
Merhaba :)))
Oy🌟 vermeyi unutmayınız...
Benim akşamım yine gece yarısını buluyor 🤦🏻♀️ jxnxjsjJSJXJSJ
Bol bol yorum yaparak okuyun, olur mu? Yorumlarınızı okumayı çok seviyorum, düşünceleriniz benim için önemli 🫶🏻💞
Umarım bölümü beğenirsiniz, iyi okumalar diliyorum 🤍☀️
.
“Okyanus.” diyerek sorusunu yeniledi, karşımda bulmayı beklemediğim o adam. Şaşkınlıkla sarı kafaya bakarken Deniz’in de benimle aynı tepkileri verdiğine emindim.
Karşımda takım elbisesinin içinde bir adet Güneş Kızıl bulunuyordu. Alnına gelen sarı saçlarını dağınık bırakmıştı. Masallardaki altın sarısı saç tellerine sahip prensler gibi gözüküyordu ve bu derece yakışıklılığının farkında bir şekilde dik bir duruş sergiliyordu.
“Asıl sen! Senin burada ne işin var?” dedim, tepkisiz durmaya çalışarak. Buna rağmen şaşkınlığım belli oluyor olmalıydı. Altın prens de çok şaşkın gözüküyordu. Tanıdık bir isim, görevi oldukça tehlikeye sokabilirdi. Olduğum yerde hafifçe hareketlendim, gerilmiştim.
“Ben mi?” dedi ve düşünüyormuş gibi duraksadı.
“Ailemin temsilcisi olarak buradayım.” dedi. Doğru ifade etmek ister gibiydi ama anlatamamıştım. Hafif kaşlarım çatıldı ve sordum.
“Anlamadım?” dedim, sorarcasına.
“Güneş dedesi adına burada. Kızıl Ailesi, Şanlıurfa’da oldukça toprak sahibi mi diyebilirim?” dedi, yanımda duran Deniz, Güneş’e bakarak. Ben cevabı altın prensten beklerken Deniz Akif’in konuşmasını beklemiyordum. Kafam ona döndü, söyledikleri ile Güneş’in ne demek istediğini biraz anlamış gibiydim. Aşiret misiniz, cidden?
“Evet, öyle diyebiliriz. Emir ve kuzenimiz de benimle geldi ama siz? Birlikte, burada ne işiniz var?” dedi, anlamsızca bakarak. Gerçekten de bir altın prensmiş!
“Elleriniz?” dedi, soru sorar gibi.
Ne diyebilirdik ki? Görevdeyiz mi? Bu... Asla!
Hem ellerimizi nasıl görmüştü? Yani bir şey saklamıyorduk ama ellerimiz, onun olduğu yere göre masanın arkasındaydı. Belki yanımıza gelmeden önce görmüştü, davet salonuna da bu şekilde girmiştik. Doğru!
O sırada kulağımdan bir ses geldi. Bu ses ile hafifçe irkildim, o ana kadar Tuğgeneralin küpelerimden hem burayı dinleyip hem de konuşabildiğini, kolyemden etrafımızı kontrol ettiğini unutmuş gibiydim. Aynı sesi Deniz de duyuyor olmalıydı ama altın prensin duymasının imkanı yoktu.
“Görevde olduğunuzu söylemeyin. Davet boyunca tanışmıyormuş gibi davranmanız gerektiğini söyleyerek bir açıklama yapmadan yanınızdan gönderin.” dedi, kulağımdaki Generalin sesi. Operasyonu o yönetiyordu, dediğini yapmalıydık. Peki ya, bu aksi doktor başımızdan gider miydi? Onu da söylediklerimizle görecektik!
“Bunu boş ver Güneş, daha sonra konuşuruz.” dedi, Dalga. Konuşacaktı ki, araya girdim. Kısa kesmek istiyordum.
“Davet boyunca birbirimizi hiç tanımıyormuş gibi yapalım, altın prens. Gerçek isimlerimizle de bize seslenmezsen sevinirim.” dedim, hızla.
Söylediklerimin ardından sorusuna cevap alamamaktan yüzünde keyifsiz bir ifade oluştu. Ağzını açtı ve tam bir şey söyleyecekti ki duraksadı. Özellikle beni olmak üzere ikimizi de kısaca inceledi ve sakince konuştu.
“Tamam.” dedi ve ardından Deniz’e bakarak.
Ailenin sorunsuz çocuğu! Kesinlikle bu!
“Daha sonra konuşalım.” dedi. İmasını ben bile anlayabiliyordum. Bu ikilinin arasında ne olduğunu anlayamamış bir şekilde bakışlarım onların arasında dolaştı.
Biz başka bir şey söylemeden Kızılların altın prensi, Güneş Kızıl geldiği gibi masamızdan ayrıldı. Nereye gittiğine baktığımda çaprazımızda olan bir masada duraksadığını gördüm. Masada iki adam daha vardı, biri Emir Savcıydı. Diğerini de tanımıyordum. Bakışlarımı masalarından çekerek elimi sıkıca tutan adama çevirdim ve o merak ettiğim şeyi sordum.
“Siz nereden tanışıyorsunuz?” dedim, acele bir soru olmuştu. Daha önceden tanıştıkları belliydi. Ayrıca birbirlerine karşı pek samimi bir tutum sergilememişlerdi. Araları bozuk gibiydi.
“Çok eskiden tanışıyoruz, çocukluktan gibi bir şey.” dedi, onların masasına kitlenmiş bir şekilde.
Kesinlikle o hastane odasında tanışmadıkları belliydi. Öyleyse neden o anda birbirlerini tanıdıklarını belli etmemişlerdi.
“Kavgalı mısınız?” dedim, hiç düşünmeden.
“Güneş ile ufak bir atıştık, o kadar.” dedi, oldukça sert bir tonda açıklama yapmadan.
“Hastanedeyken hiç tanışıyormuş gibi gözükmüyordunuz.” dedim, kısık bir sesle. Ondan daha detaylı bir cevap bekliyordum ama o istediğimi vermemişti.
“Onlar kızlarının derdindeydi, ben de senin. Selamlaşmak o an aklımıza gelecek son şeydi.” dedi, bakışlarını davet salonunda gezdirirken. Arada bende etrafı kontrol ediyordum ama üç hedefte salonda değildi.
Sende benim derdimdeydin? Tuğgeneral konuşmamızı duymuyor olsaydı, ona soracağım soru buydu. Alt dudağımı hafifçe dişleyerek sorumu yuttum. Tek takıldığım nokta buydu.
“Görev hariç her şeye odaklanmış gibisiniz. Toparlanın! Orada durumlar ne?” diyen ses ile kendime geldim. Konuşan Tuğgeneraldi.
“Komutanım, üç hedefte salonda gözükmüyor.” dedim, belli etmeden gözlerimi etrafımda gezdirerek.
“Anladım, Kül. Dikkat çekmeden hafifçe dön ve bana etrafı göster.” diyerek emir veren Tuğgeneral ile hareketlendim. Demek istediği şeyi anlamıştım, kolyemden etrafı görmek istiyordu.
Hafifçe Deniz’e döndüm ve konuştum. Hem etraftan hem de yanımızdaki masalardan dikkat çekmememiz için bu şekilde davranıyordum.
“Avizeler ne kadar da güzel, öyle değil mi?” dedim ve bakışlarımı ondan çekerek tüm salondaki avizeleri hafifçe dönerek inceledim. Boynumdaki kolye ise salonu tüm açı ile çekmiş olmalıydı.
“Evet, öyle.” diye bir yanıt aldım, Dalga’dan. Aynı esnada Tuğgeneralin sesi duyuldu.
“Tamam, bu kadarı yeterli. Davetteki insanları kontrol edeceğim.” dedi, General.
“Bunu neden yapacaksınız, komutanım?” diyerek sordu, Dalga.
“Davetliler arasında size sorun çıkaracak birileri var mı diye teyit edeceğim.” dedi ve sessizliğe büründü, General.
Onun sessizliği ile ikimizde sessizliğe büründük. Dikkat çekmemek için etrafıma kısıtlı bakışlar atarken masaların aralarında gezen garsonlar dikkatimi çekti. Garsonlar kırmızı, beyaz ve siyah renklerden oluşan takım elbiseler giyinmişlerdi.
Aynı anda gözlerim, bahçedeki garsonu aradı ve çok uzun sürmeden de buldum. Çapraz masamıza elindeki içeceklerden birkaç tane bırakarak bizim masamıza doğru geliyordu. Onda bir gariplik vardı. Bakışlarımı hızla çevirdim, ona hiç bakmamış gibi masamıza gelmesini bekledim.
“Efendim, bir şey alır mıydınız?” diye saniyeler içinde duyduğum ses, tam da tahmin ettiğim gibi bahçede dikkatimi çeken garsona aitti.
Garsonun sözlerinin ardından bakışlarımı ona çevirdim. Gözlerim elindeki tepsideki içeceklere kaydı ve yavaşça bakışlarım yüzüne çıktı. Mimiksiz bir şekilde karşımdaki çocuğa bakarken onun da bana baktığını fark ettim.
Şaşırdığım şey de bu oldu. Diğer garsonlar masalara bir şeyler dağıtırken kafaları eğikti ve göz teması kurmuyorlardı ama bu çocuk, bilerek bana bakıyor gibiydi. Herkese aykırı. Tepkisiz kaldım.
“Kalsın, gece daha uzun.” diyen sert ses ile garsonun bakışları sesin geldiği yöne döndü. Yani Dalga’ya. Bakışlarını inatla yüzümüze dikmiş gibiydi.
“Peki, efendim.” diyerek yanımızdan ayrıldı.
Garsonun gidişi ile bakışlarım Dalga’ya döndü. On sekiz yaşlarındaki bu çocuk neden bu kadar dikkatimi çekmek istiyordu ki! Bir şeyler vardı.
“O garson diğerlerine göre farklı davranıyor, fark ettin mi?” diyerek sordum. Soruma bir cevap alamadan yüksek bir ses duydum.
“Merhabalar.” diyen bir erkek sesiydi.
Tüm salonun duyacağı bir sesti, bu ses tam da arkamdan geliyordu. Arka çaprazımdan. Yavaş bir şekilde arkama döndüm. Salondaki herkes de benim gibi arkamdaki sese doğru döndü.
Arkamı döndüğümde belimde sıcak bir el belirdi. Bu his çok güzeldi. O an için bu sıcaklığa odaklanmamaya çalıştım ve karşımdaki adamları incelemeye başladım.
Dört kişilik görkemli masa. Ellili yaşlarını tamamlamış olduğunu varsaydığım bir adam vardı, konuşan da bu olmalıydı. Özel tasarım olduğunu tahmin ettiğim sade diyebileceğim gri bir takım elbise giymişti. Aklaşmış, gri saçları özenle geriye doğru taranmıştı. Koyu gözleri tüm salonda dolaşıyordu. Bu adamı, aynı anda tanıdım.
Okan Yalçınkaya. Yakamoz Bey.
“Öncelikle burada olduğunuz için teşekkür ediyor ve niçin burada olduğumuzu hatırlatmak istiyorum.” diyerek konuşan Okan Yalçınkaya ile bakışlarım arkasındaki adamlara kaydı.
Korumaları olduğunu tahmin ettiğim üç tane adam, masanın arkasında ellerini birleştirmiş bir şekilde ayakta duruyorlardı. Başları da aynı garsonlarda olduğu gibi eğikti. Bu adamın çalışanlarını aşağıladığı o kadar belli oluyordu ki!
Okan Yalçınkaya’nın tam yanında ve bir adım arkasında olan isim ile Baha Tuğrul’du. Tuğgeneral resimlerini gösterdiği için ikisini de tanımam saniyeleri almamıştı.
Okan’a göre daha genç olan kırklı yaşlarının başında olduğunu tahmin ettiğim Baha Tuğrul, epey yapılı gözüküyordu. Sarışın diyebileceğim bir kumrallıktaydı ve koyu mavi gözlere sahipti. Özel dikim olduğunu tahmin ettiğim sade, gözleriyle neredeyse aynı renk olan bir takım elbise giymişti. Lacivert.
Bu iki adamı, hemencecik yan yana görmeyi asla beklemiyordum. Ben onları incelerken Okan Yalçınkaya tekrar konuştu.
“Tüm sene işlerinizde büyük bir çaba ile başarı elde ettiniz. Çok güzel ortaklıklar yaptık. Bugün de eğlenmek için buradayız.” diyerek ekledi, Yakamoz Bey. Çok işimize yaradınız, demek istiyor.
“İyi eğlenceler diliyorum ve numaralarınızı iyi korumanızı öneriyorum.” dedi ve küçük bir kahkaha attı. Ne demek istediğini hemen anlayamasam da çok düşünmeden anladım. Garsonların bahçede dağıttıkları numaralı kağıtlardan bahsediyor olmalıydı.
Konuşmasının ardından salondaki topluluktan küçük bir alkış koptu. Ellerim yavaş bir biçimde göğsümün hizasına geldi ve umursamazca, yavaş bir şekilde salonun alkışlamasına katıldım. Adamın tam karşısındaydım ve dümdüz ona bakıyordum.
Alkışların durulmasının ardından bakışlarını kalabalıkta gezdirerek yavaşça masaya geçti. Masaya oturmasının ardından karşısındaki Baha Tuğrul da tam yanına oturdu.
Dikkat çekmemek için bakışlarımı onların masasından çekerek karşımdaki adama yönlendirdim. Uzun boyda olan yuvarlak masada karşılıklı olarak duruyorduk, biraz önceki gibi yan yana, arkamız dönük kalamamıştık. Şimdi hem onların masasını hem de davetlileri görebileceğimiz bir açıdaydık.
Evet, o göz teması kuramıyordu. Tam arkasında olmasa da arka çaprazında olan masaya bakmak için arkasını dönmesi gerekirdi. Benim ise ön çaprazımda olan masalarına bakmak için herhangi bir çaba göstermeme gerek yoktu.
Mavilerim Deniz’in yeşilleri ile buluştuğunda elini kaldırarak hafifçe çenesini kaşır gibi yaparak bana doğru eğilerek konuştu.
“İki hedef de tam arkamızda, oturuyorlar. Sakin bir konuşma içerisinde olmalılar. Yönüm onlara dönük olmadığı için göz teması kuramıyorum.” dedi, bana karşı konuşuyormuş gibi gülümseyerek. Etrafımızdaki insanların sesi oldukça yüksek olduğu için ben bile onu zor duymuştum. Yoğun bir kalabalık yoktu ama davet salonu oldukça sesliydi ve rahatsız olmamı sağlayacak kadar karışık parfüm kokuları vardı.
“Harun Polatlı, ya o?” dedi, General. Harun Polatlı’nın davet salonunda olup olmadığını soruyordu. Şu ana kadar hiç görmemiştim ama bakışlarımı Deniz’den çekerek tekrar bir kontrol etmek istedim.
Çok detaylı olmasa da Deniz’in arkasındaki masaları kısaca inceledim. Deniz’de benim gibi, arkamdaki masaları davet salonunu gözleri ile hafifçe taradı.
Deniz’in arkasındaki masaları incelerken kısa bir an bakışlarım aksi doktorun masasına düştü. Masalarına gelmiş olan tanımadığım birkaç insan ile normal bir sohbet içerisindeydiler ama dikkatimi çeken bir şey vardı. Emir Savcı. Evet, o. Bakışları bizim olduğumuz tarafta dolanıyordu ve bir an göz göze geldiğimizi hissettim. Anında bakışlarımı onlardan çektim ve Tuğgenerali cevaplandırdım.
“Yok, komutanım. Hiçbir yerde gözükmüyor.” dedim ve ardımdan Deniz’de bana katılırcasına evet diyerek mırıldandı. Tuğgeneral herhangi bir şey söylemediğinde kısa bir sessizlik oluştu.
Ön çaprazımdaki dörtlü masada yüzleri bana dönük olarak yan yana oturan iki adam, derin bir sohbet eşliğinde yemek yiyordu. Kaçamak bakışlarım ile onları incelediğimde aklıma gelen soru ile ağzım açıldı ama Tuğgeneralden gelen ses ile konuşmadım.
Burada böylece duracak mıyız, komutanım? Bunu soracaktım. Daha ne kadar bekleyecektik? Buraya böyle durmaya gelmemiştik anlaşılan!
“Dalga, Kül. Oradasınız, sesimi net alabiliyorsunuz değil mi?” diyerek sordu. İkimizde kısaca evet diyerek cevap verdik.
“Okyanus’un boynundaki kolyede de bir sorun yok, anlık olarak görüntülere ulaşabiliyorum.” dedi General, kendi kendine. Ve ekledi.
“Birazdan temkinli bir şekilde Yakamoz Bey ve Baha Tuğrul’un masasına ilerleyeceksiniz. Tekrar ediyorum, her bir hareketiniz bile önemli. Dalga, ismin Kayahan. Esra ile evlisin. Kül, ismin Esra. Yarı İspanyol’sun ve İspanyolca biliyorsun. İkinizde daha önce kimliğinizi açık etmediniz, anlaşmalı da olsa evlisiniz. Gerçek bir çift gibi davranacaksınız.” dedi, Tuğgeneral. Odasında anlattıklarının özetini geçiyordu, unutmamış olmama rağmen pür dikkat dinledim.
“Emredersiniz, komutanım.” diyerek mırıldandım, dudaklarımın arasından. Kimsenin duymayacağı gibi General bile duymamış olabilirdi.
“Masalarına gideceksiniz ve kendinizi tanıtacaksınız. Genel bir sohbet ile ne konuştukları veya yaptıkları işler hakkında konular açabilirsiniz. Benden bir komut gelmeden kalkmayın. Deniz, Harun Polatlı’nın davet salonuna girişinden haberim olmalı. O masada, bunu sesli bir şekilde dile getiremeyeceğiniz için bana bir işaret ile bu durumu belli et.” diyen Tuğgeneralin ardından suskunluğumu sürdürdüm.
Bu sefer Deniz atıldı. Saatin takılı olduğu eli çenesine çıktı ve çenesini kaşırken gülümseyerek bana bakarak konuştu. Gülümsemesi ile yüzümde küçük bir mimik oynaması oldu. Ona gülümsemek istemiştim ama görevde olduğumuz için tepkilerimi daha net kontrol edebiliyordum.
Evdeki samimiyetimizin ardından davetteki soğukluğumuz bu yüzdendi çünkü o da benim gibi operasyon ile sivil hayatın birbirine karışmaması gerektiğini çok iyi biliyordu.
“Harun Polatlı, davet salonuna giriş yaptığında üç kere sesli bir şekilde öksüreceğim, komutanım. Okyanus için de aynı şey geçerli olsun, ikimizden biri hedefi gördüğünde üç kere sesli bir şekilde öksürecek.” dedi, Dalga.
Mantıklıydı. Daha önce öksürmemiz gerekirse de bir, iki kere öksürebilirdik. Yani karışıklık olmasın diye sayı vermesi mantıklıydı!
“Güzel fikir, Dalga. Şimdi el ele, yavaşça masanızdan ayrılarak onların yanına geçin.” diyen Tuğgeneralin sesi kulaklarımdayken bakışlarım karşımdaki adama çıktı. Gözlerimiz kesişti ve Generalin sözlerini sorgulamadan masadaki kolunu çekerek yanıma yaklaştı.
“Tamamdır.” dedi, Dalga. Etrafımızdaki insanların dikkatini çekmemek için komutanım kelimesini kullanamazdık.
Yanıma yaklaşarak bir şey söylemeden çok belli olmayacak şekilde elini uzattı. Tutmam için uzattığı sağ elinin içine tereddütsüz bir şekilde sol elimi bıraktım.
Birbirine kenetlenen ellerimiz ile ilerleyerek biraz önce bulunduğumuz masadan ayrıldık. Başımı dik tutarak etrafımı çok incelemeden yaklaştığımız masaya baktım.
Önlerinde duran tabaklara çok odaklanmadan ellerindeki alkollü içeceklerden birer yudum alarak sohbet eden bu iki adam. Üç hedefimizden ikisi onlardı.
Küçük bir avizenin altında olan bu masaya bakmak bile gözlerimi üst üste birkaç kez kırpıştırmama neden olmuştu. Onlara yaklaştığımızda yavaşladık ve yavaş adımlar ile masalarının tam yanına geldik.
İlk olarak gözüme bakışları yavaşça bize doğru kalkan Okan Yalçınkaya çarptı. Yani Yakamoz Bey. Ayrıca yanındaki Baha Tuğrul’da bize döndü. İkilinin sohbetini güzel bir yerden bölmüşüz gibi duruyordu. Sahteliğimi yansıtmayan hoş bir gülümseme ile bakarken Dalga benden önce atılarak rolünü oynamaya başladı.
“Merhaba, Yakamoz Bey.” dedi, elimi hiç bırakmayacak şekilde sıkıca tutan Dalga. Dümdüz bir şekilde merhaba demesi benim de garibime gitmiş olsa da ne diyebilirdi ki?
Üstelik sıcak eli aklımla oynuyor ve bana görevimizi bile unutturacak derecede etki sağlıyordu. Kendine gel, Okyanus. Ne yeri ne zamanı!
“Merhaba, tanışıyor muyuz?” dedi Yakamoz Bey, oturduğu yerde üstten bir bakış atarak. Sessizliğimi korudum.
Yakamoz Bey kimliğini pek fazla kimsenin bilmediğini biliyorduk. Hatta belki sınırlı kişiler... Bu sebeple bizi detaylıca incelemeye başlamıştı. Anlamsız bakışları üzerimizde dolanırken Deniz konuştu.
“Tanışmıyorsak da tanışalım. Ben Kayahan Kılıç.” diyerek elini uzattı. Kendine güveni tamdı ve bu o kadar çok belli oluyordu ki! Alçak bir şekilde uzattığı eli boş bir şekilde duruyordu. Bu detay dikkatimi çekmişti. Karşısındaki adama saygı göstermediğini buradan bile kanıtlıyordu.
Yakamoz Bey ise duyduğu isim ile Deniz’in yüzünü daha derin incelemeye başladı. Saniyeler bile geçmeden yüzünde şaşırdığına dair kısa bir mimik oluştu ve çok beklemeden sandalyesini hafifçe iterek ayaklandı. Bu hızlı ayaklanışı, beni şaşırtmış olsa da tepkisiz bir şekilde karşımdaki adamı seyrettim.
Ayaklandığı gibi Deniz’in özensiz bir şekilde uzattığı elini Dalga’in aksine sıkıca kavrayarak konuştu.
“Okan Yalçınkaya, zaten biliyorsunuzdur.” dedi, küçük ve ezbere bir gülümsemeyle. Bilmez miyiz?
“Elbette.” diyerek kısa bir cevap verdi, Dalga.
Dalga’nın bu cevabının üzerine bakışlarım Baha Tuğrul’a döndü. O da Yakamoz Bey’in tam ardından ayaklanmıştı.
Anladığım kadarıyla Kayahan Kılıç ve Esra Hidelgo Kılıç, kendini buradaki herkesten üstün gören bu iki adamın bile üzerindeydi. Sahte kimliğimiz olan bu çift, çok önemli olmalıydı. Bu iki adam, bu çifte saygı duyuyordu. Hayır, bu saygı duymak değil de zorunluluktu. Bu, beni daha da meraklandırdı.
Ayaklanan Baha Tuğrul, Okan Yalçınkaya’nın arkasından elini uzatarak konuştu.
“Ben, Baha Tuğrul.” dedi. Yüz ifadesi sabitti.
Deniz ise adamın uzattığı eline karşılık elimi sıkıca tuttuğu elini değil de diğer elini uzattı. Bu sebeple adam diğer elini uzatmak zorunda kaldı.
Kısa bir el sıkışmasının ardından Baha Tuğrul ile göz göze geldim. Göz göze gelmemizin tam üzerine konuştu.
“Yanınızdaki bu güzel hanımefendi de kim?” dedi, Baha Tuğrul. Bana bakarak söylediği bu sözlerin ardından Dalga konuştu. O, elimdeki tutuşunu arttırırken artık bende sessizliğimi sonlandırmam gerektiğini anladım.
“Eşim, Esra Hidelgo Kılıç.” dedi, nefesini vererek. Eşim kelimesinin üstüne basa basa söylemişti, bu farklı bir şekilde mideme garip bir hissin düşmesini sağlamıştı.
Baksana eşim kelimesi ağzına çok yakışıyor, Okyanus. Görevdeyiz. Görevdeyiz, kafamı en çok karıştıran insan yanımda ama ona odaklanmamalıyım.
Elini uzattığında sıkmak için elimi uzatacaktım ama adamın uzattığı elini tutmam için Deniz ile el ele olduğum elimi uzatmam gerektiğini fark ettim. Küçük bir şekilde elimi elinin arasından çekmek istesem de elimi sıkıca tutan eli, elimi bırakmadı.
Bende aynı onun gibi adama ters olan diğer elimi uzatmak zorunda kaldım. Adam da diğer elini uzattığında kısa bir şekilde el sıkıştım ve ardından Yakamoz Bey ile de el sıkıştım. Ne kadar da uzun süren bir tanışmaydı! Ve gericiydi!
Tüm bu olanların ardından Yakamoz Bey’in söyledikleri ile tamamen istediğimiz gibi ilerlediğimizi fark ettim.
“Masaya buyurmaz mısınız?” dedi, sert olmayan bir tonla. Sesinden hakimiyet akıyordu.
Sözlerinin ardından hemen atlamadık. Kısa saniyelerin ardından bakışlarım ellerimizin sıkıca kenetlendiği adama döndü. Birbirimize bakmamızın ardından bu sefer ben atıldım.
“Olabilir, değil mi hayatım?” diyerek Deniz’e sordum. Zaten bunun için buradaydık!
“Tamam, geçelim.” diyerek Yakamoz Bey’e dönen Dalga ile derin bir nefes aldım. Dalga’nın geçelim demesiyle birlikte Okan Yalçınkaya ve Baha Tuğrul da yavaşça yerlerine geçtiler.
Dalga ile ellerimizin ayrılmasıyla yavaşça ilerleyerek yan yana olan iki sandalyeden birine geldim. Tam arkamda olan adam tarafından sandalyemin çekilmesi ile küçük bir afallama yaşasam da belli etmeden ona uyum sağladım. Küçük bir teşekkür ile yerime oturduğumda Dalga da yanımda yerini aldı.
Masada oluşan ufak sessizlikte karşımdaki Baha Tuğrul’u ve çaprazımdaki Okan Yalçınkaya’yı inceleme fırsatım oldu.
Altmışlı yaşlarına merdiven dayamış olan Okan Yalçınkaya, çok da yaşlı gözükmüyordu. Otoriter bir suratı vardı. Resimdeki gibi aklaşmış ve geriye taranmış gri saçları ile uyumlu sade, gri özel dikim takım elbisesi, yakından daha detaylıydı. Koyu gözleri ile bize odaklanmıştı.
Bastonunu oturduğu sandalyenin tam yanına bırakan Okan Yalçınkaya, bastonsuzda yürüyebiliyor gibiydi. Bu davet salonunda onu gördüğümden beri fark ettiğim bir şeydi.
Baha Tuğrul ise kırklı yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim ve resimden de gördüğüm gibi yapılı olan bir adamdı. Sarışındı. Özel dikim lacivert takım elbisesi, gözlerinin tonu ile bire bir aynıydı. Bakışları da hiç hoş hissettirmiyordu.
Bu iki adamı tekrardan kısaca incelememin sonucunda sessizliğimiz Yakamoz Bey’in konuşması ile bölündü.
“Ne kadar davet etmiş olsam da sizleri bugün burada beklemiyordum. Yıllardır sakladığınız kimliğinizi benim davetimde açık edeceğiniz aklımın ucundan bile geçmezdi.” dedi, sakince. Kendi daveti olduğunu üzerine basa basa söylerken şaşırdığını da belli etmekten kaçınmıyordu.
“Dalga, ona rahat bir şekilde şunları söylemeni istiyorum. Babalarımızdan dolayı bizimle böyle konuşmanıza gerek yok, daha rahat olabilmenizi istiyorum.” diyen Generalin sesi benim de kulaklarımdaydı. Onun hemen ardından Dalga’nın sesini duydum.
“Rahat ol, Yakamoz Bey. Davetinde dikkat çekmek ister gibi bir niyetimiz yok. Çağırdın, geldik. Ayrıca babalarımızdan dolayı bizimle böyle konuşmanıza da gerek yok, daha rahat olabilmenizi istiyorum.” dedi, Tuğgeneralin emrini yerine getirerek. Bu sözler Deniz’in ağzında garip durmuştu, kendime yanımdaki adamın Dalga olduğunu hatırlattım.
Daha rahat olmalarını istediğini söylerken ki hali tamamen Askeriyede emir veriyormuş gibiydi. Üzerindeki o rahatlığı, sesindeki o hüküm tamamen farklı bir kişiye aitti. Bu adam daha önce oyuncu muydu? Diye düşünmeme sebep olabileceğim kadar bu görevde sırıtmıyordu. Şaşkınlığımı içimde sakladım.
“Hoş geldiniz, tabi ki. Sadece beni şaşırttığınızı bilin istiyorum. Beni yanlış anlamamışsınızdır, umarım. Dahası rahatız, elbette. Değil mi, Baha? Bizde tam işlerimiz hakkında konuşuyorduk.” diyen Yakamoz Bey, bakışlarını yanındaki sarışın adama çevirdi.
“Elbette, Yakamoz ile güzel ortaklıklarımız olacak.” dedi, yanındaki adama imalı bir bakış atarak.
“Yakamoz Bey demenize de gerek yok, Yakamoz diyebilirsiniz. Yakın olduklarım öyle hitap eder.” diyerek ekledi, Yakamoz Bey.
“Yakın olduğumuzu nereden çıkardınız?” diyerek atladım. Çenemi dik bir şekilde tutarak onlara bakıyordum. Ses tonumdaki farklılık bile beni şaşırtmıştı.
“Babalarınızla çok samimiydik. Sizlerle yeni tanışmış olsak da bu samimiliğin süreceğini düşündüm. Rahatsız hissettirdiysem, üzgünüm.” dedi, çaprazımdaki Yakamoz Bey.
Üzgünüm lafları genelde böyle insanlar tarafından nadiren kullanılırdı. Bu sözü ondan duymak kesinlikle onlardan çok daha üstün bir konumda olduğumuzu anlamamı sağladı. Yani bizim değil de Esra ve Kayahan Kılıç çiftinin.
“Ne rahatsızlığı. Sadece yakınlığımızı merak ettim ve sordum, Yakamoz.” dedim, hiç düşünmeden kelimelerimi sıralarken.
Diksiyonuma çok dikkat ediyordum. İspanyolcadan Türkçe öğrenmiş gibi bir aksan kullanmaya çalışıyordum, tam olarak olmadığına emindim. Sonuçta Esra’nın annesi Türk’tü, bu sebeple düzgün Türkçe konuşsam da sorun olmayacaktı ama küçük bir aksan katıyordum.
“Babanın ondan hiç bahsetmediğini söyle, Kül. O noktada onunla yeni tanışmış oluyorsun. Bu işimize gelir, bilmediğimiz geçmişi kazmayalım. Yani henüz değil.” diyen Tuğgeneralin sözleri, bu sefer banaydı.
Aksine bilmediğim geçmişleri kazmayı çok severdim ama görevde değil. Komutanımın sözünü çiğneyerek emre itaatsizlik yapacak halim yoktu, onu dinledim.
“Babam sizden hiç bahsetmemiş olsa da samimiliğinize inanmayı seçiyorum, Yakamoz.” diyerek ekledim. Gözlerimi üzerine diktiğim gibi kendime güvenen bir ses tonum da vardı.
“Teşekkür ederim, küçük hanım.” diyen ses, Okan Yalçınkaya’ya aitti. Bu hoşlanmadığım samimiyete karşılık düşünmeden birkaç şey söyledim.
“Ben samimiliğinize inanıyor olsam da samimi olduğumuzu sanmıyorum. Esra Hanım diyebilirsiniz.” dedim, sert bir tonla. Biraz önceki tavrına atıf yapmayı tercih etmiştim.
“Kül, ne yapıyorsun? Adamlara yakın davranmalısınız, bu şekilde çıkışarak ağızlarını arama şansını kaçırmanıza sebep olacaksın!” dedi General, hiddetle kulağımda. Bu sözlerine karşılık yutkundum.
“Eşim biraz inatçıdır. Emin olmadığı konuları üstelemeyi sever.” diyen Dalga, masanın altından elini bacağıma attı. Daha doğrusu elini, diz kapağıma koydu. Yırtmacımdan açılan dizime. Sıcak eli, hafif soğuk olan tenimi ısıtırken tepkisiz kaldım. Bunu kafamı karıştırmak ve susmamı sağlamak için yapmış olmalıydı.
Yapmasındı. Yanımdaki adamın Dalga olduğuna kendimi inandırmışken beni Deniz ile baş başa bırakıyordu.
O andan sonra başka bir şey konuştular mı? Bilmiyordum. Kulağımı onlara vermeye çabaladım. Tenimdeki elini hissettikçe de bu zor oluyordu.
Bacağımı hızlı bir şekilde titretmeye başladım, bir tepki vermediğinde yavaş bir şekilde elimi elinin üzerine koyarak elini dizimden çektim. Bu davranışımın üzerine derin bir nefes alarak masadaki sohbete odaklandım.
“Peki ya siz, bizi neden masanıza davet ettiniz? Söyleyecekleriniz mi var?” dedi, Dalga. Kafamı ona çevirerek yüzüne baktım. Sivri burnu ve biçimli dudaklarıyla yan profilinden oldukça iyi gözüküyordu.
“Onur konuklarımı bu masada ağırlamazsam büyük bir saygısızlık olurdu.” diyerek cevapladı, Yakamoz.
“Daha önce Baha Bey ile iş konuştuğunuzdan bahsetmiştiniz. Sizi rahatsız ediyorsak kalkalım.” dedi, Dalga. Konunun nereye geleceğini anlamıştım. Sessiz kaldım.
“Rahatsızlık mı? Lütfen, duymayayım. Biz konuşmamıza da devam ederiz, yabancı sayılmazsınız. Daha önce sormadım, kusura bakmayın. Yiyecek bir şeyler alır mısınız?” dedi, bakışlarını bana değdirdikten sonra konuşmasının bitmesi ile çekerken.
“Yok, aç sayılmayız.” dedim, yumuşak bir şekilde konuşmaya çabalayarak.
Sözlerinin ardından tepemizdeki üç korumasının tam yanındaki garsona işaret etti. Garson aldığı işaret ile masanın tam dibine geldiğinde yüzü bize doğru eğik olsa da bakışları yerdeydi. Göz teması asla yoktu. Bu garsonu daha önce içeride görmemiştim. Masanın başında da değildi, salona yeni gelmiş olmalıydı.
“Masayı topla ve hepimize birer su getir.” diyerek çocuğa emir verdi. Çatık kaşlarına bakılırsa garsonlardan pek hazzetmiyordu.
Anlamsızca Yakamoz’a baktım. Garson masanın başından ayrıldığında sesimi sakince çıkartarak bir soru sordum. Belki de yine sormamam gereken bir şeydi ama ben buydum. Görevi evirir çevirir, gerekirse batırır toplardım ama en sonunda başarıyla tamamlanırdı ya, o yeterdi. Gerekli buluyorsam konuşurdum.
“Çalışanlarınız, sizinle neden göz teması kurmuyor?” diyerek sordum. Sorumla birlikte bakışları bana doğru kalktı. İfadesiz bir suratla gözlerimi üzerinden ayırmadan ona odaklandım.
“Benim emrimdeler. Bu şekilde uygun gördüm.” dedi, sorumu asla yanıtlamadan. Sessiz kaldım. Gereksiz bir konuşma olmuştu, kabul! İstediğim cevabı alamamıştım. Gerçi, ne bekliyorsam!
Masaya oturalı neredeyse on beş dakikayı aşkın bir süre olmuştu. Adamların yapacağı silah kaçakçılığı ile ilgili sözlü birkaç bilgi öğrenmek istiyordum. Bu yüzden onlara bu kadar odaklanmıştım ama asıl görevimizi unutuyorduk. Harun Polatlı! O adamın davet salonuna girip girmediğine bile bakmayı es geçmiştik. Kafamı kaldırarak garsonun gelişini fırsat bilerek davet salonunu gözlerimle hafifçe taradım.
Çok vakit kaybetmedim. Tüm davet salonunu gözlerimle taradım ama adamı göremedim.
Harun Polatlı, bu davete gelmeyecek miydi? Onun bu davete katılmaması demek, yüzüğe ulaşamayacağız demekti! Ayrıca o, bu davete katılmazsa aldığımız bilgi de tamamen yalana dönüşüyordu. Bu da bizi tehlikeye atıyordu.
Nefesimi düzene sokarak yakınımızdaki masaları inceledim. Çok vakit kaybetmeden bakışlarım bir adamın üzerinde durdu.
Kırklı yaşlarının sonunda olan bu adam tam olarak Tuğgeneralin odasında resmini gördüğümüz adam ile bire birdi. Aynı kişiydi. Harun Polatlı, sonunda davete teşrif edebilmişti!
Bu esmer adam, koyu kahve saçları ile Harun Polatlı’nın ta kendisiydi! Üstelik bize de çok yakın bir masadaydı. Onu alnındaki yara izinden bile tanıyabilirdim. Koyu renkteki gözleri bu masadan başka bir yere bakmıyordu.
Neyse ki, buradaydı. İçimi küçük bir rahatlama kaplarken o yüzüğe daha da yaklaştığımı hissettim.
Tuğgenerale, Harun Polatlı’nın burada olduğunu haber vermem için üç kere öksürmeliydim. Bunu yaptığımda o adamın burada olduğunu hem Dalga hem de General öğrenecekti.
Garsonun masamıza gelmesi ile sakince durdum. Etrafıma bakındıktan hemen sonra öksürmem dikkat çeker miydi? Bilmiyordum ama temkinli davranmak iyi olacaktı. Bekledim.
Garson, elindeki dört bardak suyu yüzlerimize bakmadan tek tek masaya koydu ve masada uzaklaşarak üç korumanın yanında durdu.
Bu tam olarak bir dakikaya yakın sürmüştü. Nefes aldım ve garsonun biraz önce masaya bıraktığı suyu zarif bir şekilde dudaklarıma götürdükten sonra sudan içiyormuş gibi bardağı eğdim. Suyu ağzıma değdirmiş olsam da hiçbir yudum almadan hızla öksürdüm. Sanki su boğazıma kaçmış gibi... Ardından iki kez daha öksürdüm. Bununla birlikte Dalga bana doğru eğildi. Anlamıştı ama kafasını kaldırıp bakamazdı. Şimdi değildi.
“İyi misin, hayatım?” diyen sesini duymamla birlikte dışarıdan gözükecek şekilde derin bir nefes aldım ve konuştum.
“İyiyim. Bir an öyle oldu.” dedim, saçmalayarak. Dalga ve Tuğgeneral, neyin ne olduğunu anlamıştı. Bu bana yeterdi!
“İyi misiniz, Esra Hanım?” Su için, lütfen.” diyen ses karşımda oturan ve masaya oturduğumuzdan beri çıtı çıkmayan adama aitti. Baha Tuğrul. Zaten sudan boğuluyordum, salak!
“İyiyim, problem yok.” dedim, içsel düşüncelerimi susturarak.
“Omzunuzdaki sargı, o da ne?” diye sordu, fırsat bularak.
“Elbisenin içerisindeki notumu hatırla. Bu yaralanma, iki gün önce sana yapılan bir saldırıdan dolayı oldu.” diyen Tuğgeneralin sesi kulağıma doldu. Evet, hatırlıyordum.
“Onu mu diyorsunuz? İki gün önce küçük bir saldırıya uğradım, epey kötü gözüküyor olmalı fakat gözükmesini istedim.” dedim, onu durgun bir şekilde cevaplayarak.
“Anladım, çok geçmiş olsun. Kötü gözüktüğünü düşünmüyorum, aksine size farklı bir hava katmış.” diyen Baha Tuğrul’du. Tam karşımda oturan ve bana tebessüm ile bakan adam. Bakışları gibi sözleri de hiç hoşuma gitmemişti ve tabi, gülümsemesi de!
“Anladım.” diyerek kaba bir cevap verdim. Yanımda kocam varken bu şekilde bana asılması... Akıl alır gibi değildi. Yani sahte kimliğime göre yanımda kocam varken...
Baha Tuğrul’dan hemen sonra da Yakamoz Bey’in geçmiş olsun deyişine teşekkür ettim. O sırada gözlerim Harun Polatlı’yı buldu. Aynı şekilde masasında duruyor olsa da yanında iki tane adam vardı. Kim olduklarını bilmiyordum.
Arada bakışlarım onun olduğu tarafa çevriliyordu çünkü asıl görevimiz tam olarak o adamdı. Aynı şekilde Deniz de benim gibiydi.
“Bunların yapacaklarından konuşacaklarını sanmıyorum. Neyse, onların bir arada olması zaten yeterli. Kanıtlar da devletimizin elinde. Gün sonu buradan özgür bir şekilde çıkamayacaklar, devletimizin elinde olacaklar.” diyen Generalin sesi ile kendimi ona odakladım.
“Harun Polatlı herhangi bir yere gitmeye kalkarsa o masadan kalkın. Unutmayın, bu gece asıl hedefiniz Harun Polatlı.” diyen Generale bir cevap veremedik. O da sessizliğe büründü.
Gecenin sonunda malikanenin tüm kameraları yok edilecekti. Yakamoz Bey’in korumaları ve garsonlar hepsi soruşturulacaktı. Yüzümüz hiçbir yerde olmayacaktı. Davetteki iş insanları konunun bizimle alakasını bile anlamayacaklardı.
O sessizlikte duyulan müzik sesi ile etrafıma bakındım. Uzun masaların olduğu bölümün haricinde salonda orta boşluk da vardı. Gelen müzik sesi ile birlikte salondakiler dansa kalkıyordu. O sırada gözümü Harun Polatlı’dan ayırmadım. Bu kalabalığın arasına girerse onu bulmamız zor olurdu.
Başımı masaya çevirdiğimde karşımdaki adamı ayakta ve tam yanımda bulmak bana da sürpriz oldu. Deniz’e dönüp baktığımda çatılan kaşlarıyla yanımda ayakta duran adama baktığını fark ettim ve bakışlarımı adama yönlendirerek anlamsızca baktım.
“Esra Hanım, acaba benimle dans eder misiniz?” diyen Baha Tuğrul ile gözlerim epeyce açıldı. Şaşkınlığımı gizleme gereği duymadım çünkü şu masada evli bir kadın sayılırdım ve beni kocamın önünde dansa kaldırmak isteyen bir adam hayal edemezdim. Üstelik kırklı yaşlarında!
Sessizliğimi koruduğumda tabi ki hayır diyecektim ama şaşırmıştım ve bu yüzden duraksamıştım. Ben bir şey söyleyemeden yanımdaki adamın elini biraz önceyle aynı yerde, dizimde hissettim. Sıcak elini bacağıma koyan Dalga, aynı anda konuşmuştu.
“Benim olduğum masada, benim karımı dansa kaldırmak istemen oldukça cesur bir teklif.” diyen Deniz’in yüzündeki küçük sırıtışı görebiliyordum. Bu sahiplenme eki çok hoşuma gitmişti. Benim. Gerçek olmasını isteyeceğim bir şeydi.
“Cesur teklifimin cevabını bekliyorum.” dedi, Baha Tuğrul. Deniz’i umursamadan bana bakıyordu. Onun bu küstahlığına artık ben bile şaşırmıştım. O cesur teklife, benim konuşmama bile gerek kalmadan Deniz öyle bir cevap verdi ki... Şaşkınlıkla dolu bakışlarım onu buldu.
“Reddediyor çünkü benimle dansa kalkacak.” dedi Deniz, konuşmama bile izin vermeden. Bu kararlılığı beni dumura uğratırken bir şey söyleyemedim.
.
Tekrardan Merhaba ♡
Geçen hafta gelen bölümün üzerine bu kadar uzun bir bölüm yazacağımı düşünmezdim. Maşallah 🤍🤭
Bölüm hakkında neler düşünüyorsunuz? -->
Sarışın prens? ☀️ Yani Güneş Kızıl'ı davette bekliyor muydunuz? --->
Gelen kişinin Güneş olduğunu tahmin etmediğinizi biliyorum. Sizi şaşırttığıma da eminim ama amacım şaşırtmak değildi. Sadece ailede en uygun kişi oydu. Ve evet, Kızıl ailesi büyük bir aile. Aile üyelerinin hepsi planlı, sadece zamanını bekliyorlar.
Deniz, Dalga? 🌊🌊🌊 -->
Okyanus bu bölüm gözüme çok farklı geldi. Sizce? -->
Okan Yalçınkaya, Yakamoz Bey? -->
Baha Tuğrul? (Haddini aştı o jxjsjsjs) -->
Merakla beklediğimiz Harun Polatlı hakkında neler düşünüyorsunuz? Bu kadar geç gelmesi? Bizi nelere götüreceği? -->
Sizce yüzüğü bulabilecekler mi? --->
Dans sahnesini bekliyor muydunuz? 🫣
Öyleyse en kısa sürede Okyanus'un Kül'ünde, Deniz'in Dalga'sında buluşalım mı? 🌊🌊🌊
4377 Kelime...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 125.12k Okunma |
11.04k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |