28. Bölüm

24. Bölüm / Zorunluluk

Cansu
lily_lily

Merhaba, canlarım :))

Bir haftanın ardından yeni bölümümüz gelebildi. Hafif geçiş bölümü gibi oldu. Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayınız, iyi okumalar ♡

.

28.11.2024 – Perşembe – 16.00

 

Gerektiği yerde susmak, en büyük erdemdir.

 

Ve ben bu erdemi şu anda Merih’te göremiyordum.

 

“Komutanım, ben Şahin’imi çok özledim.” diyerek yeni bir konu açtı. Yanımdaki komodinin hemen yanındaki küçük sandalyede oturuyordu. Bekçi gibi başıma dikilmişti!

 

Hastaneler ile bir problemim yoktu ama çok sıkılmıştım. Zorunlu olarak burada tutuluyormuş gibi hissediyordum.

 

Biricik Deniz komutanımın başıma Merih’i salması ile sabahtan beri perişan olmuştum. İyi çocuktu ama çok konuşuyordu. Gereksiz konuşuyordu.

 

İki elini de yüzünün altına koymuş ve dirseklerini komodine yaslayarak hafif eğilmişti. Bu rahatlık, geldiğinde söylediğim şeylerden geliyordu. Rahatına bakmasını ve komutanıymışım gibi davranmamasını söylemiştim. Keşke söylemeseymişim de sessizce otursaymış ama hayır, sabahtan beri konuşuyordu. Hiç mi ağzı yorulmuyordu? Anlamıyordum ki!

 

Ona rağmen hala ara sıra komutanım diyordu. İsmimi kullanabileceğini de söylemiştim. Tamam, bunu pek yapmazdım. Tim ile çıktığımız yemeklerde çok arada izin verir ve komutan, asker ilişkisini nadir bozardım ama şu anda tüm gün yanımda kalacağı için böyle bir karar almıştım.

 

Onun dışında sabah olması ile beraber Albay Mehmet Bey, Binbaşı Yunus Kızıl, Cumhuriyet Savcısı Emir Kaya Kızıl, Teğmen Uras Kaya Kızıl ve bir tanecik komutanım Yüzbaşı Deniz Akif Alabora, hepsi hastaneden ayrılmışlardı.

 

Savcı Emir hariç hepsi Askeriyeye geçmiş olmalılardı. Emir Kaya Kızıl, tarafsız bakış açısı gibi davranırken bir anda sorgulamaya başlayan bir tipti. Yargı yönünde ilerlediğini davranışlarında bile belli ediyordu. Mesleğine öyle bürünmüştü ki!

 

Evet, bizlerde öyleydik ama tek fark, bizimkisi meslek değil adanmış bir hayattı. Hayatımızı adadığımız bir yaşam tarzına meslek diyemezdik, öyle değil mi?

 

Çiçek Hanım ile de aynı odada kalıyorduk. Pek konuşkan değildi, düşünceliydi. Aslında arada konuşma başlatıyordu ama ben hep kısa kesiyordum. Eğer onunla konuşursam Dna Testi konusunda net bir karar veremezdim.

 

Evet, yarına kadar düşünecektim ve daha fazla uzatmadan ya kesip atacaktım ya da kısa bir süre daha tutacak ve gerçeklerin olduğu o toprağı aralayacaktım. Yıpranacağım belli olan bir şeydi, zaten bu yüzden karar veremiyordum ya!

 

Acil Genel Cerrahı Güneş Kızıl, hastanedeydi. Sabah olanlardan sonra aramızda bir konuşma daha geçmişti. Önemsiz bir konuşma.

 

Öncelikle panzehir hastaneye varmıştı ve benim onaylarım ile teslim alınmıştı. Bu durumun üzerine Tuğgenerale ulaşmıştım. Ona ulaşmak öyle kolay olan bir şey değildi. Acil bir durum olmadığı sürece onu rahatsız etmem katiyen yasaktı.

 

Tuğgenerale ulaşmış ve tek bir şey söylemiştim. Kor. Kısaca olanlardan bahsederek askerin durumunu anlatmıştım. O ise pek bir şey söylememişti, sadece bu yaptığımın gerçekten iyi olduğunu anlamamı sağlamıştı. Demek ki, Kor’da benim gibi en değerli askerlerinden biriydi. Öyleyse, kimdi bu adam?

 

Her neyse, bunu daha sonra düşünecektim. Askeri hayatta tutabilmişlerdi ve gelen panzehrin uygulaması da yapılmıştı.

 

Son öğrendiğim kadarı ile şu anda hayati tehlikesi kontrol altına alınmıştı, ancak yoğun bakımda gözetimi devam ediyordu. Panzehirden sonra ameliyat ile kurşun çıkarılmıştı ve belirli birkaç şey yapmışlardı. Askerin aşırı derecede dirençli olduğunu hepimiz görmüştük.

 

Her detayı kontrol etmiştim, askerin kimliğinin asla açık olmaması konusunda da sürekli onları uyarmıştım. Bu konu da nedensiz bir şekilde Güneş Kızıl’a güveniyordum, o aksi doktor askeri disiplinin hakim olduğu bir ailede büyümüş olmalıydı ve bu yüzden işin ciddiyetinin farkındaydı. Kesin olarak tembihlemiştim.

 

Herkesin gitmesinden hemen sonra Merih gelmişti. Deniz Yüzbaşımın başıma diktiği bekçi mi demeliydim?

 

Merih geldikten sonra iki veya üç saat uyuyabilmiştim. Baş ağrımın uykusuzluk ile alakası yoktu, bende dayanıklıydım zaten. Tek sorun Merih’ti, çok konuşuyordu. Tim olsaydı yanında, benim başımın etini yemezdi zaten!

 

Sadece benim başımı şişirmiyordu, aynı odada olduğum Çiçek Hanım’ı da epey rahatsız ediyor olmalıydı ama Çiçek Hanım bu konuda bir şey söylememişti. Sanırım ben burada olduğum için her şeye katlanabilirmiş gibi duruyordu.

 

“Dün hep beraberdik ya zaten, Merih!” dedim, donuk bakışlarımı ona çevirirken. Yorgundum ama fiziksel olarak değil.

 

“Sabahta görüştük zaten.” dedi. Komutanı olduğumu bu günlük unutmasını söylemiştim. Biraz önce söylediklerimi unutup komutanım demiş olsa da şimdi hatırlamış olmalıydı.

 

“O zaman sorun ne?” dedim, ciddi ciddi.

 

“Saatler oldu.” dedi, yavaşça.

 

“Yine iyisin! Aylarda olabilirdi.” dedim. Sıkılmış gibiydi. Evet, bende sıkılmıştım.

 

“Sizde çok sıkıcısınız. Alınmayın ama sadece ben konuşuyorum ve olmuyor böyle.” dedi, kısık bir ses tonu ile. Bu sözlerini Çiçek Hanım duymasın diye bu kadar kısık söylemiş olmalıydı. Pek de umurumda değildi açıkçası!

 

Sıkıcı mıymışım? Merih, can kardeşim! Ben senin konuşmandan rahatsız oluyorum, demek istedim ama söylemedim.

 

“Yorgunum ve başım ağrıyor, Merih.” dedim, gözlerimi yumarak.

 

Boş yere onu kırmaya gerek yoktu. Duygusuz olabilirdim ama Alabora Timi’ndeki askerlerimizi seviyordum.

 

Ozan, ciddiydi. En çok ben ve Deniz kadar. Merih, konuşkandı ve timin neşesiydi. Şahin, en az Merih kadar vardı. Bora, sessizdi. Ona Gölge dememin sebebi de buydu ama artık Gölge değildi. Sadece Bora’ydı. Güney ise en küçüğümüzdü. Akıllıydı, zekası dikkatimi çekiyordu ve yerinde ne yapacağını biliyordu. Hem sakin hem de delidoluydu.

 

Ben, sessiz ve ciddiydim. Sivil olarak ve Askeriyede sanki onlardan ayrı ve tekmiş gibi olsam da görevlerde kendi canım pahasına timimi korurdum. Görevlerde öyle güzel bir ekip haline bürünüyorduk ki, onlara uyum sağlayabiliyordum. Görev harici çoğu zaman konuşmalarına pek katılmazdım, kendimi soyutlardım ama yine de bir aile gibiydik. Sessizliğimle bile onların arasında aktif gibi görünürdüm.

 

Tabi ki, Askeriyede ve sivilde Deniz komutanım yoksa bende yoktum. O ayrı bir konuydu.

 

Deniz Yüzbaşımı anlatmaya sözlerim yetmezdi, bu yüzden hiç düşünmedim. Kendimi bu güzel çıkmaza sokmadım.

 

“Tamam, o zaman ben konuşayım. Sorun değil.” dedi, bu sözüne gülmek istedim ama mimiksiz kaldım. En sonunda yüzümde küçük bir tebessüm oluştu. Tamam, sorun değil.

 

“Biraz önce Şahin’i aradım-“ derken hızla sözünü böldüm. Biraz önce konuştularsa nasıl özlemişti?

 

“Biraz önce konuştuysanız nasıl özledin?” diye sordum.

 

Birbirlerine çok benzeyen bu ikilinin ayrı bir bağı vardı zaten! Birbirlerinden hoşlanıyorlar mıydı lan? Sus, Okyanus! Sus!

 

“Olsun, Okyanus. Özleyemez miyim, biriciğimi?” dedi, yüzünü asarak. Keyfimi yerine getirmek için yüz ifadesini bile değiştirmişti. Yorgun olduğumu ve başımın ağrıdığını söylediğim için beni neşelendirmeye çalışıyordu. Belliydi.

 

“Biriciğini?” dedim, küçük bir kıkırtı ile.

 

“Özle, özle!” diyerek devam ettim. Çiçek Hanım yan sedyemdeydi ama onun burada olduğunu düşünmeden burada oturuyordum çünkü eğer onun burada olduğunu umursarsam Merih ile bu kadar rahat konuşamazdım.

 

“Her neyse, aradım onu. Deniz komutanım onlara güzel bir antrenman yaptırmış. Nefesi bir yerlerine kaçmış gibiydi!” dediğinde o antrenmanı yapmadığı için mutlu gibiydi.

 

“Nefes nefeseydi. Onunla iyi bir dalga geçtim ve rahat rahat oturduğumu söyleyerek ona hava attım. Kötü kötü küfürler ederek suratıma kapattı. İnanabiliyor musun, Okyanus?” dedi, hayal kırıklığı içerisinde. Yüzümde büyük bir gülümseme oluştu, konuştum.

 

“Az bile yapmış sanki!” dedim. Antrenman yorgunluğu ile bir de Merih’in zırvalıklarını dinlediyse, az bile yapmış olabilirdi. Gerçi kafam rahat olunca timin konuşmaları aşırı hoşuma gidiyordu. Yanlarında sessizce oturup onları dinliyordum bazen.

 

“Sizde mi, ona hak veriyorsunuz?” dedi, hayretler içerisinde. Bir şey söylememi beklemeden.

 

“Akşama kadar onu aramama kararı aldım.” diye ekledi, dirseklerini yasladığı komodinden çekerken.

 

“Uzun bir süreymiş. Kesinlikle akıllanıp senden özür dileyecektir.” dedim, gülümsememi tutarak.

 

“Dalga geçin siz, komutanım!” dedi, değişik bir bakışla. Sizde mi, der gibi bakıyordu. Tam bana cevap verecekti ki, cebinden bir ses geldi. Telefonu çalıyordu. Telefonunu çıkarttı ve arayan kişiye baktı, ardından konuştu.

 

“Deniz komutanım arıyor.” diyerek ayaklandı.

 

Niye ben aramıyordu? Kaçıp kaçmadığımı ben söylerdim zaten! Hayır, o görev başındaki bekçisini arıyor!

 

“İzninizle.” dediğinde başım ile onay verdim, hızla kapıya doğru ilerledi. Kapıyı açtı ve çıkacakken bana dönerek konuştu.

 

“Komutanım, gitmeyin lütfen bir yere. Deniz komutanım beni haşlar.” dedi ve bir şey söylememi beklemeden elindeki telefonu açarak odadan çıktı.

 

Odada Çiçek Hanım ile yalnız kalmıştık. Bu şekilde sessizlikte kötüydü. Ne yapıyor, merak ettim ama ona bakmadım.

 

Sabahtan beri Çiçek Hanım’ın neyi olduğunu soracak cesareti bile yakalayamamıştım. Onunla sohbet etmekten epey kaçınıyordum. Peki, neden mi bu odada kalıyordum? Deniz komutanımın ve Mehmet Albayın emri sağ olsun!

 

Ne yalan söyleyeyim, Deniz Yüzbaşım hastanede kalmamı isteyerek çok iyi düşünmüştü. Çok halsiz ve yorgunmuşum. Hala da öyleydim ama biraz daha iyi gibiydim. Serum da almıştım, kendimi daha dinç hissediyordum. Tek sorun, Merih’ti. Her neyse! O kapıda telefonla konuşuyorken kafamı dinlemek en iyisiydi.

 

Başucumdaki komodine doğru yaklaştım ve çekmecesini açtım. Şeffaf poşet duruyordu. Poşetin içindekilerin tam olduğuna emin olduktan sonra elime alarak avcumda tuttum. Boynumdan çıkarıldığından beri üzerimdeki yüklerin kalktığını hissediyordum. Öyle bir şey yoktu. Bu yüzden kendime hatırlatmak için avucumda tuttum.

 

Avcumdaki kolyelerin ağırlığının farkına vararak derin bir soluk aldım ve gözlerimi sakince yumdum. Başımı enseme doğru bırakarak arkamdaki duvara yasladım.

 

Uzun saniyeler kendimi bu şekilde tuttuğumda gelen ses ile kendime geldim. Hızla gözlerimi açtım ve bakışlarımı sesin geldiği yöne doğru getirdim.

 

Tam yanımdaki küçük sandalyeye oturan bir adet Çiçek Hanım, tam yanımda gözlerimin önündeydi. Sedyesinden kalkarak buraya gelmiş olmalıydı. Komodinin olduğu taraftaki sandalyeye oturmuştu, biraz önce Merih’ in oturduğu yere.

 

Kendimi öyle soyutlamıştım ki onun buraya geldiğini bile fark etmemiştim. Şaşkınlıkla ona baktığımda bana kızım, diyerek seslendiğini duydum. Bu kelime onun ağzından duyulmaya değerdi ama olmazdı işte! Bakışlarımı tamamen ona yönelttiğimde konuştu.

 

“Avucundakiler ne, kızım?” dedi. Sabahtan beri benimle konuşmak için bir konu açmaya çalışıyordu ama ben kısa cevaplar veriyordum ve onu kırmamaya çalışarak konuyu kapatıyordum.

 

Sözleri ile bakışlarım avucuma kaydı. İki zincir. Birinin ucunda küçük bir şey vardı. Detay vermek istemeyeceğim kadar canımı yakıyordu. Aslında güzeldi ama eskiydi işte, geçmiş her zaman can yakardı.

 

Diğeri ise daha kötüydü. Bana geldiğim yeri, hayır! Tutsaklıklarımı hatırlatıyordu. Uzun zincirin ucunda bir yüzük vardı. Fazla detaylıydı, benim için bir çöpten bile değersiz ve nefret edilecek bir şey olsa da başkaları için önemliydi.

 

Hayır, bana ait değildi. Hayatıma kimseyi yüzüğünü saklayacak kadar sokmamıştım. Ben Deniz’e aşıktım zaten!

 

Bu yüzük sadece bana geçmişimin emarelerini hatırlatıyordu. Beni üzmek yerine intikam ateşimi harlıyordu. Evet, kül de korlara sahip oldukça yanardı... Yeniden.

 

Avucumdaki poşette olmayan bir diğer şey ise künyemdi çünkü onu bir ara hızla boynuma takmıştım. Benim için özgürlük, boynumdaki rütbemin yazdığı künye olabilirdi.

 

Ucunda yüzük olan kolye, tutsaklığı simgelerken künyem ise özgürlüktü. İkisi birbirini dengeliyor ve hatta künyem her şeyi yenebiliyordu.

 

Avucumdakilere çok odaklandığımı fark ettiğimde tekrar Çiçek Hanım’a döndüm, avcumu kapatarak.

 

“Önemli bir şey değiller.” dedim, kısaca. Dna Testi hakkında bir karar vermeden önce Çiçek Hanım’a karşı mesafe koymak istiyordum. O bu sınırı bugün çok zorluyordu.

 

Merih’te gideli dakikalar olmuştu. Nerede kalmıştı?

 

“Anladım.” dedi. Parmakları ile oynuyordu. Bir şeyler söylemek istiyor ama susuyordu. Bir şey demedim. O da konuşmadı.

 

Tam o sırada odayı bir telefon sesi doldurdu. Ses yanımdaki komidinden geliyordu. Benim telefonum çalıyor olmalıydı.

 

Komidine doğru eğildim ve telefonumu alarak arayan kişiye baktım. Kayıtsız bir numaraydı. Elimdeki kolyelerin olduğu poşeti çekmeceye bıraktım.

 

Telefonu cevaplandırmadan hastane yatağından kalkarak Çiçek Hanım’a bir şey demeden odadan çıkmak için ilerledim.

.

Tekrardan merhaba :))

Bölümümüzü nasıl buldunuz? -->

Dediğim gibi geçiş bölümü gibi olduğu için normal uzunlukta bir bölüm oldu. Uzun bir bölüm yayınlayamadım ama birkaç gün içerisinde güzel planlarım var. Belki daha erken.

Dalga'nın kim olduğunu öğrenmeye hazır mıyız? -->

Bu bölüm Okyanus'u? -->

Merih? -->

Çiçek Hanım? -->

Peki ya, Kor hakkındaki tahminleriniz? ->

Kor'un Tuğgeneral ile ne alakası var sizce? -->

Öncelikle geç olsa da deprem için herkese geçmiş olsun demek istiyorum. Ben İstanbul'daki depreme yakalandım ve şimdi ise Çanakkale'deyim, Balıkesir'deki depreme de yakalandım. Epey yakındı ve hissettim. Evde tek bir şekilde kitap yazıyordum, anın şaşkınlığı ile kal geldi. Bilgisayarı kapatmaya falan çalıştım, deprem olduğunu bile algılayamadım. İstanbul bile hissetmiş, Allah hepimizi korusun :)

En en en kısa sürede yeni bölümde buluşalım...

1657 Kelime...

Bölüm : 17.08.2025 21:41 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...