
Merhaba balımlarım ❤️
Nasılsınız? 🫠
Bölümümüz çok güzel oldu, oy🌟 vermeyi ve bol bol yprum yaparak okumayı unutmayınız. Yorumlarınızı merak ediyorum ✨️
İyi okumalar 💓
.
Kollarında olduğum adamı seyrediyordum. Dediğini yapmış ve emrivaki bir şekilde beni dansa kaldırmıştı.
İki kolumu boynuna sardığımda o da iki elini belime sarmıştı. Elleri, sırt dekoltemden dolayı çıplak tenime temas ediyor ve nefesimin kesilmesine sebep oluyordu.
Nefes alışverişi, nefes alışverişimle birlikte kulağıma çalınırken salonda yankılanan piyanonun sesi ile olduğumuz yerde hafifçe dans ediyorduk. Yeşil gözlerine daha yakından bakmak oldukça iyi hissettiriyordu ama ortam kafamın onunla dağılmasına müsait bir yer değildi.
“Buna gerek yoktu.” dedim, yavaşça. Söylemek istediklerimin tam tersi ağzımdan dökülüyordu.
“Neye?” diyerek sordu, anlamadığını belirten bakışlarla. Yeşillerinin içinde kendimi görmek anlık bir şekilde sessiz kalmama neden olsa da onu cevapladım.
“Bu dansa.” dedim, yutkunarak. Kalp atışlarımın sağlıksız şekilde yükselmesine gerek yoktu ama onun kollarında olmak çok güzel bir duyguydu.
“İnandırıcı olmalıydım.” dedi, ışıltılı gözlerle bana bakarak.
“Peki.” dedim, uzatmadan.
O an geriye doğru bir adım atarak ondan uzaklaşmak istedim ama olmadı. Bakışlarımı ondan koparıp atmak istedim ama o da olmadı. Sadece her anlamda ona yakın hissettiğim bu dansı sürdürdüm.
Ona karşı koyamadığıma kanaat getirebilecek bir kıvama gelmiştim. Kendimle savaş halinde olduğumu anlayabiliyor muydu?
Hiç düşünmemeli, hiç konuşmamalı, hiç bakmamalıydım. Kendime hakim olabilmek için. Bu gereksiz çabamı hiçe sayarcasına yüzüme büyük bir ilgiyle bakarak konuştu.
“Komutanım, ne yapmalıyız? Sadece beklemeli miyiz?” diye soran Deniz ile birlikte kulağıma gelecek sese odaklandım. Sözleri Generale, ilgili bakışları banaydı.
Sözleriyle birlikte kafamı toplayarak bakışlarımı ondan çektim ve kafamı çevirmeden görebildiğim kadar etrafımızı taradım. Harun Polatlı’nın hala aynı masada durmasına anlam veremesem de baktım. Kolundaki saatine baktıktan sonra etrafına bakınması ve hafif titreyen bacağı ile bir şeyi beklediği belli oluyordu.
“Bilmiyorum. Bekleyip göreceğiz. Öyle bilinmez bir şeyin içindeyiz ki! Bu kadar az bilgiyle sizi oraya göndermemin yanlış olduğuna emin olmaya başla-“ diyen Tuğgeneralin bu umudumuzu yok ettirecek konuşmasını saniyesinde böldüm. Belki sözünü kesmek yanlıştı ama bu cümleleri ondan duymak daha da yanlış geliyordu.
“Komutanım, ortada bir yanlış yok. Eğer bir yanlış görüyorsanız da bu yüzüğün o örgütü bitirmemiz için ne kadar işimize yarayabileceğini düşünün.” dedim, hızla.
Bu sırada Deniz’in kollarında, olduğum yerde yavaş bir şekilde hareket ediyordum. Gözlerimi kaçırmamı saymazsak bu huzura karşılık görevin gerginliği birbirini tamamlıyordu.
Sözlerime karşılık Tuğgeneralden bir şeyler duymayı beklerken gecikmeli bir şekilde sesini tekrar kulaklarımızda işittik.
“Öyleyse, neden bu kadar durgunlar? Bir hareketlilik görmüyor musunuz?” diyen Generale karşı konuştum.
“Aslında Harun Polatlı dikkatimi çekti, komutanım. Saatini kontrol ediyor, etrafına bakınıyor ve yerinde duramıyor gibi-“ diyerek gördüklerimi ifade ederken bakışlarım tekrar Harun Polatlı’nın olduğu yere değdi.
Harun Polatlı’yı görmekte zorlanıyordum çünkü sarmaş dolaş bir şekilde dans ettiğim iki metrelik adamın omuzları görüş açımı kapatıyordu.
Hafif bir şekilde çenemi kaldırarak adamın ne yaptığına baktım. Yanına gelen garsonun uzattığı içeceği düşünmeden alırken bakışları biraz önce bulunduğum o masaya değdi.
Okan Yalçınkaya ve Baha Tuğrul’a dönerek elindeki içecekten kocaman bir yudum aldı ve olduğu yerde durmayı bırakarak bir adım attı. Bir şey söylemek için açılan ağzım tekrar kapandı. Hızla ilerleyen bu adam bizim biraz önce oturduğumuz masaya doğru gidiyordu.
“Komutanım.” dedim ve küçük bir duraksamanın ardından devam ettim.
“Harun Polatlı, bulunduğu masadan ayrılarak biraz önce bulunduğumuz masaya doğru ilerliyor. Okan Yalçınkaya ve Baha Tuğrul’un yanına.” dedim, hızla. Sözlerim aynı biraz önceki konuşmalarım gibi sessiz çıkmıştı ve Dalga’ya bakarak konuşmuştum. Yanımızda dans eden insanların dikkatini çekmek istemiyordum.
Aynı anda ciğerlerime çektiğim derin nefes, bu yabancı parfümün kokusundan garip bir şekilde hoşnut kalmamıştı. Bu parfüm kokusu yüzlerimizin bile birbirine oldukça yakın olduğu Deniz Akif’ten başkasına ait değildi. Deniz gibi olmayan bir koku, Dalga’nın yabancılığıydı.
General bir şey söylemediğinde bakışlarımı masaya çevirdim. Harun Polatlı ayaktaydı ve arkası bize dönüktü. Yakamoz Bey ve Baha Tuğrul ile konuştuğunu anlayabiliyordum. Bakışlarımı kaçırmadan onların masasını inceledim. Dakikalar sürmeyecek kadar az...
Konuşmalarında bir gariplik yoktu, yani buradan anlayamıyordum ama dakikalar sonra Harun Polatlı’nın hareketlenmesi ile dikkatimi onlara verdim. Bu sırada tahminimce ikinci beste bitmeye yakındı. Yani dans etmeyi kesmeliydik ama onları en rahat bu şekilde gözetleyebiliyorduk.
Kollarım Dalga’nın boynuna daha çok sarılırken kafamı hafifçe çevirdim ve bakışlarımı saklayarak baktım. Harun Polatlı, ikilinin bulunduğu masadan ayrılarak bu tarafa doğru ilerliyordu.
“Komutanım, bu tarafa doğru geliyor.” dedim, hızla. Yine bir cevap alamadım. Generalin kulaklığında bir sorun mu vardı?
O an cevap alamamama takılmadım ve asıl odağım olan Harun Polatlı’ya döndüm. Masadan ayrıldığı gibi bizim olduğumuz yöne doğru ilerlemişti ve yeni fark ettiğim koridora doğru gidiyordu.
Dalga’nın arkasında kalan koridora doğru ilerlemesiyle konuştum. Bu koridor malikanenin başka bir bölümüne gidiyor olmalıydı çünkü davet salonuna girdiğimiz koridor arkamızda kalmıştı.
“Komutanım, Harun Polatlı davet salonundan çıkış yapıyor. Malikaneyi terk etmiyor, girdiğimiz koridordan farklı bir koridora doğru ilerliyor.” dedim, tek nefeste. Bu sefer sözlerimin hemen ardından ondan bir cevap alabildim. Olduğumuz yerde hafifçe dans ederken Dalga ise sessiz bir şekilde bekliyordu.
“Ne bekliyorsunuz, Kül?” diyen General ile olduğum yerde kaldım.
“Biriniz o adamın peşinden gidecek ve diğeri ise biraz zaman geçtikten sonra iletişiminize bağlı yanına gelecek.” dedi, benim kadar hızlı bir şekilde konuşarak. Sözlerinin bitimi ile konuşacaktım ki Dalga’nın sesiyle duraksadım. Başımı kaldırdım ve söylediklerini dinledim.
“Ben giderim, komutanım. Okyanus’u tek bir şekilde oraya yollamayacağım.” dedi. Sözleri kaşlarımın çatılmasına sebep olurken lafın arasına atladım.
Bakışlarından anladığım kadarıyla, beni tek bir şekilde oraya göndermeyeceği ama tek bir şekilde de burada bırakmak istemediği belli oluyordu.
“Okyanus değil, Kül! Ayrıca adam gitti, Dalga. Daha fazla beklemenin anlamı yok, ben gideceğim.” dedim, kararlı bir sesle.
Çatık kaşlarım ile mavi gözlerim onun yüzünü bulurken söylediklerimden ne kadar hoşnutsuz olduğu belli oluyordu. Ağzı hızla açıldı ve konuşacaktı ki kelimesi yarıda kesildi. Onun sözünü bölün Tuğgeneraldi.
“Kül gidecek.” diyen komutan ile yüzümde alaycı bir sırıtma belirdi. Kollarım boynundan yavaşça çözülürken duymak istediğimi duymuş bir şekilde sırıttım.
Kollarımı ondan yavaşça çektiğimde belimi sıkıca saran elinin tutuşu hafiflemişti ve belimden çekilmişti. Biraz önce boynunda olan ellerimin arasındaki büyük olmayan çantam ise kalçamın hizasında elimdeydi.
Yutkunarak baktığında bir adım geri çekildim ve bir şey söylemeden yanından geçerek ilerlemeye başladım. Bakışlarından ne demek istediğini anlayabiliyordum, her ne anlatmak isterse...
Onu orada bırakarak koridorda boşluğa karışan Harun Polatlı’nın izini aramaya başladım. Adımlarım dikkat çekmemek için davet salonundan çıkana kadar yavaşlığı korudu ama koridora girdiğim anda hızımı iki katına çıkardım.
Hızlanmamla birlikte topuklularımın sesi de daha çok arttı. Boş koridorda yankılanan tek şey, topuklu sesimdi. Bu bir silah sesi de olabilirdi ama henüz değildi. Umarımda silahlı bir çatışmaya girerek dikkat çekmezdik. Bu en iyisi olurdu.
Her adımımda açılan yırtmacım beni sakinleştirecek bir rahatsızlık veriyordu. Koridorun boşluğu tenimi ürpertse de artık sessiz kalmamaya karar verdim. Böylece Dalga’dan haber alabilecektim ve General ile konuşmalıydım.
“Komutanım.” diyerek seslendim. Sesim o kadar kısıktı ki, ensemde biri olsa bile duymazdı ama küpeden duyulduğuna emin olduğum bir tondaydı.
“Orada durumlar ne, Kül?” diyen General ile rahatladım. Aynı şekilde adımlarım da yavaşlarken fısıltıya yakın bir tonda konuştum.
“Belirsiz. Boş bir koridorda ilerliyorum ve Harun Polatlı’ya ait bir ize rastlamadım henüz.” dedim ve duraksadım ama aklıma gelen şey ile fazla ara vermeden devam ettim.
“Belki gizli bir kapıyla malikanenin içerisinde...” dedim, düşünceli bir sesle. Bu ihtimal saçma bir şekilde olanaklıydı da.
Generalin sesini işitmeden önce yavaş adımlarım ile uzun koridorun sonuna vardığımı anladım. Koridorun bitimiyle ne ile karşılaşacağımı bilmiyordum ama merak ediyordum.
Koridorun sonunda tamamen boş bir alan vardı, oda diyebileceğim kadar büyük ama sonunda beni bir seçime sürükleyecek bir boşluk.
“Seni sorarlarsa, onlara lavabonun koridorun ilerisinde olduğunu düşünerek gittiğini söyleyeceğim.” diyen sesi duyduğumda tam da kulağımdan geldiğini fark ederek kim olduğunu anladım. Dalga.
“Tamam.” dedim, onu duyduğumu anlaması için. Söylediğiyle ilgilenmiyordum, şu an çok daha gerici bir durumla karşılaşmıştım.
Bu boş alanın devamı için seçim yapmamı gerektirecek olan iki koridor. Bu nasıl bir saçmalıktı, anlayamıyordum ama bir labirentteymişim gibi hissediyordum. Bu bilinmezliğe karşı konuştum.
“Komutanım, burada iki tane koridor va-“ diyerek sessiz bir şekilde konuşurken bir ses duydum. Bu ses arkamdan gelmiyordu, yolumu seçmeme yarayacak bir şekilde önümdeki iki koridorun birinden geliyordu.
Yarım kalan cümlemi tamamlamadan gelen sese odaklanırken yüzümde bu işin bu kadar kolay olmasına karşılık küçük bir sırıtış vardı. Sesi duyabilmek için olduğum yerde sabit durmak yerine yavaş adımlar ile koridorların başladığı yere geldim. İki koridorun tam ortasında durdum.
Ses kısa aralıklarla tekrar kulağıma doluyordu. Demek ki, sesin sahibi telefon görüşmesi yapıyordu.
Gelen ses kulak verdiğimde gözlerim iki koridorun başlangıcında da tek tek geziniyordu ki, sesin nereden geldiğini anladım. Ya da anladığımı sandım çünkü solumdaki koridora yaklaştığımda sesin azaldığını fark ettiğim gibi hiç düşünmeden sağımdaki koridorun başına ilerledim.
Koridora girdim ve hızlı ama sessiz adımlarla ilerlemeye devam ettim. Adımlarım birbirini takip ederken sorguladığım hiçbir şey yoktu çünkü sesin bu koridordan geldiğine emindim. İlerledikçe artan ses de bu eminliğimi arttırıyordu.
Bu ilerleyişimi durdurmamı sağlayacak şey, aslında tam da koridorun sonundaydı. Adımlarımın yavaşlaması sese daha çok yaklaşmamdan kaynaklıydı.
Yavaşlayarak koridorun sonunda durduğumda sırtımı duvara yaslayarak telefon konuşmasını dinlemeye başladım. Ancak şimdi net duyabiliyordum, telefon ile konuşan sesi.
“Öyle olsun.” dedi, yaslandığım duvarın ötesindeki yabancı ses. Bu ses kime aitti?
Kısa bir an bekledikten sonra duyamayacağım kadar kısık bir şey söyledi ve ekledi.
“Artık kapatmam gerek. Я уверен, что мой план будет реализован настолько, что вы будете благодарны.” diyerek hızla konuşan ses oldukça yabancıydı. Kafamı uzatıp kim olduğuna bakamıyordum da!
En çok dikkatimi çeken şey, Rusça konuşmasıydı ve Rusça söylediği fazlasıyla garip sözcükler...
“Minnet duyacağın kadar planımın ilerleyeceğine eminim.” dedim, adamın Rusça sözlerini kendi kendime tercüme ederken. Fısıldamaya benzer çıkan sesim ile yaslandığım duvara daha da çok yapıştım.
“Plan mı? Ne planı?” diyerek söylendim, fısıldayarak. En başından beri bir tuzağa düşmüş olamazdık! Daha farklı şeyler olmalıydı. Tüm bu duyduklarıma rağmen, tüm bu ihtimallere rağmen olduğum yerden kıpırdamadım.
Kulağıma gelmeyen ses beni çok rahatsız etse de durdum, duvara daha çok sindim. Dalga’nın ve Tuğgeneralin sesi gelmiyordu. Mikrofonlarını mı kapatmışlardı yoksa bu işte de bir şey mi vardı?
Tektim ve bu sessizlikte, bu duyduklarımın sayesinde geri dönmeliydim ama olmazdı. Yüzmüş yüzmüş kuyruğuna gelmiştim, bu şekilde dönemezdim. Zaten bir sorun olsaydı, Deniz buraya gelirdi!
İki elimde tam karnıma yapışmış bir şekilde duruyordu. Ellerimin arasındaki çanta benim en önemli güvencemdi. İçerisindeki silahım ve mühimmatım olası bir çatışmada kendimi korumamda bana yardımcı olacaktı.
Sessizlikle birlikte aslında yapmamam gereken o şeyi yaptım. Yapıştığım duvardan çok hareket etmeden küçük bir şekilde kafamı kaldırdım ve hafifçe yana eğerek duvarın ardındaki adamı görmeyi umdum.
Hala yaslı olduğum duvardan uzattığım kafam ile duvarın arkasını inceledim. Aynı koridorun sola doğru devamı ve biraz önceki gibi bir oda büyüklüğünde olan büyük bir alan vardı. Bu sefer bu alan boş değildi, tahmin edebileceğimden daha garip olan cam bir duvar vardı.
Evet, alanın ortasında tam olarak camdan oluşan, dümdüz ve duvar gibi ince bir kısım vardı. Bu şey, alanın diğer tarafına geçilmesini engelliyormuş gibiydi. Bir nevi kilitli bir kapı gibi...
Bu camdan duvarın tam önünde duran ise peşinden geldiğim Harun Polatlı’ydı! Siyah takım elbisesi ile bana arkası dönük, cam duvara yüzü dönüktü. Esmer teni ve koyu kahve saçları buradan seçiliyordu, aslında uzakta değildi.
Sola kıvrılan koridor çok kısaydı ve hemen ardından boş alan geliyordu, camdan duvar ise boş alanın tam ortasında sayılırdı. Daha doğrusu bu cam duvar benim olduğum tarafa daha yakındı. Cam duvarın arkasındaki alan daha genişti, hem de epey genişti.
Uzattığım kafamı çekmeden etrafı incelemeye devam ettim. Koridorun başından beri devam eden sütlü kahve duvarlar son bulmazken küf kokusuna benzer bir koku burnuma çalınıyordu. Böyle güzel bir malikanede böylesine kötü bir koku ne arıyordu?
Böyle düşünürken dalgın bakışlarım hala arkası dönük olan adamda ve koridordaydı ama cam duvarın etrafını incelemeye başladığımda bir detay fark ettim.
Boş alanın orasındaki dümdüz, duvar işlevi gören bu cam duvarın tam ortasından ayrıldığı detayını fark etmek beni şaşırtmıştı. Epey zor seçiliyordu. Ameliyathane kapıları gibi iki yana açılıyor olmalıydı, bu cam duvar.
Üstelik cam duvarın tam üstünde siyah bir şey vardı, gözlerimi kısarak daha detaylı baktığımda çok net bir şekilde ne olduğunu anladım. Şifre.
Tahminimce doğru şifreyi bu cam kapı ortadan ikiye açılıyordu. Büyük ihtimalle! Peki ya, cam duvarın tam önünde duran bu adam neyi bekliyordu? Telefonunu kapattıktan sonra birkaç saniyedir bekleyen Harun Polatlı, neredeyse benim düşüncem ile aynı anda hareketlendi.
Kapının açılması için şifreyi girmesi gerekiyordu ve tam da bunu yaptı. Şeffaf cam duvarın üzerindeki tek dikkat çeken siyahlığa kapı şifresi olduğunu tahmin ettiğim dört sayıyı girdi.
Sağ elinin işaret parmağı, ilk önce en üstten en soldaki kısma bastı. Bir.
Ardından eli hafifçe alçalarak en alta geldi ve saliselik bir duraksamanın ardından en sağdaki o tuşa bastı. Dokuz.
Onun ardından da hiç beklemeden aynı tuşa tekrar bastı. Dokuz.
Ve son olarak, el alttaki tuşlardan birine yani en soldaki o tuşa bastı. Yedi.
Bin dokuz yüz doksan yedi.
Neyin nesiydi, bu tarih?
Şifreyi girmesiyle birlikte cam duvar tam da tahmin ettiğim gibi ortadan ayrılarak açıldı. Hızla açılan cam duvarın ardından kısık bir mekanik ses duyuldu.
“Beş... Dört... Üç... İki... Bir... Kapı kapanıyor.” diyen ses, aralıklı ve mekanikti. Cam duvarın şifre sistemine bağlı olduğu belli olan mekanik ses yutkunmamı sağlamıştı.
Aynı anda kapı hızla eski halini almıştı. Harun Polatlı ise artık cam duvarın arkasındaydı. Derin bir soluk alarak bulunduğum duvara daha çok yaslandığımda omzumdaki kurşun yarasının olduğu yere keskin bir ağrı saplandığını hissettim.
Önce ne olduğunu anlayamadım. Sanki yeniden vurulmuşum gibi bir acıydı. Hızla arkama döndüğümde etrafımı kontrol ettim, kimsenin olduğunu fark etmediğimde anladım ki bu kurşun yarasının acısıydı.
Aynı şekilde karnımdaki yaranın da acısını hissedebiliyordum ama sırtımdaki yara nedense çok daha fazla acı veriyordu.
Acı hissizliğim ne kadar mükemmel de olsa bazen böyle oluyordu ve gerçek acıyı hissettiğimde normal bir insandan daha çok canım yanıyordu. Her neyse... Sonuçta ben bir askerdim, normal bir insan değil. Faydasını da gördüğüm bu özelliğime şimdi katlanma sırası gelmişti. Derin nefesler alarak dikleştim.
Kurşun yarasının sızısı ile buruşan yüzümü düzeltirken yoğun bir sırt ağrısı da benimleydi ama kendimi toparladım. Aldığım derin derin nefesler ile sırtımı duvara yaslamayı keserek kafamı hafifçe uzattım. Görülmemeyi hedeflerken aynı şekilde adamı gözetlemeye devam ettim.
Oradaydı ve onu net bir şekilde görebiliyordum. Cam duvarın arkasında, ilerde olan siyah demir kapının tam önünde.
Ne yaptığını anlamak için beklediğimde biraz önceyle aynı şekilde yavaşça kalkan elinin, kapının tam yanındaki duvarda bulunan kapı kilidinin şifresine doğru gittiğini anladım.
Arkası dönük bir şekilde duran Harun Polatlı’nın planı, siyah demir kapının arkasında her ne varsa ona ait olmalıydı. Ya da daha kötüsü bu davette olan ajanlarımızı ve bizi biliyordu. Belki de bu plan dediği tuzağa düşmek için kendim bekliyordum, burada. Bilinmez.
Şifreyi girdiğini anladığımda gözlerimi kısarak girdiği sayılara baktım ama buradan görmek epey zordu.
Aynı şekilde işaret parmağı, en üstten soldaki tuşa basmış olmalıydı. Net göremediğim sayı, büyük ihtimalle birdi.
Tam ardına eli alçalarak en alttaki sayılardan en sağdaki sayıya tuşladı. Dokuz.
Hiç beklemeden şifreyi giriyordu ki, eli hafifçe kaydı. Elinin kaymasını tam anlayamasam da gözlerimi daha da kısarak baktığımda sekiz ve dokuz sayısının tam arasına bastığını gördüm. Sekiz miydi? Yoksa dokuz mu?
Kaşlarımın çatılması ile kafamın içinde kısaca düşündüm. Cam duvarın şifresi aklıma geldiğinde büyük ihtimalle dokuz olabileceğini anladım.
Öyleyse siyah demir kapının şifresi, cam duvarın şifresi ile aynı mıydı?
Bekleyip görecektim. Son olarak basacağı tuşu iyice görebilmek için kafamı hafifçe çıkartarak ona taraf uzattım. Arkası dönük olduğu için beni görmesi zor bir ihtimaldi.
Eli milimlik bir şekilde yukarı çapraz olarak sola kaydığında hangi tuşa bastığını net seçemedim. Sekiz olduğunu düşünüyordum ama hafifçe yukarı kayan eli beş sayısına da basmış olabilirdi. Sekiz veya beş! Hangisiydi? Görememiştim!
Buradan çıkınca göz doktoruna randevu almalıydım!
O esnada siyah kapının açıldığını gördüm. Camdan duvar ile o alan kapalı olduğu için herhangi bir ses işitmedim.
Açılan kapıdan giren Harun Polatlı ile kafamı çektim çünkü kapıyı kapatmak için arkasına dönmüştü. Tüm bu olanları ardından derin bir soluk vererek kendime gelmeye çalıştım ama o an beni anlık bir şekilde ürpertecek o şey oldu.
Sırtıma ani bir dokunuş hissettim. Bu ani dokunuş gerilmeme sebep olurken arkamdaki kişinin zararsız mı, yoksa zararlı mı olduğunu bilmiyordum.
Ani bir hareketle sırtıma dokunan eli refleksle savuşturacaktım ki, arkamı döndüğümde bu yüzün Deniz Akif olduğunu gördüm.
Onu görmemle birlikte içimi kaplayan rahatlama hissi çok güzeldi.
“Okyanus.” dedi, hızla. Beni bulabildiği için rahatlamış gibiydi. Etrafımızda kimsenin olmamasını varsayarak rahat bir şekilde onun gibi ona seslendim.
“Deniz Akif.” dedim, rahatlama ile karışık bir şekilde. Ardından ekledim.
“Buraya kadar nasıl geldin?” diyerek sordum. Soruma hiç beklemeden yanıt verdi.
“Koridorları takip ettim.” dedi, kısaca. Aslında sormak istediğim o şeyi sordum.
“Neden sesinizi alamıyordum? Kulaklıklarda bir sorun mu var?” dedim. Gözlerimiz kesişirken yutkunarak konuştu. Yemyeşil gözlerine sis çökmüştü. Yorgun gözüküyordu, gerçi benim de ondan bir farkım yoktu.
“Sen gittikten kısa bir süre sonra sesini alamadık, Okyanus. Aynı şekilde senin yanına gelmek için koridorda ilerlerken Tuğgeneral ile iletişimim de kesildi.” diyerek uzun bir açıklama yaptığında aklıma geleni anında söyledim.
“Sinyal kesici mi?” dedim, düşünmeden.
“Sinyal kesici olabilir. Jammer. Yani burada olduğumuz sürece General ile bağlantı kuramayız. Birbirimizden de ayrılmamalıyız.” dedi, yumuşak bir dille. Söylediklerinin ardından duraksadı ve eli pantolonunun cebine gitti.
Söylediğine odaklandım. Bu alanda, şu anda sinyal kesici kullanılıyordu. Öyleyse, Harun Polatlı’nın girdiği siyah kapının arkasında özel bir görüşme mi vardı? Yoksa biz bu tuzağa bile isteye mi gidiyorduk?
Türkiye’de ve dünyada çoğu ülkede bireysel veya ticari amaçlarla Jammer yani sinyal kesici kullanmak yasa dışıydı. Burada yasa dışı ne dönüyor olabilirdi ki! İşte şimdi bu davetin daha derin olduğunu anlayabiliyordum.
Düşünceli bir şekilde gözlerimi kırpıştırdığımda ne yaptığını anlamaya çalışıyordum. Cebinden aldığı telefonu açtığını gördüğümde bekledim. Aynı anda telefonunu kapatarak cebine koydu ve konuştu.
“Servis yok. Kesinlikle sinyal kesici kullanıyorlar.” dedi, başını iki yana sallayarak.
Az önceden beri hissettiğim sırtımdaki acı hafiflerken yüzümde küçük bir gülümseme belirdi. Tüm bu belirsizliğe rağmen uzak da olsa rahatlayarak sırtımı duvara yasladım. Deniz de sol omzunu duvara yaslamıştı, aramızda gereksiz bir şekilde saniyeler süren bir bakışma oluştuğunda biraz önce söylediklerini dinlediğimi belirtircesine konuştum.
“Evet, hem de büyük ihtimalle orta güçlü veya yüksek güçlü bir Jammer. Büyük bir alanda etkili olmalı.” dedim, başımı arkaya doğru bırakarak duvara yasladığımda.
“Ne yapacağız?” dedi, sözlerimi cevapsız bırakarak. Gerçi başka söyleyecek bir şey yoktu.
“Umursamaz bir rahatlık var üzerimde.” dedim, Küçük bir tebessümle. Kafayı mı sıyırmıştım? Belki!
“Tuğgeneral ile iletişim kuramıyoruz.” diyerek hatırlattı, sözlerime karşılık. Bu ciddi sözlerine rağmen yüzünde ufak bir gülümseme oluşmuştu.
Kafamı hafifçe kaldırarak ona çevirdim, sisli yeşilleri ile göz göze geldiğimde sakin bir dille konuştum.
“Çıktığımız yoldan dönmek, bize göre değil.” dedim, peş peşe.
“Öyleyse...” diyerek konuşmama izin verdi. Aslında benden bir onay bekliyor gibiydi.
“Planı harfi harfine uygulayacağız.” dedim, düşünmeme bile gerek olmayan bir hızla.
“Güzel.” dedi ve omzunu yasladığı duvarda dikleşti.
“Aynı fikirde olmamızı sevdim, Dalga.” diyerek ona karşılık verdim.
“Bende sevdim, Kül.” diyerek sırıttı. Sırıtışına karşılık verdiğim anda kendimi yasladığım duvardan çekerek doğruldum.
Böyle bir alanda bu rahatlıkla bol vakit geçirmek saçmalıktı. Başımızın çaresine bakardık ama bir aksilikte Generalle bile iletişim kuramazdık.
“Tuğgeneral, Harun Polatlı’nın bizi yüzüğe götüreceğini söylemişti. Onu takip ettik ve buradayız.” dedim ve duraksamadan hızla ekledim.
“Harun Polatlı, bu duvarın arkasındaki alanda bulunan cam duvarın şifresini girerek içerisine girdi. Ardından siyah demir kapının şifresini de girdi ve şu anda bu kapının ardında olmalı.” dedim, kafamı duvardan hafifçe uzatarak bakarken. Kimsecikler gözükmüyordu. Aynı zamanda görünürde herhangi bir kamera da yoktu.
Kenara çekilerek ona da bakması için işaret ettim. O da benim gibi kafasını uzatarak baktığında konuştum.
“Sinyal kesicinin olması en basitinden iki seçenek sunuyor. Ya bu adam bizi buraya çekeceğini biliyordu ve her şey bir tuzaktı. Bizi tuzağa çekmeye çalışıyor ve işimizi zorlaştırıyor. Ya da siyah kapının ardında yasa dışı işler dönüyor. Hangisi daha mantıklı bilmiyorum, tek bildiğim her şekilde bir bilinmeze doğru gideceğimiz. İçeride bizi neyin veya nelerin beklediğini bilmiyoruz.” dedim. Sözlerimin bitimi ile bana dönmesi bir oldu, duvarın ardını incelemesi uzun sürmüş olmalıydı.
“Sinyal kesici olduğu için General ile iletişim kuramıyoruz. Planın devamını kendimiz çizmeliyiz. Her ne olursa olsun, tuzak da olsa o yüzüğü bulmak için kendimizi tehlikeye atacağız?” dedi, benden onay almayı beklercesine sorduğunda.
“Tam olarak öyle olacak. Bu iki geçişinde şifrelerini gördüm. İçeri girebileceğiz.” dedim, ona karşılık.
“Tamam.” dedi, hiç düşünmeden. Düşünmeden bu şekilde karar vermesine ve emin olmasına şaşkınlık ile baktım. Yutkunarak konuştum.
“Öyleyse...” diyerek elimi duvarın arkasına geçmemiz için uzattım. Gidelim dercesine.
Küçük bir baş hareketi ile önden çıktı, tam ardından ise ben çıktım. Sola kıvrılan kısa koridoru bitirmek için neredeyse büyük beş ile on adım gerekmişti. Yürürken topuklularımın ayağımı acıttığını hissettim, sırtıma giren acıdan önce yürürken böyle bir acı yoktu. Önemsemedim.
Dalga’nın tam yanında ilerlerken koridoru bitirmemizle birlikte cam duvarın ikiye ayırdığı büyük, boş alana geldik. Bakışlarım hızla duvarlarda ve tavanda dolaştı. Dikkatimizi çekecek tehlike içeren bir şey veya görünürde kamera yoktu ama böyle bir yerde kesinlikle gizli kamera olmalıydı. Zaten bir sinyal kesicinin olması bilinmez bir şekilde garipti, gizli kamera beni hiç şaşırtmazdı. Birkaç adımın ardından tam cam duvarın ardında durduk.
Durmamızla birlikte tam önümde duran cama baktım, şeffaftı ve arka kısmı tamamen gösteriyordu. Elim yavaşça cama doğru kalkarken hatırladığım şey ile duraksadım ve hızla Dalga’ya döndüm. O da benim gibi camı inceliyordu ve dokunmak amacıyla elini kaldırmıştı ki konuştum.
“Bekle.” diyerek havalanan elini bileğinin biraz altından tuttum. Tam bileğindeki nabzını sıkıca tuttuğumda kalp atışlarını hissedebildiğimi fark ederek yutkundum.
Hissettiğim nabız, elimin altında artıyordu. O an hep onun nabzını dinlemek istediğimi fark ederek duraksadım ama vakti boşa harcamak doğru değildi. İyi de o boş değildi ki!
İkimizde kalakaldığımızda kendimi toparlamam gerektiğini anladım ve derin bir nefesle birlikte bileğini bırakmadan konuştum.
“Buradan çıkamayabiliriz, Dalga. Aksilikler olabilir. Her ne olursa olsun, bugün daha fazla parmak izi bırakmamalıyız.” diyerek yükselen kalp atışlarını hissedebildiğim bileğini yavaşça bıraktım. Bileği yavaşça yanına düşerken diğer elimdeki çantayı açtım ve sessiz bir şekilde çantanın içindeki özel eldivenleri çıkarttım.
Plastik siyah nitril eldivenler. Yanıma bu eldivenden iki tane almıştım. Çifti şeffaf bir poşetin içindeydi. Dikkatli bir şekilde ona uzattım.
“Parmak izini dışına bulaştırmadan geçir.” diyerek hatırlattım. Bir görevde onunla böyle konuşmak garipti. Komutanım lafı yoktu, emirleri o yağdırmıyordu. Her ikimizde kararlar verebiliyorduk, en önemlisi birlikte kararlar verebiliyorduk.
“O kadarını biliyorum.” dedi, keyifli bir ses tonuyla. Herhangi bir şey demeden kendi eldivenimi dikkatle elime geçirdim.
Elimi iyice sarabilen, mat siyah bir renkte, ince bir malzemeden yapılmıştı. İki elimi hafifçe birbirine sürttüm. Eldivenler o kadar inceydi ki, biraz önce ile aynı şekilde elimin sıcaklığını net bir şekilde hissedebiliyordum. Nereye temas edersem edeyim hiç ses çıkartmayacak olan bu eldivenler, görev için mükemmeldi.
“Tamam mısın?” diye sordum, ona bakmadan. Evet diyen sesini duyduğumda başımı eldivenlerden kaldırdım ve cam duvar ile bakıştım.
Aynı esnada kafamı ona çevirerek küçük bir şekilde ona baktığımda onun da bana baktığını fark ettim. Tekrar bakışlarımı cama değdirdiğimde elim hızla havalanarak camı buldu. Dümdüz şeffaf bir camdı. Küçük bir soluk vererek bakışlarımı cama olan sonlandırdım ve konuştum.
“Şifreyi gireceğim?” dedim, onay almak istercesine.
“Tamam.” dedi, yüzünde tek bir mimik bile oynamazken.
Camın açılmasını sağlayan kilit sistemine uzanan elim ile Harun Polatlı’nın içeriye girerken yazdığı şifreyi bire bir zihnime getirdim. Hatırladığım sayıları girmek için işaret parmağımı uzattım.
Önce bire, sonra dokuza ve tekrar dokuza, en son ise yediye tuşladım. Hiç beklemeden tuşladığım sayılar ile anında cam ortadan ikiye açıldı.
Beş saniyede kapının kapandığını bildiğim için sağ elim ile Deniz’in sol bileğini hızla kavradım ve daha mekanik sesi yeni duyduğumuz anda onu bileğinden çekerek camın iç kısmına doğru ilerledim. Bir şey söylemeden yaptığım bu davranışa uyum sağladı ve benimle ilerledi. İki, üç adımda cam duvarın içine girdiğimizde içimi garip bir rahatlama kapladı.
“Beş... Dört... Üç... İki... Bir...” diyen mekanik sesi tekrar işitmek bir garipti.
“Kapı kapa-“ diyerek bölünen mekanik sesin hemen ardından yabancı bir ses duyuldu.
Arkamızın dönük olduğu cam duvarın tekrar kapanacağını düşünürken kesilen mekanik sesin ardından gelen acıyla inleme sesiyle kaşlarım çatıldı. Bu bir insandan çıkmış olmalıydı! Bir dakika! Neler oluyordu?
“Oğlum, çekilsenize-“ diyerek acıyla kesilen sesin tam ardından bir ses daha duyulurken Deniz ile bakışlarımız kesişti ve aynı anda arkamıza döndük.
.
Tekrardan ben :))
Bölümü nasıl buldunuz?
Bu bölümde daha hızlı ilerledik, fark etmişsinizdir 🤍
Dalga ve Kül? -->
Sinyal kesici ile bir anda ortadan kaybolan Barış Tuğgeneral? -->
O ne yaptı acaba? 🤷🏻♀️
Harun Polatlı? -->
Bu adamdan neler çıkacak? 🤐
Ve son olarak bu konuda tahminlerinizi çok merak ediyorum. Sizce en son sahnede neler oldu? Ya da kimler peşimizde, ne yapıyordu? -->
O siyah kapının ardında neler bekliyor, bizi? --->
Güzel ve uzun bir bölüm oldu, umarım sizlerde beğenmişsinizdir.
En yakın zamanda Dalga, Kül ve davetsiz misafirlerimizin sahnelerinde buluşalım mı? -->
Öpüldünüz... 😘
Bu bölüm;
3809 Kelime...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 125.12k Okunma |
11.04k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |