
Merhabaaa ballarııımm 🤭
Değişik bölüm isimleri denince de ben...
Yeni kelimeleri bölüm içerisinde kullanarak bölüm adı yapmayı seviyorum. Umarım sizlerinde hoşuna gidiyordur.
Bu bölüm düşünceleriniz benim için çok önemli, bol bol yorum yaparak okursanız çok sevinirim. Yorumlarınızı okumayı biraz fazla seviyorum 🫠🫠
Oy vermeyi unutmayınız...
.
Binbaşının hızla birkaç doktor çağırmaya gitmesi ile elimdeki binbaşının silahını ve maskeli askerin verdiği kağıdı sakince tutarak adama yaklaştım.
Elimdeki kağıt, bu adamı kurtarmamı fısıldıyordu. Hayır, fısıldamıyordu. Resmen bağırıyordu. Ve ben, bu çığlıkları hor görmeyecektim.
Binbaşı buradayken saniyelik bir şekilde kağıdı incelediğimde kağıtta Tuğgeneralin imzası görmek, bu adamın yaşaması gerektiğini haykırıyordu.
Bu imzayı gördüğüm anda karşımdaki maskeli adama karşı içimde hiçbir şüphe kalmamıştı çünkü Tuğgeneralin imzasının verdiği güvenin yerini şu anda hiçbir şey tutamazdı. Sadece bu adamın yaşamasını sağlayacaktım.
Her şey bir yana, binbaşına kağıtta olan hiçbir şeyi anlatmamış olmama rağmen beni sorgulamadan sözüme uyması çok gerçek dışı gelmişti. Gerçek, bana güvenmediğiydi. Bunu kendi ağzıyla söylemişti.
Ayrıca bana silahını bırakarak gitmişti. Bir subaydım ama bana bıraktığı silahta şahsi silahıydı. Bunu kuşkusuz yapması da ayrı bir soru işaretiydi.
Bana güvenmediğini de söylüyordu. Öyleyse, neden böyle yapıyordu?
Tüm düşüncelerimi kapattım ve merdivendeki askere bakışlarımı yönelttim. Merdivenin bitmesine iki basamak kala merdivene çökmüş bir şekilde duruyordu, bilinci açık gibiydi ama zihni onda mıydı? Belli değildi. Kafası eğik, merdivenin ön basamağına bakarken kendinde olmadığı aslında belli denebilecek kadar açıktı.
Adamın yanına ilerledim ve merdivenin başından bir adım geride durdum. Kafamı eğerek bakışlarımı onda gezdirdim ve değişik bir sakinlikle konuştum.
“Kimsin?” dedim, anlamsız bakışlarımı sürdürürken.
Zorlanarak kafasını az kaldırdı ve bakışlarımız kesişti. Gözleri görünüyordu ama net değildi. Bakışları donuktu, bulanıktı gözleri.
Gözleri bana bomboş bakıyordu. Göz kapakları gereğinden fazla açıktı ve kırpamıyordu. Yani normal bir insana göre daha uzun sürede bile çok kırpamıyordu. Ona tam olarak yaklaşmadığım için göremesem de garip bakıyordu. Sorumu zor algılamış gibi cümleleri de kafasında uzun bir şekilde düşündü ve konuştu.
“Hiçbir şey hatırlamıyorum. Sadece... Kimliğimin açık olmaması gerekiyor. Maskemi asla çıkarmayın.” dedi, başını zorlukla biraz daha kaldırırken. Sesi mekanik denecek kadar değiştirilmiş çıkıyordu, kim olduğunu bilmemizi istemiyordu. Kelimeler ağzından zorlukla çıkmıştı, nefesini bile zor alırken birkaç cümleyi çok zorlanarak söylemişti.
Yüzünde acılı bir ifade vardı. Neyi vardı, bu adamın? Burnundan süzülen kanı gördüğümde anlamsızca baktım. Burnunun tek tarafından yoğun ve koyu renkte kan akmıştı. O, hissetmiş olacak ki elinin tersi ile burnundan akan kanı sildi.
“Tamam.” dedim ve bir adım daha ilerleyerek merdivenin başına geldim. Gözlerindeki gariplik ilgimi çekmişti. İnceleyebilmek için ona yaklaştım.
“Bizi tanıyor olmalısın ki, bize güvenerek kimliğini açık ettin?” dedim, sorarcasına. Gözleri hafif kayıyordu ve göz kapağı titriyordu. Gözünü bile kırpmakta zorlanıyordu. Yoğun bir öksürükten sonra birkaç kelimeyi bir araya getirerek zorlukla konuştu.
“Kimliğimi henüz açık etmedim.” derken sesi bile titriyordu ama buna rağmen sesini değiştirerek çıkarmaya çaba harcıyordu ve bu da epey anlaşılıyordu. Zorlanıyordu.
“Sizi tanıyor olmalıyım.” dedi, gözlerini gözlerime sabitlerken. Çakışan gözlerine daha detaylı bakma fırsatım oldu. Sessiz bir şekilde merdivenin başında duruyorken merdivenin ilk basamağına hızla oturdum ve onu daha rahat inceledim. Bu belirtileri anlam veremediğim kadar tanıdıktı...
Silah hala elimdeydi ve o da tam karşımdaydı.
Baktım. Ona yaklaşmıştım ki, biraz önce fark edemediğim bir şeyi fark ettim. Sağ göz bebeği normalden biraz daha küçülmüşken sol göz bebeği de hafifçe genişlemişti. Bu önemli bir detaydı çünkü kafamdaki şüpheler artmaya başlamıştı.
Bu ayrıntıların dışında gözleri fazlasıyla derin bakıyordu ve garip bir şekilde tanıdıktı. Zihnimin sisli duvarlarında daha önce bu gözler ile karşı karşıya geldiğim kesindi ama hatırlayamıyordum. Öyle soluktu ki, bakışlar! Anlam bile veremiyordum.
Hem binbaşıyı hem de beni tanıyordu. Bu daha çok kafamı karıştırıyordu. Kimsin sen, Kor? Üstelik Tuğgenerali bile tanıyordu. Öyleyse, bu adam kimdi?
“Neyin var?” diye sordum. Sesim sert bir şekilde sorgulayarak çıkmıştı. Bir basamak aşağımda kalan adam, dizlerinin üzerinde omuzları eğik bir şekilde merdiven basamağına çökmüştü.
Bu soru aslında kendimeydi. Neyi vardı, bu adamın?
İzin bile almadan silahın olmadığı elim ile garip gözüken omzunu hafifçe kendime çektim, incelemeliydim.
Uzaktan garip gözüken omzunu kaplayan kıyafeti yırtılmıştı ve omzu kanlar içerisindeydi. Kafamı eğerek baktım. Bu bir kurşun yarasıydı, asker vurulmuştu. Gözlerimi kırparak daha dikkatli baktım. Kurşun sıyırıp geçmemiş ve içeriye girmişti. Oldukça fazla kanaması vardı.
Ama daha da kötüsü vardı, nasıl desem? Yara biraz garipti ve bu görüntü, beni tahminime daha da çok yaklaştırıyordu.
Kurşun yarası çok farklı duruyordu. Simsiyahtı. Kurşunun girdiği yer simsiyahtı.
Asla tahminimin doğru çıkmamasını istiyordum ama son gördüğüm ile bu askerin neyi olduğunu doktorlar gelmeden anlamaya başlamıştım.
Kurşunun girdiği yerin etrafındaki büyük bir kısım morarmıştı. Evet, her şey netti. Maalesef ki!
Yüzüm taş gibi sert kesildiğinde askerin iniltisi ile omzunu bıraktım. O ana kadar omzunu sertçe tuttuğumu fark etmemiştim. Donmuştum. Tanıdık bir his içimi sarmalamıştı. İğrençti, hatırladıklarım.
Ayrıca karşımdaki adam kendini tutsa da titriyordu. Bu da tahmin ettiğim sonuca daha da yaklaşmamı sağlıyordu. Bu karmaşa, boğazımda acı bir tat bıraktı.
Zihnimi saran her şeyi saniyesinde geri plana attım. Yok olmadı ama uzaklaştırdım çünkü şu anda olay çok karmaşıktı. Bir de kendimi bu hatırladıklarım ile yıkamazdım. Düşünmemeye çalıştım.
Binbaşının nerede kaldığını düşünmeye odaklanarak kendimi o çıkmazda soluk almaya zorladım. Neden gelmiyordu artık?
Binbaşı gideli dakikalar bile olmamıştı ama karşımdaki adamın durumu gittikçe kötüleşiyordu. Biraz önceye göre daha zor nefes alıyordu. Nefes alması sesli bir şekildeydi, rahatsız olduğu belliydi. Solunumu düzensizdi. Yüzü buruştu ama gözleri kapanmadı, kırpamadı. Eli yavaşça boğazına gitti ve boğazını ovaladı. Nefes almakta zorluk çekiyordu.
Binbaşı gideli çok olmasa da hızlı gelmeliydi. Nerede kalmıştı? Düşüncelerimin arasında askerin boğuk sesi kulaklarıma doldu.
“Kurşun. Omzuma girdi.” dedi, burnundan akan kanı silerken. Bir dakika önce sorduğum soruya yeni cevap veriyordu, beni algılaması ve bana cevap vermek için düşünmesi çok uzun sürüyordu. Bu defa daha yoğun bir şekilde burnundan kan gelmişti, tek taraflı ve tahminimi kesinleştirecek şekilde.
“Sanki yılan ısırmış gibi yanıyor damarlarım.” dediğinde askerin hafif hafif titrediğini daha çok fark ettim. Aynı zamanda konuşma zorluğu da yaşıyordu. Bu geldiğinden beri vardı ama şimdi titremeleri ile daha da çok zorlanarak konuşmuştu. Ara ara kekeliyordu da.
Sinir sistemine etki eden bir şeyler vardı.
Yılan ısırmış gibi mi? Yani damar içi yanma hissinden bahsediyor olmalı. Ağzından ve burnundan da kan geldi. Hafif hafif titremeye başladı, kasılmalar...
Hemotoksin zehri!
Geldiğinden beri konuşma zorluğu yaşıyor. Hafızasının net olmadığını söyledi! Göz bebeklerindeki farklılıklar... Geldiğinde ayakta durmakta zorlanıyordu, denge kaybı var. Algı zorluğu... Sinir sistemine etki eden bir şey var!
Skopolamin zehri!
Kurşun yarasındaki gariplik. Tabi ya! Zehir etkisi ile siyahlaşan kurşun yarası etrafı ve morarmalar... Tam olarak da tahmin ettiğim gibi, kaçtığım her şey gibi...
Son sözü ile bende, bu konudaki tüm her şeyin kesin bir şekilde netleşmesini sağlamıştı. Tanıdık. Tanıdık bir şey.
Ayrıca şu anda iki zehrin birleşmesinden dolayı etkiyi ağır yaşıyor olmalıydı! Bu etkiler, kurşun yarası ve diğer her şey... Tek bir şeyi ifade ediyordu.
Zehri de kurşundan almış olduğunu!
Evet! Bu mühimmatı tanıyordum. Tek bir örgütte bulunabilirdi. Ve ben, çok yakından tanışmıştım. Daha önce bu kurşun ile vurulmuştum. Bu askerin yaşadığı tepkileri bende vermiştim, üstelik...
Zehirli kurşun!
“Kaç saat oldu? Vurulalı?” diye içimdeki gerginlikle sordum. Süresi çok önemliydi, eğer çok uzun bir süre olduysa askerde tedavi sonrası ağır hasarlar kalabilirdi. Zehir etkisiyle...
“Bilmiyorum.” dedi, şiddetli bir öksürük ile. Zorlukla yutkundu, nefesi tıkanıyordu. Öksürüğünden sonra eli ağzına kapandı. Maskesinde gözleri ve ağız, burun kısmı açıktı ve yüzünün görünen kısımları hep toz içerisindeydi, görevde olduğu için olmalıydı.
Ağzını kapatarak daha şiddetli öksürdüğünde hızla ciğerlerine nefes çekti ve elini ağzından çekti. Elini dizinin üzerinde bıraktığında baktım, eli kan içerisindeydi. Aynı şekilde ağzından da kan sızıyordu.
“Emin değilim. Kafam-“ derken eli başını buldu, hesaplamaya zorladığı kendini. Henüz kan kusması yoktu ama ağzından kan gelmişti, anlayamadım. İnanılmaz bir yavaşlıkta, aralıklı konuşuyordu.
“Bir saati bulmuş olabilir, geçmiş de olabilir. Bir saat olmamış da olabilir...” diye zorlukla ve titrek bir şekilde konuştu. Kelimeler diline dolanıyor ve zoraki cümleyi bitiriyordu.
“Emin değilim. Hiçbir şeyi net olarak hatırlamıyorum.” dedi, son olarak. Hafif bir öksürük ile derin bir nefes çekti ciğerlerine. Sesli bir nefesti, zorlanmıştı. Gözlerini o kadar uzun süre kırpmıyordu ki, anlamsız bakışlarım ondaydı.
Belirtilerde vardı ama bir askeri böyle görmek beni geriyordu ve kendimi daha fazla sıkıyordum. Çok tanıdıktı. Gereğinden fazla...
Barlas, nisyan eylerse vatanı kim korurdu?
Barlas kelimesi kahraman, savaşçı, yiğit, komutan anlamını taşırdı. Nisyan kelimesi, unutmak, bir unutuluş anlamını taşırdı.
Onların da amaçları buydu. Unutturmak.
Askerin, kendini bile unutacağı biyolojik bir silahtı. Askere, can vermeyi göze alarak koruduğu vatanını unutturmak istiyorlardı. Emellerine ulaşmaları imkansızdı ama her şeyi deniyorlardı.
Elimdeki ağırlığa baktığımda, elimde duran silahı bile hissetmeyecek kadar donmuş olduğumu fark ettim. Sert ifademi ve bakışlarımı silahtan çektim, ardından karşımdaki adama çevirdim.
İçimden dakikaları sayıyordum, neredeyse... Bu binbaşı nerede kalmıştı?
Beş dakikayı hafif geçmiş ama on dakika olmamıştı, binbaşı doktor çağırmaya gideli... Gelirdi, gelirdi ama geç kalmamalıydı! Bu adamı çok merak etmeye başlamıştım. Bizi nereden tanıdığını, Tuğgeneral ile ne gibi bir olayı olduğunu... En önemlisi de kim olduğuydu?
Düşünüyordum ki, karşımdaki adam kimdi? Bu hali ile maskesini çıkarıp kim olduğunu görebilirdim ama hayır, bunu yapmayacaktım. Tek sebebim Tuğgenerali tanıyor olmasıydı, her şeyde... Tuğgenerale duyduğum saygıyı anlatamazdım.
Zamanı geldiğinde karşımdaki adamın bilinci yerinde olduğunda kimliğini öğrenecektim ama şimdi sırası değildi. Bir an önce şu zehirden kurtulmalıydı. Acilen!
Panzehri bulmak bile kolay olmayacaktı ama bu adamın yaşamasını sağlayacaktım. Hala aynı tepkileri veriyordu. Gözünü artık daha uzun sürede kırpıyor ve göz kapakları daha çok titriyordu. Burnunun tek tarafından hafif kan sızıyordu. Dayanamayacak derecede bilinçsiz bakıyordu ve gözleri uzun süredir donuk bir şekilde açıktı.
.
Tekrardan merhabaaa 💘
Küçük açıklamalar yapmak istiyorum :)
Zehirli kurşun, en başından beri belliydi... Aylardır araştırıyordum ve tüm bilgileri toplayarak kendi hayal gücüm ile birleştirdim.
Böyle bir şey daha önce var mı? Bilmiyorum ama tamamen araştırdığım bilgiler ile kendi hayal gücüme uyarladım.
Skopolamin, mesela. Araştırdım. Hemotoksin nedir? Araştırdım. Bu zehirleri birleştirince daha etkisi olabiliyor mesela, bunu öğrendim.
Sonra düşündüm. Düşündüm... Ve neden bir kurşunun içerisinde olmasın ki dedim?
Kitabın en başından beri araştırmalarımı sürdürdüğüm ve karar verdiğim bir durumdu.
Kurgusal olarak bir şey ama gerçekçi bilgilerden yararlanarak en gerçekçi şekilde oluşturdum.
Umarım güzel anlatabilmişimdir çünkü çok uğraştım ve bunu kelimelere dökmek de aynı şekilde zordu. Hatta bölümün bu kadar gecikmesinin sebebi de kurguya böyle bir şey katmam.
22. Bölümde daha fazla tanıyacağız, zehirli kurşunu... Ama 22. Bölümden önce 2 gün sonra bir bilgilendirme bölümü atacağım. Zehirli Kurşun ile ilgili. Okurken daha rahat edebilirim diye...
Ne kadar çok bilgi araştırsam da bu bilgileri bir araya getirerek yazmak da zaman istiyordu ve oldu. İçime çok sindi. Umarım sizlerinde hoşuna giden bir şekilde ilerliyorumdur.
Yazım dilim? Kelimelerim? Okyanus? Tüm karakterler? Ve konu gidişatı? Hakkındaki düşünceleriniz benim için çok önemli -->
Bölümdeki Maskeli asker hakkında ne düşünüyorsunuz? -->
Sizce Okyanus, neden Tuğgeneralr bu kadar saygı duyuyor? -->
Oy vermeyi unutmayınız ♡♡♡
Kitappad bölümdeki kelime sayılarını eksik yazıyormuş bu arada, onu fark ettim. Tüm bölümleri tek tek bakıp düzenleyeceğim. Mesela 1404 kelime diyor uygulama da ama Word de 1469 kelime. Ama ilk bölümlerimizde araya 200 kelimeyi eksik yazmış. Hepsini düzeltiyorum :)
Bölümümüz kısa oldu, bu yüzden;
Cumartesi, 22. Bölümde buluşmak üzere...
Bu bölüm;
1469 Kelime...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 125.2k Okunma |
11.05k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |