatırlayıp, hayatımı mahvedenleri bitirmek ile kurulu olan bu dünyamın bir köşesinde de Deniz Akif’e ait olan kalbim ve hislerim vardı. Bu hisler beni bazı anlarda ayakta tutsa da ona açılarak her şeyi mahvedemezdim.
Zaten benimle aynı duyguları taşıyıp taşımadığını bilmiyordum. Söz, yemindir ya davranışları ile kendimi kandırarak aptalca bir şey yapamazdım. Her şeyi mahvedemezdim.
Belki de karşılığımı onda bulurdum ama bu ihtimal için de her şeyi mahvedemezdim. Karşılığım ondaysa bile hayatımı bile ortaya koyabileceğim bir mevzum vardı, onlardan intikamımı almam gerekiyordu.
Onu da bu davaya sürükleyemezdim. Onu da kendim ile üzemezdim. Açıkçası her şeyi mahvedemezdim çünkü ben her zaman tektim, yalnız kalmaya mahkumdum. Öyle bırakılmıştım. Öyle de kalmalıydım.
Ağlarsa annem ağlar demişlerdi ama ben, Okyanus’tum dalgalanır ve fırtına çıkarırdım ama her şeyi kendi içimde hallederdim.
Kimsesizdim. Ailem yoktu. Annem de yoktu ve olmayacaktı da... Bu durum bana yıllarca eksiklik hissettirmişti ama uzun bir süredir olması gerekendi çünkü zaafların için ölür ve zaafların için yaşardın. Ben kendim için yaşıyordum.
Kendime bir ben ağlardım ama hayır, ağlayamazdım. Ağlamak yasaktı, güçsüzlüktü. Bunu unutmuş muydum? Kurallarını silen oyundan menedilirdi. Oyunun sonunu görmem gerekiyordu, tek başına.
Ben ağlamazdım, beni üzenleri ağlatırdım çünkü ağlamak yasaktı. Okyanus, hayatın boyunca ağlamak seni yıkıma sürüklemişti.
Ayrıca Kızıl ailesinin hayatıma girmesinden sonra Deniz Akif’i daha da çok düşünür olmuştum çünkü Kızıl ailesine vereceğim bir şans, bunca yıl Deniz Akif konusunda kendime veremediğim bir sürü şansı yüzüme çarpacaktı. Bunu biliyordum. Geç olmuştu, güç olmamalı mıydı? İşte bu da bir ihtimaldi ve ben bugün kendime ihtimalleri düşünmeyeceğime dair söz vermiştim.
Her yol çıkmaz sokağa varıyordu ve ben hangisinden o kötü sona ulaşacağımı seçemiyordum.
İhtimallerin seni sürüklediği çıkmaz sokaklar daha da kötüydü.
Göremediğim tek şey, o çıkmaz sokaklarda da yaşam olabileceğiydi. İllaki bir çıkış yolu bulunur muydu? Bu riski almak istiyor muydum ki?
Hayatımı bir çıkmaz sokağa mı bağlayacaktım? Zaten çıkmaz sokağın içerisinde olduğumu fark etmem için daha ne kadar zamana ihtiyacım vardı? Belki de önce o toprağın karanlığını üzerimden atmalıydım.
Karmakarışık düşüncelerimden sonra tek bir sonuca varmıştım. Daha çok düşünecektim. Bitmeyen düşüncelerim ile sadece zamanı öldürüyordum. Bunun farkındaydım ama ilerleyemiyordum. Bazen de farkında olmak acıtırdı ama yine de engel olamazdın, kendine.
Bir süre her şeyden uzak durmaya karar verdim. O da dahildi. Sadece yıpranan ben olarak kalmalıydım, kimseyi yıpratmamalıydım ama benden çok büyük adımlar bekleniyordu. Kendimi yürümeyi bile bilmeyen bir çocuk gibi hissetmekten alıkoyamıyordum.
Oysa ben, Kül’düm. Uzun bir süre, Kıdemli Üsteğmen Okyanus Kaya olarak kalmak beni düşüncelerim ile çoğalan bir su birikintisinde boğulmaya sürüklüyor olmalıydı ama ben sadece Okyanus’ta boğulurdum. En yakın zamanda bir Kül görevi ile Kül olmalıydım ve duygusuz halime tekrar bürünmeliydim.
Ve evet, kısa bir süre her şeyden uzaklaşıp düşünecektim. Öyleyse, her şeyden uzak durmalıydım, ondan da. Onun da kafasının karışmasına sebep olmamak için başımı kaldırıp konuştum.
“Rütbeden çıktığımız bir andayız diye düşündüğüm için arkadaşça böyle davrandım. Rahatsız oluyorsan-” derken sözümü bölecek bir şey yaptı.
Hızla bedeni dik bir pozisyona geldi ve başı bana dönerken hafifçe benden uzaklaştı. Şaşkınlık ile ona baktığımda o da bana aynı şekilde bakıyordu ki yutkunarak konuştu.
“Arkadaşça?” diyerek sordu. Dilim tutulmuş gibi baktım ve evet dercesine başımı alık alık salladım.
“Arkadaşlarına bu şekilde mi bakıyorsun? Bu şekilde mi yaklaşıyorsun?” diyerek biraz önce benden uzaklaştığı mesafeyi tamamen kapatarak yüzüme yaklaştı ve tekrardan konuştu.
“Bende, komutanın olduğum için bana hayranlık ile yaklaşıyorsun sanıyordum.” dedi. Bir dakika ne dedi?
Benim cümleme karşılık rütbesini hatırlattı. Adam haklıydı! Arkadaş mı, komutan mı? Görecektik şimdi!
“Size hayran olduğumdan şüpheniz olmasın, komutanım.” dedim, daha çok dibine girerek.
Biraz önce ne diyorduk? Her şeyden uzak durmak mı? Unut onu! Deniz Akif, o listede olamazdı.
Yüzlerimiz birbirine o kadar çok yakındı ki, kendimi geri çekmeyi düşünecek kadar bile kafam yerinde değildi. Bu cümleyi de biraz önceki düşüncelerimin üzerine nasıl kurabilmiştim, bilemiyordum ama sözlerimin arkasında duran bir sakinlik ile ona bakmayı sürdürdüm.
Tam bana cevap vereceği sırada gıcırtılı bir kapı sesi duydum. Yangın merdivenine çıkmak için kullandığım kapının sesine de oldukça benziyordu ama hayır, bu olamazdı.
.
Tekrardan Merhaba, umarım bölümü beğenmişsinizdir. Düşünceleriniz? -->
İçeriye giren kişi tanıdık, sizce kim? -->
Okyanus ve Deniz Akif arasındaki belirsizler mi demeliyim, yoksa belirleneneler mi? -->
Gerçek Ailemiz hakkında düşünceleriniz? -->
Dna testi için de bir kaç açıklama yapmak istiyorum. Okyanus, düşünmeye başladı. Onun kararı ne olursa ve ne zaman hazır olursa, o zaman dna testini kabul edeceğiz.
Peki, siz Okyanus'un yerinde olsaydınız ne yapardınız? -->
Aksi Doktor odaya ne söylemek için gelmişti? -->
Önümüzdeki bölümler için de şunu söylemeliyim, hastanede bir olay çıkacak. Askeri diyebilirim. Spoiler vermiş sayılmam ama bu sayede geçmişimize dair gerçekler de yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlayacak.
Bu bölüm hakkındaki düşüncelerinizi isterseniz buraya yazabilirsiniz. --->
Öyleyse, en kısa sürede Okyanus'ta buluşalım...
Sadece Bölüm;
2286 Kelime...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 125.19k Okunma |
11.05k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |