30. Bölüm

26. Bölüm / Dalgalı Deniz ve Doğan Güneş

Cansu
lily_lily

Merhaba, okurlarım 💗

Normalde bölümümüz dün gelecekti ama bugüne kaldı, kusura bakmayınız :)

Artık Dalga kim, tahminlerinizi okuyamayacağım çünkü bu bölüm Dalga'nın kim olduğunu öğreniyoruz. Sonunda dediğinizi duyar gibiyim 🤭

Bölüm ismimiz yine mükemmel! 🤭

Oy vermeyi ve bol bol yorum yaparak okumayı unutmayınız ✨️ Yorumlarını okumayı çok seviyorum 💫

Hadi bölüme geçelim. İyi okumalar 💓

.

Tıklatılan kapıya odaklanmışken Tuğgeneralin sert senin duydum. İçimde değişik bir his ve belki de gerginlik olarak adlandırmam gereken o his, beni merak etmeye sürüklüyordu.

 

“Gir!” diyen Tuğgeneralin emri ile kapı normal bir hızla açıldı. Bakışlarımı Tuğgeneralden çekip kapıya çevirdim. Sakinlikle soluğumu verdim ve gözlerim içeriye giren kişi ile kesişti. Nefesim kesildi.

 

Bir o kadar tanıdıktı... Asla beklemediğim mi demeliyim? Hayır, zaten bu konuda bir beklentim yoktu.

 

İçeriye giren kişi ile gelenin doktor olmadığını anladım. Geriye tek bir seçenek kalıyordu. Ufak bir şaşırmıştım. Beklemediğim bir şey değildi, neden hiç düşünmemiştim? Dalga’nın kim olduğunu bulmaya odaklanmadın çünkü Okyanus. Hayır Kül, haklıydın da!

 

Gözlerimin kesiştiği bir çift yeşil gözdü. Gerçekliği hissetmek için içime çektiğim nefesi verdim. Orman gözlü yüzbaşı... Deniz Akif Alabora... Komutanım!

 

Burada olmasının tek bir sebebi olabilirdi. Dalga. Bu karargahtan biri... Deniz komutanım, Dalga’ydı. Öyleydi!

 

“Dalga. Emredin komutanım!” dedi, asker selamına durarak. Gür sesi, sert ve daha önce hiç duymadığım kadar gizem taşıyordu. Sesi değil de bu durum oldukça gizemliydi zaten.

 

“Otur, Dalga.” dedi, Tuğgeneral.

 

Gözlerimden ufak bir şaşkınlık geçtiğine emin oldum. Bu, ondan beklemediğim için değil de neden daha önce hiç düşünmediğim içindi. Bir önemi yok, karşında ve o yanında. Artık onunla görevlere çıkacaktım. Bu beni mutlu etse de ona karşı koymak, hayır, kalbime karşı koymak oldukça zor olacaktı. Her neyse...

 

Bana bakmadı. Tuğgeneralin emri ile masanın sağında kalan tam karşımdaki koltuğa doğru ilerledi. Gözlerim ile onu takip ettim. Bakışlarını özenle kaçırıyordu, tepkimi merak etmiyor muydu? Ne düşündüğümü? Yavaşça karşımdaki koltuğa oturdu.

 

Kafasını yavaşça kaldırdı, benim gibi yüzünde mimik bile yoktu. Önce bakışları benimle kesişti, ardından bende çok oyalanmadan Tuğgenerali buldu. Onunla beraber benim bakışlarımda Tuğgenerali buldu.

 

“Dalga, Deniz komutanın.” dedi, Tuğgeneral. Sanki biraz önce kapıdan giren adamı görmemiştim!

 

Şu anda sinirimi bozan tek şey, bu kadar zamandır Deniz komutanımın Kül kimliğimi bilmesi ama benim, onun Dalga kimliğini bilmememdi. Böyle söylemekte biraz garip geliyordu. Sonuçta o benim komutanımdı. Bilmesi gerekiyordu!

 

“Gördüm, komutanım.” dedim, yutkunarak normal bir ses tonu ile. Konuşmamın ardından bakışlarım tekrar Deniz komutanıma döndü. Yani Dalga’ya.

 

O da bana bakıyordu. Komutanın yanında olduğumuz için mimiği bile hareket etmiyor olsa da gözleri ve bakışı bana hiç yabancı hissettirmemişti.

 

Dalga ya da Deniz... Karşımdaki adam bir çift yeşil göz olarak kalbime kazınmıştı zaten.

 

Sessizlikteki bakışmamızda aramızda sessiz bir konuşma geçtiğini hissettim. Ürperticiydi. Konuşmuyorken bile anlaşmak.

 

Sanki ruhu, ruhuma sıkı sıkıya bağlıydı ve ben, ne yaparsam yapayım tüm yollar yine ona çıkıyordu.

 

Tuğgeneralin konuşması ile bakışmamız bölündü. İkimizde saniyesinde Generale döndük ve onun söylediklerine odaklandık.

 

“Kül ve Dalga. İkiniz bir süre ortak görevlere çıkacaksınız. Zorlu görevlerde başarılara imza atacağınıza inanıyorum. Aynı timde komutan ve komutan yardımcısı olarak görev almanız ve bir timi yönetmeniz bile uyumlu olacağınıza inanmamı sağlıyor. Lütfen, beni yanıltmayın. Size güveniyorum.” dedi, General.

 

İşte bu kadardı. Kısa ve öz. Normalde daha az konuşurdu, belli ki Generalin bugün fazlasıyla konuşası vardı. Bu birkaç cümle bile kendimi toparlamaya yetiyordu.

 

“Emredersiniz, komutanım!” dedik, ikimizde aynı anda.

 

Tuğgeneralin bu konuşması üzerine düşündüm. Biz. Biz görevlere çıkacaktık. İkili istihbarat görevlerine. Dalga’nın kim olduğu hakkında asla düşünmemiştim. Deniz veya bir başkası illaki şaşıracaktım. Deniz’di işte! Bu daha farklıydı.

 

Dalga ve Kül. Dalga ve Kül uyumlu olabilir mi?

 

Kül, yangından kalan hiçbir şey. Dalga ise hırçın, tanımlayamayacağım kadar derin sularda boğulmak gibi.

 

Kül, Dalga’ya karışırsa kendini kaybedebilir. Değişmez, belki de dönüşebilir. En çok da dağılır.

 

Kül, Dalga’da yok olur. Deniz’e kapılmak beni dağıtırdı. Okyanus, dağılırdı. Kül olarak da Dalga’ya kapılmak dağılmak, belki de kopmak olurdu. Tek hissettiğim, artık ona karşı koymanın ne kadar zor olacağıydı. Bunları düşünmemeliydim.

 

Sessizliğim arasında Deniz’in sesini duydum. Ona Dalga demek istemiyordum, şimdilik. Tuğgenerale doğru konuştu.

 

“Komutanım, görev emri mi geldi?” dedi. Anlayabilmişti.

 

“Evet, Dalga. Göreve çıkmanızı planlıyorum.” dedi, Tuğgeneral. Konuşmasının ardından durdu ve devam edecekti ki, Deniz Akif konuştu.

 

“Komutanım, Okyanus yaralı.” dedi. Bu sözü ile ona döndüm. Okyanus diyerek hitap etmesine takılmıştım. Kül olarak buradaydım!

 

“Okyanus değil, Kül.” dedim, Tuğgeneral konuşmadan hemen önce. Bu cümlem o geldiğinden beri ilk defa ona karşı konuşmamdı.

 

“Biliyorum, Dalga. Doktor gelecek ve Kül’ü kontrol edecek. Ardından göreve çıkıp çıkamayacağınıza karar vereceğim.” dedi, keskin bir dil ile. Fazladan açıklama yapmayı sevmezdi.

 

“Gizli bir görev olmalı. Doktor sıkıntı yaratmasın, komutanım?” diyerek biraz önce benim de takıldığım o konuyu dile getirdi.

 

“Doktora güveniyorum. Sıkıntı çıkarmaz. Biraz bekleyin.” dedi, aynı zamanda sessiz olun der gibiydi.

 

“Emredersiniz, komutanım.” dedik, aynı esnada.

 

Bakışlarım parmaklarıma indi. Hala dimdik oturuyordum ama kafam hafifçe eğilmişti. Sağ baş parmağımı yavaşça avucumun içerisine sürdüm.

 

Saniyelerin geçtiği belliydi, beklemeye başladık. Bakışlarımı ellerimden ayırdım ama tam olarak da kaldırmadım, Tuğgenerale de dönmedim. Gerici bir andaymış gibiydim. Generalin yanında sessizce oturmak değişik bir gerginlik veriyordu. Konuşmayın, sessiz olun dedi, Kül. Nefes almayın, demedi. Bunu kendime hatırlatmam ile ciğerlerime sessiz ama dopdolu bir nefes çektim.

 

Ardından sakinlikle bakışlarımı yukarıya çıkardım. Deniz komutanım ile gözlerimiz kesişti, o zaten bakıyordu. Ne zaman baksam, bendeydi zaten o.

 

Bakışmamızın aynı sessizliğinde onunla konuşuyormuş gibi hissettim. Yine. Gözlerinde bir parıltı vardı ve bu da yeşillerini aydınlatmış, ormana gündüzü getirmişti. Bir şey söylemedik, öylece kaldık ve bekledik.

 

Yaklaşık beş dakika sonra kapı tıklatıldı. Kapıya döndüğümde Tuğgeneral, gelen kişiye gir emrini vermişti. Gelen, Tuğgeneralin postasıydı.

 

“Er Mustafa Ali Yılmaz, Bursa. Emredin, komutanım!” diyerek kapının önünde durdu.

 

“Rahat, asker. Dinliyorum.” dedi, Tuğgeneral sakinlikle.

 

“Komutanım, çağırdığınız doktor geldi.” dedi, er.

 

“İçeriye al, çıkabilirsin.” dedi, Tuğgeneral.

 

“Emredersiniz, komutanım.” diyerek odadan çıktı, er. Sessizlik hala yerini koruyordu, doktoru beklediğimiz belliydi. Tuğgeneralin çok güvendiği bu doktor kimdi acaba?

 

Erin çıkmasının ardından hemen sonra açık kapıdan adım sesleri duydum. Kafamı kaldırdım ve kapıdan içeriye giren kişiyi gördüm.

 

Yüzüme kısa bir şaşkınlık dalgası yayılmış olmalıydı çünkü gördüğüm kişi, Generale ne kadar tanıdıksa bana da öyleydi.

 

Aldığım yaraları diken doktor, Acil Genel Cerrahı Güneş Kızıl... Yıllar sonra karşıma çıkıp ailem olduklarını iddia eden Kızıl Ailesinin oğlu, öz abim olma potansiyeli taşıyan o adam.

 

Asla beklemiyordum. Tuğgeneral ile nereden tanışıyorlardı? Anlamsızca hafif kaçlarımın çatıldığını hissettim ve anında yüzümü eski haline geri getirim. O anda General konuştu ve bakışlarımız ona döndü.

 

“Okyanus ağır bir göreve çıkacak, kontrol et. Gerekirse hızlıca destek bilgisi ver.” dedi, Tuğgeneral. Bu göreve beni yollamak istiyordu ve bu aksi doktorun beni muayene edecek olması, yine o aileden birinin işimde yer alması beni gereksiz bir şekilde rahatsız ediyordu.

 

Güneş Doktor, kafasını normal bir edada tamam anlamında hareket ettirdi ve konuştu.

 

“Tamam.” diyerek bakışlarımı birkaç saniye üzerimizde gezdirdi.

 

Önce bana baktı, kısa sürdü. Gözleri Tuğgeneralde daha kısa kaldı ve son olarak bakışları Deniz Akif’e döndü. Uzunca ona baktı ve konuştu.

 

“Onu burada muayene edemem.” dedi aksi doktor, bakışları karşımdaki Deniz komutanımda oyalanırken. Haklı sayılırdı.

 

Tuğgeneral, hiç konuşmadan başıyla odanın içerisinde olan yandaki duvardaki kapıyı işaret etti. Muhtemelen küçük bir lavabo veya dinlenme odası olabilirdi.

 

Deniz ise bakışlarını aksi doktorun üzerinde yavaşça gezdiriyordu. Tepkisiz bakıyordu. Bakışlarım Tuğgenerale döndü ve konuştum.

 

“İzninizle, komutanım.” dedim, yavaş bir tonla.

 

Ardından ayaklandım, o sırada Tuğgeneral başını salladı. Kalktığım gibi doktora bakmadan ilerledim ve Tuğgeneralin gösterdiği odanın kapısına geldim. Arkamdan geliyor olmalıydı. Kapıyı açtım ve bir şey söylemeden ışığı yakarak içeri geçtim.

 

Gündüzdü ama lavabo olduğunu gördüğüm bu küçük odanın penceresi yoktu, bu sebeple ışığı yakmıştım. Ardımdan içeriye girerek kapıyı kapattığını duydum. Arkam dönüktü, ona döndüm.

 

Bu sırada ise lavaboyu kısaca inceledim. Büyük bir el yıkama lavabosu, tuvalet ve küçük banyo alınacak bir alan vardı. Işık, beyaz ve keskindi. Beyaz mermer duvarlara vuruyor ve gözüme yansıyordu.

 

Gözlerimi kırpıştırarak kafamı kaldırdım ve doktora döndüm, boyu benden uzundu. Sahte elalarım, gerçek elalarına değdi. Bakışlarım tüm yüzünde dolaşırken konuştu.

 

“Okyanus...” dedi, düşünceli bir şekilde.

 

Kelimeler anlamsız bir şekilde boğazımda düğümlendi, kendimi toparlayarak konuştum.

 

“Dinliyorum.” dedim. Bir diyeceği varmış gibi bakıyordu ama söylemekten mi çekiniyordu? Onu anlayamadım.

 

“Buraya geldiğimde seni görmeyi beklemiyordum.” dedi, yutkunarak. Söyleyeceği şeyin bu olmadığına yüzde yüz emindim.

 

“Kimi görmeyi bekliyordun? Abini, babanı veya gıcık kardeşini mi? Oldukça mevcutlar...” diye mırıldandım. Beni duydu da zaten duyması için konuşmuştum, kısık bir şekilde mırıldansam da.

 

Bunları ikizim olduğunu söyledikleri Uras’a söyleseydim, muhtemelen çabucak babası veya abisine yetiştirirdi. Neydi, ilk karşılaştığımızda babasının albay, abisinin de binbaşı olduğundan mı bahsetmişti? Hayır, bahsetmemişti. Bununla övünmemişti bile! Bana üstünlük sağlamaya çalışmıştı. O an bilmediği şey, benim de onun komutanı olduğumdu.

 

Her neyse... İşte, bu doktorun her konuştuğumu birine söyleyeceğini sanmıyordum. Doktor olduğu için sanırım, etrafına gereksiz bir güven yayıyordu. Hem zaten ben, komutanlarım hakkında kötü bir şey söylememiştim. Sadece burada olduklarını belirtmiştim. Bundan rahatsızmış gibi konuştun ama Okyanus! Her neyse!

 

Beni cevapsız bırakarak elindeki çantayı büyük lavabonun kenarına bıraktı. Onun burada olmasına o kadar şaşırmıştım ki, elinde bir çanta olduğunu fark etmemiştim. Çantasını açtığında bana doğru konuştu.

 

“Klozetin üzerine otur, önce tansiyonunu ölçmeliyim.” dedi. Dediğini yaparak klozetin kapalı kapağının üzerine oturdum, başka oturabileceğim bir alan yoktu. O ise çantasından bir şeyler aldı ve bana doğru geldi.

 

“Sol kolundaki kıyafeti sıyır.” dedi. Bu doktordan emir almak hoşuma gitmemiş olsa da dediğini uyguladım. Sol kolumu ona doğru uzattığımda elindeki tansiyon aletini koluma sardı.

 

Ardından çantasından çıkardığı stetoskobu koluma sardığı tansiyon aletinin arasına yani dirseğimin iç kısmına koydu ve nabzıma da bakarak tansiyonumu ölçmek için elindeki tansiyon aletinin top gibi duran, hava veren kısmını avucunu açıp kapatarak şişirdi. Stetoskop, nabzımı ölçmek içindi.

 

Bu sayede koluma sarılı tansiyon ölçme aleti de şişerek kolumu sıktı. Saniyelerden sonra kolumdaki alet şişti ve yavaşça indi. Sessiz kaldım. O ise bir şey demeden stetoskobu boynundan çıkardı ve tansiyon aleti ile birlikte çantasına bıraktı.

 

Ardından çantasından çıkardığı bir şeyi sormadan alnıma doğru tuttu, anladığım kadarı ile elindeki bir ateş ölçerdi. Eğer karnımdaki veya omzumdaki yaralar iltihaplanırsa ateşim çıkabilirdi, bu sebeple vücut ısımı öğrenmek için bunu kullanıyordu. Ateşime baktı ve yine hiç konuşmadan elindeki ateş ölçeri çantasına bırakarak bana doğru geldi.

 

“Üzerini çıkarman gerekiyor.” dedi, normal bir şekilde. Üniformamın üst kısmını çıkarmalıydım. O bir doktordu sonuçta, sorun yoktu.

 

Oturduğum yerden yavaşça üst üniformamı çıkardım. Üzerimdeki sütyenim hariç üst bedenimde herhangi bir şey yoktu. Vücudumda olan iyileşmiş ama izi kalmış tüm yaralarım göz önündeydi. Utanmadım, bu izler beni ben yapıyordu. Her bir yara izi, bir şey ifade ediyordu ve ben bundan gurur duyuyordum.

 

Aksi doktor ise rahatsız olmamı istemediği için öyle detaylı incelemedi, fark ettim. Zaten ameliyatımı yapan doktor oydu, vücudumdaki yaraları görmüş olmalıydı.

 

Çantasından aldığı eldiveni ellerine taktı ve sol tarafıma geçerek omzumdaki sargıya dokundu. Sol omzumdan kurşun ile yaralanmıştım. Sargıyı yavaşça çıkardığında bir değişik hissettim. Her şey bu doktora mı bağlıydı? Bu göreve çıkmalıydım!

 

Sargıyı açtığında omzumdaki yarayı incelediğini anladım. Ses çıkarmadım, birkaç saniye baktı ve eli ile bastırdı sanırım. Acı hissetmediğim için sadece dokunduğunu anlayabiliyordum. Dikişlerimi ve yaranın nasıl olduğunu kontrol ediyor olmalıydı.

 

Yaralarım yeni dikilmiş sayılırdı. Dün gece omzumun kanaması epey kötü olmuştu ama hallolmuştu da.

 

“Yarada iltihap belirtisi yok ama hala taze.” dedi, kendi kendine. Sessizce bekledim.

 

Acı hissiyatımın olmaması aslında bazendi, bazense acıyı hissediyordum ve bu normal bir insanın hissettiğinden daha ağır geliyordu çünkü genellikle hissetmiyordum.

 

“Acıyor mu?” dedi, omzumdaki yaraya biraz bastırarak.

 

“Hayır.” dedim, sakin bir şekilde nefes alarak. Umarım görev anında acı veya ağrı olursa hissetmezdim. Elini çekti ve konuştu.

 

“Derin derin nefesler al.” dedi, komutuna uyarak dediğini yaptım. Derin bir nefes aldım ve yavaşça geri verdim. Aynısı tekrar yaptım.

 

“Ağrın yok, öyle değil mi?” dedi, konuşması ile ona döndüm ve başımı evet anlamında salladım. Kolumu dirseğimden ve elimden tutarak hafifçe kaldırıp indirdi, ona izin verdim. Sesim çıkmadı, bekledim.

 

“Nasıl yani? Hiç canın acımıyor mu?” dedi, kaşları çatılmıştı ve söyleyeceklerimi bekliyordu.

 

“Hayır. Bazen böyle oluyor. Yani bazen acıyı hissetmiyorum.” dedim, normalmiş gibi.

 

“Bu çok garip.” dedi, düşünerek. Kafasını kurcalayan bir şeylerin olduğu belliydi. Bir şey demedi.

 

Çantasından bir şeyler aldı ve tekrar yanıma geldi. Elindeki antibiyotikli merhem olduğumu tahmin ettiğim şeyi omzumdaki yaraya sürdüğünü hissettim. Arkam dönük olduğu için görmemiştim ama anlayabiliyordum.

 

Sonrasında ise çantasından bir şeyler daha alarak omzumdaki yara ile ilgilenmeye devam etti. Omzumdaki yarayı kapatıyor olmalıydı. Bu kadar süredir sessizliğini koruyordu ki konuştu.

 

“Operasyona mı çıkıyorsun?” diye sordu, omzumdaki yarayı kapatmış olmalıydı ki geri çekildi. Sessiz kaldım ve cevap vermedim. Omzumdaki yarada işinin bitmesi ile birlikte daha da dikleştim.

 

“Karnındaki yaraya bakacağım omzunu zorlamayacak şekilde arkana yaslanabilirsin.” dediğinde sessizce hafif bir şekilde arkama yaslandım.

 

“Sorumu cevaplayacak mısın?” diyerek ekledi, sakin bir dil ile. Benimle iletişim kurmak istiyordu, belliydi ama ben bunu istiyor muydum? Pek sanmıyorum.

 

“Seni ilgilendirmediğini düşünüyorum.” dedim, onu yok sayarcasına. Muhatap olma, onları tanımaya çalışma, hiçbir şey yapma, Okyanus! Gerek yok.

 

O da biraz önce omzuma yaptığı gibi aynı şekilde sargıyı çıkardı ve yarayı inceledikten sonra dokunarak parmağı ile hafifçe bastırdı. Yine canım yanmıyordu. Tüm bunları yaparken konuştu.

 

“Benim vereceğim karara göre ne yapıyorsan yapacaksın ya, Okyanus. Bence beni ilgilendirir, ayrıca kötü bir soru sormadım. Bize karşı bu kadar sert olmana gerek yok. Toplu da konuşmayacağım hatta, herkes kendinden sorumlu. Bana karşı bu kadar sert olmana gerek yok, kardeşim.” dedi, karnımdaki yarayı kontrol ederken.

 

Kardeşim mi? Bu kelime nasıl bu kadar kolay ağzından çıkabilmişti? Hiç tanımadığım bir adamdı o, ben ona abi diyemezdim. O nasıl bana böyle hitap edebiliyordu!

 

Beni şimdiden kardeşi olarak görmesi... Hayır, Okyanus. Farklı düşüncelere kapılma. Bu zamana kadar bir aileye ihtiyaç duymadın, şimdi de kelimelere kanma!

 

“Belki.” dedim, ilk sorusunu cevaplandırarak.

 

“Tamam.” dedi ve işine odaklandı.

 

Omzuma pansuman yaparken ile tek fark, karnıma doğru eğilmiş bir şekilde olduğu için ne yaptığını görebilmem olmuştu.

 

“Canın acıyor mu?” dedi, parmağı ile hafif bir şekilde karnımdaki bıçak yarasına baskı uygularken. Kafasını kaldırarak bana doğru baktığında kafamı hızla hayır anlamında salladım. Elini çekti ve konuştu.

 

“Tamam. Şimdi karnındaki yarayı zorlamayacak şekilde öne eğil ve geri kalk. Bak bakalım, ağrın var mı?” dediğinde söylediğini yaparak hafifçe öne doğru eğildim ve eski halime geri döndüm.

 

Oyuncak mıyım ben, doktor! Operasyona çıksın de, sende kurtul bende! Yeter ya!

 

“Ani hareketlerde bir ağrın oluyor mu?” dedi, eğildiği yerden kalkarak. Çantasından ilaç olduğunu tahmin ettiğim şeyi ve karnımdaki yarayı sarmak için çantasından aldığı birkaç şeyi getirdi. Çok dikkat etmedim.

 

Tekrardan eğilerek biraz önce omzuma yaptığı tahmin ettiğim o merhemi karnımdaki yaraya da sürdü. Antibiyotikli bir ilaç olmalıydı. Kremin verdiği hafif soğukluğu hissettim. Ardından ise karnımdaki bıçak yarasını da elindekiler ile sıkıca kapattı.

 

“Bu sargı seni koruyacak ama fazla eğilip kalkma. Görev sırasında zorlanırsan hemen yanındakilere haber ver. Zorlama kendini.” dedi, tüm işini bitirdikten sonra.

 

Bu ne demek oluyordu? Bir sorun yok ve göreve çıkabilirsin demek, Kül! Güzel!

 

Kenara katlayarak bıraktığım üniformamın üzerini hızla giyindim. O sırada arkası dönüktü, çantasında bir şeyleri kurcalıyor gibi görünüyordu. Ben rahat edeyim diye çantasını kurcalıyor da olabilirdi. Sanırım, öyleydi.

 

“Çok ağrın olursa bu ağrı kesiciden bir tane al.” dedi, giyindiğimi düşünerek bana döndüğünde çantasından aldığı tableti bana uzatarak.

 

“Sorun olmaz. Gerek yok.” dedim, acıyı ve ağrıyı hissetsem de dayanıyordum. Bu kez mi sorun olacaktı? Gerek yoktu!

 

“Almanı söyledim. Birazdan komutanına onayı verecek kişi de doktorun olarak benim sonuçta! Dediğim gibi fazla ağrın olursa bekleme bir tane al. Fazla kullanma.” dedi. Resmen tehdit edercesine ağrı kesici veren bir doktordu. Uzattığı ağrı kesiciyi küçük bir gülümseme ile aldım.

 

“Bunu göze alman delilik. Yaralısın. Daha iki gün önce ölümün kıyısından döndün.” dedi, dümdüz durarak bana baktığında. Sözleri fazlasıyla kararlarımın sınırlarına giriyordu, sinirle kaşlarım çatıldı. Ona neydi?

 

“Benim önem verdiğim birisi değilsin, senin sözlerin benim fikrimi değiştiremez doktor. Bu yaşıma kadar kendim karar verdim, söylediklerin benim fikirlerimi bir gram değiştiremez.” dedim. Ani bir şekilde sinirlenmek benim için normaldi ama doktorun söyledikleri normal değildi.

 

“Yaşamını riske atmıyor ama ağır hareketlerden kaçınmalısın. Özellikle de bıçak yarası tekrar açılabilir. Yine de görev yapabilirsin. Sadece dikkatli olman şart.” dedi, konuşmamın tam ardından.

 

Sözlerimi umursamamış gibi konuşsa da yüzünden belliydi, sözlerim onun için önemliydi. Bu şekilde olması garip bir şekilde bana kötü hissettirdi. Hayır üzülmedik! Değil mi, Okyanus? Saçmalama!

 

“Tuğgenerale de aynılarını söyleyeceksin, öyle değil mi doktor?” dedim, sesimdeki imayı havada kaptı. Ona doğru bir adım ilerledim ve söyleyeceklerini bekledim.

 

“Elbette. Bir doktor olarak ne gördüysem ona göre konuşacağım.” dedi, kendinden emin bir şekilde.

 

“Sağlığını umursamadan göreve gitme arzun çok yanlış.” dedi ve devam etti. Neydi, bu tavırlar!

 

“Savaşmayı seçiyorsan, en azından hayatta kalmayı da seç!” dedi. Güzel bir cümleydi, kabul!

 

“Daha fazla savaşabilmen için yaşamalısın.” dedi, en son sakin bir ses tonu ile. Bir şey söylemedim ama konuşması hoşuma gitti çünkü haklı konuşmuştu.

 

“Yaraların fena değil ama riskli. Antibiyotikli pomadı sürdüm, üstünü steril filmle kapattım. Karındaki için kompresyon bandajı var, sıkı tutacak. Bu sargıları sekiz saatte bir değiştirmen gerek ama görev sırasında dayanır. Ağrı yaparsa verdiğim tabletten al. Fazlasını değil. Dikişler açılırsa geri dönmek zorunda kalırsın, aklında bulunsun.” dedi, sert bir şekilde.

 

İki gün önce yaralanmıştım ve iyileşmeye başlamıştım bile. Bu her zamanki gibiydi, çabuk iyileşebiliyordum.

 

Evet. Çoğu zaman acı hissetmemem, anestezi direncim, reflekslerimin komutanlarımdan bile iyi olması veya çabuk iyileşmem insan üstü gibi geliyordu ama işime yarıyordu ve sorgulamıyordum.

 

Bedenimde anestezi direncinin oluşmasının sebebini biliyordum ama diğerlerini bilmiyordum. Tüm bu sonuçlar, hafızamı kaybettiğim zamanlara mı çıkacaktı? Hatırlamalıydım ama olmuyordu!

 .

Tekrardann merhaabalarr 🪄

Neredeyse hepinizin tahmini tuttu diyebiliriz. Bende o spoilerları ara ara paragraflarda size veriyordum, başından beri planladığım Dalga evet Deniz'di.

Çiftimizin istihbarat alanında beraber çıkacakları görevleri hayal etmektense artık sıra yazmakta.

Deniz Akif ve Okyanus'un, Kül ve Dalga olarak çıkacakları bu görevde 2 önemli şey öğreneceğiz. Ve bu da epey önemli olacak.

Umarım bölümü beğenmişsinizdir...

Okyanus --> Kül? -->

Dalga?? --> Deniz! -->

Aksi Doktor? --->

Tuğgeneral? -->

En kısa sürede yeni bölümde buluşalım... Okyanus'la kalın! 🌊 Dalga ile de kalın 🤭

2704 Kelime...

Bölüm : 08.09.2025 21:31 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...