40. Bölüm

35. Bölüm / Diken Üstü

Cansu
lily_lily

Merhaba bir tanelerim 🌼

Öncelikle ortalama bir bölüm oldu ve sizi baya bekletmiştim biliyorsunuz, bu yüzden 36. Bölüm kesinlikle 3000 kelimeyi bulacak. Henüz yazıyorum :)) En kısa sürede gelecek ♡

'Son bölümde' çıkışımızı belirlemiştik ve Deniz, Okyanus'a şifre hakkında sorular sormuştu. (Küçük bir hatırlatma:)

Bölüm ismimize dayanarak sormak istiyorum ki;

Diken Üstü'nde miyiz??? 🥀

Umarım bölümü seversiniz. Oy ve yorumlarınızı tek tek okuyacağım ⭐️

Fark ettim ki son bir iki bölümün yorumlarını henüz cevaplamamışım, birkaö gün içerisinde onlara da bakacağım, sizleri seviyorum 🤭🫶🏻

İyi okumalar 💗

“Okyanus.” diyen bir ses işittim. Bu karmaşada üçü arasından benimle konuşabilecek kadar cesaretli tek bir kişi vardı, Güneş Doktor. Zaten istesek de susmuyordu, her konuda bir fikre sahipti ve bunu söylemekten de çekinmiyordu.

 

Sinirle yutkundum ve gözlerimi yumdum. Derin bir nefesle gözlerimi açarak arkama döndüğümde üçünün de pür dikkat bana baktığını fark ettim, yavaşça bana seslenen adama döndüm. Altın prens! Yine ne istiyorsun acaba?

 

Bir şey söyleyecekti, sağ elimi kaldırarak hiçbir şey söylemeden dur dercesine elimi havada tuttum. Sessizliğimi korurken ondan da tek bir kelime çıkmadı. Bu hoşuma gitti, sözümü dinlemesi...

 

Tek bir saniye bile kaybetmeden çantamın içerisindekileri düşündüm. Ne yaptığımı anlamadıklarına adım kadar emindim.

 

Çantamın içerisindeki bazı gerekli ve gereksiz şeylerin yanı sıra silahım ve mühimmatlarımda vardı. Mühimmatlar diyerek bahsettiğim şey, şarjördü.

 

Aklımdakini yapmalı mıydım? Hayır, yapamazdım. Onlara silah veremezdim, sivildi. Her ne olursa olsun, kendi silahımı zaten veremezdim.

 

Emir Savcının şahsi silahı olmalıydı, yanında olmasa da kendini korumayı bildiğini düşünüyordum. Kuzenleri olan Emir ise Pöh’de Komiser Yardımcısıysa zaten sivil olmuyordu. Sadece böyle düşünmek bir yere varmamı sağlamıyordu. Aklımdakini sordum.

 

“Kendinizi nasıl korumayı düşünüyorsunuz?” dedim, bir o kadar yorgun ama yumuşak çıkan sesimle. Arkamızdan gelmelerini ve ne yapabileceğimize dair her şeyi sıfırlamalarını bile unutarak konuşuyordum. Derin bir nefes ile gözlerimi onlara diktim.

 

Aksi doktora baktım. Yüzünde küçük bir gülümseme oluştu ve sorduğum soruya karşı bakışları beni buldu. Gözlerini üzerimden çekerken elini kaldırarak ceketinin sağ iç cebine götürdü.

 

Davranışlarından kaynaklı cevap vermeyeceğini anladığımda yumuşaklığımı bir kenara bırakarak biraz önce kaldırdığım elimi indirdim. Ne yaptığını anlamaya çalışıyordum.

 

Ceketinin iç cebinden çıkardığı bir nesne vardı. Elinde duruyordu ve avcu kapalıydı. Bir adım atarak yaklaştım.

 

Ne olduğunu anlamak için dikkatlice incelemeye başladığımda hızla ne olduğunu anladım. Seramik taktik bıçak.

 

“Seramik bıçak.” dedi, normal bir şekilde. Elindeki seramik bıçağı nazikçe bana uzattığında umursamadan aldım.

 

Bu bıçak seramik olduğu için fazla kırılgandı. Mat beyaz renkte olan seramik bıçak, aşırı derecede hafifti. Elimdeki diğer bıçağa göre yok gibi hissettiriyordu. Cam gibi olan yüzeyi pürüzsüz gözüküyordu.

 

Seramik olduğu için metal dedektörlere yakalanmazdı ama kapıdaki koruma üzerini ararken nasıl yakalatmamıştı?

 

“Kırılgandır, dikkatli ol.” dedi, hafif bir ses tonuyla. Şaşkın surat ifademden tatmin olmuş bir egoyla konuşması beni ne kadar sinir etse de tepkisiz kaldım. Bıçağı incelemeyi bırakıp kafamı kaldırarak aklımdaki soruyu dile getirdim.

 

“Kapıdaki korumalardan nasıl sakladın?” dedim, merak dolu bir şekilde. Sorumu omuz silkerek ve gülümseyerek yanıtladı. Altın prens şu an ayrı bir havalardaydı ve bu hiç hoşuma gitmiyordu.

 

“Yaptık, bir şeyler.” dedi, sırıtarak. Üstelemedim ama merak etmiştim. Her neyse...

 

“Üstelik nereden aklına geldi?” diyerek homurdandım. Savcı olan kardeşi ve Komiser Yardımcısı olan kuzeni bile eli boş gelmişti. Öyle olmalıydı, değil mi?

 

Elimdeki bıçağı yavaşça ona verdiğimde, aldığı bıçağı hiç düşünmeden yanındaki kuzenine uzattı. Aslında seramik kırılgan olduğu için özel görevlere çıkan bir komiser yardımcısında bulunması mantıklıydı. Bu onu ilk haklı buluşumdu!

 

Gerçi karşımıza çıkan kişinin hayati bir bölgesine gelmemesi için bu bıçak aksi doktorda kalsa iyi olurdu. Üstelik aramızda en az kendini savunmayı bilen mantıken oydu. Hayır, mesleklerimize göre yargılamamalıydım. Belki yakın dövüş biliyordu! Nereden bilecektim? Öyle değil mi?

 

Öldürmek önceliğimiz değildi. Etkisiz hale getirmeliydik. Sonuçta görevimiz can almak değildi.

 

“Ben bunu ne yapayım?” diyerek omuz silken, Komiser Yardımcısı Emir olmuştu. Eline gelen bıçağı yanındaki kuzeni Emir Savcıya uzattığında aralarındaki bu garip döngüye çatık kaşlarla baktım.

 

Bu durum çok uzun sürmedi, bıçak tekrar Güneş Kızıl’a ulaştı. O da şaşırmış gibiydi, pek sorgulamadan bıçağı aynı şekilde ceketinin sağ iç cebine yerleştirdi. Üçü de kendine güveniyor olmalıydı. Bu kadar özgüvende fazlaydı!

 

Anlık bir hoşuma gitmişti. Böyle olmaları. Kısaca... Bilemiyorum. Kapılmamalıyım. Sadece! Kapılma, Okyanus! Hiçbir şeye...

 

Bakışlarım aksi doktorda kalakalırken biraz önceki sinirimi kendime hatırlattım. Ani bir şekilde duygularımı değiştirmeliydim. Üçünün peşimizden içeri girerek göreve dahil olmaları! Bu işin başında aksi doktorun olduğuna yemin edebilirdim ama kanıtlayamazdım. Lider ruhunu iki metre öteden belli ediyordu. Aynı zamanda kendisi son saatlerde çok dibimdeydi!

 

Aksine korumam gereken bu doktoru buradan çıkınca kendi ellerimle dövecektim.

 

Evet, evet. Böyle düşünerek kendimi toparlamam en iyisiydi!

 

Somurtan bir yüz ifadesi ile öylece etrafıma baktığımda göz kapaklarımda bir ağırlık hissettim. Bu sadece yorgunluk değildi.

 

Evden çıkmadan önce gözüme uyguladığım far gözümün üzerinde garip bir his yaratıyordu. Belki de bir problem yoktu ama normal zamanda bu tarz abartılı makyajlar yapmadığım için beni rahatsız ediyordu.

 

Göz pınarlarımdaki beyaz farın gözümün içine kaçmasından korkmuştum ama bir problem yoktu, sadece maskaranın kirpiklerime uyguladığı bir ağırlık vardı ama onu da idare edebiliyordum.

 

Gözümdeki lacivert far ve çektiğim siyah kalem ne haldeydi. Bilmiyordum ama merak ediyordum. Evet, böyle gerici anlarda bu tarz garip şeylere takılmayı seviyordum. Andan kopmamı sağlayan basit bir konu... Beni rahatlatıyordu.

 

“Okyanus.” diyen sesi duyduğumda zaten seslenmesini bekliyor gibiydim. Arkama, ona doğru döndüm. Dalga.

 

“Ne yapıyoruz?” dedim, hızla. Anında görev ruhuna girmem hoşuna gitmiş olmalıydı, hiç beklemeden konuştu.

 

“Şifreyi tam hatırlamıyorsun?” dedi ve bir şey söylememe izin vermeden devam etti.

 

“Bin dokuz yüz doksan beş, demiştin?” dedi, sorarcasına.

 

Beş veya yedi. Evet, tam olarak görmemiştim. Yanlış girmemizle birlikte alarm sistemi falan devreye girebilir miydi? Hiçbir şey bilmiyorduk! Bu yüzden iki şansımız yoktu. Aslında hiç şansımız yoktu ama tek şansımızı hep kendimiz yaratırdık.

 

“Veya bin dokuz yüz doksan yedi olabilir. Net göremedim. İki kere deneyemeyebiliriz.” dedim, yavaşça konuşarak. İki şans vermez kimse!

 

İki adımda arkamdaki duvara yaslandığımda yaralı omzumun duvara değmesi canımı yaktı. Yüzümün buruşmasıyla derin bir nefes alarak bakışlarımı tekrardan Deniz’e doğrulttum duraksamalı bir şekilde konuşacaktı ki yüz ifademi görünce tekrar duraksadı.

 

Derin bir nefes alarak yüzümü toparlayıp tepkimi yok ettim. Acım öyle yoğun hissediyordu ki! Her nefesimde!

 

Yorgunluğumdan kaynaklı başımdaki yoğun ağrı somurtmama izin vermiyordu. Evet, yüzümün normal hali somurtkandı ya da ben öyle sanıyordum. Bu şimdi düşünebileceğim bir şey değildi.

 

“İyi misin?” diyen Deniz değildi. Ondan önce soran sese döndüğümde aksi doktor ile bakışlarımız kesişti. Yerinde dikleşmiş bir şekilde bana bakıyordu.

 

“Çok iyiyim.” dedim. Yüzümü buruşturmak kötü sayılmıyordu, değil mi? Aynen öyle, sayılmıyordu.

 

“Neyi var? Yani neyin var?” diyen de Komiser Yardımcısı Emir’di. Soran sorana!

 

Sanki doğal ortamdan uzak vahşi bir hayvanmışım gibi ürkek bakışları vardı. Yani abartıyor da olabilirim ama bana garip bir şeymişim gibi bakıyordu! Kim bilir, benden nasıl bahsetmişlerdi. Harbiden ben bunu neden umursuyordum ki!

 

“İyiyim, iyi.” diyerek geçiştirdim ve bakışlarımı onlardan kopartarak hızla Dalga’ya döndüm. Ani bir soru ile aceleciliğimi belli etmek istedim.

 

“Ne yapmalıyız, komutanım?” dedim, biraz önce yaptığı komutanım olduğu hatırlatmasını vurgulayarak ve ekledim.

 

“İki kere deneyemeyiz.” diyerek de hatırlattım.

 

İstihbaratta risk vardı. Asıl istihbarat her zaman riskliydi. Tek bir şans ve risk! Yan yana geldiğinde istihbarat görevlerini anlatırdı. Hiçbir zaman ikinci bir şans olmazdı. Olsa da yara alırdın. İşi uzatır. Zorlardın.

 

Düşünceli bir şekilde bana bakarken gözlerimizi kesiştirdiğinde yutkundum. Çıkmaz sokak asıl bu noktaydı. Yanımızdaki sivillerle geriye dönemiyorduk, tehlikenin içine düşmeliydik. Onları tehlikeye sokmadan tehlikeden kurtaramazdık. Ne yapacaktık? Bunu o da ben de bilmiyorduk!

 

“Mecburuz.” diyerek sessizce söylendi.

 

“Şifre ne ile bitiyor? Beş mi, yedi mi? Hangisini daha net gördün, hatırla Okyanus. Deneyelim, gerekirse ikinci şansımızı oluştururuz.” dedi, bu kadar uzun süre düşünmenin ardından.

 

İkinci şansımızı oluştururuz!

 

Tamam. Bu söz bile nasıl bu kadar güven veriyordu? Gözlerinin içine bakarak ondan bunu duymak bile güven veriyordu!

 

Daha önce Gölge ile çıktığımız görevlerde ben daha çok aktiftim. Bir tehlike varsa ben çıkarırdım, tüm sorumluluk bendeydi. Bu liderlik miydi? Bilinmez ama şu an tek bildiğim, bir fikri ortak bölüşmek, sonucunu ortak kabullenmek bile en güzel şeydi. Tüm sorumluluğun altına girmek, ilk kez bu kadar yalnız hissettirmiyordu. Güven ise ilk defa hissettiğim bir şey gibiydi. Yazık, bana.

 

“Oluştururuz.” diyerek tekrarladım.

 

“Neden bu kadar düşünüyorsunuz? Dümdüz şifreyi girdikten sonra ikinciye deneyeceğiz işte, bu kadar değil mi? Şifreyi tek girme hakkı var da bizim mi haberimiz yok?” diyerek hafif alaylı bir şekilde konuşan aksi doktorun sesi tam arkamdaydı. Bir insan bu kadar da bilgisiz olamazdı ama!

 

Omuzlarımı arkama doğru çevirerek tam dönmeyerek umursamaz bir sakinlikte konuştum. Sinirimi belli etmemeye çalışıyordum.

 

“O kadar kolay olsa sizi umursar mıydık? Senin dediğin gibi dümdüz şifreyi girip ikinciye denerdik olurdu, biterdi. Değil mi?” dedim, kısık bir sesle. Sorgularcasına çıkan sesim hararetli sözlerimle bölündü.

 

“Bu kadar kolay olsaydı, buraya gizlenerek de girmezdik biz şimdi!” dedim ve hafif yükselerek ekledim.

 

“İki kapı da kilitlenebilir. Arada kalırız ve fark ediliriz. Ha, belki de fark edildik! Ne olabiliriz, düşünebiliyor musun? Birçok senaryo! Oyalamaktan başka bir şey değil, sana açıklama yapmam bile saçmalık. Zaten sizin yüzünüzden her şey karıştı. Sadece sessiz olsanız çok iyi olur.” dedim. Sadece zaman kaybı! Sonlara doğru alçalan sesimi küçük bir öksürükle böldüm ve yutkunarak konuşmasına izin vermeden devam ettim.

 

“Son dediğinde belki haklısındır ama geleceği göremediğimiz için bilemiyoruz, kusura bakma.” diyerek sözlerimi tamamladım. Alaylı ses tonuna maruz kaldığımız için kusura bakmayalım! Çok abartıyordum! Belki de? Şöyle karmaşık bir durumda takacak bir şey arıyordum zaten!

 

Kafamı önüme çevirerek Deniz’e döndüm. Tepkisiz bakıyordu. Tüm bu gerginlikte bir de böyle uğraşıyorduk! Belki de daha önce böyle bir şeyle karşılaşmamıştı! Benim yüzümden peşime takılan bu üç adama en az benim kadar sinir olmuş olmalıydı. Bana sinir olmuş muydu ki? Benim yüzümden demek kendimi suçlamak değildi. Benim alakam bile yoktu! Bu ayrı bir konuydu.

 

Yavaş adımlarla Deniz’in yanına ilerlediğimde aramızda bir adım mesafe kalacak şekilde bbirkaç adımda tam önünde durdum. Hep o bir adım mesafe kalıyordu... Her neyse...

 

“Bin dokuz yüz doksan beş.” dedim, önümdeki siyah demir kapıyı incelerken. Kalın ve büyük olan bu kapının hemen sağ yan duvarında şifre paneli vardı.

 

Aklımdaki şifreyi girmek için sağ elim yavaşça havalandı. Ellerimde, hatta Deniz’in de ellerinde hala eldivenimiz duruyordu. Bu yüzden problem yoktu, olmamalıydı da! Derin bir nefes aldım. Parmaklarım sadece rakamlardan oluşan siyah renkteki şifre sisteminde dolaştığında o sessizlikle gözümün daldığını hissettim.

 

Beş, dokuz rakamında üç sıra halinde dizildiği bu minik tabloda en ortadaydı. Yedi ise beşin tam olarak sol alt çaprazındaydı. Net olarak seçememiştim ama birbirlerinin çaprazlarında olan iki rakamı karıştırmam trajikomikti.

 

Daha fazla düşünmeden, daha fazla beklemeden, kimseye sormadan tuşlamaya başladım. Önce bir. Ardından dokuz. Bir tane daha dokuz ve küçük bir duraksama ile beş sayısını tuşladı, parmaklarım.

 

Onaylayacağım tuşa basacağım sırada gözüm saliselik bir şekilde yanımdaki Deniz’e çarptı. Arkamdaki üç adamdaydı, bakışları. Nefesimi vererek şifreyi onayladım ve gözlerimi yumdum.

 

Kapıdan bir ses gelmeliydi, değil mi? Açıldığına dair minik bir mekanik ses! Gelmedi.

 

Duyamadığım bu ses, gözlerimin hızla açılmasına neden oldu. Gözlerimi açtığımda gördüğüm şey, biraz önce şifreyi girdiğim şifre panelinin ekranında yazan yazıydı. Aynı anda duymak istediğim kapı açılış sesi yerine duyduğum hafif bip sesiydi. Yanlış dercesine gelen mekanik bir ses!

 

Invalid Code.

 

“Geçersiz kod.” diye mırıldandım. Aynı saniyede bu yazının yanında minik bir kırmızı ışık yandı ve söndü. Bir kere, sadece... Bir şeyi belli etmek istercesine!

 

Bir adım geriledim. Korku ile değil, asla. Ne yapabileceğimize dair bir fikrim olmadığı için...

 

Gözlerimi kırpıştırarak başımı hızla Deniz’e çevirdim. Bakışlarımız kesiştiğinde onun da benden bir farkı yoktu. Ekrandan çevirdiği bakışları ile denk gelmiştim.

 

Aynı bakışlarımı hiçbir şey demeden tekrar ekrana çevirdim. Bu sefer daha detaylı incelemeliydim. Şifre panelinde iyice gözlerimi gezdirdim.

 

“Şifre yanlış.” dedi, Deniz. Sözleri kulağıma vardı ama odağım onda değildi. Onu cevapsız bıraktım.

 

Yutkunarak derin bir nefes aldım. Diken üstü. Evet, diken üstünde hissettiğimiz bir andı. Diken üstü, korkmak veya panikte olmak değildi. Diken üstü, panik yaratacak bir şeye çözüm bulmak istemek demekti.

 

“Bekle.” dedim, o an fark ettiğim şey ile. Şifre paneline daha çok yaklaşarak baktım. Evet, doğru görüyordum.

 

“Çerçevenin içinden kablo geçiyor. Bu mekanizma pasif değil, aktif!” dedim, gördüklerimi direkt söze dökerek. Aktif çalışıyor!

 

“Nasıl?” derken o da anlamış olmalıydı.

 

“Şifre yanlış. Sistem kablolu.” dedim ve tekrar ettim. Bu çok kötü olmuştu!

 

“Panel gecikme yapmadı. Invalid code... Evet, sinyal kesici etki etmiyor.” dedim ve devam ettim.

 

“Yani-“ dediğim sırada sözümü bölerek hızla beni tamamladı.

 

“Kapı kablolu sistem ile çalışıyor. Şifreyi yanlış girdik. Sinyal kesici etki etmediği için yüksek ihtimalle uyarı çoktan merkeze gitmiştir!” dedi. Sözlerinin bitimiyle birlikte hızla bakışlarım ona döndü. Aynı anda ona katıldığımı belirttim.

 

“Evet!” dedim. Bu demek oluyordu ki, uyarı sistemde, tüm çıkış kapılarımızı tamamen kilitleyebilir ve bizi yakalayabilirlerdi.

 

Siyah kapının ardında bu kadar korunacak ne vardı? O an aklımdaki tek soru da buydu. Ya her şey saçma sapan bir oyundan ibaretti ya da kapının ardında büyük bir sır gizliydi.

 

Arkamızdan adım sesleri duyduğumda bunun üçlüye ait olduğuna emindim. Tepki vermedim ama Deniz’in eli çoktan beline gitmişti bile!

 

Herhangi birilerinin gelmesi durumuna önceden hazırlıktı olmak istiyordu. Silahını kavradığında bende onunla birlikte davranarak çantamı açtım çünkü yanımızda üç tane sivil vardı. Onları korumak zorundaydık!

 

Çantamın içindeki silahımın kabzasından tuttuğum anda Deniz de silahını tam belinden çıkarıyordu ki, bir ses duyuldu.

.

Tekrardan been 🫣

Son bölümlerde tanıştığımız Pölis Özel Harekat'ta görev alan Komiser Yardımcısı Emir Kızıl'ı (kuzen:) nasıl buldunuz? -->

Hakkında neler düşünüyorsunuz? -->

Son bölümlerde Aksi Doktor? (Altın Prens;) ? -->

Emir Savcı pek sessiz. Bunu fakr etmişsinizdir. -->

Okyanus- Deniz??? -->

Ve siyah demir kapının ardında neler olabileceğini düşünüyorsunuz? --->

(Bu konudaki düşüncelerinizi çok merak ediyorum çünkü pek tahmin edemeyeceğiniz bir şey. Pek değil hiç gibi...🤭)

36. Veya 37. Bölümümüzün sonunda şimdiden planladığım bir şey var. Önümüzdeki bölümü henüz yazıyorum, bitince hızla atacağım.

Ve gerçekten merak ettiğim bir şey var?

1 - Okyanus'un ailesinin Kızıl Ailesi olmasını ister miydiniz? Veya istemez miydiniz? Neden? Ve neler olabilirdi? --->

(Kafanızdaki senaryoları merak eden yazarınızdan sevgilerle...)

2 - Okyanus ve Deniz Akif ilişkisinin nasıl boyutlanmasını hayal ediyorsunuz? Neden? Ve nasıl olurdu? --->

Yeni okurlarım varsa;

Tiktok hesabım: lily_okyanus

Instagram: lil__ybookss

W: Canss_lily

Tiktokta kitapla ilgili bol video atıyorum, Instagramda bölüm sayaçları açıyorum :)))

36. Bölümde buluşalım... 💖💖💖

🌊🌊🌊🌊🌊

2011 Kelime...

Bölüm : 17.12.2025 02:10 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...