28. Bölüm

FINDIKKIRAN

Afranur
lilyum_cicegi

 

Oy vermeyi ve yorum yazmayı unutmayınızzz🏹

Bir insanın en derin acısına sebep olmak, nefesimi keserdi. Benim nefesim kesildi.
Ruhumdaki ızdırap o kadar derindi ki, adeta ilmek ilmek kalbimi sarıyordu. Çünkü ben, bir başkasının en sevdiğinin yok olmasına sebep oldum.
Yara aldığım yerden acılar çektim. Ve dönüp başkasının aynı yerden yara almasına sebep oldum. Ben onu çok incittim.
Neden? Neden kıyardı bir insan, bir başkasının babasına? O baba ki, en çok değer verdiğiydi. Vermese neye yarardı? Ona bir zarar gelse, evladın gözleri yaşarmaz mıydı?

Tam tamına iki gün geçti. İki gün boyunca Mirza’yı görmedim. Mağarayı adeta mezarım eyledim.
O geldi ama ben kapadım gözlerimi, hiç görmedim. İçimde öyle bir ağırlık vardı ki… Ben “babam” deyip ağlarken, ona da aynı acıyı nasıl yaşatmış, nasıl sebep olmuş olabilirdim?

İyi bir şey yaparken kötü yollara başvuran insanların yaptıklarını mı yapmıştım? Bilmiyorum.
Ah, avare aklım, neden bilmiyorsun? Hatırladığım tek şey, Mirza’nın babası Savcı Bey’in kalbine sapladığım hançerdi.
Ardından Mirza’nın “Baba!” diye haykırışı ve babasının yere düşerek son nefesini verişi gözümün önünde canlanıyordu.

Akkaş Bey’in yaptığı tüm ilaçları içmiştim. Bu yüzden midem çok bulanıyordu. Gözlerime ara ara perde inse de nedenini öğrenmek zorundaydım. Yatakta bağdaş kurmuş, yorganı sırtıma almıştım. Dirseklerim bacaklarıma yaslamış, başımı ellerimin arasına almış halde, defalarca o anı hatırlamaya çalışıyordum. Ellerimle başıma baskı yaparken, midemin bulantısını duymamaya gayret ediyordum.

Omzumda hissettiğim yeni bir varlıkla birlikte sırtımın ne kadar ağrıdığını fark ettim. Ellerimi başımdan çekerken gözlerimi araladım. Önümdeki varlığın çizmelerine baktıktan sonra, gözlerimi usulca yukarı kaldırdım. Kıyafet olarak lacivert ve siyah tonlarını tercih edip giyen Mirza ile karşılaşınca, irkilmem gözlerime yansıdı.

Kaçmak istercesine hareketlenince, midemin bulantısıyla yüzümü ekşittim. Sırtımı dönmeme müsaade etmeyerek eliyle kolumu kavradı. Sert değildi.

“Hümeyra,” dedi sakin bir ses tonuyla.

Onun bu sakinliği, burnumun sızlamasına sebep oldu. Geri çekilmek istesem de beni bırakmadı. İki eliyle omuzlarımdan tuttuğunda, yerin dibine daha çok girmek istedim. Çünkü incindiğim yerden başkasını incitmek ve sonra da sürekli onun gözünün önünde olmak, Mirza için bir işkence olmalıydı.

“Dön bana,” dedi ve ardından derin bir nefes verdi. Bırakmayacağını anladığım için sadece, “Lütfen…” diyebildim.
Uzun süredir konuşmadığımdan, sesim çatallanmıştı.

Bırakmadı. Aksine, bana dönebilmem için dizlerinin üzerine çöktü. Yatağın kenarındaki şişeleri görmüş olacak ki:
“Bütün ilaçlarımı içtin?” dedi hayretle.

Bir cevap vermeden, sadece kucağıma gözlerimi diktim.

Omzumdaki elini kaldırdı. Kucağımdaki elimin üzerinde bir müddet durdu, sonra yavaşça kendi elini elimin üzerine koydu.

İrkildim. Nefesim bahara karıştı. Ağrıyan boynum yüzünden başımı yavaşça kaldırıp gözlerine baktım.

“Git, lütfen,” dedim. Ağlamaktan harap olmuştum, ama şu iki kelimeyi söylerken bile gözlerim doldu.
Dudaklarındaki acı tebessüme gözlerim takıldı.

“Gitmeyeceğim.”

Teselli dolu bu sözle, elimin üzerindeki eline sarılmak istedim. Ama buna hakkım yoktu. Eskiden kocam olduğu için hâlime katlandığını söylerdi. Şimdi ise Kuğu olduğumu öğrendiği için mi böyle davranıyordu? Bu düşünceyle içim titredi. Elimi elinden çekerek kenara aldım.

“İyi değilsin. Şifacıya götüreyim seni,” diyerek ayağa kalktı ve çizmelerimi önüme koydu. Kıpırdamadığımı görünce, “Hümeyra Hatun, hadi,” dedi yine o sakin ses tonuyla.

“Niye bana iyi davranıyorsun? Neden merhamet gösteriyorsun?”

Dudaklarım yaşadığım duyguyla bükülürken, gözyaşlarım akmaya başladı.

“Kuğu olduğum için mi?” dediğim anda, benimle aynı seviyeye gelmek için diz çöktü.

“Hayır,” dedi.

Yüzüne bakmadım. Nasıl bakabilirdim ki?

Gözyaşlarım görüşümü engellediğinden gözlerimi kırpıştırdım. Tam o anda çenem yukarı kalktı. İkinci büyük bir irkilmeyle gözlerimi hızla açıp ona baktım. Parmağının ucuyla çenemi yukarı kaldırmıştı.

“Gitmeyeceğim… çünkü bu sebepten.”

“Hangi sebepten?” dedim, dilim çözülmüşçesine hızlıca sordum.

“Sen olduğun için, seni gördüğüm için,” dediğinde, yüreğimde öyle bir his belirdi ki hıçkırığım tutunca ondan uzaklaşıp ellerimi yüzüme götürdüm ve gözyaşlarımın akmasına izin verdim.

“Ben senin babanı öldürdüm...”

Ona baktım. Üzgün ve durgundu.

“Ama hatırlamıyorum... Neden böyle bir şey yapayım? Aklım almıyor, hatırlamıyorum...”

Arka arkaya söylediğim sözlerin ardından ellerimi başıma götürdüm, sıkmaya başladım ve defalarca son cümlemi tekrarladım. Kendimi kaybetmiş gibiydim… ta ki Mirza beni kollarının arasına alıp sarmalayana kadar. Başım göğsüne yaslandığında, oranın sıcaklığına gömüldüm ve sadece ağladım. O, beni sarmalarken sırtıma hafifçe vuruyordu. Gösterdiği merhamet, içimdeki suçluluğu katbekat artırıyordu. Halbuki onun babası ölmüştü ve sebebi bendim.

Bana karşı celalli olmasının sebebi obam ve babası iken bana gösterdiği merhametleri görmüyor sadece kötülüklerine odaklanıyordum. Çünkü gerçekten öyleydi. Abartmıyordum… Şimdi de abarttığım yoktu. Gerçekler ortaya çıktığında geri adım atmıştı. Şimdi ise, her şeyi bilmesine rağmen bana merhamet göstermesi hangi hakikatin sonucuydu?

Kollarımı hafifçe ona sardım, başımı göğsüne daha çok yasladım.

“Bana karşı merhametli olman, çok acımasızca...”

Bu merhamet beni daha çok yıkıyordu. Hak etmiyordum.

“Asıl acımasız olan biri varsa o da sensin,” dedi.

Üzüntüyle dudaklarımı bükerek, duymak istediğim cümleyi nihayet duydum.

“Evet… Seni çok kötü yaraladım. O yüzden bana öfkeliydin. Hem… kim olmazdı ki?”

Ne kadar halsiz olsam da içimdeki ses, kötü biri olduğumu ispatlamaya çalışıyordu.

“Ben seni tanır sanırdım… Meğer tanımıyormuşum. Hakikatler bir bir ortaya çıktıkça, gördüğüm gerçeklerin aslında yalan bir aynadan ibaret olduğunu fark ettim. Babamı…” diye duraksadı. Ben ise başımı onun göğsüne yaslamış, usulca dinliyordum.

“Atamı hatırladıktan sonra hakikatleri dediğin an, darmadağın oldum.”

Başımı göğsünden kaldırıp ona baktım. Geri çekilince, kolları sırtımdan omuzlarıma kaydı. Durgun şahin gözlerine baktım. Yanaklarımı kendim silerken gözlerimiz buluştu.

“Şimdi de babamı öldüren kadına bakarım. Amma benden daha darmadağındır. Şimdi söyle bana: Ben sana nasıl kötülük ederim? Senden nasıl kötülük beklerim?”

Öyle güzel bakıyordu ki... İçimdeki tüm taşlar kalkıyor, adeta bahar çiçekleri açıyordu. Hümeyra’nın hisleri içimden çıkmış gibiydi; çünkü hislerin en yoğun hâlini yaşıyordum.

“Ama o senin baban...”

Acı bir tebessüm yerleşti dudaklarına, derin bir nefes aldı.

“O benim dağımdı… Amma şu an gördüğüm bir hakikat varsa, o da sensin.”

“Benden nefret etmiyor musun?”

Gözlerini benden uzaklara çevirdi. Öfkeli değildi, hatta hiç değildi.

“Bildiğim sandığım hakikatlerle yanlışlar ettim. Aynı hataya bir daha düşmek istemem.”

Benim içimde nasıl bir savaş varsa onun içinde dingin bir sis vardı. Ben savaşırken o, sakince sisin için dolanıyordu. O hâline öyle içim acıdı ki... Belki içinde hâlâ nefret tohumları vardı ama Mirza’dan aldığım cesaretle sarıldım. Başımı göğsüne gömerken midem yine bulanmaya başladı. Bu yaptığım şey utanç vericiydi ama aynı zamanda içimi de sakinleştiriyordu.

Mirza’nın kolları arasında olmak... Hatta ilk başta onun bana kollarını açması... Bundan bir hafta önce imkânsızdı. Asıl imkânsız olan şey ise benim ona sarılmamdı.

Başımda hissettiğim örtüyle utanç içinde gülümsedim. Bolca bağladığım örtünün kaydığını fark etmemiştim bile.

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Yanaklarım kurumuş, üşümeye başlamıştı. Gözlerimi araladım. Zihnen yorgundum, midemdeki ağrıların sinyali giderek artıyordu.

“Midem gerçekten çok ağrımaya başladı.”

Başımı olduğum yerden kaldırmayıp durumumu izah ettim. Başımı canlatsam sanki midemin sancısı daha da artacak gibiydi. Ki öyle de oldu. Mirza, omuzlarımdan tutarak kendisine bakmamı sağladı.

“Tahmin etmiştim. Hadi Tüycü Kadın’a gideriz.”

“Süt içsem belki iyi gelir.”

“Olmaz, hadi derim giyinesin.”

Önüme çizmelerimi koyunca, bağdaş kurduğum bacaklarımı açıp çizmelerimi ayağıma geçirdim ve ayağa kalkarken midemin bulanmasıyla yüzümü ekşittim.

“Hele gelesin,” dedi.

Dirseğimden nazikçe tutup şelalenin yanına götürdü. Etrafa bakındı, masanın üzerindeki bakır bardağı alıp şelale suyuyla doldurdu ve bana döndü.

“Ellerini uzatasın.”

Avucumu açınca soğuk suyu elime boşalttı. Yüzüme götürüp iyice yıkadım. Bu işlemi birkaç kez tekrar ettikten sonra kuşağımdaki mendille yüzümü kuruladım. Soğuk su zihnimi biraz kendime getirmişti.

Az önce ona sarılan kişi ben değilmişim gibi, arkamı dönüp başörtümü düzelttim, iyice sıkılaştırdım. Üzerime kalın bir paltoyu andıran kıyafeti geçirdim, masada duran hançerimi kuşağıma taktım. Mirza’ya baktım. Hazır olduğumu anlayınca, bizi çıkışa götürecek karanlığa doğru ilerlemeye başladık.

Karanlığa iyice girerken Mirza’nın kolundan tutundum. Korkmasın diye…

Bu hissi nasıl tarif edebilirim bilmiyorum. Ama artık ona dokunmak bir ihtiyaç haline gelmiş gibiydi. Utansam da çekinsem de yine de dokunmak istiyordum. Ona temas eden herhangi bir uzvumdan yayılan enerji, tüm bedenime yayılıyor ve bu hoşuma gidiyordu.

Hayır… Bu sadece bir temas değildi. Mirza’nın hâli, konuşmaları ve tavırlarını oluşturan karakteri dikkatimi çekmeden edemiyordu. Bu dikkat, bana doğru daha da çekilmeme sebep oluyordu.

“Beybolat Bey, burası sana emanettir.”

Mirza atın üzerinde, Beybolat Bey’e emir buyururken ben de onun tam önündeydim.

“Emrin başım üzerinedir.”

At hareket ederken yüzümün buruşmaması için kendimi tutuyordum. Bulut’la göz göze geldiğimde bakışlarındaki hoşnutsuzluk dikkatimi çekti. İçinde bulunduğu durumdan memnun olmadığı çok belliydi. Daha önce çıkarlar için çalışacağını söylemişti ama ben, eline tutması için hiçbir şey vermemiştim.

Benekli ilerlemeye başlarken, Bulut’un tavırları beni tedirgin etti. Kötü bir insana benzemiyordu ama güvenilir biri de değildi. Onu boş bırakmamak gerektiği açıktı. Bu konuda acilen bir karar verilmeliydi.

“Ne düşünürsün?”

Arkamdaki Mirza’nın sesi, iç sesimden sıyrılmama sebep oldu.

“Bir an önce bir şeyler yapmalıyız. Vaktimiz dar ve Bulut, açıkça bir şeyler bekliyor. Eğer onu boş bırakırsak, o da bizi yarı yolda bırakabilir.”

“Doğru dersin ama bizi arkamızdan vuracağını sanmam.”

“Doğru dersin ama bu taraf değiştirmeyeceği anlamına gelmez. Bizi gidip dedesi Mahmud’a ihbar ettirmez. Ama Mahmud eğer ona bir şey vaat etmişse, düşmemizi sağlayabilecek karaktere sahip.”

“Neye karar verdin?”

“Onların tekrar güvenlerini kazanacağım.”

“Nasıl edeceksin bunu?”

“Şu an tamamen hedef tahtasıyım. Çünkü ben kendimi kaybettikten sonra kervanlar tıkırında gidiyor. Ama ondan önce zaten göze batmışım. İşte burasını aklım almaz.”

“Keçikören Obası yıkılmazdı. Ama yıkıldı.”

Mirza’nın bu sözüyle şaşkınlıkla başımı ona çevirdim. Sağ tarafımda, kendinden emin bir ifadeyle başını salladı.

“Ama öyle biri olsa bile, sana karşı tavrımı anlaması imkânsızdı.”

Bulut’un bana gizlice söylediği söz, ağzımdan istemsizce kaçmıştı. Örgüt, Mirza’ya karşı bir şeyler hissettiğimi fark etmişti.

“Sebebi ben miyim? Ama nedendir?”

Gözlerim faltaşı gibi açıldı. Ne diyeceğimi bilemeden etrafa bakındım. Sonunda tek diyebildiğim, “Galiba kusacağım,” oldu.

Mirza atını hızla durdurdu. Bu ani hareketiyle gerçekten kusacak gibi oldum. Refleksle elimi ağzıma götürdüm. Mirza attan indiğini görünce, inmekle uğraşmadan ellerimi ona uzattım. Belimden kavrayarak beni indirdi, ellerim omuzlarına gitmişti. Ayaklarım yere değer değmez hemen yakındaki bir ağacın arkasına geçerek öğürmeye başladım.

Bu gerçekten çok utanç vericiydi. Şu an yerin dibine girmek istiyordum. Ben şu an rüyadan uyanmak istiyor gibiyim.

İçimde var olan son sıvıyı çıkarttıktan sonra durup derin nefes alırken Mirza, “Hümeyra eyi misin?” dedi. Elimle ona ‘gelme’ işareti yaparken dilimle de zikrettim.

“Bir şeye ihtiyacın var mıdır?”

“Sadece su, ama elime veresi,” dedim. Elime değen deriden yapılma su kesini hissederken o, “Alasın,” dedi.

Su ile ağzımı silip sonra çalkalayıp yere tükürdüm. Geriye döndüğüm de Mirza’nın Benekli ile ilgilendiğini gördüm.

“Bana sadece ismimle hitap ediyor.”

O an yaşadığım bir aydınlanma ile kalakalmıştım. Niye Hümeyra Hatun değil de sadece Hümeyra? Mirza’nın bana baktığını görünce:

“Atına kusarım diye mi korktun?” deyiverdim. Böyle anlarda düşüncelerimden kaçmak için bile sataşabiliyordum.

“Küheylan gibi atıma kusman elbet beni korkuttu,” demesiyle atına karşı gösterdiği hassasiyete ikinci kez şahit oldum. İlki, yılandan korktuğu için Benekli şahlanmıştı. Öyle güzel methiyeler dizmişti ki düşmek üzere olan beni, teskin ettiğini sanmıştım. Meğerse atını teskin ediyormuş. Hümeyra demiş Hümeyra Hatun demiş bence önemli olan bu değildi.

Atına olan sevgisini izlerken, halsizce gülümsedim. Benekli’nin yanına gelip üzerine bindim. Mirza da arkamda yerini aldı. Uzun bir süre sessizce ilerledik. Bu süreçte aklımda kurmam gereken planların çoğu artık netleşmişti.

Tüycü Kadın’ın otağına ulaştığımızda, iyice güçten düştüğüm için Mirza’nın koluna girmiştim. Kadın beni görünce hemen otağa girmem için işaret etti.

Tedavi sırasında Mirza, soğukluğu bastırmak için odun toplamaya çıkmıştı. Otağın ortasında cılız yanan ateşin ardında ilaçlarla uğraşan kadına döndüm.

“Neden bana gerçekleri söylemedin?”

Sözlerimle gözlerime ciddi bir ifadeyle bakan kadına hafifçe tebessüm ettim.

“Herkes Hümeyra Hatun’un sessiz zarafetine hayrandı. Ama kimse suyun altında ne kadar savaştığını göremiyordu. Ben, bir kuğunun ne kadar güçlü olabileceğine şahit olduktan sonra, düştüğünde kendi gücüyle kalkmasını istedim.”

Söyledikleri içimde bir utanç dalgası oluşturmuştu. Onun kaba ama bir o kadar hoyratça sevgisinin yakınında bulunmayı özlemiştim.

“Hep tuhaf bir kadındın zaten,” dediğimde kahkaha attı.

“İnsan olsun da, tuhaf olmasın,” dedi gülerek.

“Geri döndüğümü herkese haber edesin. Hazırda olmalarını da söyleyesin,” dedim. Bu sözlerimle birlikte elindeki malzemeyi bırakıp ciddileşti.

“Acele etmez misin, Hümeyra Hatun?” dedi. Güçsüz hâlimin farkındaydı.

Hayır, geç bile kaldık. Yeterince vakit kaybettik.”

O aşağılık örgütün içinden geçme arzum, artık boşalmak için an kollayan bir öfkeye dönüşmüştü. Amma velakin, temkinli olmak şarttı. Bu iş, sabırla ve hileyle yapılmalıydı. Zira onlar, karşımıza çıkacak kadar mert değillerdi.

“Baskın mı edeceksiniz?”

“Hayır. Tam içlerine gireceğim.”

Sözlerimle gözlerinde bir endişe belirdi.

“Bakma bana öyle. Senin bildiklerini ben de bilirim. Şimdiye kadar işler nasıl düzgün yürüdüyse, yine öyle devam edecek. Benim için kurdukları tuzağa, bu kez kendi adamlarını çekeceğim.”

“İlaçları dersin.”

Başımı salladım. Zihnimi zehirlemeye çalışanlar elbet hesap vereceklerdi.

“Peki, Mirza Bey?”

Anlamıştı. Çocukluğumdan beri beni tanıyan bu kadın, içimdeki duyguları fark etmemesi zaten imkânsızdı. O, Mirza Bey’in sonradan bulduğu bir şifacı değildi. O, benim eğitmenimdi. Bendeki yeteneği ilk fark eden, yol gösteren, içimden bir Kuğu profili çıkaran kişi—ta kendisiydi. Örgütümün ana kollarından birindendi. Kara Diken Örgütü’nden en çok intikam almak isteyen ama gücü yetmeyenlerden birisiydi yalnızca.

“Şimdilik onun bir şeyden haberi olmayacak,” dedim.

“Nedendir?”

Cevap vermek yerine sustum. Elimden geldiğince onu bu çemberin dışında tutmak istiyordum. Çünkü planlarıma karşı sabır gösterecek bir yapısı yoktu. O, meydan insanıydı. Kimseden çekinmeden, “Hakikat budur. Kabul etmeyen karşıma geçsin,” diyecek kadar pervasız bir karaktere sahipti.

“Fitne sinsi bir yılandır,” dedi. “Neyin hakikat, neyin şer olduğunu insan bazen ayırt edemez. Ama niyeti sağlam olan, o fitne ateşini söndürür. O sebeptendir ki niyetin sağlam olsun, kızım. Yoksa o fitnenin içinde yalnız sen değil, masum olan birçok insan da yanar.”

Tane tane söylediği bu nasihati dinledim. Planlar aklımda dönüp dururken içim daralmıyor değildi. Tüycü Kadın’ın dedikleri bütünüyle doğruydu. Bu, sadece bana ait bir mesele değildi. Bu bir benlik davası olamazdı.
Örgütün İslam’dan uzak ibadet anlayışlarına şahit olmuştum. Eğer durdurulmazlarsa, kim bilir daha kaç kişi ilimden yoksun biçimde bu sapkın çemberin içine düşecekti. Bunun dışında yolsuzluklar, güçlülerin zayıfları ezmesi, adaletin yerle bir edilmesi… Bunlar artık görmezden gelinecek gibi değildi.

“Merak etmeyesin,” dedim, dişlerimi sıkarak. “Onlar nasıl böyle bir örgüt kurup yıkılmaz bir imaj sergilediyse… Ben de o imajı yerle yeksan edeceğim!”

Ellerim yumruk olmuştu. İçimdeki öfkeyi sakinleştirmeye çalışıyordum.

“Örgütün liderinin yeğeni, şu an yanımızda.”

Bu sözlerimle Tüycü Kadın bir an sendeledi. Yerimden doğrulurken elini kaldırarak beni durdurdu.

“Ona nasıl ulaştın?” dedi, gözleri büyümüş halde.

Şaşkınlığı dikkatimi çekmişti. Her şeyi en başından anlattım. Ciddi bir yüz ifadesiyle başını salladı. “Nasıl güvenirsin? Ya ihanet ederse?”

“Ben de aynı şeyleri düşünürüm… Hatta Mirza Bey bile. Ama şimdiye dek yeterince açık vermiş olmasına rağmen, bizim işimizi bitirebilecekken hiçbir şey yapmadı.”

Onu teskin ettikten sonra, sakinleşince devam ettim:

“Belki de sadece ne olacağını merak eder.”

Sözlerine başımı olumlu şekilde sallayarak karşılık verdim. Doğruydu. Zaten bunu kendisi de dile getirmişti. Ama yine de bir gözün üzerinde olması en iyisi olurdu.

Kapının aralanmasıyla gözlerimi sönmekte olan ateşten ayırıp oraya çevirdim. Kucağında taşıdığı bir yığın odunu ocağın kenarına bırakan Mirza, ardından bana baktı. Göz göze geldiğimizde, “Eyisin?” diye sordu. Başımı tekrar olumlu şekilde salladım. Tüycü Kadın’ın gözlerini üzerimde hissedince ona baktım; işine devam ediyor, yüzünde hafif bir gülümseme taşıyordu.

Mirza, çömeldiği yerden odunları ateşe attı, ocağı harladı. Ona yeniden baktım. Eskiden Mirza ile bu kadar yakın değildik. Gizli olan her şeyi tek başıma üstlenirken şimdi, her adımımda yanımda olan bu adamdan nasıl her şeyi gizleyecektim?

“Eyi olduğuna göre, obaya geri dönebiliriz,” dedi. Elleriyle pantolonuna tozlarını çırparken bana döndü.

“Kendi obama gitmem gerekir,” dedim.

Sözlerimle kaşları hafifçe çatıldı. Ardından Tüycü Kadın’a döndü:

“Bize biraz müsaade edesin.”

Normalde lafını kolay kolay dinlemeyen Tüycü Kadın, bu defa sorgulamadan işlerini bırakıp dışarı çıktı.

Mirza, yatağın yanına gelip bağdaş kurarak oturdu.

“Aklında ne vardır?” dedi.

Cevap vermedim. Şahin gözlerini üzerime dikmişti.

“Emin olmam gereken şeyler vardır,” dedim sonunda.

“Emin olman gereken nedir de, yoldan beri kafanda bir şeyler döner durur?”

Ondan bir şeyler sakladığıma sinirlenmişti. Haklıydı. Ama ben de haklıydım.

“Babanı…” dedim, ama cümleyi tamamlamak dilime ağır geldi. Sonunda kendimi zorlayarak söyledim:

“Babanı öldürdüm… ama bana güvenirsin, değil mi?”

Şapkasını başından alıp elinde döndürdü. Hafif dalgalı saçlarının yalnızca dipleri kıvrıktı. Kirli sakalına eli giderken gözlerini gözlerime indirdi.

“Ben sana dedim,” dedi.

“Ben sana güvenirim, dedim! Sen de bunu bilirsin. Şu sürekli dönen düşüncelerine, emin bir şekilde söyle artık.”

Elini dizine koyarak göğsünü bana doğru yaklaştırdı. Geri çekilmemek için kendimi zor tuttum. Ben onu bildiğim kadar, o da beni biliyordu.

“Amma asıl sen bana güvenmezsin!”

Sesindeki tehditkâr sessizlik, kulaklarımdan kalbime doğru inen bir ağırlık gibiydi. Beni bu kadar kısa sürede böyle tanıması tuhaf bir şekilde hoşuma gitmişti. Evet, ona güvenmiyordum. Çünkü o sabırsızdı.

Ama bu tavrımı farklı yorumlamasına öfkelendim. Kaşlarımı çatıp ona döndüm. Bana nasıl yaklaştıysa, ben de ona yaklaştım.

“Sana güvenmesem şu an yanında olur muydum?”

Ciddi yüz ifadesi yumuşarken gözleri tekrar normale döndü. Elimin, onun elinin üzerine inmesini hiç planlamamıştım. Ve sinirli olmam gerekirken, birden yükselen o hissiyatla sakinleşmiştim. İkimiz de o an durulmuştuk. Ne diyeceğimi unutmuş, öylece kalakalmıştım. Elim hâlâ onun elinin üzerindeydi. Gözlerimi ondan ayırıp toparlanmaya çalışırken dudaklarımı hafifçe ıslattım.

“Planı devreye sokmam için adım atmam lazım. Ve bu süreçte sakin olmalıyız. Hemen en küçük bir şeyde sinirlenirken onlara karşı nasıl zafer kazanabiliriz?”

“Tamam, doğru dersin. Ama aklındaki planı bana neden demezsin?”

“Neden demem bi düşünesin? Az önce hemen horoz gibi kabardın.”

Diğer eliyle düşünceli şekilde saçını geriye ittirdi.

“Plandan haberdar etmezsen seni nasıl korurum?”

Dedikleri ile gözlerim ellerimize giderken yüzümden tebessüm oldu. Bu öyle bir tebessümdüm ki elmacık kemiklerime vurmuştu.

“Planı sana dersem ben seni nasıl korurum?”

Gözlerim ona değdiğinde, şahinlerin kıvılcımı gibi bir parıltı gördüm. Dudaklarında bir tebessüm belirdi. Onun tebessümüyle içimde bir utanç dalgası yükseldi.

Mirza’nın bana karşı tutumu o kadar merhametliydi ki, bu merhametin karşısında onu incitmek, en son isteyeceğim şey hâline gelmişti.

“Aklımda bir şeyler var. Senden ricam, bunları bana sormaman ve sorgulamaman.”

Yüzündeki hoşnutsuzluğu hissedebiliyordum.

“Bir şey olursa zaten ilk söyleyeceğim kişi sen olacaksın.”

Gözleri yanan ateşe kayarken sözlerime devam ettim:

“Bana eskisi gibi davranacaksın, ben de sana.”

Bana bakması için elini sıktım. Gözleri ellerimize kaydıktan sonra yüzüme döndü.

“Aramızda bir şey olduğunu, yani anlaştığımızı kimsenin bilmemesi gerek.”

“Doğru söylersin. Ama anlamadığım bir şey var. Kervanları haber eden sendin. Sen hasta olduktan sonra kervanlar basılmadı. Hepsi seni tanır. Bu işten nasıl sıyrılacaksın?”

“Sana bunun cevabını söyleyeceğim ama başka soru sormayacaksın. Söz mü?”

Söz vermek yerine dik dik bakmayı tercih etti. Vermezdi, tanırdım.

“Eğer kurduğum plan senin yüzünden batarsa, o zaman gör bak seni nasıl batırıyorum!” dedim ciddiyetle. Huysuz bir çocuk gibiydi. Dik dik bakmaya devam edince, bu sefer ben onun haline dayanamayıp elimi elinden çekerek sağa dönecektim ki kaldırdığım elimi kavradı, bana dönmemi sağladı.

“Bana dersin ki, ‘Ben ateşte yürümeyi göze aldım.’ Sen de ‘Beni bekle,’ dersin.”

“Hayır, sana bekle demem. Elbet sen de bir şey yapacaksın. Ama sana eskisi gibi ‘uy’ derim.”

İkimiz de derin bir nefes verdik.

“Söz veremem ama elimden geleni yaparım. Şimdi anlatasın planı?”

“Evet, onlar benden şüpheleniyor. Ama o şüpheyi başka yere çekeceğim. Sakın sorma!” diyerek elimi susturur gibi kaldırdım.

“Dediğim gibi, obada iki düşman gibi davranacağız. Buradan çıktıktan sonra Sazlık Obası’na varacağız. Orada amcamla konuşacağım. Merak etme, asıl oyunu amcama kuracağım, o da saraya ulaştıracak.”

“Ne diyeceksin?” dedi, merakla.

“Diyeceğim bir şeyler.”

Bir şey demeyerek huzursuzca başını salladı. Eminim ki ben nasıl söylemiyorsam, o da öylece peşimde olacaktı. Düşününce, aslında bu da iyi bir şey olabilirdi. Düşman kızdan bilgi toplama imajı vermiş olurdu.

“Yorgun gözüküyorsun. İstersen sen istirahat et, ben de biraz talim yapayım.”

Başını onaylarcasına salladı. Elini utanarak elinden ayırıp yataktan kalkarken, “Sen geç,” diyerek yatağı gösterdim.

Mirza ayakkabısının bağcıklarını çözerken, ben de kendi ayakkabılarımı giyindim. Kenara koyduğu kılıcına uzanırken uyardı:

“Çok keskin, Hümeyra. Kendine zarar verirsin.”

Başımı olumsuzca sallamamla birlikte, o da ayakkabılarını tekrar giymek üzere yöneldi.

“Eyi,” dedi kısa bir cevapla.

“Tamam tamam, koydum. Bak.”

Kılıcını yasladığı yere geri bıraktım.

“İstersen al koynuna kılıcını.”

“Kılıcım mı dert olan, keskin diyorum.”

“Tamam o zaman, sen uyu. Ben ok talimi yaparım.”

Görünen yay ve oklara doğru ilerlerken, Mirza’nın hâlâ yatmadığını fark ettim.

“Artık uyur musun? Sana talim yapacağım dedim, ‘tamam’ dedin. Talim yapacağım derken yemek talimi yapacağımı mı sandın?”

Hızlıca söylediğim sözler karşısında cevap veremedi. Kuşağına ellerini koyarak gözlerimin içine baktı. Oku kendime atabileceğimi bile düşünse, gözlerimle yerdeki yatağı işaret ettim. Benimle baş edemeyeceğini anladığında yatağın içine doğru kıvrıldı. Ben de malzemeleri alıp dışarı çıktım.

İçerinin sıcaklığına tezat, dışarısı buz gibiydi. Kuyudan su çeken Tüycü Kadın’ı görünce yanına gittim.

“İmdi diyesin bana, okta nasıl mahir olurum?”

Onun ok ve hançer fırlatmadaki maharetini hatırlıyordum. Ama eski Hümeyra, bunları öğrenmek yerine babasının öğrettiği kılıçta usta olmayı seçmişti.

Tüycü Kadın beni süzdü, kaşlarını hafifçe şaşkınlıkla kaldırdı.

“Ne oldu da öğrenmek istersin?”

“Ne zamandan beri öğrenmek isteyeni sorgular oldun? Öğrenmek isterim, bu kadar,” dedim. İçimden de ekledim:

Ben olmak isterim.

Küçümser bir tavırla yüzüme baktı. Saçından bir tüy alıp bana doğru uzattı. Elime aldığım sert tüye baktıktan sonra ona döndüm.

“Bu elindeki şahin tüyüdür. Ben okta mahirim ya, işte sebebi bu şahinlerdir.”

“Ne yani, benim mahir olmamın sebebi de Mirza mı?”

Kaşlarını birden çatarak anlamsızca bana baktı. Söylediğim şeyi kafamda tartmaya başladım.

“Mirza Bey’le ne yakınlığı vardır?”

“Hı?” diye sorarken, söylediğim şeyin anlamı kafama dank etti. Utanarak gözlerimi çevirdim.

“Yok bir şey ya. Aklıma başka bir şey geldi. Hadi sen bana öğretesin!”

Elimdeki şahin tüyünü onun kafasına hızlıca geçirdim.

Ya yanımda Mirza olsaydı! Vallahi dilinden kurtulamazdım. Billahi kurtulamazdım. Zihnimde Mirza’nın kod adı artık “şahin” diye yer etmişti.

“Allah!”

Kafama yediğim bir odun parçası ile düşüncelerimden sıyrıldım. Tüycü Kadın, “Odaklanasın!” dedi. Yanımdan ayrılıp ilerlemeye başladı. Elimle alnımı ovalarken:

“Bu kadın bu kadar sıyrıkken... Hümeyra, sen buna nasıl güvendin? Ah başım!” dedim.

“Bakasın buraya!”

Seslenmesiyle ona döndüm. Bana bir hedef belirledikten sonra, başıyla atmam için işaret verip kenara çekildi.

“Bence biraz daha öteye gitsen iyi olur,” dedim.

Olduğu yerde kalmaya devam edince, "Sen bilirsin," der gibi başımı sallayıp yayıma oku geçirdim. Kolumu kaldırıp germek üzereyken, Tüycü Kadın’ın bulunduğu yerden uzaklaştığını görünce kendimi tutamayıp güldüm.

“Yayı öyle tutarsan elin nasır olur. Ya da daha kötüsü... parmakların parçalanır,” dedi.

Sözleri üzerine yayı germeden bıraktım. Yanıma gelen Tüycü Kadın ellerimi ellerimin üzerine koyarak arkama geçti, nasıl tutmam gerektiğini gösterdi.

“Şimdi dinle. Yay senin arkadaşın değil, emanetçin. Ona güven, ama gevşeme. Çekerken kolunu düz tut, nefesini karnından al.”

Söylediklerini harfiyen uygulamaya çalıştım. Kendinden emin tonuyla devam etti:

“Şimdi... hedefe bak. Gözünün ucuyla değil, yüreğinle.”

“Yüreğimle mi?” dedim hafifçe gülümseyerek. “O nasıl olacak?”

“Benimle alay edersen, yersin kafaya sopayı. Şahin gibi hedefini gör ama yüreğinle vur. Yüreksiz birinin oku hedefi bulmaz, sadece havayı delip geçer.”

“Tamam.”

‘Şahin gibi hedefini gör’ deyince, birden Mirza’nın karşısında nasıl göründüğümü düşündüm. Kaşlarımı çatarak o düşünceyi bastırmaya çalıştım. Haddim olmayarak kalbimin hızlanması tuhafıma gitmişti. O bana sadece merhamet ediyordu. O kadar şeyden sonra böyle bir şey… olmamalıydı.

“Ahh!”

Kafama gelen ikinci darbeyle irkildim, sinirle ona döndüm.

“Ne edersin?”

“Asıl sen ne edersin? Hedefe odaklan derim, sen düşüncelerini hedefe alırsın. Kafan böyle doluyken, bu sabrın altından kalkamazsın. Ok atmak sabır işidir.”

Söylediklerine sinirlenerek derin bir nefes aldım ve tarif ettiği şekilde hedefe attım. Ama isabet etmedi. Hiç ona bakmadan ok çantasından bir ok daha alıp tekrar attım. Yine olmadı. Sakin kalmaya çalışarak, derin nefes aldım. İçimdeki sesleri bastırıp kalbimin atışına odaklandım. Oku fırlattım. Hedefin biraz üzerinde, döne döne bir noktaya saplandı. Tam isabet olmasa da Tüycü Kadın:

“İşte böyle! Devam edesin,” dedi.

Başaramamıştım ama yine de takdir etmesi tuhafıma gitmişti. Çünkü ortada başarı yoktu, sadece gayret vardı. Ona döndüğümde, teşvik edercesine bana bakıyor, hedefi işaret ediyordu.

Kaçıncı atışımı yaptığımı hatırlamıyorum. Ama artık sağ kolum titriyordu. Tuttum, tekrar çektim yayı. Oku gözlerimle izledim. Hedefin tam ortasında saplandığını görünce sevinçle Tüycü Kadın’a döndüm. O ise sadece başını onaylarcasına salladı. Ellerimi iki yana açarak:

“Ne yani bu kadar mı? İlk başta gösterdiğin takdir nerede?” dedim.

“Kafanı vurdum ama hâlâ aynı şeyde takılıp kalırsın. Allah, kulunun gayretine ve samimi niyetine değer verir. Çünkü sonuçları yaratan ve dileyene başarı nasip eden yalnızca Allah’tır. Ez cümle: Gayret bizden, takdir Allah’tandır. Ben senin bu ihlaslı çabanı takdir ettim; çünkü bu senin iradenle ortaya çıktı.”

Gözlerime bakarak, şefkatle söylediği her kelime yüreğimi titretti. Ben... ben hiçbir zaman bu bakış açısıyla, hayır, Allah’ın kuluna bu kadar yakın oluşuyla bakmamıştım. Benim için başarı, başarmış olmaktı. Eğer bir sonuç alamadıysam, sanki hiçbir şey yapmamış gibi hisseder, kendimi suçlardım. Hatta bazen daha baştan pes eder, “zaten olmaz” deyip geri çekilirdim.

“Nasıl yapıyorsunuz bunu?” dedim.

Neyi sorduğumu anlamamıştı. Onu ardımda bırakıp ağaçlara doğru yürüdüm.

“Hümeyra, Mirza, Beybolat ve Tüycü Kadın… nasıl yapıyorsunuz bunu? Nasıl?”

Gözlerim doldu. Başımı göğe kaldırarak, derin bir nefes aldım.

“Ben seni gerçekten tanıyor muyum Rabbim?” diye fısıldadım.

Evet, inanıyordum. Elimden geldiğince ibadetlerimi yapıyordum. Ama birçok konuda eksiktim. Bu ise farklıydı. Bu...

“İnsanın hayatını İslam’a tatbik etmesiydi. Hayatı, İslam ile yorumlamaktı.”

Tüycü Kadın’ın söylediği o birkaç cümle yüreğimi ferahlatmıştı. Ve ben... kendime ne kadar zulmettiğimi fark ettim. Şu kâinatta hükmedemeyen ben, düşüncelerimin altında kendimi ezmeme izin vermiştim. Mirza’nın acılarına rağmen içindeki huzura şahit olmuştum. Kendiyle olan savaşını görmüştüm.

“Ben de öyle olmak istiyorum.”

“Ne olmak istersin?”

Yanıma birden oturan Mirza’ya irkildim.

“Ödüm koptu ya! Ne sessiz sessiz yaklaşırsın!”

Elimi kalbime koyarak korkumu bastırdım. Mirza halime gülse de gözlerime baktığında yüzü ciddileşti.

“Neden ağlarsın?”

Ellerimle gözyaşlarımı sildim. Omuzlarımı kaldırarak dudaklarımı büktüm, normal bir ifade takındım.

“Anlamazsın,” dedim. Ellerimi dizlerime koyup başımı çevirdim. “Hem sen uykunu aldın mı?”

Gözüm, onun hâlâ uykulu kırmızı gözlerine kaydı.

“Fındıkkıran yerinde durmadığı kulağımıza geldi. Biz de mecbur peşine düştük.”

Tüycü Kadın haber vermişti belli ki. Ne gerek vardı ki? Çadırın uzağında da değildim.

“Fındıkkıran mı?”

Ona döndüğümde dizim onun dizine değdi. Kol dirseklerini bacağına yaslayıp, bana göre önde oturuyordu. Başını bana doğru çevirince, gözleri hâlâ uykudan kırmızıydı. Tüycü Kadın’ın onu uyandırmasına azıcık sinirlendim.

“Yerin de durmazsın. Bir oradasın, bir burada. Kafandan türlü düşünceler geçer, yani fındıkkırandan farkın yoktur.”

Olduğu yerden doğrulup göğsünü bana çevirdi. Bacaklarımız hâlâ temas halindeydi. Bu durum sadece bende mi etki oluşturuyordu? Yoksa onun için önemsiz miydi? Sonuçta pat diye elimi tutmuştu, üstüne sarılmıştı bile... O anlar benim hâlimi değiştiriyordu. O da bunun farkında mıydı?

“Ben Kuğu’yum bir kere.”

Kaşlarımı çattım. İçimdeki sinir, onun söylediğine mi, yoksa benim düşüncelerime mi bilinmez.

“Hem de en asilinden, en zarafetlisinden.”

Farkında olmadan, olduğum yerde adeta bir kuğu gibi süzüldüm. Onun bakışları üzerimde dolaşırken, yüzündeki tebessüm içimi yaktı.

Nasıl yaptım bilmiyorum ama gözlerimi resmen adama süzdüm. Utansam da bu hâl beni güldürmüştü.

“Mahlas olarak neden ‘Kuğu’ ismini kullandın?”

“Neden sorarsın?”

Gözlerimin içine bakarak düşünceli bir şekilde söyledi:

“Ben galiba bilirim.”

Eski Hümeyra’nın takma ismini hatırlatması içimde buruk bir his uyandırsa da heyecanımı bastırarak sordum. O da cevapladı:

“Çok sessizdin. Sakin... Ama meydanda kılıç savurduğunu gördüm. Sonrası ise... planların bir bir ortaya çıkınca, işte o an bu ismin sana ne kadar yakıştığını anladım. Sessiz ama tehdit anında cesursun.”

“Hımm...” dedim yalnızca.

“Lakin şimdi tam bir Fındıkkıransın. Yerinde duramayan, kalabalıkta bile dikkat çeken... Ama hâlâ, odaklandığında tehlikeli derecede zekisin. Evet, Fındıkkıran... ama keskin bir versiyonu.”

Benim hakkımda bunları söylemesi, farkında olmadan beni kendine çekiyordu. O böyle konuştukça, ben de daha cesur olabiliyordum.

“Peki, hangisini tercih ederdin?”

Mirza bir an duraksadı. Gözlerime bakmadı. Benim ise kalbim de ağır bir atış meydana gelmişti.

“O kadar zor mu?” Çenemin ayarını kemirgenler mi bozmuştu, anlamıyordum.

“Her türlü benim avımsın. Seçmeye gerek yok.”

Seçmesini isterdim. Birini tercih etmesini... Ne kadar ona karşı bir şeyler hissetsem de, bu duyguları hak eden Hümeyra’ydı.

Moralim bozuldu, başımı önüme eğdim.

“Ne demek senin avınım?” dedim, kolunu dürterek. Av mav ne oluyorduk?

“Şahin için ikisi de av, derim.”

Ağzım açık kaldı. Bu resmen +18 bir mesajdı. Gözlerimle şaşkınlıkla ona bakarken olduğum yerden fırladım, kafasına bir tane geçirdim.

Mirza, yediği tokatla affalladı. Bana baktığın da benimle birlikte aynı şaşkınlığı yüzünde şaşıyordu. Edepsiz adam!

“Ne edersin Hümeyra?” dedi şaşkınlıkla. Oturduğu yerden kalktı.

“Asıl sen… ne edersin? Ne dediğinin farkında mısın?” Heyecan ve utançtan elim ayağım birbirine girmişti. Harfleri zihnimde bile zor toparlamıştım.

“Ne dedim? Bana şahin dersin, ben de onu dedim.”

İçimde yaşadığım telaşlı heyecanımı elimle kolumla yeterince yansıtıyordum.

“Kimi avlıyorsun sen? Öyle avlamak falan, sen gayet efendi bir insandın!”

Kendimi ifade etmekte bile güçlük çekerken, Mirza, dediklerimi tartar gibi bir hali vardı.

“Fındıkkıransın işte. Sağın solun belli olmuyor.”

Eliyle saçını düzeltip yanımdan ayrıldı. Resmen haklıyken haksız duruma nasıl düşmüş müydüm? Acaba duygularım yüzünden olayları yanlış mı değerlendiriyordum?

Altta kalmak istemediğim için hızlıca malzemeleri alıp onun yanına doğru koştum.

“Tamam, özür dilerim. Biliyorsun, planları yürüten hep ben olduğum için kibrime yeniliyorum.”

Dünyanın en garip özrüydü belki de. Ve bu durumla çoğunlukla Mirza karşılaşmıştı. Mirza başını iki yana sallayıp birkaç kelime mırıldandı. Duyabildiğim tek şey, “…kibirmiş…” oldu.

“O sebeple dikkat et de sen benim avım olma.”

Mirza’nın durmasıyla, yüzüm düşmüş vaziyette ona baktım. Gözlerini irice açıp elini göğsüne bastırarak, “Edepsiz,” dediğin de ağzım açıkta kalarak öylece kaldım.

Benim halime öyle bir güldü ki içim adeta, toprağı açın bana müsaade, diye bağırıyordu. Hatta duramadı kahkaha attı. Resmen başta batırmıştım. Şimdi iyice rezalet batırmıştım.

Utancımdan ağlar hale gelecektim ki ellerim ile yüzümü kapadım.

“Hümeyra.”

İsmimi gülmenin oluşturduğu ses tonusuyla söyleyince, koluma astığım okları bırakıp hızlıca koşmaya başladım. Arkamdan kahkahaları hâlâ geliyordu.

“Allaaah’ım bu bütün her şeyden utanç verici bir şey!”

Başta o ima etmemişti ama ben öyle anlamıştım. Beni çevirmişti. Zekiymiş! Onun tilki zihninin yanında ben ne kadar da masumdum. Ben niye o, anlama getirdiysem? Gerçekten benim zihin dünyam edepsizdi. Adam dozunda espri yapıyordu.

Kıl çadıra girip kapıyı hızla kapattım. Tüycü Kadın:

Ağlamaklı bir halde, “Ne diye dedim ki ona? Ötede otururdum!”

“Ne oldu, Hümeyra Hatun?”

Tüycü Kadın elindekileri bırakıp kapıya doğru yönelince onun önüne geçtim.

“Hayır! Açma kapıyı.”

Benim halimi normal olarak anlamayan Tüycü Kadın, “Nedendir?” dedi.

“Sorma açma ya. Önemli bir şey değil. Ama açma.”

Uzun bir süre Mirza’nın yüzüne bakmak istemiyordum. Hem insan nasıl bakabilirdi?

Yanan ocağın hemen ötesinde otururken, Mirza’nın hâlâ dışarıda olduğunu düşünüyordum. Önümdeki seccadenin motiflerine dalmıştım; o ise henüz içeri gelmemişti. Tüycü Kadın, çadırı ikiye bölen örtünün diğer tarafındaydı. Ben, hastaların tedavi olduğu kısımdaydım.

Ateşi harlamak için Mirza’nın getirdiği odunlardan birkaçını attım. Alevler, odunu yavaş yavaş sararken, bir küçük fitnenin nelere sebebiyet verebileceğini adeta gözler önüne seriyordu.

“Hümeyra Hatun.”

Tüycü Kadın’ın seslenmesiyle gözlerimi ateşten çekip ona yönelttim.

“Buyurasın.”

O da benim gibi namaz kılmıştı. Başında beyaz bir örtü vardı.

“Aş edeceğim.”

Başımı olumlu bir şekilde salladım. Mirza konusunu açmasa da daha fazla dışarıda kalmaması gerektiğinin ben de farkındaydım. O sebeple ayağa kalkıp seccademi toparladım. Tüycü Kadın’a baktığımda çuvalın içinden bulgurları kaba aktardığını gördüm. Mirza’yla yaşanan yanlış anlamanın utancı içimi kemiriyordu. Nasıl böyle bir şeye yordum, kendime bile anlatamıyordum. Ona karşı fevri durumum her seferinde beni hataya sokuyordu. Ve bu pişmanlıklar sadece ona karşı oluyordu. Mirza’nın babasının ölümünde parmağım varken, onun bana böyle bir imada bulunmayacağını nasıl akıl edememiştim?

Yeterine düşündüm daha fazla düşünmek istemiyorum, dedim içimden.

Ayakkabılarımı giyip kapıyı sessizce araladım. Dışarısı iyice soğumuştu. Kış kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Gözlerimle etrafı tararken Mirza’yı gördüm. Kendine bir ateş yakmış, taşın üzerine oturmuştu. Kollarını dizlerine dayamış, bir elinde tespihiyle sakin sakin zikir çekiyordu. Dudakları hafifçe kıpırdıyordu, gözleri ise kapalıydı.

“Bismillah,” diyerek dışarı çıktım.

İçimde yaşadığım utanç duygusu sessiz olmama sebebiyet veriyordu. Yavaş ve sessiz adımlarla Mirza’nın yanına doğru giderken gözlerinin de kapalı olduğunu gördüm. Adımlarım iyice ona yaklaşırken ne söyleyeceğimi bilemeyerek üç adım gerisinde durdum. Ellerimi belimin arkasında birleştirerek boğazımı temizleme sesi çıkardım.

Başını eğdiği yerden usulca gözlerini araladı. Vücudunu düzelterek bana baktı. Gözlerimi hemen kaçıracağım vakit, gözlerindeki durgunluk ile ona baktım.

Ateşin ışığı ikimize doğru yansıtırken dışarının soğuğu ardımızda geçer gibiydi. Hafif çekik gözlerinden, gözlerimi aldım. Gözlerim ayaklarıma denk gelmişti.

“Tüycü Kadın aş hazırlar,” dedim sakince. Ona gözüm ilişti, ateşe doğru bakıyordu. Sakinliği nedense dikkatimi çok çekmişti? Yorgun muydu? Yorgundur tabi benim yüzümden dinlenememişti.

“Yemek yer, yarın yola koyuluruz,” dedim.

“İnşallah.”

Yanında durmayıp arkamı dönüp gideceğim sırada onun yerinden canlanmadığını gördüm.

“Gelmez misin?”

“O kör kuyudan nasıl çıktın?”

Anlamayarak ona baktım. Bir adım atarak, “Nasıl yani?” diye sordum.

“Babanı elinden aldılar. Aynı gün anan kıl çadırda yanarak öldü,” dedikleri ile boğazımda bir yumru oluştu. Bu konuşmanın sonunu tahmin ediyordum. Ve konuşmak istemiyordum. Hem inanırım demişti.

“Anamı kaybettiğim de çocukluktan yeni çıkmıştım. Ama ana, öyle bir şey ki...” duraksayıp hafifçe burnunu çekti. Dudaklarım büzülmüş, anında gözlerim dolmuştu. Eski Hümeyra’nın geçmiş acılarını hissedebiliyordum. Ama ben hiç annemi görmemiştim. Özlemim, görmediğim bir varlığaydı.

“Düşünürüm, içimden çıkmaz. Nasıl sabredip böyle bir plan çıkardın?”

Anlaşılmak. İşte Hümeyra’nın derinlerde hissettiği o istek, acıdan bas bas bağırdı. Mirza, konuyu babasına getirmemişti. Tüm korkum buyken o, Hümeyra’yı soruyordu. Hümeyra’yı merak ediyordu. Gözümden bir damla yaş düşerken dudaklarımı düz tutmak için çaba veriyordum.

“Ağla diye demem. Sadece merak ederim.”

Ayağa kalkıp karşıma geçerken ben de elimle yanağımı sildim.

“Nişanlılık zamanında baban hakkında o kadar şey söyledim, bir damla bile yaş dökmedin. Şimdi gözlerin durmaz.”

Haklıydı. Hümeyra Hatun’un, ona karşı hisleri çok derindi. Mirza’nın söylediği her kelime onun yüreğini incitmişti. Ama karşısında bir damla bile yaş dökmemişti. Daha doğrusu onu ağlarken gören son kişi Aybars’tan başkası değildi.

Gözlerim yerdeyken düşüncelerim dilime döküldü:

“İnsan, güvenecek yer bulunca ördüğü duvarlar bir bir yıkılırmış.”

Gözlerim hâlâ yerdeydi. Mirza’nın gösterdiği merhamet, dilimdeki kilidi çözüyordu. Onun gösterdiği şefkat karşısında, başımı göğsüne koyup orada öylece kalmak istiyordum. Onun tavırları yüzünden hislerim, eski Hümeyra’dan ayrılıyordu. Ve onun eski Hümeyra’yı merak edişin de içimdeki oluşan acının farkında bile değildi.…

Ben, bana yapılan kötülüğü unutacak kapasite de bir insan değildim. Ama bu adam, benim fikirlerimin değişmesine sebep oluyordu.

Gözlerimi yerden kaldırıp yavaşça yukarı doğru çıkardım. Gözlerimin içine doğru bakan Mirza’yla karşılamak yüzümün ısınmasına sebep olmuştu.

İçimdeki hislerin abartı olmadığına artık emindim. Ben bu adamla güvercin yuvam olsun istiyordum. Sıcak ve güvenilir.

“Aş hazırdır.”

Tüycü Kadın’ın bize bağırmasıyla ikimizde irkilip ona doğru baktık.

“Ben yardıma gideyim,” diyerek hızlıca orada ayrılırken arkamı döndüm. “Dışarısı da soğuktur.”

Mirza’nın başını sallamasıyla önüme döndüm.

Ona yürüdüğümü anlamıyordur değil mi?

“Ben yürümüyorum ki!”

Kendi kendime konuşup düşünceme sinirlendim. Ona karşı bir şeyler hissetsem de bu hislerimi ona göstermeye hakkım yoktu.

Kıl çadıra girip sofrayı hazır etmek için Tüycü Kadın’a yardım ederken, Mirza’da içeri girmişti. Bunu fark etsem de ona doğru dönmemiştim. Yere sofrayı kurarken ateşi harlamakla meşgulken elindekini bıraktı. Elimdeki tahtadan yapılmış küçük siniyi alıp yere koydu. Bir şey demeden arkamı döndüğümde Tüycü Kadın’ın imalı bakışları ile karşılaşınca, kaşlarımı çattım. Gözlerimle işine bakması için işaret etsem de beni dinleyecek bir yapısı yoktu.

Tahta kaşıkları ardından bakırdan yapılı bardakları masaya dizdim. Tüycü Kadın’da tenceredeki yemeği geniş bir tabağa dökmüş masaya koymuştu. Ekmekleri de sofraya koyduktan sonra herkes sofraya oturmuştu.

“Size de zahmet verdik. Allah razı olsun,” dedi Mirza.

Tüycü Kadın ağzındaki lokmayı bitirir bitirmez, “Ne demek oğul, niyetimiz Allah rızası kazanmakken misafirin yükü mü olurmuş?” dedi.

“Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse, misafirine ikramda bulunsun.” Buhârî, Edeb 85; Müslim, Îmân 74 der gönlümüzün sultanı.

Mirza elini göğsüne koyup salavat getirince ben de aynısı yaptım.

“Afiyet olsun. Siz geldiniz haneme bereket, gönlüme huzur geldi.”
Söylediği kelime ninemi hatırlatmıştı. Bu durum burnumun sızlamasına neden oldu. Ninem de misafire çok fazla önem verirdi. Hatta o ay eve misafir gelmese büyük tencere ile çorba yaptırır, bana da dağıttırırdı. Bu durumdan hiç hoşlanmazdım. Çünkü taşıması zor ve insanlarla sosyalleşmeyi sevmeyen bir yapım vardı.

Şimdi ise o eski halimden eser yoktu. Tüycü Kadın’ın hatırlattığı hadîs, içimde utanç uyandırdı. O işi sevmesem de sabırla, güzel niyetle yapsaydım hem sevap kazanır hem de zamanla severdim. Çünkü anladım ki her ibadete sebat etmek zor ardından ise tatlı oluyordu.

Yemekleri sessizce yemeğe devam ederken, Mirza:

“Yarın sabah namazıyla yola koyulmamız gerekir.”

Başımı olumlu bir şekilde sallarken, Tüycü Kadın’da aynı tepkiyi vermişti. Mirza’nın bardağının boşadığını görünce uzanıp bardağını aldım. Su ile doldurup tekrar önüne koydum. Tüycü Kadın’ın bakışlarını üzerimde hissettim. O, Mirza’ya alıştığımı görüyordu. Bu iyi bir şey değildi. Çünkü bunu farkında olmadan yapmıştım. Ve bu durumu diğer insanların önünde yapmam plan için iyi olmazdı. Kendimi sürekli kontrol etmem lazımdı. Hümeyra’nın bu kadar yoğun duyguları olmasına rağmen nasıl saklamıştı?

Yemek yemeği bitirdiğimde Tüycü Kadın, “Hümeyra Hatun, sofrayı köşeye koyasın. Ben namazımı kılmadım. Kılıp öyle toplarım,” dediğinde kabul etmedim.

Bütün bulaşıkları ortadaki geniş tabağa koydum. Ocaktan küllenmiş odunlardan içine koydum. Elimdeki orta büyüklükteki bakır tencereyi alıp dışarı çıktım. Diğerlerini ve sıcak su almak için içeri gideceğim vakit Mirza’nın elinde gördüm. Benim peşimden gelmişti. Elindekileri kuyunun yanındaki taşın oraya koydu.

Kollarındaki iplikleri açtığında anlamayarak, “Ne yaparsın?” diye sordum.

“Hava soğuktur. Ben hallerim, sen içeri geçesin.”

Söylediği şey ile gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Kolluklarını belindeki kuşağa sıkıştırırken beni gördü.

“Olmaz, ben hallerim.”

“Neden olmaz?”

Kuyunun yanına gelip su çekmeye başlamıştı.

“Sana güzel hizmet ettiğimi unuttun herhâl?”

“Unutmadım. Ama şimdi başka bir yerdeyiz. Hem artık sadece bana hizmet etmezsin. Sen bir Bey’sin.”

Bana yaptıklarını unutsam, vefasızlık etmiş olurdum. Banyo yapabilmem için sıcak su bile taşımıştı bir zamanlar.

Kuyudan çıkardığı kaba ellerini yaslarken bana döndü.

“Ben nerede, nasıl davranmam gerektiğini iyi bilirim. Sen endişe etme.”

Sıcak suyu tencereye koyarken üzerine kuyu suyundan ekledikten sonra küllü suda bulaşıkları iyice ovalamaya başladı.

Ben de yere koyduğum kandili alıp hemen yanına geldim. Bana kısa bir bakış atıp işine devam etti. Ben ise soğuk havada yükselen buhar bulutlarına daldım. Aramızdaki sessizliği dışarıdan gelen hayvan sesleri delip geçiyordu. Bu sesler gece karanlığında ürkütücü bir hâl almıştı. O yüzden sık sık etrafı kontrol ediyordum, gözlerim her gölgeye kayıyordu. Mirza’nın küllü suyla yıkamayı bitirdiğini görünce, kandili kenara koyup aceleyle,
“Bekle, ben suyu getiririm,” dedim.

Kuyunun yanına gelip kovayı aşağıya saldım. Su dolduğunda yavaşça yukarı çektim, sonra başka bir kaba boşaltıp Mirza’nın yanına döndüm.

“Bu çok soğuk ama,” dedim, sesimde fark edilen bir endişeyle.

Bana doğru eğilip hafifçe gülümsedi. “Dökesin. Erler için bu su soğuk değildir,” dedi.

Sözleriyle alay edercesine güldüm. “Niye, sizin üşüme duygunuz yok mudur?”

Tebessüm etti, gözleri sakince ışıldıyordu. “Hadi dökesin,” diye tekrar etti.

Konuyu uzatmadım. Daha fazla üşümemek için suyu yavaşça dökmeye başladım. Soğuk su elleriyle buluşuyor, kaplara akıyordu. Günler öncesinde babasını öldürdüğüm bir adamın acısıyla boğulurken, şimdi onun bana yaklaşması beni kendime getiriyordu. Her şey ne kadar da hızlı ilerliyordu. Duygular, zaman... Adeta su gibi akıp gidiyordu.

Mirza ellerini yıkadıktan sonra içeri geçtik. Yatsı namazını o kıldırdı. Ardından yatakları hazırlamak için Tüycü Kadın’a yardım ettim.

“Allah size rahatlık versin,” dedi Tüycü Kadın.

Sözleriyle şaşırdım, ağzımdaki lafı toparlamaya çalışarak, “Aynen... rahatlık versin,” dedim ve durumu kurtarır gibi hafifçe gülümsedim.

Tüycü Kadın, çadırı ikiye ayıran kumaşın ardına geçmeye yöneldi. Ben de peşinden gitmek üzereydim ki başını çevirerek:

“Sen burada kalmaz mısın?” dedi.

Bir an durakladım. Gözlerim istemsizce irileşti. Ne yapmaya çalışıyordu bu kadın?

“Seninle kalacağım demiştim ya,” dedim, içinde uyarı barındıran bir tebessümle.

Ama o benim halime hiç aldırmadan:

“Hatun kısmı kocasını yalnız mı bırakır?” diye mırıldandı.

“Tövbe estağfirullah,” diye mırıldandım istemsizce. Gözüm Mirza’ya kaydı; tam o anda onun da bana baktığını fark ettim. Ama ikimiz de aynı anda başımızı başka yöne çevirdik. Ne oluyordu böyle? Neden hava birdenbire bu kadar gerilmişti?

İlk defa Mirza yanımda kalmamıştı. Ama o zaman hastaydım. Sarılması normaldi... Sadece teselli etmek içindi. Şimdi aynı yatakta yatmamız için hiçbir sebep yoktu.

“Biz beraber güzel yatarız, Tüycü Kadın. Hadi,” dedim, yüzümde sahte bir tebessümle. Gözlerimle ona sinyaller gönderiyordum ama kadının umurunda değildi. Resmen benimle eğleniyordu.

“Yani... uygun olur mu, Mirza Bey?” diye sordu, sesi sahte bir masumiyetle doluydu.

Bu işin uzayacağını anladığım an, sabrım taştı. Omuzlarından hafifçe iterek:

“Olur, olur, bal gibi olur! Sen de bir şey desene, Mirza!” dedim.

Sesim, çıkış yolu arar gibi yükselmişti. Ardından, “Bey!” diyerek vurguladım.

Mirza ise beni süzdü, ellerini beline koydu. Başını hafifçe iki yana sallayarak, “Olur. Rahat ederiz,” dedi.

İçimden hızla derin bir nefes verdim. Başımı hızla sallayıp Tüycü Kadın’a fırsat vermeden kolundan tutup onu diğer tarafa ittirdim.

Kadının arkasından birlikte kumaş perdenin arkasına geçerken, “Ne yapmaya çalışırsın?” diye fısıldadım sinirle. Sesimdeki ton uyarı doluydu.

“Yaşlı bir kadınım ben. Uğraşma benimle... Yersin kafana odunu!” dedi, alaycı bir sırıtışla.

Kaşlarımı çatıp ona öylece bakarken, o ise hiçbir şey olmamış gibi üzerindeki kalın kıyafetleri çıkarıp, geceliğiyle yatağa girdi.

“Sabır, Rabbim...” diye içime doğru fısıldadım. Örtümü çıkarıp belimdeki kuşaktan kurtuldum. Kıyafetlerimi biraz gevşetip rahatlatınca, yatağın diğer tarafına geçip oturdum. Yanan kandili söndürmek isterken, Mirza’nın ışığı çoktan kapattığını fark ettim.

Parmaklarımı saçlarımın arasından geçirip derin bir nefes aldım. Yatağa uzandım, yün yorganı üzerime çekerken vücudum gevşedi, içimde tatlı bir huzur belirdi.

Tam gözlerimi kapatıyordum ki, aklıma bir şey takıldı. Gözlerim aniden açıldı.
Mirza... “Rahat ederiz,” mi demişti?

Yani... ben yanında yatsam rahatsız mı olurdu?
Niye? Gece uykumda at gibi mi tepiyordum? Ya da... horluyor muydum?

Kafamı hızla iki yana salladım, düşünceleri dağıtmak ister gibi.
Bu sadece uyumaman için kulağına fısıldanan bir vesvese.
Önemsiz. Rahatla artık... uyu.

Sabah namazını kıldıktan sonra, Tüycü Kadın’ın verdiği azıklarla yola koyulduk. Güneş yavaş yavaş göğe tırmanıyordu ama soğuk iliklerime kadar işliyordu. Neyse ki Mirza’nın sırtındaki kalın, deri kaplı kürk omuzlarıma kadar uzanıyordu. Ellerimi kıyafetimin içine gizlemiş, içten içe titriyordum.

Mirza’nın elleri ise soğuktan kıpkırmızı olmuştu. Ona baktım, sonra biraz huysuz bir ses tonuyla sordum:

“Ne kadar yolumuz kaldı?”

“Daha var,” dedi kısa ve net bir şekilde.

“Benekli daha hızlı gitmiyor mu?”

Yüzüme vuran rüzgarla iyice keyfim kaçmıştı.

Mirza başını bana çevirmeden, sadece “Nedendir?” diye sordu.

“Hava gerçekten çok soğuk. Sen hiç üşümüyor musun?”

Başımı sağ omzuma eğip ona doğru seslendim. “Ellerin donacak neredeyse.”

Cevap veren sadece rüzgârın yüzüme kondurduğu o soğuk hissiyattı.

At yönünü hafifçe değiştirince, zamanın geçmesi için gözlerimi kapatıp içimden zikir çekmeye başladım. Geçmişte yaşamak isterken, böyle zorlukları pek hesaba katmamıştım. Şu an tek dileğim, sıcak bir yer bulup ısınmaktı. Tam bu sırada at yavaşladı, ardından durdu. Gözlerimi açtım.

Büyük bir binanın önüne gelmiştik. Önünde birkaç at dizilmişti. Bacasından tüten dumanı görmemle içimi bir sıcaklık sardı. Mirza, bana doğru eğildi. Önce o indi, ardından ben. Artık ata nasıl binilir, nasıl inilir, öğrenmiştim.

Etrafa bakarken sordum:

“Burası neresi?”

“Han. Hem dinleniriz hem de ısınırsın,” dediğinde, ona öyle bir bakışla baktım ki, göz göze geldiğimizde bakışımda biriken minneti o da fark etti.

Gözlerini benimkilerde gezdirip sormadan edemedi:

“Neden öyle bakarsın?”

Derin bir nefes alıp içtenlikle söyledim:

“Sana çok yük olduğumu biliyorum. Ve bu yüzden… çok teşekkür ederim.”

Bunu dile getirmem gerekiyordu. Hatta belki de defalarca. Çünkü bu adam, bunca zahmeti hiç yüksünmeden sırtlanmıştı.

Mirza’nı gözleri benden kaçırıp başını olumlu bir şekilde salladı. Böyle durumlarda sessiz kalsa da bu durumu terbiyesizlik olarak anlamıyordum. Çünkü o, fazlasıyla düşünceli bir insandı. Önceden bana davranışlarını es geçersem, tabi. Eğer bazı durumlar olmasaydı. Kuğu olduğumu öğrendikten sonra bana iyi davransaydı. Onun her davranışını burnundan fitil fitil getirebilecek karaktere sahiptim. Keza başlarda öyle davranmıştım. Ta ki hatırladığım en son olaya kadar…

Hanın kapısından içeri adımımı attığımda, yüzüme çarpan sıcak hava ile birlikte dudaklarıma istemsiz bir tebessüm yayıldı.

“Allah’ım, şükürler olsun,” diye fısıldadım sessizce.

Bir masaya geçip oturduğumuzda, önümüze pekmez, kaymak, bal ve sıcak çorba getirdiler. Masadaki çeşitliliğe şaşırmıştım ama bunu belli etmemeye çalıştım. İlk kaşığı ağzıma götürürken, çorbanın sıcaklığı bedenimi sarıp gevşetmişti. Soğuğun içime işlediği anlardan sonra bu hâl ilaç gibi gelmişti.

“Soğuğu hiç sevmez misin?” diye sordu Mirza.

Başımı olumsuz şekilde salladım. Halim onu gülümsetmişti.

“İlkbaharı çok severim,” dedim, gözlerim parlayarak. “Ne çok bunaltır ne de üşütür. Etrafta bir sürü güzel kokulu çiçek açar. Onları görünce adeta tazelenirim. Hatta sadece görmek ya da koklamak için yolumu uzattığım çok olur.”

Anlattıkça coşmuş, gözlerinin içine bakarak konuşmuştum. O ise baştan sona beni dikkatle dinliyordu. Bu durum beni bir an utandırdı, hemen sözü ona devrettim:

“Peki ya sen?”

Kaşığı elinden bırakıp düşünceli bir ifadeyle sessiz kaldı.

“Bu zor bir soru değil ki?” dedim hafifçe gülerek.

“Kış olabilir,” dedi nihayet.

“Bana inat olsun diye mi söylersin bunu?” dedim, dudak büktüm.

Bir kaşık çorba içip, kaşlarını hafifçe çatarken “Hayır,” dedi duru bir sesle.

“Nedendir?” diye sordum, bu defa merakla.

“Kışları talim yaparsan daha güçlü olursun. Geceleri uzun olduğu için kitaplarla daha çok vakit geçiririm.”

Sözleriyle yüzümdeki ifade ciddileşti. Mantıklıydı. Sessizce onayladım.

Ben çiçeklerin kokusunu, tazeliği anlatırken o kuvveti, disiplini ve okumayı anlatıyordu. İçimden gülümsedim. Ben miydim Kuğu, yoksa o muydu?

Kendi düşüncelerime kaşlarımı çatarak karşı koydum. Ben, seçimlerimle güzeldim. O da kendi seçimleriyle güzeldi. Başkalarıyla kendimi kıyaslayıp yetersizlik hissine kapılmayacaktım. Hiç değilse burada, şu an, o düşüncelerle savaşmalıydım. Ve bu savaşı kazanmalıydım.

Mirza’nın çorbasını bitirip bal ve kaymağa geçmesi canımın çekmesine sebep oldu. Kendi çorbamı kenara itip ekmekten küçük bir parça kopardım, önce kaymağa, sonra bala sürdüm. Tam ağzıma götürürken bal, parmaklarımdan süzülerek üzerime damladı.

“Çekilmeden ben yıkayıp geleyim,” diyerek masadan kalktım.

Han görevlisi mutfağın yerini gösterdi. İçeri girip üzerimi iyice sildim. Elimi bir kez daha kıyafetime sürdüğümde yapışkanlık hissi tamamen kaybolmuştu. Derin bir nefes verdim.

O sırada dikkatimi, havuçları hızlıca doğrayan aşçı kadın çekti. Diğer yanda bir aşçı mantarları kızgın ateşe atıyor, çıkan cızırtı mutfağa yayılan buharla birlikte havayı sarıyordu.

“Havuçları doğrayan kadına doğru döndüm.

“Tabi, buyurasın,” dedim.

“Camı açmanız mümkün müdür?”

Kadının alnı sıcaktan ter içindeydi. Başını olumlu şekilde salladı. Gözüm karşı duvardaki tahta pencereye takıldı. Oraya yönelip pencereyi araladığımda, camın doğrudan salona açıldığını fark ettim. Burası bizim yemek yediğimiz bölümdü.

“Orası değildir,” dedi kadın hafifçe gülümseyerek. “Şu camdır,” diye eliyle mutfağın yan tarafını gösterdi.

Tahta pencereyi kapatmak üzereyken, uzun siyah pelerininin şapkasıyla yüzünü gizleyen bir adam hızla Mirza’nın masasına bir kâğıt bıraktı. Mirza mutfağın kapısına doğru başını çevirdiğinde, beni görmesin diye pencereden biraz kenara çekildim. Kâğıdı hızlıca alıp okudu.

Yüzüm ciddileşirken, içimde kaynayan bir şeyler oldu. Camı hızla kapatıp diğer pencereyi açtım. O kâğıtta ne yazıldığını öğrenmek için mutfaktan çıktım. Mirza şöminenin yanındaydı. Avucundaki kâğıdı atacağı vakit:

“Yemeğini yedin mi?”

Mesafe fazla olduğu için sesimi yükseltmem etraftaki bazı gözlerin üzerime çekilmesine sebep olmuştu. Önemli değildi. Çünkü Mirza o kâğıdı yakmak yerine hızlıca kuşağına gizlemişti. Ve bu durum içimdeki gerginliği oluşturdu. Yanına gidip:

“Sesim fazla çıktı. Görünce merak ettim. Ne yaparsın?”

“Niye sorgularsın?” diye sordu Mirza. Bu şüpheli haline karşı gülümseyerek:

“Hani erler üşümezdi sen dedin ya onu derim.”

Söylediğim şeyler yüzünde gülümseme belirdi.

“Hem kışı seversin hem de şöminen in başındasın,” dedim yine gülümsememle. Onu ikinci kez sorguluyordum. Ama o yine farklı bir cevap verdi:

“Kışı severim elbet, ama bu ateşi sevmediğim anlamına mı gelir?”

Bunu söylerken gülümsedi, ben ise karşılık vermeden iştahım kesilmiş olsa da çorbamı içtim. Sonra zorla bal ve pekmezi yedim. Ben kendimi bu kadar zorlayıp dikkat çekerken, o mektuptan hiç bahsetmedi. İçime düşen kuşku tohumuyla sakin kalmaya çalışıyordum.

Han’a girdiğimde, yüzünü kapatan adam Mirza’nın hemen arkasında oturuyordu. Dikkatimi çekmişti; çünkü adamın çok üşüdüğünü düşünmüştüm. Mirza’dan farklı diye dikkatimi çekmişti. Çünkü o, erler çok üşümez demişti. Sözüne güvenmiştim. Ben Mirza’ya güveniyordum. Belki de obasıyla alakalı bir yazıydı? Hayır olamazdı. Obasıyla alakalı olsa neden bu adam yüzünü gizlerdi ki?

Atıyla ilgilenen Mirza’ya baktım. O, ihanet etmezdi. Hayır böyle bir şey olması mümkün bile olamazdı. Yoksa babasına yaptığım şeyden dolayı mıydı? Olabilirdi.

Mirza bana döndü ve yüzüme baktı.

“Ne oldu? Neden öyle bakarsın?”

İçimdeki kuşku ve öfke hali yüzüme yansımıştı. Kaşlarımı yukarı kaldırarak yüzümü düzelttim.

“Neden olacak, soğuktan!” dedim huysuzca.

“Güneş açtı ya, daha ne istersin.”

Mirza’nın yanına geldim. Ata binmeden ona bakarak hafif gözlerimi kıstım.

“Güneş açsa neye yarar? Bana bir faydası olmadıktan sonra?”

Yanımda olsan neye yarar? Benden gizledikten sonra?

Mirza dediklerim ile gülümserken, elindeki kalın örtüyü bana uzattı. Atkının biraz geniş haliydi. Elinden alıp yüzümü iyice sardım. Mirza’nın arkama binmesi için öne doğru gittim. Mirza hızlı bir şekilde ata binerken ben de Benekli’nin saçlarından tuttum. Uzanıp ipleri eline aldıktan sonra bir kolunu belime sarıp iyice kendine çekmesiyle sırtım iyice ona yapışmıştı. Yaptığı hareket ile şaşırıp kalırken, “Ne yaparsın?” dedim. O:

“Yakın olursan üşümezsin,” dedi ve kaftanını tam önüme getirerek ipiyle bağladı. Gerçekten, şu an soğuktan izole olmuş durumdaydım.

“Hah!”

Sesini kulağımın dibinde duyuyordum. Nefesinin sıcaklığı tenime işliyordu. Kolları iki yanımı sıkıca sararken, başını boynuma yaslamıştı. Bu kadar yakın olmak içimde bir şeylerin sızlamasına sebebiyet veriyordu.

Hümeyra ona bu kadar güvenmişken, bir mektubu ondan nasıl saklardı. Yaralarına bu denli merhametle yaklaşırken, nasıl yaralamıştı? Ona güvendiğini sürekli dillendiren kadınının güvenini nasıl sarsardı?

Gözlerim dolmuştu. İçimdeki kırgınlık, anlaşılmamanın öfkesine dönüşüyordu.

“Üşür müsün?”

Mirza’nın kulağıma yakın sesiyle:

“Hayır üşümem,” diye yanıt verdim. Obaya varana kadar ne ondan ne de benden bir kelam çıkmamıştı. Mirza’nın arada, uyur muyum, diye eğilip bakması dışında aramızda iletişim olmamıştı. Eminim ki bu durum Mirza’nın dikkatini çekmişti; sürekli obada ne yapacağımı soruyordu. Ben ise baştan beri söylemeyeceğimi dile getirip konuyu kapatmıştım.

“Hoş gelmişsin kızım.”

Abdül Bey’in karşılamasıyla hemen gidip elini öpüp alnıma koydum. Gözlerinin içine baktığım da yüzünde şaşkınlığı gördüm. Çünkü ben gibi değil, Hümeyra Hatun gibi davranmıştım.

“Hoş buldum, amca.”

“Buyurasınız,” dedi çadırını işaret ederek. O sırada Aybars’ı görmüştüm. Birbirimize uzaktan bakarken Mirza araya dahil olmuşu.

“Ben Benekli’nin ihtiyaçlarını gidereyim,” diyerek izin alıp ayrıldı. Zaten amcam ile aynı yerde durmaya tahammülü yoktu. Amcam da aynı şeyleri hissediyordu. O aramızdan ayrılırken amcam ve ben otağa geçtik.

“Hümeyra’m,” dedi. Bana bir cevap ister gibi bakınca lafı uzatmadan ve kimse gelmeden konuşmaya başladım.

“Her şeyi hatırlarım amca. Yardımına ihtiyacım var. O sebeple huzuruna geldim.”

Abdül Bey’ yüzündeki ciddi ifadeyle:

“Hafzalanı neden yitirdin?”

“Anlatacağım, amca. Her şeyi teker teker anlatacağım.”

İkimizde yere kurulduk.

Amcam Kara Diken örgütüne bağlı değildi. Ama Vezir-i Azam örgüte bağlı ve bir hizmetkardı. Amcam ise Vezir-i Azam’ın hizmetkarıydı. Ona söylediğim her şey vezire, vezirden örgütün başı olan Mahmud’a gidecekti. Onları kendi planları ile vuracaktım. Rabbim, zafer nasip eyle!

“Etrafımda dönen oyunlar vardır. Ve ben oyunların kurbanı oldum.”

Abdül Bey kaşlarını çatarak araya girdi:

“Ne dersin, anlamam? Seni Mirza Bey ile evlendirdik ki kervanlara baskın yapanı bulasın. İmdi dersin ki bana tuzak kuruldu.”

“Evet, bu niyetle girdim. Lakin Mirza Bey’in babası Savcı Bey, beni fark etmiş. Toy gecesi bana saldırmaya çalışınca onu öldürmek zorunda kaldım,” dediğim şey ile yutkunurken bunun gerçek olmadığını bilsem de Mirza’nın babasını benim öldürdüğüm gerçekti. Kendimi toparlayarak devam ettim.

“Sonra Mirza Bey geldi. Ve o hengâme de başımı vurup hafsalamı kaybettim.”

“Vezir-i Azam senin hakkında ne düşünür, bilir misin? Sana inanır mı sanırsın?”

Onunda inanmadığının farkında olarak elimle durması için elimi kaldırdım. Tüm ciddiyetimle:

“Bilirim elbet. Hafızamı kaybettikten sonra bana ilaç verdiler. Lakin başka bir şifacının ilacıyla karşılaştırınca, o ilaçların hatırlamamam için verdiğini anladım.”

“Bunu kanıtlayabilir misin?”

“Elbette kanıtlarım,” diyerek yere koyduğum torbadaki şişeleri gösterdim.

“Kimseye güvenmediğim için Aybars’tan yardım istedim. Onun sayesinde ilaçların değiştirildiğini öğrendim.”

Abdül Bey’in yüzüne öfke inmişti:

“Mirza Bey bunun içinde olmasın!”

“Mirza iliklerini kadar benden nefret eder, görmedin mi? Sadece karısıyım diye kendini tutar. Yardımı da sadece bundandır. Bunun dışında beni yılan olarak gördüğünü dile ile ikrar etmiştir.”

Abdül Bey, Mirza’nın dedikleri ile yüzü iyice sinirden kırmızı olmuştu. Ben onu izlerken:

“Devam edesin,” dedi. Güvenini yavaş yavaş kazanıyordum. Bu sebeple sessiz kalmış, onun konuşmam için yönlendirmesini beklemiştim.

“Birileri bana tuzak kurar. Öyle ki şu an kervanlara saldırı durmuş durumda olduğunu öğrendim. Eminim Savcı Bey’in yanında birisi vardı. O kimse, bizi bizimle vurmaya çalışır. Ama Mirza Bey hastalığım sürecinde yakınımda olduğu için onda bir şey göremedim. Başka birisidir.”

“Mirza Bey’in hafsalandan haberi var mıdır?”

“Ben bana tuzak kurarlar, derim. Sen bana Mirza Bey dersin. Ben seninle bunu konuşmaya geldim,” dedim yakınarak. Daha fazla yalana başvurmak istemeyerek, üzerine kapatarak manipüle ettim.

“Hem kervanlara saldırı olmaması tuhaf değil midir? Eminim ki o kervanlar da bir şeyler planlıyorlar,” şimdi yemi ortaya atmıştım.

“Hatırlarsan sana demiştim. Eğer Homopolis yani kafirlerin bizim bölgeye kolay saldırması için Kök bölgesine silah sokması gerekir,” dedim. Kök bölgesi kervanın geçtiği en önemli noktalardan biriydi. Ve bu dediğim doğruydu. Zamanında oraya silah geçişi yapmıştım.

“Mirza Bey’den hiç hazzetmem. Ama o kafirle iş tutacak birisi değildir,” dedi, inanmayarak.

“Amca, ben ne derim sen ne dersin? Kafirle iş tutmaz zaten. Ama kimsenin de şüphelenmediği bir alandır. Eğer kafirle iş tutsaydı, bu durumdan ilk Vezir-i Azam’ın haberi olmaz mıydı?”

Başını olumlu sallayarak bir süre düşünceli hale girince sabırla onu bekledim. Her taşı kafasında otururken, onu izledim.

“Hatırladığını Mirza Bey bilmez ve ilk bana gelip anlattın…” dedi düşünceli halde. Gözlerimin içine bakarak gülmeye başladığında ona ciddi yüz ifademle baktım.

“Hiçbir şey hatırlamamış gibi yapıp onları avlamak istersin.”

Allah’ım çok şükür. Planım sonunda ilk adımı geçmişti.

Tebessüm ederek başımı ağır bir şekilde bir kere öne eğip kaldırdım. Abdül Bey inandıysa, Vezir-i Azam’ın da inanması daha kuvvetli olurdu. Temkinli bir adamdı ama amcamın yanımda olması benim önde olmamı sağlardı.

“Beni düşürdükleri halden daha kötü hale çevireceğim onları!”

Elini elimin üzerine koydu ve “Böyle devam edesin. Ama sinirlerine hakim olasın. Mirza Bey’e nasıl baktığını gördüm. Kendini ona karşı yumuşatmalı, yakın olmalısın,” dedi. Mirza’ya olan bakışlarımın sebebi gizemli kağıttı.

“İşte bu benim için çok zor bir durum, amca.”

Beni desteklercesine tekrar elimi sıktı.

“Duygularına hâkim ol ki, ölümüne sebep olan o kişiyi bulalım. İmdi bugün burada kalasınız. Sizin için otağ hazırlatayım.”

“Onunla aynı yerde kalmak bile benim için zulüm. Bari kendi obamda, otağımda kalayım,” dedim.

Amcamın uyarı dolu bakışları karşısında durmam gerektiğini anladım.

“Amca, bana ok ile saldıranlar simsiyah giyinmişlerdi. Kara Diken örgütünün de böyle giyindiğini işitmiştim? Onlar neden bana saldırsınlar?”

Abdül Bey dediğim şey ile yüzünde şaşkınlık belirdi. Yüzündeki hal, onun bu olayla bağı olmadığını açıkça ortaya koyuyordu. Ama bu sorunun da Vezir-i Azam’a ulaşmasını istedim; beni sorguya çekeceğinden emindim.

“Sen ne dersin? Sana saldıran siyah peçeliler miydi?” diye sordu. Başımı olumlu bir şekilde salladım. Amcam elini sakalına götürerek düşünceli bir hale büründü. O da cevabını bilmiyordu. Ve onun içinde şüphe tohumu attım.

“Sen bilir misin? Yoksa Mirza Bey onlarla mı iş tutar?”

“Bilmem kızım. Tek bildiğim Mirza Bey’in Kara Diken örgütünden nefret ettiği, hatta benim obamın da onlardan biri olduğunu sanır.”

Amcamın halini izlerken, “Ben en iyisi çıkayım. Yoksa Mirza Bey şüphelenir,” dedim. O da:

“Eyi düşündün kızım. Sen git biraz dinlen. Ben de o sıra aş hazırlatayım,” dedi.

Oturduğun koyun postundan kalkarak selam verdim ve oradan ayrıldım. İçimi ferahlık kaplarken, alplerden birine Aybars’ı sordum. Atların yanında olduğunu söylediğin de hızlıca oraya vardım.

Aybars atını tararken, Mirza atına yem vermekle meşguldü. Havanın soğukluğu Mirza’yı görmemle daha da şiddetlenmişti.

Adımlarımı ahıra doğru yönettiğim de Aybars beni görmüştü. Gözleri beni bulurken ilk adımı benden beklediğini anlamıştım. Aramızda oluşan garip atmosferi elimden geldiğince geri atarak:

“Aybars Bey, seninle konuşacağım bir mesele vardır.”

Aybars atından elini çekerken, sağ tarafımda Mirza’nın sesi duyuldu:

“Ne meselesidir?”

Ona bakmadan soğuklukla, “Sen işine bakasın Mirza Bey!” dedim. Ona karşı gösterdiğim tepkinin mektuptan olduğunu sanmadığını bilirdim. Çünkü insanlar arasında ona uzak duracağımı söylemiştim.

“Tabi buyurasın.”

Elimle gideceğimiz yönü gösterdiğim de ikimizde Mirza’yı arkada bırakarak ilerlemeye başladık. Nereden başlayacağımı bilmiyordum. Babamla diktiğimiz ağacın önüne geldiğimde ona doğru döndüm. Bana merhametle ve utançla bakan Aybars, durumumu zorlaştırıyordu.

“Sen benim dostumdun. Hatırlarsın, değil mi? Ben çok iyi hatırlarım.”

Bu, her şeyi hatırladığımı ifade eden cümlelerdi. Aybars’ın araya girmesine izin vermeyerek devam ettim:

“Benim zarar görmemi isteyecek en son insan olmadığını bilirim. Ama birileri bana zarar verdi ve üzerimde plan yaptılar Aybars.”

Başımı sağ tarafa çevirerek ona baktım. Yüzünde sinir ve endişe hali vardı. Sabırla beni beklediğini gördüğümde devam etti:

“Hafzalamı kaybettikten sonra, hatırlamamam için ilaçları değiştirdiklerini fark ettim. Ve bu ilaçlardaki değişimi fark eden Mirza Bey’di. Lakin amcama Mirza Bey’in ismini değil, senin ismini verdim.”

“Ne demektir bu? Kim neden böyle bir şey eder? Amcam mı etti ki sen benim ismimi verdim?”

Telaşlı haliyle artarda soruları sıralamıştı.

“Sakin olasın hele. Amcam benim hain olmamdan şüphelenir.”

Kahverengi gözleri şaşkınlıkla irice açılmıştı:

“Hemen her şeyi imdi anlatasın. Sabır taşım çatlıyor Hümeyra…Hatun,” dedi. Hatun, kelimesini sonra söylemesi dikkatimi çekse de araya mesafe koyması bana duyduğu saygıdandı. Bana hisleri olmasına rağmen…

“Birileri bana tuzak kurup hain olduğumu göstermek ister. Kim olduklarını bilmem. Amcama ilaçların farklı olduğunu, Mirza Bey buldu, deseydim. Bana güvenmediği halde hiç güvenmeyecekti. Çünkü kervanları aklayanların benim olduğumu düşünürler. Ben hafızamı yitirdikten sonra işlerin tıkırında gitmesiyle bütün oklar bana çevrildi.”

“Anlarım, o sebeple benim ismimi verdin. Keşke bana önce söyleseydin. Ya Abdül Bey beni çağırsaydı? O zaman ne ederdim?”

“Tanırım seni. Bu sebeple, kendime yakıştırmasam da rahatlıkla bu yalanı söyledim,” dedim. Gerçekten de öyleydi. Aybars’ın ortamı toparlayacağından emindim.

Aybars’a karşı gösterdiğim güven, onun tebessüm etmesine neden olmuştu. Duygularına zarar vermemek için durumu uzatmak yerine tekrar meydana geldik. O sırada kar yavaş yavaş kendini bırakmaya başlamıştı.

“Sana kolay gelsin. Ben otağa geçerim,” dedim ve selamlaştıktan sonra kalacağım otağın önüne geldim. Sert soğuklar inerken hızlıca içeri girdim.

“İçim dondu ya!”

Kendi kendime söylenirken ayakkabılarımı hemen çıkardım. Mirza’nın ayakkabılarını görmemle başımı kaldırdım. Belindeki kuşağı bağlıyordu. Eğer başım yerde değil de yukarı da olsaydı başka bir görüntüyü yakalıyor olabilirdim. Olabilirdim ne ya? Yanlışlıkla görürdüm olmalı. Yani iyi ki başım yerdeydi.

Yanan ateşin yanına gelip hemen kuruldum. Ellerimi ateşe doğru tutarken bana hissettirdiği hissiyat ile yüzümde tebessüm belirmişti.

“Abdül Bey ile ne konuştun?”

Mirza, kıyafetini düzenledikten sonra aramızda boşluk bırakarak yanıma oturdu. Sessizce ateşi izlerken:

“Ne olur Hümeyra Hatun?” dedi asabiyetle. Ona başımı çevirip gayet normal ses tonumla, “Hiçbir şey neden ki?” diye sordum.

“Bana ne konuştuğunu anlatmazsın. Sonra sert davranırsın, sonra Aybars Bey’le konuşmak için yanımdan ayrılırsın.”

Bir bir soruları, içinde saklı bir şahin gibi ortaya çıkıyordu. Sorgulaması içimde hoş bir gıdıklanma uyandırsa da mektup meselesiyle duygularımı kontrol altına aldım.

“Sana son kez söylüyorum, planlarımı eskisi gibi yürüteceğim.” Bedenini bana çevirerek:

“O zaman diyesin görevimi!”

Sorusunu es geçerek:

“Görevin insanların yanında, benim gibi soğuk davranmak. Sana bunu söylemiştim ama sen hâlâ görevinden haberin yok, Mirza Bey!”

Derin bir nefes alıp ellerimi ateşe daha da yaklaştırdım, gelen sıcaklıkla gözlerimi kapadım. Ateş karnımın açlığını unutturmuş, uykumu getirmişti. Ta ki sağ kolum fevri bir şekilde çekilene kadar.

“Tekrar ellerini yakmak niyetinde misin?”

Şahin gözlerini çoktan çıkarırken, pençelerini meydana çıkarmıştı. Kaşlarımı çatarak huysuz bir tavırla:

“Ne yaparsın? Ne güzel ısınırım. Kendime zarar vermeyeli çok oluyor,” diyerek kolumu ondan kurtaracağım vakit kolumdaki elini, elimin üzerine indirdi. Çattığım kaşlar sakinlik ile yüzümde yayıldı.

“Aybars Bey’le ne konuştun?”

“İlaçların değiştirildiğini bulan sen değil, o olduğunu söyledim,” Mirza’nın tenimdeki varlığı dilimin açılmasına sebep olmuştu.

“Benim bulduğum bilgiyi neden o adam bulmuş oluyor Hümeyra Hatun!”

Şahinler gözlerimin içine iyice girerken ben sakinlikle cevap verdim.

“Amcam bana güvenmezken, bir de senin ismini verseydim hiç güvenmeyecekti. O sebeple…”

Elimi acıtmadan sıkan Mirza’nın eli dediklerim ile gevşedi. Sonra da bıraktı. O bırakmasaydı bu sefer sorgulayan ben olacaktım. O mektup da ne yazıyordu? Neden ateşe atmak istedin? Ve bu vakit olmuş neden bana haber etmedin?

“Planına sadık kalacağım. İmdi Abdül Bey’in yanına uğrayıp muhabbet edeyim,” Mirza’nın dedikleri gülerek:

“Tabi, git muhabbet et,” dediklerim ile Mirza’da gülümsemişti.

Ben ateşin yanında kalırken, o dışarı çıkmıştı. Hatta dışarı çıkarken açtığı kapıdan dolayı ateşe daha da yakınlaşmıştım. Ellerim iyice sıcacık olmuştu. Uykum bastırırken, ileride katlanmış bir şekilde duran Mirza’nın kıyafetlerini görmem ile gözlerim açıldı. Sıcaklıktan uyuşan bedenim dinç bir hale geldi. Oturduğum yerden kalkarak hızlıca kıyafetlerinin yanına geldim. Bir ihtimal diyerek kıyafetlerini önüme aldım. Kapıdan gelen seslere kulak kabartarak elimden geldiğince hızlı olmaya çalışarak iç ceplerine baktım. Elime küçük bir kumaş parçası geldi; bunun para kesesi olduğunu anladım. Kulağını kaldırıp iç cebine elimi gezdirdiğimde bir kâğıt gördüm. Kalbim hızla atarken içimde bir titreme meydana gelmişti. Yerimden kalkarak yazıları daha iyi görmek niyetiyle ateşin başına geçtim. İçimdeki korku resmen beni sarmıştı. Mirza’nın benden bir şey saklaması kabul edebileceğim bir şey değildi. Belki de karşısında eski Hümeyra olmadığından dolayı gizlemiş de olabilirdi. Yani benim iyiliğim için…olabilir miydi?

Derin nefes alarak duygularımı geri plana attım. Çünkü bu yol da duygularıma yer olmamalıydı. Hızlı bir şekilde mektubu açtım.

Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berakâtüh, sadık dostum:

Kuğu’nun asıl kimliği bizleri çok şaşırttı ve sevindirdi. Cesareti ve kararlığına hayran kaldık. Bilirsin ki onun temiz niyetleri bizim gizli planlarımızın temelini oluşturmaktadır. Kuğu’nun kurduğu sisteme hâkim olmanı bir an önce gerekli bilgileri bana ulaştırmanı isterim. O bilgiler kutsal mücadelemizin kilit taşıdır. Aktardığın bilgilerle örgütün yerini kontrol ettim. Kara Diken örgütü içlerine çekilmiştir. Eğer örgütün içinde olanların isimlerini öğrenirsek, bizler de onların önüne geçebiliriz.

Selam ve hürmetle

Sahra’nın Emini

 

Selamünaleyküm nasılsınız? 😍🏹

Fazla vakit geçtiği için karşınıza uzunca bir bölümle geldimm. Yüksek lisans öğrencisi olduğum için buraya az vakit ayırabiliyorum🥲

🤍

Beğendiniz mi? 1

Lütfen oy vermeyi ve yorum atmayı unutmayın. O yorumlarınızı teker teker okuyorummmm🫠

Mirza hakkında düşünceleriniz neler?

Siz Hümeyra’nın yerinde olsaydınız duygularınıza nasıl hakim olabilirdiniz?

 

Hümeyra ve Mirza sahneleri nasıldı?1

İnstagram: lilyumunkitaplari

Bölüm : 19.05.2025 22:46 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...