
Merhaba bir tanecik okurlarımm,
Nasılsınız? ♡
Biliyorsunuz ki, bölümlerimizi hafta da bir atıyorum. Geçen hafta Çarşamba atmıştım, bu hafta çarşamba ve cuma arası atarım diye düşünüyordum ki bir anda yazdım. Bugün yani Salı günü atıyorum. Güzel oldu bölümümüz, umarım sizlerde beğenirsiniz.
Bu bölümü yazdım, ayrıca bir sonra ki bölüm Geçmiş Bölümü olacak. Onu da yazdım. (Kendimden bunu beklemiyordum hsjsj Maşallah 🤭🤍🫠) Geçmiş bölümü üzerinde biraz daha düzenleme yapacağım, bu yüzden Cuma gününe sayaç açtım ınstagramdan ama bölüm hazır olursa her an gelebilir. Yani bu hafta iki bölüm gelecek. Bu bölüm çok uzun olmadı, normal diyelim ama geçmiş bölümü biraz uzun olacağa benziyor bakalım :))
Oy vermeyi ve bol bol yorum yaparak okumayı unutmayınız ♡♡♡
Yorumlarınızı okumak benim için çok kıymetli çünkü düşüncelerinizi çok önemsiyorum.
Bölüme geçmeden önce, kapıyı kim açtı ve biz kime yakalandık sizce? -->
.
Evet, tam olarak olan buydu. Kapı açılmıştı. Başımı hızla kapıya çevirdiğimde kapının açıldığı gibi gıcırdayarak kapandığını gördüm. Ne zaman yalnız kalsak, kapı bize inat açılıyordu!
Şu an da kapının açık olmasından daha kötü olabilecek şey ise kapının önünde duran ve bize bakan bir adet binbaşı görmekti. Daha kötüsü ise bu binbaşının, Yunus Binbaşı olmasıydı. Gerçi, bir binbaşı tarafından basıldıktan sonra iyisi yoktu ya!
Hızla ayaklandığımda başım sert bir şeye çarpmıştı, Deniz Akif’in çenesi gibi bir şeyden bahsediyordum. Üstelik dengemi sağlayamayacak gibi olsam da hızla merdivenin kenarındaki yere tutunmuştum.
“Çenemi kırdın, kızım!” diyerek sesli bir şekilde homurdanan ise Deniz Akif’ti. Kızar gibi söylenmemişti ve sanırım binbaşıyı henüz fark etmemiş olmalıydı.
Kendimi basılmış gibi hissediyordum. Hiçbir şey yapmamamıza rağmen böyle hissediyordum. Binbaşının bir şey dememesinden cesaret alarak başımı Deniz Akif’e çevirdiğimde benim oturduğum kısma doğru dirseklerinin üzerine uzanmış olduğunu ve binbaşıyı yeni fark ettiğini gördüm. Bende başımı kapıya çevirdiğimde göz göze geldik.
Kızıl Ailesinden birine karşı yanlış anlaşılmak umurumda bile değildi ama karşımızda bir binbaşı vardı. Bu yüzden şu an tümüyle bir rezillikti.
O, benim komutanımdı ve benim ona saygı duymam gerekiyordu. Soyadının Kızıl olması onun komutanım olduğu gerçeğini değiştirmiyordu.
Utanmıştım da! Tekrar ediyorum. Karşımızdaki bir binbaşıydı, bu yüzden utanmıştım. Öz abim olma olasılığını taşıyan bir adam olduğu için değil!
Deniz’de benim peşimden hızla ayaklandığında önce ben olmak üzere ikimizde tekmil verdik. Elindeki çay ile dikilen binbaşı ise selam vermemiz ile yüzünde mimik bile oynatmadan konuştu. O kadar iyi saklanıyordu ki...
“Merhaba.” diyerek kısa bir yanıt verdiğinde bedenim rahat bir pozisyona girdi ama gerginliğimi atamadım.
Yaklaşık on dakika bile olmadığına emin olduğum sürede Deniz Akif ile burada geçirdiğimiz gerici dakikalardan sonra binbaşının burada olması beni daha da çok geriyordu. Her neyse...
“Otursanıza.” diyerek biraz önceki oturduğumuz yeri yani merdiven basamaklarını gösterdi. Yüzü o kadar tepkisizdi ki, bizim hakkımızda ne düşündüğünü asla anlayamıyordum. Özellikle de benim hakkımda...
Dışarıya hiçbir şey bırakmıyordu, her şeyi içinde saklıyor olmalıydı. Gerçi binbaşının tepkisizliğinden bahsediyordum ama benim de ondan hiçbir farkım yoktu ki... Önce kendime bakmalıydım!
Onun mimiksiz suratına ve duygularını dışarıya hiç belli etmeyişine çok şaşırmıştım. Duygularını benim kadar iyi saklayan birini daha önce gördüğümü sanmıyordum.
Onun konuşması ile aynı saniyede Deniz Akif ve ben, biraz önce oturduğumuz basamaklara aynı şekilde oturduk. Ardımızdan binbaşı da yangın merdiveni kapısının bize taraf olan yanının duvarına sırtını dayayacak şekilde yere oturdu, tam karşımıza.
Bakışlarımı kaçırmadım. Geçmişimi yansıtan masmavi gözlerine nefes aldığım şuandaki sahte bakışlarımı yolladım.
Derin bir nefes aldığımda bu sefer Deniz Akif’in yanımdaki varlığını hatırladım. Biraz önceki gibi Deniz Akif ile yan yana ve aynı basamağa oturmuştuk.
Üzerimdeki hastane kıyafetinin rahatsız edilirliği daha da hissedilir derecedeydi. Oturduğum basamağın altındaki basamağa ayaklarımı sabitleyerek elbise gibi olan hastane kıyafetini dizlerimin altına doğru çektim.
Binbaşı ise bakışlarını yüzüme sabitleyerek elindeki hala dumanı duran çaydan bir yudum aldı ve konuşacaktı ki, yanımda bir hareketlilik hissettim.
Başımı çevirip Deniz Akif’e baktığımda ayaklandığını gördüm. Neden kalktığını anlayamadım, bilinçsizce kaşlarımı çattığımı hissettiğimde yüzümü saniyeler içinde eski sert ve mimiksiz haline geri getirdim.
“İzninizle, binbaşım.” diyen Deniz Akif’ti, ayağa kalktığı gibi binbaşıdan gitmek için izin istemişti.
Binbaşı ise umursamazca başını salladı, gidebilirsin der gibiydi bakışları. Aksine ben, onun gitmesini ve burada binbaşı ile yalnız kalmak istemiyordum. Hiçbir şey demedim. Nereye gittiğini merak etsem de bir şey demedim. Hastaneden gideceğini sanmıyordum, bu kadar beklemişti sonuçta. Her neyse, nereye gidiyordu ki?
O gidene kadar bakışlarım onun peşinde dolandı, sonra ise kaçacak bir yerim olmadığı için etrafımdaki her şeyde gezinen bakışlarım sürekli binbaşıdan kaçtı.
Merdivenin basamaklarının arasında neden bu kadar çok boşluk vardı, mesela? Bunu da sorguladım ama binbaşının konuşması ile bir şeylerden kaçamayacağımı yine anladım.
“İçeride ne konuştunuz?” diye sordu, binbaşı. Sorusu ile kaçak bakışlarım onu buldu.
“Anlamadım?” diye sordum, bakışlarımı kaçırırken. Ne anlamaması? Bal gibi de anlamıştım!
Sivil olduğumuz için ona rütbesi ile hitap etmemiştim ama bu şekilde konuşmak da beni rahatsız etmişti.
“Neyden bahsettiğimi biliyorsun! O odada annem ve babam ile ne konuştun?” diye sordu, benim gibi etrafına ördüğü kalkanlardan vazgeçmiyor ve sert ses tonu ile ulaşılmaz olduğunu sanıyordu.
Kimse ulaşılmaz değildi. Kendimden biliyordum, o kalkanı etrafımda sağlam tutmak zordu çünkü en zayıf anımda bana ulaşabilme potansiyeli olan herkesten kaçardım, kendimi koruduğuma inandığım o kalkanım olsa bile. Bu yüzden kendime zayıf bir an yaratmıyordum. Öyle değil mi, Okyanus?
“Çiçek Hanım’ın ve Mehmet Bey’in, size odanın dışına çıkmanız gerektiğini söylediklerini hatırlıyorum. Sizde o odanın dışındaydınız. Eğer sizin de o konuşmayı bilmenizi istemiş olsalardı, siz de o odada olurdunuz.” diye cevapladım, onu.
Bu cesaret nereden geliyordu, bilmiyorum ama deli cesaretiydi. Ha, benim farkım neydi? Bak, işte onu da bilmiyordum? Hem siviliz diyen de ben değildim, oydu!
“O Dna Testini yaptırmayacağını biliyorum.” dediğinde biraz önce kaçırdığım bakışlarım dik bir şekilde onu buldu. Bir anda konuyu değiştirmesine mi şaşırmalıydım? Yoksa bu düşünceye bu kadar inanmasına mı?
Nasıl bu kadar emin olabiliyordu? Ben bile kuşku ile kendimi onlardan uzaklaştırmaya, korumaya çalışırken o buna nasıl bu kadar emin olabiliyordu?
“Bu konuda, bu kadar emin olmanı sağlayan şey ne?” dedim, afallamış ifademi saklayarak.
“İnadın?” dedi, hiç düşünmeden. İki günde beni tanımış havalarındaydı. Ne güzel!
“İnadım?” dedim, çatılan kaşlarım ile. Sonrasında ise düşünmeden konuştum.
“İnadımdan mı o Dna Testini yaptırmıyorum? Yani inadım olmasaydı, o Dna Testini yaptırmış mı olacaktım? Bunca yılın üzerine!” dedim, ses tonumun kontrolsüzce yükselmesine karşı koyamadan. Sinirime hakim oldum ve bu sefer sahte ve alaycı bir tonda konuştum.
“Gözlem yeteneğinin hiç olmadığına inanıyorum, Binbaşı!” dedim alayla ve anında sakin tutmayı başardığım sesim ile. Affedersin de adam koskoca binbaşı olmuş! Gözlem yeteneği nasıl olmayabilirmiş?
“Gözlem yeteneğim hiç olmasaydı, burada seninle bu konuşmayı yapmazdım.” dedi ve devam etti. Bu demek oluyordu ki, beni gözlemlemiş. İki gün bile tam olarak olmadan nasıl benim hakkımda fikirleri olabilmiş peki!
“Ailemin çok etrafındasın, dikkatimi çok çekiyorsun ve sana güvenmiyorum.” dedi ama bu söylediklerinin boğazımda nasıl yakıcı bir tat bıraktığından habersiz.
Ailesi! Onun ailesinin etrafında... Evet, kendimi çok kaptırmaya başlamıştım. Bana güvenmemesi de umurumda değildi.
Sözleri kırıcıydı ama daha dün gördüğüm bir adam tarafından kırılacak değildim.
Kırılacak daha ne kadar yer kaldı ki, kırılabileceksin Okyanus? Sen paramparçasın!
Zaten öyle sahte söylemişti ki, duygularını bu kadar iyi saklayabildiğini anlamam kısa sürmemişti. Bu sözlerinin de ne kadar sahte olduğunu belli ediyordu. Umurumda değildi ama neyse...
Saklanan duyguların derinliği, ortaya döktüğün göz yaşlarından daha da ağır olurdu. Bu ona daha çok acımama sebep oldu, kendime acıdığım gibi.
Gülümsedim. Bende ona güvenmiyordum. Bir fark vardı, çok büyük bir fark vardı. Ben kendime de güvenmiyordum.
“Tanımadığın kişilere güvenmezsin, Binbaşı. Bende sana güvenmiyorum.” dedim, bu sözlerim bakışlarında bir kırılma yaratmış mıydı? Bilmiyordum, umurumda da değildi! O yüzden ona sakladığı hiçbir şeyi anlamak ister gibi bakmadım. Dümdüzdü, bakışlarım.
“Asıl ailen benim etrafımda! Onları benden uzaklaştır, lütfen. Bende sizleri etrafımda görmek istemiyorum.” derken sakin bir ses tonu ile konuşsam da içimdekilerin sesime yansıması gibi ağırdı kelimeler. Saygı çerçevesi aklımdan çıkmış olmalıydı ki, böyle cümleler kurabiliyordum.
“Aynı fikirdeysek, o Dna Testini yaptırarak ailemin umutlanmasına sebep olma!” dedi, ses tonundaki uyarıcı ton ile.
Merak etme, o Dna Testini yaptırarak kendimin de umutlanmasına sebep olmayacağım. Ya da hayır, bilmiyordum. Senin de düşündüğün gibi kendime güvenmiyorum. Her an her şeyi yapabilirim. Ben güvenilmez biri miyim?
Onu cevapsız bırakmıştım, içimdeki cevabı veremiyordum çünkü onu yarası olan yerden vurmak istemiyordum. Bakışlarımı kaçırmadığım sürede gözlerinde küçük bir açık aradım, bulamadım. İyi saklanıyordu. Huzursuz bir nefes aldım ve dayanamadım, o kadar söylediğine karşılık onun yarasını deştim. Evet, bu sefer kendimi hatalı konuma düşürecek şeyi yaptım.
“Senin inandığın şeylere ailen inanmıyor olacak ki, öldüğünü sandığın kardeşini arıyorlar. Ben değilsem yine arayacaklar. Kardeşinin ölmemiş olma ihtimali mi seni korkutuyor?” dedim, yüzümdeki duygusuzlukla. Yüzümde miydi, yoksa kalbimde miydi o duygusuzluk?
Benim kalbim yoktu, öyle değil mi? Okyanus’un kalbi var mıydı?
O Dna Testi sadece aileni mi umutlandıracaktı, binbaşı? Öyleyse benim bile canımı yakmayı başaran bu kelimeler senin de içini yakmıştır belki...
Bakışlarını anlayamasam da bakışlarının anlaşılmaz olması bile ne denli dumura uğradığını belli ediyordu. Önce sertçe yutkunmuş, sonra ise kendine hakim olmaya çalıştığını belli edercesine sağ elinin yumruğunu sakin olmaya çalışarak sıkarken gözlerini yummuştu. Anladığım kadarı ile önceliği bana cevap vermek değil de sakin kalmaktı.
Ona karşı bir anlık kırgın hissetmiştim. O benim hiçbir şeyim değildi! Neden böyle hissediyordum? Bir anlık hissettiğim kırgınlık ile can yakmayı iyi başarıyordum, ben birileri ile aile olmayı asla başaramazdım. Zaten böyle bir başarıya sahip olmayı da istemiyordum, ihtiyacım yoktu. Bir ailede istemiyordum.
Bana bir adım gelene beş adım giderken bunu nasıl başarabilirdim ki? Hayır, iyi anlamda değil! Benim biraz canımı sıkanın fazlasıyla canını yakma isteğimden bahsediyorum.
Tam kendini bir şey söylemek için zorlamıştı ve konuşacaktı ki, bir telefon çaldı. Kimin telefonu çalıyordu? Onun mu?
Hayır, ses oturduğum basamaktan geliyordu. Doğru ya, buraya gelirken telefonumu da getirmiştim ama Deniz kafamı o kadar kendisi ile doldurmuştu ki çoktan unutmuştum. Yani benim telefonum çalıyordu.
Telefonu elime aldığımda kimin aradığına bakmadan hızla kalktım. Ayağa kalkmam ile birlikte binbaşının konuşması da bir oldu.
“Nereye, Okyanus? Konuşmamızın bittiğini sanmıyorum.” diyerek konuştuğunda bakışlarım hızla onu buldu. Telefonum çalıyordu. Ben bir şey diyemeden tekrar konuştu.
“Otur ve burada konuş.” dedi, ne duygu barındırdığı anlaşılmaz sert sesi ile.
“İzninizle-“ derken sözümü böldü.
“Emrime karşı mı geliyorsun, üsteğmen?” dediğinde rütbeye geçtiğini anladım. Telefonun olduğu elim sertçe yumruk olacakken elimdeki telefon bana engel oldu.
Komutanım? Evet, Okyanus komutanının emrine karşı mı geliyorsun? Saçmalama!
“Emredersiniz, komutanım!” dedim, bakışlarım sinirle keskinleşirken bir az önce oturduğum yere oturdum.
Elimde sinirle sıktığım telefonu aramayı yanıtlamak için döndürdüğümde telefonun zaten açık olduğunu gördüm. Telefonun açıldığını fark etmediğim gibi zil sesinin de sustuğunu fark etmemiştim. Ya da telefonu sertçe sıktığım için yan tuşlarına bastığımı ve aramanın sessize geçtiğini düşünmüş olabilirdim.
Zaten Yunus Binbaşı ile konuştuğumuz saniyelerde telefonun kapanması da büyük olasılıktı ama elim yumruk haline geldiğinde telefon açılmış olmalıydı.
Açılan aramada kimin aradığını gördüğümde daha garip bir duyguya kapıldım. Beklemiyordum. Şaşırdım, insanı en çok beklenmedik her şey şaşırtırdı. İki yıl sonra böyle bir arama...
Binbaşım diye kaydetmiştim, onu. Arayan abimdi!
İki yıldır aramayan, belki görevde olan ama hakkında hiçbir şey bilmediğim daha doğrusu öğrenemediğim abim.
Sayemizde olamadığım abim. Hayır, anlamı gölge olan saye. On sekiz yaşımda onu bulduğumda hep sayesinde kalırım sandığım abim. Ve son iki yıldır yolunu, yönünü kaybettiğim izini aramadığım abim.
Ben bu telefonu hep beklemiştim ama şimdi nasıl açabilirdim ki diye düşünürken açık telefon ile bakışıyordum. Söyle şimdi, abi de! Dilin mi tutuldu, Okyanus?
Hep bilmem gereken bir şey vardı. Bazı sayelere ışık çökerdi. Bazı cevaplara hiç ulaşamazdınız. Her ne olursa olsun o cevaplara ulaşmak için her şeyi göze alacak ve o cevaplar ile düşüncelerimi doğrulayacaktım. Ben bunu hakketmiş miydim?
.
Tekrardan Merhaba, bölüm sonu ben yine geldim 🤭💞
Umarım bölümü beğenmişsinizdir, Geçmiş bölümünde daha da netleşecek bu bölüm. O yüzden çok ara vermeden Geçmiş bölümünü de bu hafta atmayı planlıyorum.
Binbaşı? -->
Okyanus, bu bölüm nasıldı? -->
Okyanus'un abim dediği kişi kimdi sizce? -->
Küçük bir açıklama: Yunus Binbaşının bu bölümdeki davranışları ve tavrı ön yargı değildi, Okyanus'un da yüzüne vurduğu gibi kız kardeşinin ölü olduğuna inanmasından kaynaklıydı. Haklı değildi ama Albay (Öz baba olma ihtimali taşıyan Mehmet Bey;) yıllarca kardeşini ölü gösterdiği için kardeşinin ölü olduğuna inancı çok yüksek.
Çünkü Binbaşı Yunus Kızıl, babası Albay Mehmet Kızıl'a çok fazla güveniyor, çok fazla...
Bu bölüm;
1719 Kelime...
En kısa sürede görüşelim...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 125.21k Okunma |
11.05k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |