
Merhaba bir tanelerim :))
Yine bölüm aramız uzadı ve bende telafi etmek için öyle bir bölüm yazdım ki, bayılacaksınız 🤭🤍
Üstelik 2 bölüm uzunluğunda, 5000 kelimeye çok yakın. Geçenlerde diğer uygulamada bir yorum almıştım, bölümler çok kısa 5000 kelime olmalı diye. Sözünü dinledim ve 5000 kelimeye yakın bir bölüm yazdım 🤭🫶🏻
Bölümü keyifle yazdım ve sizlerinde çok beğeneceğini düşünüyorum, umarım beğenirsiniz ♡♡♡
Oy🌟 vermeyi ve bol bol yorum atarak okumayı unutmayınız... Uzun bir bölüm ve bu bölüm yorumlarınızı okumak benim için ayrı keyifli olacak 💞🌊
.
20.10.2024 – 1 Ay Önce
Tuğgeneralin postasının odama gelip beni çağırmasıyla birlikte kararlı adımlarla Tuğgeneralin odasına doğru ilerliyordum. Ne için çağırdığını bilmiyordum, öğrenecektim.
Derin bir nefes aldım, ciğerlerime nefesin dolması ile göğsüm yavaşça kalktı ve indi. Dimdik bir şekilde yürüyordum. Bir süre sonra kapının önüne geldiğim gibi yanımdaki er konuştu.
“Tuğgeneralim sizi bekliyor, komutanım.” diyerek Generalin odasının kapısını işaret etti.
Küçük bir baş hareketi ile herhangi bir cevap vermeden kapının önüne doğru ilerledim ve beni buraya çağıran General olsa da saygı gereği hafifçe kapısını tıklattım.
Tuğgeneralin gir emrini duyduktan sonra içeriye geçtim ve ilerleyerek odanın ortasında durduğumda hızla tekmil verdim.
“Kül! Emredin, komutanım.” dediğimde bakışlarım Tuğgeneral ile kesişti. Odada gergin bir hava vardı, bunu gergin yüzü ile de doğruladı. Ne olmuştu?
“Gel otur, Üsteğmen Kaya!” dedi, gür sesi ile kafasını kaldırarak. Buraya Kül olarak gelmemiştim, belliydi. Ona uyum sağladım.
Loş ışık komutanın sırtına vuruyordu ve henüz öğlen olsa da akşam olmuş gibi hissettiriyordu. Bakışlarımı saniyelik olarak odada dolaştırdıktan sonra sözlerini hemen yerine getirdim ve resmi tavrımı da bozmadan masasının önündeki koltuklardan sağda olana oturdum. Hala dik bir duruşta söyleyeceklerini bekliyordum, bir şeyler olduğu belliydi. Görev çıkmış da beni buraya çağırmış gibi durmuyordu.
General, masasında dimdik bir şekilde oturuyordu. Bakışları masanın üzerine bırakılmış kırmızı kapaklı dosyadaydı. Saniyeler birbirini kovalarken hiçbir şey söylemediğinde ben konuştum.
“Bir şey mi oldu, komutanım?” diyerek sordum.
Tuğgeneral, biraz önce bakışlarının gezindiği kırmızı dosyayı önüne çekerek derin bir soluk verdi. Ardından bakışları bana döndü ve yavaşça dosyanın kapağını açarak dosyaya küçük bir bakış atarak konuştu.
“Siyah beyaz fotoğraflar, biyometrik raporlar ve kanıt niteliğindeki belgeler... Bunlar ne anlama geliyor, biliyor musun Okyanus Kaya?” diyerek sordu, gerginlikle. Gerginliğine rağmen üzerinde bana karşı ayrı bir mesafe vardı.
İsmimi soy ismim ile telaffuz etmesi vücudumda bir ürperti oluşturmuştu. Genellikle Tuğgeneral için Kül’düm ve bu yüzden şu anda bana karşı bu şekilde olan hitabı garip hissettirmişti ama tek garip gelen bu değildi. Tuğgeneralin bakışlarını sürekli önündeki kırmızı kapaklı dosyaya götürmesi de garipti.
“Ne anlama geliyor, komutanım?” diyerek sordum bende, anlamamazlıktan gelerek.
“Öldüğüne emin olduğumuz terörist, o örgütün başı hala yaşıyor.” dedi, Tuğgeneral. Söylediklerini önce algılayamadım, kaşlarım çatıldı. Anlamayan bakışlarım Generali bulduğunda bakışları bir bende, bir de önündeki dosyadaydı. Nasıl, der gibi baktığıma emindim.
Yavaşça çatık kaşlarımı düzelttim. Derin bir nefes aldım ve sertçe yutkundum. Algıladım. Bu kadar kafamın karışması ve bir anlık da olsa etkilenmemin sebebi geçmişti. O lanet geçmiş!
O adamı karşımda bulmuştum. Operasyonda donup kalmıştım. Tuğgenerale de ben söylemiştim ama şimdi yaşadığına inanamıyordum. Gözlerimle görmüş olsam bile!
Evet, gözlerimle görmüştüm. Görmüştüm ama ben, Aras’ın ölmediğini gözlerimle gördükten sonra kardeşimin mezarına gittiğim anda şehit olduğunu öğrendiğimde artık gözlerimle gördüklerime inanmayı tamamen bırakmıştım.
“Senin gördüğün yüzün doğruluğunu teyit ettik. Operasyon bölgesinden aldığımız gizli kameraların kayıtları, termal görüntüler ve Dna örnekleri… Hepsi aynı kişiye işaret ediyor. Örgütün başı hâlâ hayatta. O ölmemiş, Okyanus!” dedi, General. Söyledikleri beynime bir şimşek gibi çaktı.
“Biri ölmemiş, diğeri de kayıp.” dedi, sesini yumuşatarak. Öyle detaylı konuşmuyordu. İsimler geçmiyordu, bilgilerini vermiyordu. Zaten bildiğim şeyleri tekrardan anlatmıyordu.
Tamam, Okyanus. Tam olarak da istediğin şey bu değil miydi? Ölmemesi! Öldüğüne inanmaman... Her şey! Sen intikam istiyorsun! Sahi, şimdi neden şaşırıyorsun? Garip endişelere kapılıyorsun?
Birini bulmak. Diğerini de o mezardan çıkarıp mezara tekrar sokmak. İkisini de ölmekten beter etmek! O örgütten kalan ne varsa tekrar yakıp yıkmak!
“Doğru görmüşüm, öyle değil mi komutanım?” diyerek sordum, gözlerime inanamıyordum. Sert bir ses tonuyla ama titrek bir edayla. İçimi garip bir huzursuzluk sarmıştı. Bu huzursuzluk, korku veya başka bir şey değildi. Ne yapacağımı bilememek ve fevri hareket etmemek konusunda kendime güvenemiyordum. Buydu! Dengesizdim!
“Doğru görmüşsün, kızım.” dedi, babacan bir tavırla. Ses tonu şefkat ile çıkmıştı.
“Korkacağın hiçbir şey yok-“ diyerek devam eden Tuğgeneralin sözünü kestim. Komutanımın sözünü bölmem doğru değildi ama söylemeliydim.
“Korkmuyorum, komutanım. Korksaydım, en başından beri burada olamazdım.” dedim, kendime gelerek sert bir ses tonu ile. Yumuşak bir yüz ifadesi ile bakıyordu. Söylediklerimin üzerine hızla konuştu.
“Benim senden beklediğim de bu, Okyanus. En iyi askerlerimden birisisin ve ben, seni korumak zorundayım.” dedi.
Söyledikleri tüm bu ana göre beni gülümsetecek kadar güzeldi. Tepkisiz kalmaya çalışmak da epey zordu, kocaman gülümsemek istedim ama yüzüme küçük bir gülümseme olarak yansıdı.
“Bu durum, seni hem hedef hâline getiriyor hem de varlığını korumamız için bizi zorunlu bırakıyor. Seni tanıyorlar ve operasyonda öldüğüne emin olduğumuz o örgüt başı da seni görmüş olmalı...” dedi, düşünceli bir şekilde.
“Peki, ne yapmayı planlıyorsunuz, komutanım?” dedim, ne derse yapacağımı belli eden bir ses tonu ile.
“Örgütün takip alanına girmiş olabilirsin. Onların dikkatini üzerine çekmiş olabilirsin. Bu durumda bizi tedirgin eden hiçbir şey yok ama sivilde zarar görebilirsin veya yanındakiler zarar görebilir. Onların neler yapabileceklerini bilmiyoruz. Senin varlığın, soyadın, yüzün… Onlar için bir işaret. Bu yüzden artık kendi yüzünle dolaşamazsın. Ne karargahta ne de sivilde.” dedi, yavaş bir şekilde. Başını yavaşça iki yana sallayarak gözlerime baktı, bakışlarımız kesişti.
Varlığım, soyadım, yüzüm... Ne karargahta ne de sivilde... Peki ya, neden?
“Yüzünle dolaşamazsın derken, komutanım? Nasıl olacak?” diyerek sordum.
“Gizleneceksin.” dedi ve geldiğimden beri önünde duran kırmızı kapaklı dosyaya uzandı. Yavaşlıkla kırmızı kapaklı dosyanın kapağını açtı ve dışarıya derin bir soluk verdi.
Bana dönerek dosyanın ilk sayfasındaki kağıdı çıkardı ve kağıda küçük bir bakış attıktan sonra elindeki kağıdı masada benim tarafıma bıraktı.
Bakışlarımı Generalden çekerek kağıda doğru uzandım ve masadan aldım. Kağıdı incelemeye başladığımda başlığı dikkatimi çekti. Sesli bir şekilde okudum.
“Genelkurmay Başkanlığı Kararı, Kimlik Koruma Protokolü...” diyerek mırıldandım. Anlıyordum. Anlık bir şekilde kalbimin atışlarının hızlandığını hissediyordum. Nefesimi düzene sokarak kağıda odaklandım.
Ben tam kağıdı incelemeye başlamışken Tuğgeneral konuşmaya başladı. Bu sefer, bakışlarım hızla komutana döndü.
“Bu karar, Genelkurmay tarafından onaylandı. İmzalı, mühürlü. Kararın özeti şudur, Okyanus Kaya adlı subay, devlet güvenliği gerekçesiyle, askeri ve sivil yaşamında kimliğini gizlemek zorundadır. Bu amaçla, peruk ve renkli lens kullanımı zorunlu kılınmıştır. Protokol ivedilikle yürürlüğe girer. İhlali, devlet sırrının ifşası olarak değerlendirilir.” diyerek elimdeki kağıdın özetini yaptığını anladım.
Üstelik Tuğgeneralin sözleri de çok çelişkiliydi. Anlıyordum, gizlenmeliydim. Sivilde gizlenmeliydim ama karargahta! Bu çok saçma geliyordu!
Peruk ve renkli lens ile... Yani görünüşümü değiştirmeliydim. Öyleyse, ismim de değişecek miydi?
“Karargahta da yani üniformayla da mı, komutanım?” dedim, kafa karışıklığımı belli etmek istercesine.
“Elbette, Üsteğmen Kaya. Söylediklerimi duydun.” diyerek beni yanıtladı.
“Karargah, güvenilir. Neden, komutanım?” dedim. Karargahta neden gizlenmeliyim ki? Bu çok saçma geliyordu! Oldukça saçma!
“Karargahta bir hainin olabileceğini düşünüyorum, Okyanus.” dedi, tüm açıklığı ile. Kaşlarım çatıldı. Ne demek, bir hain olabilir?
“Buna emin misiniz, komutanım?” diye sordum, tepkisiz gibi gözükmeye çalışarak. Epey şaşırmıştım aslında, kim olabilir diye düşünmeye başlarken bizim timi tamamen ihtimal dışı bırakıyordum.
“Emin olsam, haini bulmaya çalışırdım. Bir hain olabileceğini düşünüyorum, kısa sürede de anlayacağım. Her halükarda, seni tehlikeye atamam, Üsteğmen! Bu sebeple kimliğini karargahta da gizleyeceksin.” dedi, net bir dil ile. Ardından benim konuşmama izin vermeden hızla devam etti.
“Karargahta, sivil ortamda, hepsinde gizleneceksin. Senin fotoğrafların, kameralar, sosyal medya, her şey onlar için bir veri kaynağıdır. Tek bir görüntü bile seni ele verebilir. Evinde kendin olabilirsin ve operasyon sahasında sahte kimlikle değil, gerçek halinle görev yapacaksın çünkü sahada her saniye refleks, her saniye güvenliktir. Lensle, perukla risk alınmaz. Bu ayrımı net şekilde anlaman gerekiyor.” dedi, sert bir şekilde.
İşin ciddiyetini anlayabiliyordum, elbette. Başımı küçük bir evet anlamında aşağı yukarı salladım ve sakince aklımdaki soruyu sordum.
“İsmim, soy ismim ve benzeri-“ derken komutan tarafından sözüm bölündü.
“Okyanus Kaya. Olarak kalacaksın. Sadece görünüşün!” dedi, kısa keserek. Sadece kelimesini vurgulamak istercesine sesini yükseltmişti.
“Bu karar ne kadar süreyle geçerli olacak?” diyerek son olarak sordum. Çekinmeden soruyordum çünkü bu konunun, bu odadan çıktığımda kapanacağına emindim. Bir daha Generalin yanına geldiğimde bu konu hakkında konuşmak istesem bile konuşamayacaktım.
O sırada Tuğgeneral dosyadan ikinci bir sayfa çıkardı. Aslında kırmızı kapaklı dosyanın içerisinde bir sürü sayfa vardı.
“Kararda açıkça yazıyor. Tehlike ortadan kalkana kadar. Bunun süresini kimse öngöremez. Bir ay da sürebilir, beş yıl da. Duruma göre güncellenecek. Bu senin için bir disiplin meselesi değil, hayat meselesi. Bu durum, ne kadar sürerse sürsün gizlenmek zorundasın.” dedi, Tuğgeneral.
Sözlerinin keskinliği içimi huzursuzlukla doldursa da benim hayatım buydu! Ne kadar sürerse bu şekilde yaşayacaktım. Ben zaten Tuğgeneralin emirlerini de ikiletmezdim!
“Şunu bilmeni istiyorum, Üsteğmen. Bu karar seni cezalandırmak için alınmadı, seni korumak için alındı. Sen sahada devlet adına risk aldın. Bunun karşılığında devlet de seni koruyacak ama bunu yaparken de bazı fedakarlıklar isteyecek.” diyerek devam etti. Bir hata yapma şansın yok, demek istiyordu.
Konuşmasına bile gerek yoktu, Generalin emirlerini sorgusuz yerine getirecektim. Üstelik benim için üst makamlardan gelen bir emirdi, kesinlikle yerine getirmek zorundaydım.
“Emredersiniz, komutanım.” dedim, net bir şekilde.
Benim sözlerime karşılık kafasını salladı. Ardından Tuğgeneral, hafifçe eğilerek masanın altında ve kendi sağında bulunan çekmeceyi açtı. Çekmeceden orta boy bir kutu çıkardı. Kutu, enine geniş, boyuna göre ise kısaydı. Kutuyu, masasının ortasına bırakarak bakışlarını bana çevirdi.
“Bunlar senin yeni görünüşün. Bundan sonra sivilde de karargahta da bu halde olacaksın. Sadece operasyon sahasında değil. Bu bir emir değil, protokol. Emirden daha ağır sayılır çünkü doğrudan Genelkurmay kararıdır.” diyerek masanın ortasındaki kutuyu yavaşça bana doğru iteledi.
Bir şey söylemeden kutuyu aldım ve kucağıma koydum. İçerisinde ne olduğunu tahmin edebiliyordum. Generalin bahsettiği, yeni görünüşüm...
Yavaş bir şekilde kutunu kapağını kaldırdım ve kutunun içine baktım. Peruk bir saç olduğunu tahmin ettiğim sarı saç ve küçük bir lens kabı vardı.
Sarı saç, epey doğal duruyordu ve rengi de çok kötü değildi. Peruğa dokundum ve yavaşça elime alarak kutudan çıkarttım. İncelemeye başladım. Kendi saçımın boyutundan ne çok uzun ne de çok kısaydı. Omuzlarımın hizasından bir karış uzundu.
Elimdeki peruğa kısa bir bakış atarak tekrar kutuya bıraktım ve lens kutusunu aldım. Derin bir nefes alarak lens kutusunu dikkatli bir şekilde açtım. İçinde lensin kurumaması için bir sıvı bulunuyordu ve iki gözüm için birer lens. Ela rengi lensler...
“Bugünden itibaren hayatına giren askeri veya sivil herkes seni böyle tanıyacak. Öncesi de artık seni böyle tanıyacak. Tehlike geçene kadar.” dedi Tuğgeneral, sesini az da olsa yumuşatarak. Generalin sözleri ile daldığım lenslerden bakışlarımı çektim ve bakışlarım ona döndü.
“Emredersiniz, komutanım!” dedim, hiç düşünmeden. Bu lensler ve peruk ile gizlenmek beni nasıl etkileyecekti? Hiç bilmiyordum, şu anda bunu düşünmedim. Her nasıl hissedersem hissedeyim, emir büyük yerdendi! Zaten askerlikte duygulara yer yoktu!
“Timine de konuyu sen açıklayacaksın. Onlar da haberdar olacak ama protokolün tamamını bilemeyecekler. Yalnızca gerekli kısmını anlatacaksın. Unutma, bu konu devlet sırrı kapsamındadır. Gereksiz tek kelime bile ihlaldir.” diyerek beni keskin bir dille uyardı. Yutkunarak sert bir ses tonu ile konuştum.
“Emredersiniz, komutanım!” dedim. Bugünden itibaren, belirsiz bir süre kendimi gizleyecektim.
“Anladıysan çıkabilirsin.” dedi, General. Bu demek oluyordu ki, bu konu burada kapanacaktı ve o belirsiz süre dolduğunda açılacaktı.
.
Yüzüme doğru esen soğuk rüzgarı hissetmek çok iyi hissettiriyordu. Uzun bir süreliğine, bu camdan esen rüzgar gerçek saçlarımı uçuşturamayacaktı.
Garip bir gerginlik yaşıyordum ama kendim olmaktan uzaklaşmak benim her zaman yaptığım bir şeydi. Yıpranmayacaktım. Gözlerimi kapatarak uzunca camın kenarında durmaya başladım.
Tuğgeneralin odasından çıktıktan sonra kendi odama gelmiştim. Timin yanına hemen geçmemiştim. Önce lenslerimi ve peruğumu takacaktım, ardından da onların yanına gidecektim. Yeni görünüşüm ile...
Ellerim camın pervazında duruyordu ve başımı hafifçe dışarı çıkartmıştım. Askeriye, operasyonlar, Alabora Timi, Tuğgeneral, Türk bayrağı, vatan, Deniz Akif... Hepsi ve sayamadığım daha fazlası, çok güvenli hissettiriyordu. Güvende hissettiriyordu!
Bakışlarım gökyüzünden indi ve Karargahın içerisinde dönüp dolaştıktan sonra rüzgar ile dalgalanan Türk bayrağına döndü.
Şehitlerimizin kanı ile ıslanan şanlı hilal ve yıldızın gölgesinde vatana hizmet etmek...
Askeri üniformamın içerisinde bu duyguyu hissetmek ve kendim ile gurur duymak çok güzel hissettiriyordu.
Karada Okyanus olmak. Hırçın dalgalarımla her şeyi dağıtmak. Kül olmadan önce her şeyi ateşe vermek, yok etmek. Hem Okyanus olarak hem de Kül olarak kasıp kavurmak.
Yüzümde büyük bir gülümseme oluştu. Öyle her şeye içten gülümsemezdim, belki de gülümserdim. En çok da bu üniformanın içerisinde gülümserdim çünkü gülmeye değer çok şey olurdu.
Yüzüme vuran rüzgara karşılık derin bir nefes aldım ve hafifçe camdan uzaklaştım. Camı kapatmadım, içeri geçtim. Gözlerim kısaca odada gezindi ama çok oyalanmadı. Sandalyemin üzerine bıraktığım Tuğgeneralin verdiği kutuyu hızla aldım ve odanın içerisindeki lavaboya doğru ilerledim.
Lavaboya girdiğimde el yıkama lavabosunun önünde duraksamıştım. Elimdeki kutuyu lavabonun kenarına bırakarak bakışlarımı aynaya çevirdim ve kendimle göz göze geldim. Çok sürmedi, kendimle bakışmam. Hızla gözlerimi aynadan çektim ve önümdeki kutunu kapağını açtım.
Doğal gözüken sarı peruğu elime aldım ve ne kadar uğraştığımı hatırlamadığım bir süre boyunca peruğu kafama oturtmaya çalıştım. Önce saçlarımı açarak tekrardan iyice toplamıştım, ardından ise peruğu epey iyice kafama oturtmuştum. Daha önce istihbarat operasyonlarında gizlenmek için peruk veya lens kullandığım olmuştu, bu yüzden çok zorlanmamıştım ama epey uğraşmıştım. Baya sağlam olmuştu, ayrıca absürt de durmuyordu.
En sonunda aynadaki görünümüme bakarak peruğun olduğuna kendimi ikna ettim ve Tuğgeneralin verdiği kutunun içerisindeki lens kutusunu yavaşça elime aldım.
Kapağını açarak içindeki sıvının dökülmemesine dikkat ederek lenslerden birini elime aldım ve aynaya yaklaşarak sağ gözüme yerleştirdim.
Gözüm, lensten çok rahatsız olmadı. Gözümü birkaç kez kırpıştırdım ve açtım. Lens, tam olarak yerine oturmuştu. Gözümün rengini de aşırı gerçekçi bir şekilde kapatmıştı.
Aynı şekilde lens kutusundaki diğer lensi de sol gözüme yerleştirdim ve gözlerimi tekrardan birkaç kez kırpıştırdım. Sonrasında aynaya yaklaşarak gözlerimi açtım. Yüzümün hatları bile Okyanus olmadığımı söylüyordu. Bir peruk ve lensler, insanı bu kadar değiştirebilir miydi? Yutkunarak aynadan uzaklaştım.
Gözümde lens olduğu belli değil, diyebileceğim kadar gözlerim ela olmuştu. Gerçekçiliği bana garip hissettirmişti. Hayır, garip hissetmemi sağlayan gerçekçi olması değil, bilmediğim kadar uzun bir süre boyunca bu lensler ile yaşamak zorunda olmamdı.
“Okyanus.” diyerek adımı fısıldadım. Üzerimdeki kamuflaja baktım ve tekrar yüzüme. Boş ve sahte bir şekilde gülümsedim, ardıma bile bakmadan lavabodan dışarı çıktım. Aynı hız ile odamdan çıkmayı hedefliyordum ama duraksadım.
Kapının önüne kadar geldiğimi fark etsem de odanın içerisinde ilerleyerek masama doğru gittim. Masanın üzerinde bulunan eşyalarıma göz attım ve bakışlarım masanın en köşesindeki çerçeveye takıldı.
Bu fotoğraf ne zaman çekilmişti? Nerede çekilmişti? Hepsini hatırlıyordum. Yıllar olmuştu ama tüm olanlara rağmen bu fotoğraf hala çok güzel hissettiriyordu.
Fotoğrafta askeri üniformalarımızın içerisinde Aras, ben ve Alkan vardı. Benim arkamda ise Pars abim dağ gibi durmuştu. Kara Harp Okulu Mezuniyet Töreni! O günü hatırlamak, yanımdakilere bakmak. Aile kavramını masamın üzerindeki bir fotoğrafta yaşamak...
Pars abim ile olanlar, ardından Aras’ın şehit olması ve tüm bu olanlara rağmen Pars abimin gelmeyişi. En kötüsü de herkes, Aras’ın şehit olduğunu söylerken benim gördüklerim ile delirdiğimi sandığım o günler. Aile kavramının can yaktığını ilk o gün öğrenmiştim.
Çerçeveye olan donuk bakışlarımı gözlerimi kırparak yok ettim ve uzanarak çerçeveyi elime aldım.
Çerçeveye daha yakından bakınca özlediğin kişilere karşı özlemin gitmiyor, Okyanus. Evet, öyleydi. Fotoğrafa bakarken derin bir şekilde yutkundum, nefes almak bile zormuş gibi hissettiriyordu ve özellikle bakışlarımı abime değdirmekten kaçınıyordum. Onu özlemek zoruma gidiyordu.
Birkaç dakika süren buruk bakışlarımı kafamda canlanan anılar ile birlikte sonlandırdım, elimdeki çerçeveyi kırılacak kadar sertçe masaya ters bir şekilde kapattım. Kırılmadı, kırılsın da istemezdim zaten! Tüm olanlara rağmen kalbimin gerçek manada kırılıp parçalara ayrılmadığı gibi çerçeve de parçalara ayrılmadı.
Fotoğrafta saçlarım ve gözlerim şu anki gibi peruk ve lensli değildi, yani gerçek Okyanus’tum. Bu yüzden bu fotoğrafı masamdan kaldırmam gerekebileceğini düşünmüştüm. Tabi ki, bu bir bahane de olabilirdi. O fotoğrafı sırf abim vardı diye kaldırmak istesem de elim gitmemişti. Hem benim delirmelerim ile ne kadar öldüğüne inanamasam da fotoğrafta kardeşim yani Aras’ta vardı ve de Alkan... Bu fotoğraf çok değerliydi.
Hem bombanın etkisiyle halüsinasyon görmüş olabilirdim. Öyle değil mi? Mezarını gördüğüm kardeşimin ölmediğine inanmaya devam etmek tam bir aptallıktı! O şehit olmuştu.
Masaya sertçe ters çevirdiğim çerçeveyi aldım ve masamın altındaki kilitli kasaya doğru baktım. Kendimle çelişerek ilerledim ve dizlerimin üzerine oturarak kasanın şifresini hızla girdim. Kasanın açılması ile elimdeki çerçeveyi tekrar düşünmeden kasanın içerisine bırakarak kasayı kapattım.
Derin bir nefes alarak kendime yapmam gerekeni yaptığımı hatırlattım çünkü o fotoğrafta abime baktıkça canım yanıyordu. Aile de çok can yakıyordu.
Fotoğrafta Aras’ı gördükçe de özlemim artıyordu. Patlayan bombada bir yerlere savrulurken elimi kesen ve yamulan, benim kanımın bulaştığı Aras’ın kanlı künyesi, nasıl üniformamın cebindeyse kardeşimin hatıraları hep kalbimdeydi. Ölü de diri de olsa...
Her zamanki gibi her neyse dedim, kendi kendime... Nefesimi düzene sokarak gözlerimi iyice yumdum ve geçen birkaç saniyenin ardından gözlerimi açarak ayaklandım.
Böylece o fotoğraf ve bana onları hatırlatacak her şey bir bir yok oldu. Ya da ben sakladım.
Tam ayakta dimdik durduğum anda kapıdan gelen sesi duydum. Biri kapıyı çalıyordu.
“Gir!” diyerek seslendim.
Seslenmemin aynı saniyesinde kapı açıldı. Gelen Deniz komutanımdan bir başkası değildi. Üniformasının içerisindeki heybetli görüntüsü bile aklımı almaya yetiyordu. Askeri üniformanın en çok yakıştığı kişilerdendi. Bir anda Deniz komutanımı görmeyi beklemesem de yüzümde gizlemeyi çok iyi başardığım bir gülümseme oluştu. Hemen kendimi topladım ve selam durdum.
“Otur. Otur, Okyanus. Rahat ol!” diyerek bana doğru düzgün hiç bakmadan masamın önündeki sandalyelerden birine oturdu.
Bende masanın tam yanındaydım, onun sözünü yerine getirerek kendi koltuğuma değil de masanın önünde bulunan onun tam karşısındaki koltuğa oturdum.
O saniyede bakışlarımız kesişti. Ben en güzel hisle kamuflaj yeşili üniforması ile uyumlu olan yeşil gözlerini seyretmeye başlamışken o bana gerçek bir şaşkınlık ile bakıyordu.
Bakışları gözlerimde şaşkınlık ile uzunca oyalandıktan sonra saçlarımda gezindi. O henüz bir şey demeden ben konuştum.
“Ben de tam sizin yanınıza gelecektim, komutanım.” diyerek gerginlikle dikleştim. Deniz komutanım ise hızla kendini toparlayarak konuştu.
“Bu halin nedir, üsteğmen?” dedi, yutkunarak. Nasıl gözüktüğümü aynada çok incelememiştim, kötü mü gözüküyordum? Niye hoşuna gitmemiş gibi bakıyordu. Hoşuna gitmesini mi isterdin, Okyanus? O konulara girmeyelim! Evet, hiç sırası değil!
“Bir süre böyle gizleneceğim, Yüzbaşı’m. Tuğgeneral emri!” dedim, onun gibi bir ciddiyet ile. Benden daha fazla açıklama beklediği yüzünden belliydi.
“Okyanus, ne demek istediğini anlayamıyorum?” diyerek sordu. Bu sorusu fazlasıyla detay öğrenmek istediğini belli ediyordu.
“Detay vermem yasak, komutanım. Tuğgeneral emri, bir süre böyle dolaşacağım.” dedim, tekrar.
“Ne kadar bir süre?” dedi, kaşları çatılarak.
“Bilinmeyen bir süre.” diye yanıtladım onu, seri bir hızla.
“Üniformaların içerisinde de mi?” diye sordu. Bakışları ile beni boydan boya inceliyor ve anlamak istiyordu.
“Sayılır, komutanım. Sivilde ve karargahta. Operasyonlarda bu şekilde gizlenmeyeceğim.” dedim, gözlerine bakarak.
Bir dakikaya yakın sessiz bir şekilde kaldık, hiçbir şey söylemedi ama gözleri de üzerimde gezinmekten çekinmedi. Ardından sakinlikle sordu.
“Bu seni rahatsız etmiyor mu?” dedi, kendi rahatsız olmuş gibi. Hafifçe kaşlarım çatıldı ama ifademi toparladım.
“Benim için fark etmiyor. Her şekilde Okyanus’um.” dedim, keskin bir netlikle. Bakışmamızı sürdürerek konuştu.
“Gökyüzü gözlerini ve gece saçlarını gizlemişsin, bundan memnun olmamalısın.” dedi, Deniz komutanım.
Gökyüzü gözlerim ve gece saçlarım... Gökyüzü gözlü kız. Bu söz bir yerden çok fazla tanıdıktı. Hoş bir tanıdıklıktı.
“Siz memnun olmamışa benziyorsunuz, komutanım.” dedim, şaka ile karışık. Beklemediğim şey ise ondan gelen ciddi cevaptı.
“Memnun kalmadım. Bu halini değil de önceki halini her gün görmek çok güzeldi.” dedi. Afalladım. Güzeldi!
“Anlamadım?” diyerek sordum, alık alık.
“Askerimi farklı bir dış görünüş ile görmek hoşuma gitmeyecek anlamında söyledim.” diyerek toparladı.
Kemikli eli çenesine gitti ve parmak ucu ile hafifçe çenesini kaşıdı. Ardından avuç içi ile kemikli ve keskin yüz hattı boyunca yüzünü ovdu.
“Anladım, komutanım.” dedim, tepkisiz bir şekilde.
Bakışlarımızla bile anlaşabiliyorken aramızdaki uçurum ve onu görünce hızla çarpan kalbim feci bir zıtlığa sahipti. Yemyeşil ormanları, elalar ile kapanan gökyüzüme değiyordu. Göz teması... Onunla kurduğum göz teması beni heyecanlandırıyor ve her seferinde kalbimin atışlarını daha da arttırıyordu. Zorlukla ciğerlerime bir nefes çektim ve kendimi toparlamak için göz temasımızı kestim.
“Bunu time nasıl anlatacaksın?” diye sordu, benim gibi toparlanıp.
En önemlisi de buydu, hiçbir şey söylemeden timden anlaşılabilirlik beklemek. Onlardan çekinmiyordum, ne tepki vereceklerini kestiremesem de kötü bir tepkileri olmazdı. Aksine yanımda olurlardı, her zamanki gibi...
Sadece ben, Aras’ın ölümünden sonra Alabora Timi ile aramı fazlasıyla açmıştım. Gideni geri getiremiyorduk, hele ki bilinmez bir şekilde gideni... O yüzden görünüşümün değişmesini bir ön ayak olarak görerek Alabora Timi ile de aramı düzeltecektim. Aras ne kadar eksik de olsa, eskisi gibi onlar ile daha samimi olacaktım.
“Daha eksik ve yalın bir şekilde, komutanım.” dedim, kısaca. Bakışlarımı odanın içerisinde gezdirirken konuşması ile ona döndüm.
“Onlara bu durumun Tuğgeneral emri olduğunu da söylemeyeceksin?” dedi, sorar gibi. Bir farkı olmasını istiyor gibiydi. Tabi ki, farkı olacaktı. Okyanus, o senin komutanın! Her şeyde de bir şey arama!
“Asla.” diyerek hızla onu yanıtladım. Söylediğimin ardından bir şey demeden yavaşça ayaklandı. Bu ani kalkışına bir anlam veremesem de peşinden bende ayaklandım. Sessiz bir şekilde bir şey söylemesini beklerken öksürerek konuştu.
“Neden öyle bakıyorsun, Üsteğmen? Timin yanına geçmeyecek misin? Sana eşlik edebilirim.” dedi, yumuşak bir ses ile.
Timin yanındayken ses tonu asla bu kadar yumuşamazdı. Timdekilere de öyle! Bir komutan gibi dimdik durur ve verdiği emirlerde de o ses tonu, duruşu hiçbir zaman değişmezdi. Bazı istisnaları bana karşıydı. Bunu anlayabiliyordum. Hoşuma da gidiyordu.
“Tamam, komutanım.” dedim, sesimi yumuşatarak. Ona uyum sağlamıştım.
Tam olarak konuşmamın ardından başka bir şey söylemeden odanın kapısına doğru ilerledi. Bende onun tam arkasından aramızda iki adım bırakarak ilerledim.
O yürüdükçe kokusu burnuma çalınıyordu. Bir parfüm kokusu muydu? Yoksa sadece duş jeli veya ten kokusu muydu? Veya ben, ondan fazlasıyla etkilendiğimden dolayı her zaman aynı kokuyu mu alıyordum? Bilmiyordum ama içime derin bir nefes çekmiştim.
Odanın kapısını açarak koridora çıktığında koridorun fazlasıyla aydınlık ışığı gözüme çarptı. Deniz komutanımın ise adımları yavaşladı ve bana seslendi. Konuşması ile kendime geldim.
“Neden arkamdasın?” diyerek sordu. Sorusuna karşılık birkaç saniyelik duraksamanın ardından tam konuşacaktım ki, durup bana baktığını gördüm. Hafif çatık kaşları yeşil gözleri ile dikkatimi çekiyordu.
“Yanımdan yürü.” diyerek koridorda ilerlemeye devam etti. Bende arkasından adımlarımı hızlandırarak Deniz Akif’in yanına geçtim.
“Emredersiniz, komutanım.” diyerek kısık bir ses ile mırıldandım. Adımlarımda olan bakışlarımı kaldırdığımda Deniz komutanımı saniyelik bir şekilde yan profilinden görme fırsatım oldu.
Yeni tıraş olduğu belliydi. Sakalsız kemikli yüz hattı yakışıklılığını keskinleştiriyordu. Aynı şekilde asker tıraşı yaptığı kumral saçları ile yüz hattı daha da belirgin oluyordu. Dudakları ise yandan hafif dolgun gözüküyordu. Ona bakarak yürümek biraz zor oluyordu ama gözümün ucuyla önümü de görebiliyordum, yani sorun yoktu.
Yutkunarak onu incelerken yüzünün bir anda bana dönmesi ile önüme döndüm ama ona baktığımı anlamış olmalıydı.
Adamı dikizlemeyi bırak da önüne bak, Okyanus!
“Yüzümde bir şey mi var?” diyerek sorduğunu duyunca alt dudağımı dişlerimin arasına alarak sinirle dudağımı ısırdım. Bu sıralar onu çok göz önünde izliyordum. Yakalanmıştım!
Bakışlarım ona döndü ve düşünüyormuş gibi mırıldandım. Ardından ise hayır anlamında başımı sallayarak konuştum.
“Yok, komutanım. Ne oldu ki?” diyerek sordum, anlamamazlıktan gelerek.
“Bir şey olduğu yok, sanki bana bakıyormuşsun gibi geldi.” dedi, küçük bir ima ile. Yüzünde gizlemeye çalıştığı bir gülümseme oluşmuştu, anlayabiliyordum.
“Anladım, komutanım. Size öyle gelmiş.” dedim, mimiklerimi tutarak. Ardından etrafıma baktığımda yavaş adımlar ile neredeyse timin dinlenme odasına gelmiş olduğumuzu fark ettim.
Deniz komutanımın hızlanması ile bende hızlandım ve birkaç adım ötedeki odanın kapısına hızla vardık. Alabora Timi... Sırada onlar vardı, başka da açıklama yapabileceğim kimim kimsem yoktu zaten.
Kapının önünde durduğumuzda belimde bir el hissettim, küçük bir irkilme ile yanımdaki bedene baktığımda bu elin, Deniz komutanıma ait olduğunu gördüm. Küçük bir soluk vererek bulunduğumuz koridoru kontrol ettim, kimse yoktu.
“Hazırsan geçelim?” dedi, sorarcasına. Evet anlamında başımı salladım, time ne diyeceğimi henüz bilmiyordum. Detaylı bir bilgi vermeyecektim ve doğaçlama ilerleyecektim.
Kafamı sallamam ile Deniz komutanım bizim timin dinlenme odasının kapısını hızla ve sertçe açtı. Biraz hızlı bir giriş olduğu küçücük koltuğa sığamasa da uyuklayarak uzanmış olan Merih’in yerinden sıçramasından belliydi.
Sadece sıçramakla kalmamıştı, zaten sığamadığı koltuktan da hafifçe kayarak bedenin yarısını, üst kısmını yerde bulmuştu.
Bu çocuk nasıl özel kuvvetlere girebilmişti aklım almıyordu! Bir de Üsteğmen olacaktı! Dağda kulağımızın yanından mermiler geçerken, yanımızda bombalar patlarken de böyle olsaydı yanmıştık.
“Komutanlarım!” diyerek sesli bir şekilde bağırdığında kalçasının üzerine düşmesiyle de tekrar acı ile bağırmıştı. Merih henüz bendeki değişikliği fark etmemişti.
Odaya baktığımda ilk görüş açımda olan Merih olsa da ardından Şahin ile gözlerimiz kesişti. Öküzün trene baktığı gibi bana bakıyordu. Elindeki sıcak gözüken ve dumanları çıkan çayı unutmuş gibi hareketsiz duruyordu.
Ozan ise yemek masasına benzeyen masanın sandalyesinde oturuyordu. Önünde kahve olduğunu tahmin ettiğim kupası ve elindeki kalın da olsa katlanmış kitabı vardı.
Arkası hafif bize dönük duruyordu, çapraz bir şekilde oturmuştu. Kapı sesinden dolayı başını çevirmiş bize bakıyordu.
Gözleri saçlarımda dolaştı, ardından kaşları çatıldı ve üzerimdeki üniformaya baktı. İçimizdeki en sessiz o olsa da bir olay olduğunda en sakin ama çok tepkiyi de o verirdi.
Çay demliğinin yanında ise Güney duruyordu, ayaktaydı ve kapının açılmasından sonra olarak bu tarafa dönmüştü. Sarı saçları hafif ıslak duruyordu. Bakışları anlam veremez gibi Deniz komutanımda ve bende dolanıyordu.
Bora ise sessiz bir şekilde time göre en uzak koltukta oturuyordu. Elindeki telefonun ışığı yüzüne vuruyorken bize dönmüştü. Kaşları çatılmıştı ve telefonu kapatıp yanına koyarken bakışları bende kalmıştı. Ne oluyor, der gibi bakıyordu.
Bu kadar sivil gibi takılmalarının sebebi de Deniz komutanımın odaya girdikten sonra rahat olmalarını söylemesiydi.
İlk tepki de Şahin’den geldi. Ben Merih’in patavatsızca bir şeyler söylemesini beklerken onun dili tutulmuş gibiydi.
“Komutanım, yanınızdaki yeni komutanımız mı?” diyerek şaşkın bir ifade ile sordu. Merih yerine patavatsızca konuşan da Şahin olmuştu. İkisi birbirinin yerini doldurmaya yetiyordu zaten!
“Epey tanıdık geldi gözüme.” diyerek herkesin duyabileceği şekilde mırıldanan da Güney’di. Timin en küçüğü ve en akıllısıydı, bana göre. Erkek kardeşim gibi görürdüm onu. Nedensiz.
“Evet.” dedi Şahin, Güney’e dönerek.
“Komutanım?” dedi sorarcasına, Bora. Yanımdaki Deniz komutanımıza bakarak sormuştu.
Onun ardından bize konuşma fırsatı düştüğünde de Ozan araya girdi. Konuşmasını bitirmesi ile de yüzümde apaçık küçük bir tebessüm oluştu.
“Hayır ya! Nasıl tanımadınız, Okyanus Komutanım o! Saçlarını boyatmış da gözüne ne olmuş?” diyerek kaşlarını çatarak konuşan kişi Ozan’dı. Ozan ise Deniz ve benden sonra timdeki en ciddi kişiydi. Sessizdi ama gerektiği yerde konuşurdu ve genelde time abilik yapardı.
“Nasıl?” diyerek hızla araya girdi, Güney.
Herkesin bakışlarının bana dönmesiyle Ozan’ın yanındaki sandalyelerden birini çekerek ters bir şekilde oturdum. Yani sırt kısmı karnıma geliyor gibi bir şey olmuştu.
Oturduktan birkaç saniye sonra tuhaf bir sakinle bakışlarımı hepsinde gezdirdim ve konuştum. Aslında anlatacaklarımı hızla söyledim.
“Bir süre böyle görüneceğim, komutanların haberi var. Aramıza yeni birileri katılırsa da bu görüntüm hakkında hiçbir şey konuşulmayacak.” diyerek kısaca bahsettim.
“Neden ki, komutanım? Ben sizi tanıyamadım valla! Kusura bakmazsanız hiç de hoşuma gitmedi, ben Okyanus komutanımı istiyorum.” dedi, düştüğü yerden toparlanarak bulunduğu koltukta düzgün bir şekilde oturduğunda şaşkınlık ile Merih. Bu sözlerini yüzünü asarak büyük bir samimiyet ile söylemişti.
“Epey bir kusura baktım şu anda Merih Üsteğmenim. Okyanus komutanın burada, gel de bunu üstlerimize anlat!” dedim, gülümseyerek.
“Cidden böyle mi dolaşacaksınız, komutanım.” diyerek sorguladı, Güney. İdrak etmeye çalışıyor gibiydi.
“Evet, tam olarak öyle.” dedim, Güney’e.
Onun ardından hiçbiri konuşmadığında sandalyeye ters oturmanın belimi ağrıttığını fark ettim ve hızla kalkarak kapıya doğru ilerledim. Tam olarak Deniz komutanımın yanında durarak time döndüm ve konuştum.
“Başka bir sorunuz var mı?” dedim. Gideceğim, der gibiydim. Tam ardımdan Ozan konuştu.
“Peki. Ne kadar bir süre, Okyanus komutanım?” diyerek araya girdi, Ozan Üsteğmen.
“Bilmiyorum. Bir süre, Ozan.” dedim, sakince.
Bakışları gözlerimde ve saçlarımda oyalandı, elindeki kitabı kapatarak masaya bıraktı ve gözlerini timde gezdirdi. Aslında bizlere, yani time çok değer verirdi. Bunu belli de ederdi.
“Ben bir şeyi çok merak ettim. Saçınızı mı boyattınız, komutanım?” diyerek araya giren Merih ile düşüncelerimden ayrıldım. Garip garip soruları Merih’ten başka kim sorabilirdi ki? Ha, bir de Şahin!
Merih’in bu sorusu karşılığında yanımdaki Deniz komutanımın gözleri de beni bulmuştu. Onu gözümün ucuyla görebiliyordum. Sanki bu ihtimalden çok rahatsız olmuş gibi bakıyordu. Beklemedim, anında cevap verdim.
“Hayır, tabi ki. Peruk.” dedim, kısaca. Aynı zamanda hayır anlamında omuzlarımı silktim.
“Neden peki, komutanım?” diyerek yumuşak bir şekilde konuşan Bora’ydı. Neden gizleniyorsunuz, demek istiyordu.
“Detaya giremem.” diyerek kestirip attım. Öyleydi. Tuğgeneralin söylediklerini hatırladım.
Bu konu devlet sırrı kapsamındadır. Gereksiz tek kelime bile ihlaldir. İhlali, devlet sırrının ifşası olarak değerlendirilir.
“Yakışmış ama komutanım. Olsun.” diyerek konuştu, Bora.
“Teşekkür ederim.” diyerek onu cevaplarken araya Deniz Yüzbaşım girdi. Böyle bir şey söylemesini beklemiyordum.
“Olmamış, askerimi böyle görmeye alışamayacağım. O belirsiz bir süre bir an önce biter, umarım.” dedi, bana dönerek. Mimiksiz bir şekilde böyle söylemesi bana garip gelmişti ama kaba değildi. Sadece fazla tepkisizdi ve bu söylediklerini duygusuzca ifade etmişti. Keyfimi kaçırmaya yeterdi, sözleri.
“Komutanım her haliyle güzel, komutanım!” diyerek konuşan Güney’di. Bakışlarım birkaç saniyelik ona döndü çünkü Deniz komutanım tekrar konuşunda bakışlarımı Deniz komutanıma çevirmiştim.
“Güzel değil demedim.” dedi, herkesin duyabileceği bir şekilde.
“Mavi gözlerine üniforma daha çok yakışıyordu, demek istedim.” dedi, sadece benim duyabileceğim bir tonda kulağıma eğildikten sonra fısıldayarak.
Yüzümü kocaman bir sırıtış kaplıyor gibi oldu ama anında toparladım. Kalp atışlarım tekrar yükselmeye başladı. Sözleri çok fazla hoşuma gitmişti.
Mavi gözlerine üniformanı çok yakıştırıyormuş, Okyanus!
“Ayrıca siyah saçlarında üniformamızın üzerindeki bayrağımıza çok yakışıyor, diye dedim. Geceliğin gökyüzünde dalgalanan kan kırmızısı bayrağımıza hayran kalırım. Yani hayran kalırız.” diyerek kulağıma fısıldadı.
Simsiyah saçların ile üniformanızın göğsünde gururla taşıdığınız şanlı bayrağı gece gökyüzünde dalgalanan dev bayrağınıza benzetiyor, Okyanus. Hayran kalırmış!
Gözümün ucuyla ona baktığımda bakışlarımız kesişti. Gülümsememek için kendimi şu anda o kadar zor tutuyordum ki! Hayatımda aldığım en güzel iltifat bu sözleri olabilirdi. Neyse ki tim duymuyordu, yoksa biraz fazla utanabilirdim.
“Teşekkür ederim, komutanım. Sizin de orman rengi gözlerinizi üniformamızda taşıyoruz.” dedim. İltifat etmeyi bile becerememiştim. Üstelik timin önünde sessizce konuşurken ifademi sabit tutmakta oldukça zordu, gülümsemek istiyordum.
“Gözlerimin rengini üniformanda taşımak hoşuna gidiyor yani?” diyerek sordu. Eli asker tıraşı olan bol sütlü kahve rengi saçlarına gitti. Avuç içi ile kafasını ovaladı ve benden bir cevap bekledi.
“Elbette.” dedim, sakin gözükerek. Evet, bayılıyorum. Demeliydim!
“Komutanım, konuşmanızı bölüyorum ama biz bahçeye çıkacağız, bize katılmak ister misiniz?” diye sordu, içlerinden biri. O ana kadar onların kendi aralarında sohbet ettiklerini fark etmemiştim.
Bunu soran ise Güney’di. Bakışlarım ona döndü ve cevap vermeden Deniz komutanımın konuşmasını bekledim çünkü o gidecekse bende vardım.
“Hayır, siz takılın.” diyen yanımdaki adamdı. Onun ardından da ben konuştum.
“Yok, siz keyfinize bakın.” dedim, yumuşak bir ses tonuyla.
.
Tekrardan Merhaba, bölüm sonu yine ben geldim 🤭💗
En uzun bölümümüz bugün itibari ile bu bölüm. Bölümü nasıl buldunuz? -->
Deniz Akif ve Okyanus sahneleri? -->
Gerçek Ailemizi özledik, değil mi? Evet. Dalga ve Kül görev sahnelerini okuyacaksınız, ardından da gerçek ailemiz ile sahneler olacak. Tam olarak planlamadım. Sormak istediğiniz bir şeyler varsa sorabilirsiniz? -->
Tuğgeneralimiz? -->
Alabora Timi? 🌊 -->
Deniz'in iltifatları? 🤭 -->
Gerçekten bu bölüm Deniz çok iyiydi. 🫡
Peki ya, kitabımız nasıl ilerliyor? -->
Bir arada görmek istediğiniz kişiler veya aklınızda sahneler oluyor mu? Çok merak ettim, benimle paylaşırsanız düşüncelerinizi okumak isterim. -->
Ve son olarak, biliyorum ki Pars'ı merak ediyorsunuz. O da gelecek. Merak etmeyin, sadece çok fazla konumuz var ve birbirine karışmasın diye uğraşıyorum. Yavaş yavaş işleyeceğim.
Aslında benim tüm planım, Okyanus'un Kara Harp Okulunda ve tüm askerlik hayatı boyunca bu şekilde gizlenmesiydi. Deniz'in de onu bu şekilde tanımasıydı ama böyle olmazdı çünkü ben bu kitabı gerçekçi yazmak istiyordum ve araştırdığımda harp okulunda ve askeri hayatında Okyanus'un peruk ve lens takamayacağını öğrendim. Kurgumuz daha gerçekçi olsun diye bu şekilde hayal ettim ve yazdım. Belki de daha güzel oldu, sadece gerçek ailemiz görünüşümüzün nasıl olduğunu bilmiyor.
Sizleri çok seviyorum, yeni bölümde görüşmek üzere... Okyanus'la🌊 ve Deniz'le🌊 kalın 🫶🏻🫡
Bu bölüm:
4757 Kelime...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 125.12k Okunma |
11.04k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |