22. Bölüm

19. Bölüm / Şarapnel (Geçmiş)

Cansu
lily_lily

Merhabaaaaa çiçekleriim 🌸

Haftanın ikinci bölümü ile geldim :))

Bölümün son okumasını yapmam biraz gecikti. 12'den önce atarım diyordum da 1 buçuk olmuş saat ama olsun. Çok uzun bir bölüm ile geldim, geçmiş bölümü...

Umarım çok beğenirsiniz :)) Oy vermeyi ve bol yorum yapmayı unutmayınız 💗

 

.

 

GEÇMİŞ

 

2 Yıl Önce24 Eylül

 

Gözlerim büyük bir savaş vererek açıldı. Başımda hiç yaşamadığım kadar büyük bir ağrı vardı, gözlerimi açık tutmak için çok büyük bir çaba sarfetmem gerekmişti.

 

Kafamı bulunduğum yerden kaldıramadım, etrafıma bakmak istiyordum. Neredeydim, ben? Zihnim bana son olanları hatırlatmamak için büyük bir çaba içerisindeydi.

 

Yanımda bir hareketlilik hissettim, bir şey olmuştu ama algılayamadığım gibi tam olarak bir şey de duyamamıştım. Elimin üzerine konan el ile irkildiğimi hissettim. Tam o sırada konuşan kişinin sesini yavaşça ve kısık bir şekilde duydum. Kısık da olsa duyduğum ses, başımın ağrısını daha da yoğunlaştırmayı başarıyordu.

 

“Okyanus. Okyanus, beni duyabiliyor musun?” dedi, yanımdaki kişi. Deniz’di, konuşan. Elimi tutmuştu.

 

Bakışlarımı ona çevirdim ve başımı zorlanarak evet anlamında salladım. Kalkmaya çalıştığımda nefesim tıkandı ve uzandığım yere geri düşecektim ki bir el, beni hızla kavradı. Deniz’di, belimden tuttuğu gibi yatakta oturur bir pozisyona gelmemi sağladı.

 

Yatağın yanındaki komidindeki suya uzandım ama ellerimdeki güç çekilmişti sanki, yorgundum.

 

Vücudumda hiçbir ağrı yoktu ama halsizlik her hücremde hissedilir derecedeydi ve hareket etmek bile zordu benim için. Zorlanarak konuştum.

 

“Su-“ derken cümlemi tamamlayamadan öksürdüm.

 

O beni anlamış gibiydi, komidindeki suya uzandı ve bana vereceği sırada durdu ve konuştu.

 

“Yardım etmemi ister misin?” diye sorduğunda elimi bardağa uzatmak istedim ama bu durum bile beni oldukça zorlamıştı. Başımı yavaşça evet anlamında salladım.

 

Sesi kulağıma o kadar az geliyordu ki, başımdaki ağrıdan dolayı olabilir miydi? Hem ben neden buradaydım? Zihnim, benden tüm yaşananları saklı tutuyordu. Kafam karışıktı.

 

Elini, zorla dik tutmak için çaba verdiğim başımın arkasına götürdü ve kafamı hafifçe ensemden tutarak elindeki bardağı yavaşça dudaklarıma doğru uzattığında verdiği sudan birkaç yudum içtim.

 

Başımı eline yaslayarak biraz soluklandım. Aldığım nefes bile boğazımda tıkanıyordu. Nefes almakta bile zorlanacağım ne yaşamıştım? Yanımda sadece Deniz vardı, onun burada olması iyi hissettiriyordu.

 

“Teşekkür ederim.” dedim, yutkunarak.

 

“Neden fısıldıyorsun?” diye sordu. Asıl o fısıldıyordu, biraz önceden beri sesi kulağıma o kadar az geliyordu ki...

 

“Sen fısıldıyorsun.” dedim, sakince.

 

Rütbe kullanmamamızın sebebi, timde herhangi biri yaralanınca rütbeyi bırakmamız konusunda olan Deniz komutanımın ısrarıydı. Bende onu dinliyordum.

 

“Fısıldamıyorum.” derken kaşları anlamazlık ile çatılmıştı.

 

O sırada Deniz Akif’in arkasındaki kapı açıldığında ikimizin de bakışları oraya döndü.

 

Bir saniye! Hastane odası. İçeriye giren doktor! Hastanedeyiz. Neden buradayız!

 

Hayır, kafamda dönüp duran sahneler gerçek değildi!

 

Bomba! Gerçekti! Bomba patlamıştı! Aras! Aras’ta oradaydı! Peki ya, şimdi Aras neredeydi?

 

Zihnim bana oynadığı oyunu sonlandırmış, esas oyunu başlatmıştı. Hatırlamamamın daha iyi olduğu şeyler zihnimde peşi sıra dolanıyordu. Kaşlarım çatılmış bir şekilde anlamlandırmaya çalışıyordum.

 

İçeriye giren doktor ile Deniz Akif’in konuşmalarına odaklanamadan bir süre boyunca her şeyin kafama oturmasını bekledim.

 

Hayır, doğru olamazdı! Ben değildim, sorun. Aras, Aras bombanın hemen yanındaydı. Doğru olmalıydı, hastanedeydim! Aras neredeydi? Ona bir şey olmamıştı, değil mi?

 

“Hastamız patlayan bombanın etkisiyle beyin sarsılması geçirmiş ama kalıcı doku hasarı yok. Hafif bir işitme kaybı var, o da zamanla düzelmezse bile görevine engel teşkil etmeyecek.” diyen doktor ile kendime gelmeye çalıştım ama hayır, bu mümkün değildi. Benim kardeşim neredeydi?

 

O saniyede doktorun dediklerini veya doktorun sesini kısık bir şekilde duymamı bile önemsemedim. Derin bir nefes aldım ve kendimi zorlayarak doktorun çıkmasının ardından konuştum.

 

“Aras nerede?” diye sordum, Deniz Akif’e. Bakışlarını kaçırdı, sakin olmaya çabalayarak tekrar sordum.

 

“Aras nerede, Deniz” dedim. Duyacağım cevaptan korkuyordum, ya ona bir şey olmuşsa? Kardeşim nerede, Deniz?

 

“Okyanus-“ derken sözünü böldüm.

 

“Kardeşim nerede?” dedim. Bir şey söylemedi, sustu. Susması daha ağır bir cevap yerine geçiyordu.

 

Alamadığım cevap ile içimdeki yangın körüklendi. Gerçi Kül yanar mıydı? Öyleyse hala korlara sahip miydim?

 

“Deniz Akif.” dedim, kaçırdığı bakışlarına yakalanabilmek için başımı yana eğerek. Sesim o kadar kısık ve acınası çıkmıştı ki, onun adı dudaklarımdan ilk defa böyle kötü çıkmış olmalıydı.

 

“Lütfen, bir şey söyle!” dedim, yükselen sesim ile dolan gözlerimi umursamayarak. Neden bir şey söylemiyordu?

 

Bomba patlamıştı! Evet, o bomba Aras’a çok yakındı. Görmüştüm, ben! Benim kardeşim ayağa kalkabilmişti, sonra ise görüş açımı terk etmişti. Beni orada bırakmıştı ama olsun. Yaşıyordur, değil mi? Yaşıyorsa affederdim, onu!

 

Eğer ona bir şey olduysa beni orada bırakmasını hiç affetmezdim. Beni de yanında götürseydi, ne olurdu ki?

 

“Kardeşim, yaşıyor mu?” dedim. Biliyordu, Aras’a ne kadar çok değer verdiğimi. Aras’a kardeşim dediğimi, ailem yerine koyduğumu.

 

“Okyanus, ben nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum.” dedi Deniz, başını eğerek. Söylemeyerek söyleyeceğini söylemişti, zaten!

 

“Neyi, Deniz?” dedim, yükselen sesim ile. Duymak istemediğim şeyi, duymak istedim. İnanmayacağıma söz verdim.

 

“Aras, şehit oldu.” dedi, onun boğazından zor çıkan üç kelime benim zihnimi alt üst etmişti. Üç kelime bir insanı yıkabilir miydi?

 

“Ne?” dedim, içime kaçan sesim ile. Biraz önceki yorgunluğumu umursamadım bile, uzandığım sedyede daha dik bir pozisyona geldim ve ona döndüm.

 

Algılayamıyordum. Hayır, anlamak istemiyordum.

 

“Hayır, gitmedi bir yere! Yaşıyor, de! Yaşadığını söyle, lütfen Deniz!” dedim, sayıklayarak. İki elimi de karşımdaki adamın göğüs kafesine yaslamış ve ondan duymak istediğim cevabı söylemesini istiyordum. Hayır, yalvarırcasına istiyordum.

 

Kafam o kadar karmaşıktı ama tek bir şeyi hatırlıyordum. Aras’ın ayağa kalktığını ve gittiğini görmüştüm.

 

O bomba kardeşimi, benden alamazdı.

 

“Bu saçmalık!” diye bağırdım. Yükselen sesim ile boğazımdaki yutkunma hissiyatı çoğaldı. Öyleyse, gördüğüm her şey neydi? Kendimi kandırıyor olamazdım!

 

Karşımda oturmuş, öylece kardeşimin öldüğünü söylüyordu. Gördüğüm her şeye rağmen bu dediklerine inanamazdım. Ayağa kalkmıştı, Aras beni orada bırakıp zorlanarak gitmişti. Ben görmüştüm. Beni bırakmıştı ama ölmemişti!

 

“İmkanı yok.” dedim, kendime inanmaya çalışıyordum. Gördüklerimin zihnimin bir oyunu olmadığına emin olmaya çalışıyordum.

 

“Deniz bir şey söylesene! Gördüm, ben gözlerimle gördüm.” dedim. Gözlerim dolmuş bir şekilde onu bakıyordum. Dayanamadım, sağ gözümden bir damla yaşın düşmesine engel olamadım. Hayır, tutamadım.

 

“Özür dilerim, Okyanus. Ben onu koruyamadım.” dedi, bakışlarını gözlerime sabitlerken. Bakışlarını kaçırmıyordu. Gözlerinin içerisindeki suçluluğu ve acıyı görebiliyordum.

 

Komutanımız olarak suçluluk duygusu hissediyor olmalıydı ama hayır, Aras ölmemişti. Ayağa kalkmıştı, yaşıyor olmalıydı. Ben görmüştüm. Öyleyse, benim kardeşim şimdi neredeydi?

 

Ben şu an bu duyduklarım ile nefes aldığımı hissetmiyor olsam da Aras, ayağa kalkıp giderken nefes alıyor olmalıydı.

 

“Hayır! Hayır, gördüm ben! Yaşıyordu!” dedim, bağırmak da umurumda değildi.

 

“Kardeşim gitmedi.” dedim, kısılan sesimin boğazımı yakışını hissettiğimde.

 

Hayır, Deniz. Kardeşim gitti ama ölmedi.

 

 

“Okyanus, gömdük onu.” dedi.

 

Göğsüne yasladığım ellerim yumruk haline geldi ve başımı, onun göğsünde yumruk haline gelen ellerime yasladım.

 

“Deniz, o ölmedi. Gördüm ben.” dedim, sayıklar gibi. Beni orada tek başıma bıraktı. Ayağa kalktı ve gitti.

 

Hızla başımı kaldırdım ve aklıma gelen her şeyi anlatma ihtiyacı ile konuştum. Deniz, bana inanırdı.

 

“Aras bombaya daha yakındı, patlama çok şiddetliydi ama ona bir şey olmadı. Aras ayağa kalktı, gördüm ben. Nasıl gömebilirsiniz ki? O gitti!” dedim, bir şeyler söylemesi için umut karşımdaki adama bakarken. Bir şey söylemedi, ben konuştum onun yerine.

 

“Benim bilincim yerine gelmişti. Bombadan kaynaklı etrafta büyük bir yangın vardı, bende ayağa kalktım ve Aras’ın peşinden gittim. Sizin olduğunu yöne ters gidiyordu, sorgulamadım. Yaralıydı diye peşinden gittim ama sonra bir şey oldu ve ben sonrasını hatırlamıyorum. Bilincimi kaybetmiş olmalıyım.” dediğimde dikkat ile beni dinlediğini gördüm ama ne kadar dikkat ile dinliyor olsa da inanıyormuş gibi bakmıyordu.

 

Ellerim onun iki omzunu buldu ve onu hafifçe sarstım, çok donuk bakıyordu. Gözlerinin içinde, anlattıklarıma inanmadığına dair emareler vardı.

 

“Aras orada değildi, gitti. Onu nasıl gömdünüz, Deniz?” dedim, son kez bir umut ile sordum. Kardeşimi nasıl gömdünüz, o gitti!

 

“Külleri-“ diyerek konuşmaya başladığında duymak istediğim şeylerin bir tanesinin bile bu olmadığını biliyordum. Söyleyeceklerini anladım. Anlamak zorunda kaldım. Susması için omzundaki elim ile hızla ağzını kapattım. Devamını duymak istemedim.

 

“Hayır.” dedim, gözümdeki yaşlar artık tane tane yanaklarımı ıslatırken. Başım önüme eğildi.

 

Ölmemişti benim kardeşim, yanmak da ne demekti! Kül olmak da ne demekti? O sadece gitmişti.

 

“O orada değildi!” dedim, emin bir şekilde. İki elimde kucağıma düştü. Tükenmişlik ile başım öne eğildi, gözlerimdeki yaşlar tek tek aktı.

 

“Hayır! Hayır.” dedim, inanmadığımı belli etmek için.

 

Bir yandan anlattıklarını kabullenerek ağlıyordum, diğer taraftan inanmadığımı belli etmek için başımı hayır anlamında iki yana sallıyordum.

 

Baş parmağım avucumun içindeki kesikte dolaşırken gözlerimdeki yaşlar avucuma dökülüyordu. Avucumun içindeki yara ise tuzlu göz yaşlarımın düşmesi ile yanıyordu ama elimdeki acıyı hissetmiyordum çünkü yüreğimdeki acı daha büyük kalıyordu.

 

“Okyanus, sakin olur musun?” dediğinde kendi de bu söylediğinin mümkün olmayacağını anlamış olmalı ki sustu.

 

“Nasıl sakin olayım, Deniz? Bana kardeşimin öldüğünü söylüyorsun!” dedim, başımı kaldırarak. Sessiz kaldı, bakışları içimdeki acıyı görebiliyormuş gibiydi. Ardından bir kaç dakika geçti ve konuştu.

 

“Askeriyenin yanındaki şehitliğe gömdük. Dün cenazesi düzenlendi.” dedi, gözlerimin içine bakarak. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Hayır, onun öldüğüne zerre kadar inanmıyordum. Bu yüzden ne yapacağımı bilmiyordum.

 

Eğer şehit olduysa... Kardeşimin cenazesine bile katılamamıştım!

 

“Hayır, ben gördüm. Aras ölmedi. Gömdüğünüz kişi kimdi?” dedim, anlamazlıktan gelerek.

 

“Okyanus, yapma böyle.” dedi. Elinden bir şey gelmiyormuş gibi hissediyor olmalıydı. Benim de elimden hiçbir şey gelmiyordu. Bana inanmıyor olmalıydı ki, böyle zorluyordu.

 

“Aras’tı. Aras öldü.” dedi, tek bir nefeste. Hayır, bana inanmıyor muydu?

 

Yanaklarımda kuruyan tuzlu yaşlara rağmen yüzümde acılı bir gülümseme oluştu.

 

“İnanmıyor musun?” dedim.

 

“Okyanus-“ derken sözünü böldüm. Görmüştüm.

 

“İnanmıyor musun bana, Deniz?” dedim, gözlerinin içine bakarak.

 

Ben ona inanmıyordum. Aras, şehit olmamıştı. Gözlerimle görmüştüm, ayağa kalktığını ve beni orada bırakarak gittiğini. Bombadan dolayı oluşan yangın bölgesinden çıkmıştık ve ben bilincimi kaybetmiştim. O yangından çıkmıştık, küle dönmesinin imkanı yoktu. Bunu söylemek canımı çok acıtıyordu. Benim kardeşim Kül olmamıştı.

 

Bu, zihnimin bana oynadığı bir oyun olamazdı. Gerçekti, gözlerimle görmüştüm. Zihnim, bana bu kadarını da yapamazdı. Bu kadar fazlası olamazdı.

 

“Künyesi senin avucundaydı. Bedeninin orada olduğu kesindi. Sen bombanın patladığı alandan biraz uzaktaydın ve bilincin kapalıydı. Aras, bombaya daha yakındı. Orada ayağa kalkmasına imkan yoktu, Okyanus.” diye cevapladı, beni.

 

Sağ avucuma baktım, hafif bir kesik vardı. Evet, hatırlıyordum. Timin olduğu bölgeden uzaklaşmıştık ve sinyal kesicilerden dolayı telsiz çekmiyordu ve time ulaşamıyorduk.

 

O bir anda farklı bir yere doğru gittiğinde peşinden gitmiştim. Olduğum yerde beklememi söylemişti ama peşinden gitmiştim. Künyesinin düştüğünü görüp almıştım. Künyesi avucumun içerisindeydi, tam seslenecektim ki fark etmediğimiz şekilde bir bomba patlamıştı ve sağ avucumu künyesinin elimi keseceği kadar sıkmıştım.

 

O bölgedeki bombayı nasıl fark etmediğimizi de asla anlayamamıştım. Bomba patladıktan hemen sonra etraf toz ve duman içerisinde kalmıştı. Etrafımı tamamen göremesem de Aras’a çok seslenmiştim.

 

Kendime gelmeye çalışarak etrafıma bakındığım sırada Aras’ın ayakta olduğunu görmüş ve yanına gitmek için kendimi zorlayarak ayağa kalkmıştım. Yalpalayarak yürüyordu, benim de ondan bir farkım yoktu.

 

Onun peşinden gittiğimde timin olduğu yönün tam tersine gittiğini fark etsem de peşinden ilerlemiştim. Bombanın patlaması ile oluşan yangından çok az uzaklaştığımızı hatırlıyordum, bu sürede ona çok kez seslenmiştim ama cevap vermemişti veya beni duymamıştı. Bilmiyordum.

 

Tam onun yanına gelmiştim diye sayabileceğim bir mesafede bilincimin kapanmıştı çünkü sonrasını hatırlamıyordum. Bilincim, bombanın etkisi ile mi yoksa başka bir sebepten dolayı mı kapanmıştı?

 

“Küllerin, Dna Testi ile Aras’a ait olduğu tespit edildi.” diyerek devam etti. Küller mi? Benim kardeşimden geriye küller mi kalmıştı?

 

Hiçbir şey bilmiyordum ama tek bildiğim, Aras’ın peşinden yangının bulunduğu alandan uzaklaştığımdı. Yani o da oradan uzaklaşmıştı, bahsettiği hiçbir şey Aras’a ait olamazdı.

 

Nereden aldığına dikkat etmediğim bir şeyi avuçlarımın içerisine bıraktı. Künyeydi. Avucuma bıraktığı künyeyi inceledim.

 

Kardeşimin künyesi avuçlarımdaydı. Bombanın patladığı anda avucumda sıktığım künyeydi, avucumdaki kesik izinden akan kanlar künyenin üzerinde kurumuştu. Hafif rengi değişmişti, üzerimdeki hastane kıyafetine sildiğimde künyenin toz içerisinde kaldığını gördüm.

 

Künye hem barut izleri ile hem de taşıdığı canın hatırası ile avuçlarımın arasındaydı.

 

“Deniz.” diyerek ona döndüğümde dolu gözlerim onun da dikkatini çekmiş olmalıydı. Sahte olmayan gözlerim bu sefer onun gözleri ile buluşmuştu ama ikimizin de gözlerinde büyük bir acı vardı.

 

“Tutma kendini, benim yanımda ağlayabilirsin.” dedi, bu halime dayanamıyormuş gibi. Gözlerimi sıkıca yumdum, dolu gözlerimdeki yaşlar sımsıkı kapattığım gözlerimden aktı. Ağlamak istemiyordum, bu olanlara da inanmak istemiyordum.

 

Ben, kardeşimin cenazesine bile katılamamıştım.

 

İnanmıyordum, ölmemişti benim kardeşim.

 

Kardeşim kayıp olmalıydı. Ölü veya diri, onu bulacaktım. Beni neden orada bıraktığını soracaktım. Bu kül meselesi de neydi, onu da soracaktım.

 

Tüm bu karmaşa için de göz yaşı döktüm, kardeşimin ölüsüne değil bilinmezliğe ağladım çünkü onun öldüğüne inanmıyordum.

 

Gözlerimdeki yaşlar son bulmazken bir el tarafından belimden tutulduğumu hissettim. Belimden tutan el, beni kendine çekti ve sıkıca sarıldı.

 

Sımsıkı kapattığım gözlerimi yavaşça açtım, göz yaşlarımın bulanıklığı içimi acıtıyordu. Gözlerimi açtığım gibi gözlerimdeki bulanıklığın önünde gördüğüm şey ise kocaman omuzdu. Kısaca Deniz Akif’ti. Beni kendisine çekmiş ve sımsıkı sarılmıştı.

 

“Deniz.” dedim, tekrardan. Derin bir nefes aldım ve kollarımı sıkıca ona sardım. Onda güç buldum.

 

Birbirimize bir sıfat olmadık. Komutan, arkadaş, abi, kardeş veya sevgili... Hiçbiri olmadık, biz sadece o an birbirimize her şey olduk.

 

Gözlerimdeki yaşlar hızla onun omzuna akarken sımsıkı sarıldık, birbirimize.

 

“Ben, bu vatan için ailemi toprağa verdim. Okyanus, bende ailemi şehit verdim. Acını anlayabiliyorum.” dedi, kulağıma fısıldayarak. Nefesim kesildi. Omzuma ise bir damla yaş aktı. Ona mı aitti? Ailesiz olmak ne demekti, bilirdim. Bende onun acısını anladım, daha sıkı sarıldım ve başımı göğsüne yasladım.

 

Bize güçlü biri olmayı yaşadıklarımız öğretmişti, öğretmeye de devam ediyordu.

 

Tükendiğimizi sandığımız an bile kendimizi eski halimizden daha iyi bir şekilde buluyorduk çünkü takılmak, düşmek değildi. Düşmek, bir son değildi.

 

Ve ben, o gün kendime bir söz verdim. Bozacağımı bilmeme rağmen o sözü yine kendime verdim.

 

Deniz’in omzunda ağlarken bir daha ağlamayacağıma dair kendime söz verdim. Çünkü ağlamak güçsüzlüktü. Bana böyle öğretmişlerdi. Ağlamak, yasaktı.

 

Kısa ama bir o kadar uzun bir süre bu şekilde kaldığımızda aklıma gelen şey ile Deniz’den uzaklaştım.

 

“Abim geldi mi? O nerede?” diye sordum.

 

Aras için döktüğüm göz yaşlarımı, şu anda bir tek abim toplayabilirdi. Ailemdi. Kardeşim ve abim, benim ailemdi.

 

“Bir hafta gibi bir süredir, hastanedesin ve ben Aras’ın cenazesine gitmek dışında başından hiç ayrılmadım. Kimse gelmedi, Okyanus.” dedi, yutkunarak. Abimi tanımıyordu. Kimse de gelmemişti.

 

Kimse mi? Abim, kimse değildi! Gelirdi, o. Beni yalnız bırakmazdı! Ona da mı bir şey olmuştu yoksa? Göreve gitmediyse gelirdi.

 

Komodindeki telefonum gözüme çarptığında hızla uzandım. Şifremi girdim. O kadar dalgındım ki, şifremi iki kere yanlış girmiş ve üçüncü deneyişimde doğru girebilmiştim.

 

Hızla abim yazan numaranın üzerine bastım, abim yazmış ve yanına beyaz birkaç kalp ekleyip kaydetmiştim. Telefonu açmasını bekliyordum. Hayır, telefonu kapalı değildi.

 

Çaldı, çaldı ve telefon açılmadı. Arama kendi kendine kapandı. Abim yanımda değildi, telefona da bakmıyordu. Aras hakkında olan her şeyi öğrenmiş olmalıydı. Çoktan yanımda olmalıydı. Yoksa ona da mı bir şey olmuştu?

 

“Okyanus, sakin olur musun? İyi gözükmüyorsun.” diyen Deniz ile kendime geldim. Daha doğrusu kendime gelemedim ama olduğum yeri fark ettim.

 

İyi değildim. Bütün bu olanlar ile de kendime gelmem pek mümkün değildi aslında. Deniz’in konuşması ile gözlerimden akmayı sürdüren yaşları fark ettim. Kendimi uzun süredir, bu kadar güçsüz hissetmiyordum. Altı yıl kadar uzun bir süre...

 

Yirmi dört yaşında bir kadındım. Üstelik güçlüydüm, ne yaşarsam yaşayayım pes etmemiştim ve hayattaydım. Hayatta olmam, en büyük güç ve çabaydı. Bunu biliyordum.

 

Bazen hayatta olmak da verdiğin savaşı kazanmak anlamına gelirdi. Ne yaşarsan yaşa, az veya çok hiç fark etmezdi. Yaşamına sahip çıkabiliyorsan en büyük kazanan sen olurdun.

 

Subaydım. Teğmen Okyanus Kaya. Silah arkadaşımı, Kara Harp Okulunu birlikte bitirdiğim Devremi, en çok da kardeşimi kaybetmiştim. Hayır, ölmemişti. Kayıptı, bana göre. İnanmıyordum, kimseye. Zaten Deniz’de bana inanmamıştı.

 

Şimdi ise abim yoktu. Ona ulaşamıyordum. Bir hafta geçmişti, o bombanın patlamasının üzerinden. Nasıl hala gelmezdi? Görevde olabilirdi ama her türlü Aras hakkında olan her şeyi biliyor olmalıydı. Bana illaki ulaşırdı. O her şeyi bilirdi.

 

O, Binbaşı Pars Karahan’dı!

 

Binbaşı Pars Karahan, Üsteğmen Yaman Aras Kızıl... Kendime aile bildiğim kişilerdi. Bir kere daha ailemi kaybetmek benim için büyük bir deprem etkisi yaratıyordu.

 

Bomba patlayalı bir hafta olmuştu. O göreve On Yedi Eylül günü çıkmıştık. Benim kardeşimi, benden bir On Yedi Eylül günü almıştı.

 

Ama bilmediğim bir şey vardı. Karşımda bir mezar gördüğümde de bu kadar kolay emin olabilecek miydim acaba kardeşimin ölmediği konusunda?

 

Kendimi bir anda tekrardan Deniz Akif’in omzunda bulmak, göz yaşlarımı ve acımı daha da harmanladı.

 

O sırada bir söz daha verdim, kendime. Aras’ı bulacaktım ve ona soracaktım. Ölmemişti, o. Ben biliyordum.

 

Şehit olduysa o bana sormalıydı. Beni neden koruyamadın kardeşim? Diyerek sormalıydı çünkü ben onun öldüğüne inanmıyordum. Ben, onun kardeşiydim.

 

Ölmediyse eğer ben soracaktım, ona. Beni neden orada bıraktığını soracaktım. O, benim kardeşimdi.

 

Göz yaşlarımı son kez Deniz Akif’in omzunda akıttım ve o yaşların yanaklarımda kuruyacağına söz verdim. Ağlamak yasaktı. Hayır, ağlamak güçsüzlüktü.

 

O bomba patladığında belki şarapnel parçası, kalbime isabet etmemişti. Abimin ve Aras’ın kalbimde bıraktığı hasar çok daha fazlaydı. Onlar şarapnel parçasını iki yıl boyunca kalbimde tutacaklardı.

 

Ve bir şeyi anladım. Ben kimsesizdim. Sen yalnızsın, Okyanus. Kendine aile bildiğin elin oğulları bile seni terk etti. Aras’ın ölmediğine emin olarak, abimin ise o telefonu açmadığını görerek kendimi ikna etmeye çalıştım. Gün gelecekti ve devran dönecekti? Bakalım, o zaman ben ne yapacaktım?

 

Şarapnel parçası bedenimi parçalamamıştı ama abim ve kardeşim bende bir şarapnel parçası ile aynı etkiyi yaratmışlardı, kalbimi parçalamışlardı.

 

On Yedi Eylül, bana cehennem olmuştu. Ben hem abimi hem de kardeşimi kaybetmiştim.

 

.

 

Tekrardan Merhaba 💫

Öncelikle 17 Eylül benim doğum günüm ve ben bu tarihi bu şekilde (Okyanus'un travması olarak) kullanmak istedim. 🤭

Bölümü beğendiniz mii?

İki yıl önceki Okyanus ve Deniz? -->

Üsteğmen Yaman Aras Kızıl? -->

Binbaşı Pars Karahan? -->

Bomba olayı hakkında ne düşünüyorsunuz? -->

Yeni karakter kilitlerini açtık, bismillah.

20. Bölümde, 18. Bölümün devamı olarak devam edeceğiz.

Ve fark ettim ki, 17. Ve 18. Bölümde paragraf araları hakkında bir kaç sorun olmuş. Şimdi onları düzenleyeceğim ve bu bölümü düzenleyerek yaptım. Umarım bir sorun olmaz, bir tanelerimm.

En kısa sürede 20. Bölümde görüşelim...

Bu bölüm tam;

2666 Kelime...

Bölüm : 05.07.2025 01:39 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...