26. Bölüm

22. Bölüm / Ölüm Kapanı

Cansu
lily_lily

Merhaba canlarımm ♡♡♡

Yeni bölüm ile geldim, haftanın üçüncü bölümü 🫠✨️

Çok tıbbi bir bölüm oldu jsjsjs

Dedim bir an ben asker kurgusu mu yazıyorum? Yoksa doktor kurgusu mu?

Öncelikle kelimelerimiz var;

Spinal: Ormurga veya omurilikle ilgili, anlamına gelir.

Anizokori: Göz bebeklerinin farklı büyüklükte olması, anlamına gelir.

 

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayınız, güzellerim 🤍💫

.

Tam o sırada yangın merdiveninin kapısı açıldı.

 

Binbaşının doktor çağırarak geldiğini tahmin ediyordum, uzun bir soluk alarak hızla oturduğum basamaktan kalktım ve olduğum yerde açılan yangın merdiveninin büyük kapısına doğru döndüm.

 

Evet, tahmin ettiğim gibi de gelmişti. Beş dakikayı hafif geçmiş ve on dakika olmamıştı ama yaralı askerin durumu iyi değildi. Hiç iyi değildi. Hemen müdahale etmeleri gerekiyordu.

 

Yangın merdiveninin büyük kapısını iki yandan tamamen açmış ve sedyeyi en olabilecek şekilde içeriye yaklaştırmışlardı. Yangın merdiveni boşluğu kat aralarında oldukça büyüktü.

 

Bu sırada hastanenin içinden merdiven boşluğuna fazlasıyla ışık yayılıyordu. Biraz önce loş sarı bir ışık vardı, şimdi ise koridordan beyaz bir ışık dağılıyordu.

 

Ayağa kalktığım gibi doktorların yaralı askeri daha rahat alabilmeleri için merdivenden uzaklaşarak çok olmasa da kenara çekildim. Kenara çekilirken de konuştum.

 

“Askerin maskesini çıkarmayın. Her ne olursa olsun, kimliği kimse tarafından öğrenilmeyecek.” dedim. Maskeli askerin, maskesini çıkarmamamızı söylemesinin üzerine Tuğgeneralin imzasını gördüğüm için onun isteğini yerine getirecektim.

 

Bu sırada ise binbaşı ile göz göze geldik. Asker hakkında hiçbir şey sormamışlardı. Demek ki, Binbaşı gelmeden önce her şeyi açıklamıştı.

 

Gözleri üzerimde gezindi, ardından elimdeki silahına bakışı çarptı. Neyi kontrol etmişti? İyi olup olmadığımı mı? Yoksa silahını mı? Doğru ya, adamı tanımıyorduk ve bu durumda adamın yanında durduğum için beni kontrol ediyordu.

 

Durmak zorundaydım çünkü kim tarafından yaralandığı belli değildi, bu yüzden tek kalması doğru olmazdı.

 

Silahını vermeliydim. Tam hareketlenmiştim ki, yaralı askeri sedyeye çıkarmış olduklarını gördüm. Bu sırada gelen doktorları da inceledim. İki tane kadın ve iki erkek olmak üzere dört kişiydiler ve bunlardan biri aksi doktorun ta kendisiydi.

 

Bu sefer şaşırmadım. Artık onları gördüğümde şaşırmamaya başlıyordum? Onlara birkaç günde alışmam mümkün değildi, öyle değil mi? Onlara alışmak gibi bir şey olamazdı zaten!

 

Saniyelik olarak hepsini inceledim. Kadınlardan birinin siyah uzun saçları hızlı ve dağınık bir şekilde toplanmıştı, diğer kadına göre daha kısaydı.

 

Diğer kadın ise siyah saçlı kadından birkaç yaş daha büyük gibi duruyordu. İlk dikkatimi çeken şey, aksi doktor ile birebir aynı olan ela gözleriydi. Sarı diyebileceğim kumral ve omuzlarının biraz aşağısına kadar uzanan saçları, gözleri ile uyumlu duruyordu. Aksi doktorun haricindeki diğer adam ise koyu kahve saçlara ve koyu bir tene sahipti, esmer diyebilirdim.

 

Yaralı askeri, sedyeye tam olarak yatırdıkları anda doktor olduğunu tahmin ettiğim esmer olan adam askeri kontrol etmeye başlarken bende saniyesinde yanlarına doğru adımladım. Duramadım. Daha fazla oyalansınlar istemedim.

 

Yangın merdiveninin serin ama bu dakikalarda gerici olan esintisi de adımlarıma eşlik etti. Birkaç adımda yanlarına vardığımda durakladım, baktım.

 

“Okyanus, iyi misin?” diyerek geldiğimi fark eden aksi doktorun bakışları bana döndü ve beni yüzeysel inceledi. Bende onun hastasıydım, bu yüzden sormuş olmalıydı. Sorusunu cevaplamadığımda o konuştu.

 

“Anestezi teknisyenimiz, Derya.” dedi, yanındaki sarışın kadını gösterirken. Sadece baktım. O ise merakla baktı, benim aksime. Tanımıyordum.

 

Saniyelik tanıtıyordu, onları. Acil doktoru ve hemşire, tahmin ettiğim üzere daha öncelikli olarak hastayı kontrol etmeye başlamak için eldiven giyiyorlardı. Anestezi teknisyeni dediği kadın ve kendisi ise daha sonrasında dahil olacaktı, anlaşılan.

 

“Nehir hemşire ve acil doktorumuz, Buray.” dedi, hızla. Siyah saçlı kadın hemşire olandı. Esmer adam ise tahmin ettiğim gibi doktordu. Başımı anladığımı belirtmek için hafifçe salladım.

 

O sırada gözüm onlara çarptı. Askeri kontrol etmeye başlamışlardı. Şu anda ne yaptıklarını ve neden yaptıklarını anlayamıyordum. Hafiften biraz daha fazla tıp bilgim de vardı ama kafam fazlasıyla durmuştu. Dikkatle baktım.

 

Sanırsam nabız, solunum, bilinç, tansiyon gibi askerin yaşam bulgularını kontrol ediyorlardı.

 

“Solunumu nasıl?” diye sordu, anestezi teknisyeni Derya. Sedyenin yanına doğru ilerledi ve bir cevap almayı bekledi.

 

“Solunum, düzensiz.” dedi, Nehir hemşire.

 

Bu cevabın ardından kısa bir süre sonra anestezi teknisyeni sarışın kadın, hızla hazırladığı ve elinde kontrol ettiği oksijen maskesini yavaşça yaralı askerin ağzına taktı. Askerin yüzünde maske olsa da ağız ve burun kısmı açıktı ve oksijen maskesi daha rahat oturmuştu.

 

“Acilde hiç yer var mı, Nehir hemşire?” diyerek sordu, aksi doktor. Yanımda duruyordu.

 

“Yok, hocam.” dedi, aksi doktorun hemşire olduğunu söylediği siyah saçlı kadın. Askere damar yolu açacak olmalıydı ki, aceleyle askerin kolunu açtı.

 

“İki araç, yolda büyük bir tır ile çarpışmış. Acilde neredeyse hiç yer yok, acil çok karışık.” diyerek devam etti.

 

“Ameliyata ne sürede almamız gerektiğini hesaplayacağım. Kurşun yarasını kontrol etmeliyim.” dedi, hemşirenin ardından aksi doktor.

 

Maskeli asker ise gözleri açık olsa da tüm bu olanlara bir tepki vermiyordu. Bilinci kapalı gibiydi, bulanıktı. Kısa aralıklar ile ağzından acı dolu mırıltılar çıkıyordu. Nefesi de düzensizdi.

 

Bu sırada yanımdaki aksi doktor, yaralı askerin başında durarak omzundaki kurşun yarasına bakmak için omzunu açtı. Aynı anda hızla ilgileniyorlardı. Aynı anda Nehir hemşire askerin kolunun iç tarafını elindeki pamuk ile sildi ve iğnesini hazırladı.

 

Tam o sırada aksi doktorun, acil doktoru olduğunu söylediği Buray ise elindeki kalem ışık ile askerin zaten açık olan göz kapağını hafif kaldırarak sırasıyla iki göz bebeğini de tek tek inceledi. Çatık kaşları ile elindeki kalem ışığı cebine koyduğunda ortaya doğru konuştu.

 

“Anizokori var.” dedi, Buray doktor.

 

Biraz önce fark ettiğim şeyden bahsediyor olmalıydı, yaralı askerin göz bebeklerinin farklı büyüklüklerde olmasıydı. Sağ göz bebeği küçülmüş, sol göz bebeği ise hafifçe genişlemişti. Anizokori derken bundan bahsediyordu. Biraz tıbbi bilgim vardı, onu anlayabilmiştim.

 

Aynı anda aksi doktor, askerin vücudunu saran siyah kıyafeti omzundan çekildiğinde daha detaylı inceledim. Askerin omzundaki kurşun yarası çok fazla kanıyordu. Kan pıhtılaşmamıştı. Yoğun bir kanama vardı. Hemotoksin etkisi...

 

“Bilinç kaybı var. Nörolojik semptomlarda görüyorum.” dedi, Buray doktor.

 

“Her ihtimale karşı spinal hasarı göz ardı edemeyiz. Nehir, öncelikle boyunluk takalım.” diyen Buray doktor, yanındaki siyah saçlı hemşireye seslendi. Hemşire, askere damar yolu açmıştı.

 

Ardından askerin kurşun giren omzunu açan aksi doktor ise şaşkınlıkla hemşireye seslendi.

 

“Kurşunun girdiği omuzda normalden çok daha fazla kanama var. Nasıl fark etmediniz?” dedi şiddetli sesiyle. Bakışlarını Nehir hemşire ve Buray doktora doğru yöneltmişti. Nehir hemşire, aksi doktorun sorusu ile bu yöne dönmüştü. Buray ise asker ile ilgileniyordu.

 

“Nehir hemşire! Şu kanamayı durdur, çabuk. Kurşunun nerede olduğunu bile göremiyorum! Kanamayı nasıl fark etmezsiniz, aklım almıyor!” diyerek Buray’ın ardından konuştu, aksi doktor.

 

Aslında askeri sedye aldıktan sonra ilgilendikleri süre dakikaları bulmamıştı ama kanamayı bende görememiştim. Şimdi baktığımda, askeri omzu açıktı ve neredeyse siyah tişörtünün tamamı ile kan içerisinde kalmıştı. Durmayan, yoğun bir kanaması vardı.

 

Kan akıyordu ama asla koyulaşmıyordu. Vücut, hemotoksin etkisiyle kanı pıhtılaştırmayı unutmuştu.

 

Nehir hemşire, yaralı askerin omzuna bakmak için ilerlediğinde Buray doktor ise boyunluk takacaktı.

 

“Aşırı terleme var.” diyerek mırıldandı, yaralı askerin başındaki Derya. Bir ekip gibi aceleyle hareket ediyorlardı. Sonuçta onların görevi de hayat kurtarmaktı.

 

Bir şeyler yapıyorlardı ve ben çoğunu takip ediyordum ama gerginliğim tüm hücrelerimdeydi. Aslında çoğu ile ne yaptıklarını takip ediyordum. Sadece bildiğimi söylemeliydim. Belirtilerden anladığım her şeyi. Ne söylersem söyleyeyim bu müdahaleleri yapacaklardı, bu yüzden bekledim.

 

Şu anda yaşanan her şey aklıma yıllar önceyi getirmekten geri durmuyordu. Bende yaşamıştım, biliyordum her şeyi. Zehirli kurşunu tanıyordum.

 

Nehir hemşire, eline aldığı steril gazlı bezi maskeli askerin açık omzuna doğru götürdü ve kanın yoğun bir şekilde aktığı kurşun yarasına sıkıca baskı uyguladı.

 

“Kanamayı durdurabildin mi?” diye sordu, aksi doktor. Bu sorusu saniyelerin ardından hemşire Nehir’eydi.

 

“Kanama durmuyor.” dedi, hemşire.

 

“Kan... Pıhtılaşmıyor bile!” diye devam etti.

 

“Nasıl böyle olabilir?” dedi, mırıldanarak. O an dayanamadım.

 

“Kanamasının neden durmadığı biliyorum.” dedim, hemen peşinden hızla konuşarak.

 

Artık emindim.

 

Her şey belliydi. Belirtiler... Her şey tamdı. Olmasını istemediğim o şey şu anda yanı başımdaydı.

 

Korktuğum? Hayır, sadece geçmişti... Meğerse geçmemiş.

 

Bu maskeli adam her kimse de yaşamalıydı, Tuğgeneral ile bağlantısı vardı. Onu yaşatacaktım. Gerektiğinde de kimliğini öğrenecektim. Bu kadardı. Şimdi ise neyde emin olduysam onu söyleyecektim. O kurşun sapmıştı ve yine yanıma düşmüştü. Ben, yine her şey ile başa çıkabilirdim.

 

Benim konuşmam ile Nehir hemşire hariç diğer üçünün yüzleri bana döndü. Derin bir nefes ile konuştum.

 

Belirtiler, her şey tamdı. Maalesef ki... Asker zehirli kurşun tarafından yaralanmıştı!

 

“Askerin omzunda zehirli bir mühimmat var!” dedim. Ses tonum nasıl çıktı bilmiyorum ama içimdeki gerginliği dışarıya yansıtmıyordum. Bu yaşananları farklı bir şekilde yaşamıştım ve şu an böyle bir durumda olmak çok garip hissettiriyordu. Tanıdık ve acılı mı demeliyim? Yıllar önceydi sonuçta...

 

Bu cümlenin ağzımdan çıkması boğazımda acı bir tat bırakmıştı. Kafam karışıktı, bu zehirli mühimmat bu askere nasıl denk gelmişti? Çünkü bu mühimmatın sadece bir örgütte olduğunu biliyordum...

 

“Nasıl?” diyerek kısık bir sesle sordu, Derya. Hiçbir şey anlamadığına emindim. Anlatmalıydım da...

 

“Asker zehir mi almış?” diyerek peşinden de aksi doktor konuştu. Zehir ve kurşun.

 

“Zehirli mühimmat mı?” dedi, Binbaşı. Biliyor muydu? Bilmiyor muydu? Asla anlayamadım, zaten kafam oldukça karışıktı.

 

Tam o sırada bakışlarım dalgınca Nehir hemşireye kaydı. Elindeki bez ile biraz daha baskı uyguladıktan sonra bezi kaldırdı. Dediği gibi de kanama durmamıştı. Yaptığının hiçbir etkisi olmamıştı. Hemotoksin etkisi ile kan pıhtılaşmıyordu ve kanama asla durmuyordu.

 

Aksi doktor ise benden cevap alamadan hemşirenin yanına geçerek hızla eline giydiği eldiven ile yaralı askerin omzuna giren kurşunu kontrol etmeye başladı. Kanama durmuyorken askerin omzundaki kurşunu kontrol ediyordu. Bu epey zor olmalıydı.

 

Hemşire ise biraz önce elinde olan ve askerin omzuna baskı yaptığı için kan içinde kalmış steril gazlı bezlerin yerine temiz steril gazlı bezleri aksi doktora doğru uzattı.

 

Aynı anda iki zehir, kurşunun içerisinde. Oldukça etkili ve öldürücü. Kan kaybı ve zaman geçtikçe askerin ölüm riski artıyor... Panzehir gerekiyor!

 

“Neyden bahsediyorsun, Okyanus?” diyen Yunus Binbaşı, dalmış bakışımdan dolayı koluma hafifçe dokundu.

 

Koluma dokunması ile irkildim ve kendime geldim. Bakışlarına döndüğümde derin bir nefes aldım. Sakince her şeyi söyleyebilirsin, Okyanus. Lütfen!

 

“Zehirli kurşun. Yedi miligram skopolamin ve on beş miligram hemotoksin karışımı. Belirtilere göre yaralanma üzerinden tahmini otuz veya kırk dakika geçmiş olmalı. Aşısız.” diyerek hızla anladığım her şeyi söyledim.

 

Mehmet Bey’in hastane odasındaki acele ile söylediği sözleri gibi hızla konuşmuştum.

 

Tane tane dile getirdim. Bir anda böyle bir durumun içerisine düşmekten kaynaklı kendime gelememiştim ama anlattım, söyledim. Emindim, bu belirtilerin hepsi bu durumu ifade ediyordu ve benzer başka bir şey olamazdı.

 

Kurşunu kontrol eden aksi doktor, Derya, tam yanımdaki binbaşı ve askerin durumunu kontrol eden Buray. Evet, hepsi bir anda bana döndü. Tane tane ama hızla dillendirdiğim bu bilgiler onların için garipti ama benim için hiçbir zaman yabancı olmamıştı.

 

“Zehirli kurşun mu?” diyen binbaşıydı. Yanımdaki binbaşının konuşması ile hafifçe ondan uzaklaştım.

 

Bilmiyor olmalıydı. Zaten çoğu kişi bilmezdi. Bu yaralanan askerin o örgüt ile ne alakası vardı?

 

“Evet.” dedim, bakışlarımı ona çevirmeden.

 

“Panzehir olmazsa ölür.” dedim. Sakinliğim şaşırtıcıydı.

 

“Askerin ölmemesi gerekiyor.” dedim, başımı kaldırırken. Aksi doktor ile göz göze geldim.

 

“Kurşun, omuz kemiğine yakın. Çevresel ve damarsal yapıların içerisinde kalmış ama önceliğimiz şu an için cerrahi değil. Okyanus’un da dediği gibi, panzehir uygulanmadan müdahale etmek hayati risk taşır. Stabilize edelim, duruma göre ameliyata alırız.” dedi, bakışları ben ve binbaşı hariç herkeste dolanırken.

 

“Kurşun girişi, omuz üstü. Kanama durmuyor. Bilinç, bulanık. Göz bebekleri... Biri geniş, diğeri küçülmüş. Anizokori. Nabız, düşük. Hatta düzensiz. Solunum, düzensiz. Tansiyon, düşük.” diyen esmer doktor, aksi doktorun ardından konuştu. Yani Buray doktor.

 

“Acil kırmızı alana alıyoruz.” dedi, aksi doktor.

 

“Acil cerrahi gerekiyor.” dedi, Buray. Cerrahi alanında uzmanlığı olan Güneş Kızıl’dı. Buray’ın bu konuda, böyle bir yorum yapması doğru değildi. Onun ardından hemen aksi doktor konuştu.

 

“Panzehir verilmeden açarsak kanamasını durduramayız, Buray.” dedi, sert bakışlarını esmer doktora yollarken.

 

“Ama-“ diye devam edince Buray, aksi doktor onun sözünü bölecek şekilde sertçe araya girdi.

 

“Ne zamandan beri benim alanımda karar vermeye başladın, Buray?” dedi. Nehir hemşire gerildiğini belli edercesine derin bir nefes aldı. Aksi doktor tekrar konuştu.

 

“Çabuk! Hastayı kırmızı alana alıyoruz.” diyerek devam etti.

 

“Gerisini biz hallederiz.” dedi, aksi doktor kafasını bize çevirerek. Başımla küçük bir hareket yaptım, tamam der gibi. Dayanamadan tekrar ettim.

 

“Askerin maskesini çıkarmayın. Kimliği gizli kalacak.” dedim, hızla. Aynı şekilde o da başını salladı.

 

“Nehir, sen panzehir için UZEM’i ara. Numarası... Yüz on dört!” diyerek hemşireye seslendi aksi doktor, sedyeyi hareketlendirdiklerinde. Ulusal zehir merkezi.

 

Onların ardından binbaşıyı da umursamadan merdivene çöktüm. Başım ağrıyordu. İlk defa bu kadar ağır bir yorgunluk hissediyordum. Hayır, sadece fiziksel değil. Psikolojik açıdan daha fazla yorgundum.

 

Yıllar sonra zehirli kurşun ile tekrar karşılaşmam bazı şeylerin üzerini kapatmamın bir işe yaramadığını bana anlatıyordu. Ben sadece hatırlamak istiyordum. Hiçbir şeyin üzerini kapatmamıştım. Hatırlayana kadar hayatımın bir köşesine bırakmıştım, bazı konuları. Zorunluluğum vardı.

 

Ne söylüyordum, ben ya... Yüzümdeki donuk ifade oturduğum basamakta dizlerimi kendime çekmişken yerdeydi. Bakışlarım ile binbaşıyı yok sayarcasına ona bakmıyordum.

 

“Okyanus.” diyen bir ses duydum. Kafamı kaldıracak hali kendimde bulamadım.

 

Hastane kıyafeti giyiyordum. Azıcık hastaya saygı duymalıydı, binbaşı!

 

“Okyanus, baksana bana.” dedi, tekrardan. Bakmadım. Gözlerimi kapatsam uyuduğumu düşünüp başımdan gider miydi acaba? Denese miydim? Aslında iyi fikirdi.

 

Kapattım, gözlerimi. Evde yokum, binbaşı! Gelme üstüme! Git mümkünse, lütfen?

 

“Okyanus, aç şu gözlerini. Komutanının karşısında böyle mi duracaksın?” dedi. Sözlerine rağmen sesi sert değildi.

 

Gözlerimi hafifçe açtım. Ciddi durmak istemiyorum, uyumak istiyorum. Tam önümde hafifçe yere çökerek oturmuş bir binbaşı görmeyi beklemiyordum. Mavileri bana odaklıydı.

 

“Okyanus, biraz önce söylediğin şeyi sen nereden biliyorsun?” diye sordu.

 

Bizde sizin gibi dağda bayırdayız, binbaşım. Bilmeyelim mi?

 

Hem binbaşı nereden biliyordu? Bu aile nasıl bir şeydi? Her yerden kopuk kopuk parçalar çıkıyordu!

 

“Komutanım, izninizle gidebilir miyim?” dedim, sorusuna karşılık. Cevaplamak istemiyordum.

 

Yetmişti artık! Bugünlük Kızıl Ailesinden yeterince nasibimi almıştım. Kalanı da mümkünse yarın olmasın. Hiç uğramasınlar, bana! Diyerek içimden güzelce düşünürken aynı Askeriye de olduğumuzu hatırladım. Hatta komutanım olduklarını da... Hadi, Toparla kendini, Okyanus. Abartma işte!

 

“Lütfen.” diyerek ekledim. Belki acır da bırakırdı.

 

“Tamam.” dedi. Başka da hiçbir şey demedi.

 

Gerçekten mi, diyerek bakmış olabilirdim. İçimden teşekkürlerimi ileterek kalktım, yüzümdeki küçük zafer gülümsemesi ile. Bir şey başarmamıştım. Hayır, başarmıştım. Binbaşının karmaşık sohbetinden kurtulmuştum! Daha ne olsun?

.

Tekrardan merhaba...

Bu hafta tam 3 Bölüm attım 🤭 Yeni bir kitap daha yazmaya başlamama rağmen Okyanus'a daha çok bölüm atıyorum. Maşallah diyeyim :))

Bölüm hakkındaki düşünceleriniz? -->

Zehirli Kurşun? -->

Tüm bu olanlara karşı gelecek bölümler hakkında fikirleriniz var mı? -->

Peki ya, Okyanus'un geçmişi? -->

Yunus Binbaşı? -->

Yeni karakterlerimiz? Derya, Buray, Nehir... -->

Peki bu bölüm Aksi Doktor? -->

(Önümüzdeki bölüm, hastaneden çıkmış oluruz diye planlıyorum. Bakalım:)

Bu bölüm;

2148 Kelime...

En kısa sürede 23. Bölümde görüşmek üzere...

Bölüm : 03.08.2025 23:58 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...