
Ofisin soğuk neon ışıkları geceye karışırken, camlardan yansıyan yorgun suretimi izledim bir süre. Son günlerde yaşadığım şeyler oldukça yorucuydu. Dışarısı sessizdi; içerisi ise hâlâ gündüzü yaşıyordu sanki. Kağıtların hışırtısı, klavye tıkırtıları, çay kaşıklarının bardak kenarlarına çarpan küçük ama keskin sesleri... Hepsi zihnimin kıyısında dönen düşüncelerle yarışıyordu.
Elimdeki dosya...
İsmine her baktığımda kalbimde tuhaf bir kıpırtı hissediyordum. Bu adamda şeytan tüyü vardı...
Ozan Ege Aslaner.
28 yaşında. Moda dünyasında tanınan ama göz önünde olmayı reddeden biri.
Üç kardeşin ortancası.
İmaj danışmanı, stratejist, görünmeyeni görünür kılanlardan... Ama kendisi hep gölgede.
Elimdeki dosya kağıt parçaları değildi artık.
Onlar bir oyunun parçasıydı.
Belki de benden bile gizlenen bir planın ilk adımıydı. Yaklaşık birkaç gün önce bana verilen bu görev garip bir şekilde o andan itibaren hayatımın merkezine konumlanmıştı.
⸻
Kalbim hâlâ garajda yaşadığımız o garip karşılaşmanın etkisindeydi.
İlk kez bir dosyadaki yüz, daha ben işe koyulmadan hayatımın içine girmişti.
Üstelik öyle sıradan bir giriş de değildi. Gerçi bu ekibe ilk kez katılıyordum Ozan benim ilk görevimdi. Işıl'ın da dahil olduğu bu ekip az ama öz üyelerden oluşuyordu.
Gözlerimi kapattım. Ozan'ın alaycı ama dikkatli bakan gözleri geldi aklıma. Yüzümdeki vişne lekesini gülümseyerek eleştirirken aslında beni çözmeye çalışıyordu.
Bir bakışında insanı kendine çeken ama aynı anda geri iten bir şey vardı.
Soğuk ama samimi olmayan bir sıcaklık gibi.
Hayat, beni tam da onun karşısına getirmişti.
Belki de sırf bu yüzden... Kazanmalıydım.
Çünkü kaybetmeyi çocuk yaşta öğrenmiş birinin artık öğreneceği tek şey; oyunu kuralına göre oynamaktı.
Kalktım. Pencereyi açtım. Temmuz gecesinin nemli havası içeri doldu.
Geceler artık bana daha tanıdık geliyordu.
Ve bu operasyonun adı da zaten geceydi.
Noctis.
Bir gazeteci olarak değil... Bir yabancı olarak yaklaşmalıydım Ozan'a.
Sanki her şeyimi yitirmiş bir kadının yeni bir hayata başlama denemesi gibi.
Ve bu deneme ya onu yazıya dökecekti...
Ya da beni onun hikâyesine katacaktı. Onun beni çözmesine izin veremezdim. Madem onu araştırmam gerekiyordu bütün detaylarına hakim olmam gerekiyordu.
Ozan Ege Aslaner.
Dosyadaki bilgiler azdı. Ama gözleri...
O bakışlar dosyadan daha fazlasını söylüyordu.
Kendini saklayan bir adamdı. Ama saklanan her şey, merak eden için daha cazip hâle gelirdi.
Üç gün sonra.
Akşam saatleri. Işıklar yanıyor, müzik yükseliyordu.
Foça'da pek sık rastlanmayan türden bir geceydi bu. Butik bir tasarımcının yeni koleksiyon lansmanı yapılacaktı. Basın dışarıda tutulmuştu, ama halktan seçilmiş birkaç kişi davetliydi. Ve ben, o davetlilerden biriydim artık.
Üzerimde geceyle yarışan siyah ipek bir elbise vardı. Saçlarımı gevşek bir topuzla toplamıştım. Ayakkabılarım zarif ama rahatsızdı. Elimdeki minik çantada ise gerçek kimliğime dair hiçbir iz yoktu.
Adım Leyla. Stil danışmanıyım.
Bu kimliği yaratırken defalarca aynada kendime baktım. Devin'i tamamen susturmam gerekiyordu. Ozan'ın karşısına gazeteci olarak çıkarsam duvarlarını hemen örerdi. Ama bir yabancı, sıradan bir kadın... Belki bir merak uyanırdı içinde.
İçeriye adım attığımda gözlerimi kamaştıran sarı spotlar ve müziğin alt tonlarındaki derin bas titreşimleri karşıladı beni. İnsanlar gülüyor, kadehler havaya kalkıyor, adımlar dikkatle atılıyordu. Moda dünyasına özgü o "bak ama konuşma" sessizliği ortalıkta dolanıyordu.
Ve onu gördüm.
Ozan.
Köşede, siyah kruvaze ceketiyle ayakta durmuş, etrafını izliyordu. İnsanlara bakarken gözleri hareket etmiyor gibiydi. Sanki herkesi ve her şeyi önceden ezberlemişti de, sadece göz gezdiriyordu.
Kadehini kaldırdı. Gözleri bana takıldı.
Ciğerlerime kadar inen bir şey hissettim. Baktı. Uzun uzun. Yüzümdeki maskeyi görüyordu belki de. Ya da daha kötüsü—onun gözünde maske yoktu ve ben çoktan ifşa olmuştum.
Yüzümü çevirdim ama adımlarını duydum. Ayak sesleri sanki duvarlara çarpıp yankılanıyordu zihnimde. Gözlerimi kapatmak, sahneyi durdurmak istedim ama geç kaldım.
Yanıma geldi.
"Kuaför salonumuzun dış hizmetleri bu etkinliği de kapsıyor mu acaba?"
Sesi aynı tondaydı. Hafif alaycı, hafif meraklı. Garajdaki o ilk karşılaşmamızın devamı gibiydi bu. Sanki araya zaman girmemiş, sadece mekân değişmişti.
Yüzüme döndüm. Gülümsedim.
Melis gibi gülümsedim. Devin gibi değil.
"Tanıdık bir ses... ama karıştırıyor olabilirsiniz. Kuaför değilim, stil danışmanıyım. Leyla."
Adımı söyledim. O an söylemeseydim, susarsam anlar diye korktum. Sanki sesimdeki titremeyi duymasın diye hızlıca telaffuz ettim. Ozan bir adım geri çekildi, ama gözlerini kaçırmadı.
"Leyla. Ne kadar... yaratıcı."
Kaşının biri kalktı. Gülümsemesinin ucunda yine o hafif alay vardı. Ama bu sefer, garajdaki kadar hoyrat değildi.
"PR dünyasında sizin gibi esnek insanları görmek hoş. Dans, sanat, moda... Şimdi de buradasınız. Sahi... siz kimsiniz?"
İçimdeki Devin başımı çevirip "senin kâbusun" demek istedi. Ama Leyla başka bir şey söyledi.
"İşim gereği insan tanımak zorundayım. İyi görüp kötü ayırt etmek. Sizin gibi görünmeyen ama etkili insanları."
"Görünmeyen olmak iyidir. Görünene her zaman ateş edilir."
Durdu.
Ozan bir an gözlerini yere indirdi. İlk kez savunmasız göründü. Ama sonra tekrar bana baktığında gözlerinde başka bir şey vardı:
Şüphe.
"Tuhaf bir şey var sende. Ya çok iyi bir oyuncusun... ya da fazla cesur."
Boğazımda bir düğüm hissettim. Gülümsemek zordu ama denedim.
Onunla göz göze geldiğimde, bu oyunun zannettiğim kadar masum olmayabileceğini fark ettim.
"Kimse kolay kolay bana bu kadar çabuk yaklaşamaz," dedi fısıltıyla. "Merak ettim... Leyla kim gerçekten?"
O an eğildi, başını yana çevirdi. Tam yanak hizamdaydı sesi.
"Eğer gerçekten tanımak istiyorsan beni... yürümeyi dene. Sorular sormadan. Sessizce. Belki anlatırım. Ya da... anlatmam."
Arkasını dönmeden önce gözleri tekrar gözlerime takıldı. Kalabalığa karıştı. Sanki sahne, başrol oyuncusunu uğurlamıştı.
Ve ben orada kaldım.
İsmini bile ilk kez bugün sesli söylediğim adama, ilk defa içten bağlanmamaya çalışarak.
Ama şunu çok iyi biliyordum:
Ozan Ege Aslaner sıradan biri değildi.
Ve ben, onun hikâyesini yazacaktım.
Gerekirse kelimelerimi ateşin içinden çıkararak.
O akşam lansmandan döndüğümde yüzümde hâlâ rolümün izleri vardı. Aynaya baktım. Makyajım bozulmuştu ama asıl bozulmuş olan içimdeki dengelerdi.
Ben Devin'dim.
Giresun'un sert rüzgârında büyümüş, Karadeniz'in dalgaları gibi inatçı bir kadındım. Hayatın bana verdiği hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etmemiştim.
Ama o adam...
Ozan Ege Aslaner.
Sanki bütün oyunlarımı görüyordu. Sanki gözümdeki perdeyi ilk bakışta çekip almıştı. Ve ben bunu fark ettiğim hâlde geri adım atamıyordum. Çünkü geri adım atmak, çocukluğumda Giresun'un dik yokuşlarından düşmek demekti. Ve ben düşmeyi hiç sevmedim.
⸻
Ertesi sabah.
Dosyayı açtım yeniden. Bu sefer gözlerimle değil, içgüdülerimle okudum satır aralarını.
2019. Aile krizi. Basına kapalı bir hayat.
Dosyanın en alt köşesine kurşun kalemle yazılmış bir not vardı:
"Küçük kardeş: adını değiştirdi. Göz önünde değil. Eski yaşam tamamen silinmiş."
Damarlarımdan geçen kan bile bu cümleye tepki verdi.
Bir şey olmuştu.
Öyle sıradan bir aile dramı değil bu. Büyük bir olay, büyük bir kayıp, belki de bir utanç...
Ve o utancın ortasında duran bir adam: Ozan.
⸻
Aynı günün akşamı, ofisten erken çıktım. Foça'da bir yerel kütüphaneye uğradım. Basına kapalı bir hayatı araştırmak zordu. Ama Devin zoru severdi.
Biraz aradıktan sonra eski bir dergide röportajına rastladım.
Yıl: 2017.
Gülümsüyor ama gözleri soğuk. Röportaj boyunca hep müşterilerden, stratejilerden bahsetmiş. Ama bir cümle dikkatimi çekti:
"Bazı insanlar parlamayı sever. Benim işim onların ışığını düzenlemek, ama kendi gölgemde kalmak zorundayım. Kimi zaman bu, bir bedel."
Ne bedeli Ozan? Neyin gölgesi seni hâlâ saklıyor?
Telefonumu çıkardım. O an içimde beliren dürtüyle, Işıl'a bir mesaj attım:
"Anlaşmalı evlilikler dosyasını hâlâ ofiste mi tutuyorsunuz? İki yıl önce araştırma yapmıştınız sanırım..."
İçimden bir ses...
Henüz adını koyamadığım ama yavaş yavaş şekillenen bir senaryoyu fısıldıyordu.
Ozan'ın geçmişi, sadece kaybolan kardeş değil, belki de bir... gizli evlilik olabilir miydi?
⸻
Gece.
Küçük balkonumda, çayım elimde. Giresun'dan getirdiğim eski bir radyoyu açtım. Karadeniz ezgileri eşliğinde gözlerimi kapadım. Ama o sesi yine duydum:
"Ya çok iyi bir oyuncusun... ya da fazla cesur."
Ozan'ın sesi zihnimde yankılanıyordu.
Ve işin garibi, bu yankıdan kaçmak istemiyordum.
Belki de onun karanlığına çekilmek, kendimi tanımanın başka bir yoluydu.
Belki de...
İkimizin de bir başkasının yazdığı hikâyede oynadığı roller vardı.
Ama ben artık kendi senaryomu yazmak istiyordum.
Ve bu hikâyenin adı 'Noctis'se, finali de benim kalemimden çıkmalıydı. O akşam hava, Foça'ya göre fazla sıcaktı. Rüzgârın bile kıyıya yanaşmak istemediği gecelerdendi. Ama içimdeki fırtına, dışarıdaki nemden çok daha keskin esiyordu.
Işıl'dan gelen mesaj beklediğimden çabuktu.
"Evet, anlaşmalı evlilikler dosyasını hâlâ saklıyoruz. Ne oldu ki?"
Ne olduğunu ben de bilmiyordum. Ama içgüdülerim susmuyordu.
Ozan Ege Aslaner'in hayatında gerçek kimliğini korumak adına yaptığı şeylerden biri de... belki bir evlilikti.
Ama o kadar derine inmemiştim daha. Şimdilik "Leyla" rolümle yüzeyde yüzmeye devam ediyordum.
⸻
Ertesi gün.
Öğleden sonra telefonuma gelen bir mail dikkatimi çekti. Gönderen tanıdık değildi ama içerik açıktı:
"Bu akşam 20.30'da Serra Butik Otel'de özel davet. İsim: Leyla Günok. Giriş kartı ekte."
Gözlerim satırların sonunda takılı kaldı.
Leyla Günok.
Adımı bile tam yaratmadan birileri beni yaratmıştı.
Işıl'a mesaj attım.
"Bana mı bir şey gönderdin?"
"Hayır. Ne oldu?"
O an anladım.
Bu mail bana değildi. Ondan gelmişti.
⸻
Gece olmuştu.
Serra Butik Otel, eski taş bir yapıydı. İç kısmı modernize edilmişti ama dışı hâlâ zamanın dokusunu taşıyordu. Ayakkabılarım taş zeminde yankılanırken içimde tuhaf bir kıpırtı vardı. Girişte kimliğimi sormadılar. Zaten Melis Güneş olarak davetliydim.
İçeride loş ışıklar, ağır caz melodileri ve az sayıda insan vardı. Belli ki bu bir etkinlik değil, özel bir akşamdı.
Salonun ucundaki pencere kenarına ilerlerken onu gördüm.
Ozan, beyaz bir gömlek, gri yelek ve kolunda koyu renk bir saatle cam kenarında durmuştu.
Yüzünde yine o tanıdık ifade vardı:
"Ben seni çoktan fark ettim."
Yaklaştım.
"Bu akşam... enteresan bir tesadüf oldu."
Ozan gözlerini bana çevirdi. Kadehini kaldırdı ama içmedi. Sesi her zamanki gibiydi, ama bu kez daha netti.
"Bence tesadüfler, gerçeği gizlemek için en çok kullanılan bahanedir."
"İkimiz için mi diyorsunuz bunu?"
"Belki sadece senin için."
Birkaç adım daha attım. Artık yanı başındaydım. Camın dışında, ay yavaşça yükseliyordu. Foça sessizdi ama içimizde konuşulmayan cümleler yankılanıyordu.
"Ne istiyorsun benden Leyla?"
"Hayatımı mı merak ediyorsun, geçmişimi mi? Yoksa sadece yazacak bir hikâyeye mi ihtiyacın var?"
Damarlarımda bir şey duraksadı. Bu kadar doğrudan sorması...
Beni köşeye sıkıştırmıştı.
"Sadece tanımak istiyorum seni," dedim.
"Dışarıdan bakan herkesin yanlış anladığı bir adamı..."
Kahkaha atmadı ama gülümsedi.
Sesi bu kez daha yumuşaktı.
"O zaman doğru yerdesin. Çünkü ben zaten yanlış anlaşılmak için varım."
Sessizlik.
İçimdeki Devin, Giresun'da annesinin yaptığı laz böreği gibi kat kat direniyordu.
Ama "Leyla ", o an bu oyunu sürdüremeyecek gibiydi.
"Kendimi tanıtacağım sana. Ama bir şartla," dedi Ozan.
"Benimle... bir anlaşma yapacaksın."
Kaşlarımı kaldırdım. Kalbim hızla atmaya başlamıştı.
"Ne anlaşması?"
"Bir evlilik anlaşması. Gerçek gibi görünen. Ama sahte. Karşılıklı çıkarlarımızı koruyacak, ikimiz de kazanacağız. Ne dersen de, her şey kontrolümde olacak. Ama bir şart var: Gerçek duygulara kapılmak yasak."
Dudaklarım aralandı. Söyleyecek söz bulamadım.
"Sen neyin içindesin böyle?"
Gülümsedi.
"Aynı şeyi ben de sana soruyorum Devin."
O an hava yerle bir oldu.
Devin.
Adımı söylemişti.
Yüzümdeki her ifade dondu.
"Şaşırma. Leyla rolünü güzel oynadın. Ama ben ezberden oynanan bir oyunun kokusunu hemen alırım."
Gözlerine baktım.
Gözlerim yandı, yüzüm kızardı.
Ama kaçmadım.
"O zaman neden oyununa beni dâhil ediyorsun?"
Bir adım attı. Çok yakınımdaydı artık.
"Çünkü sen... benimle aynı karanlığa yürümeye cesaret eden nadir kadınlardansın."
****
Burası dışarıdan bakıldığında sıradan bir araştırma ofisi gibiydi ama içerideki atmosfer bambaşkaydı. Parmak iziyle açılan kapılar, ses yalıtımlı odalar, ekrana yansıtılmış yüz tanıma sistemleri... Devin bu odaya ilk adım attığında sadece gazeteci kimliğiyle buradaydı. Şimdi ise... başka bir rolle.
Işıl, ince çerçeveli gözlüğünü takmış, önündeki rapora bakıyordu. Mavi dosya Devin'in ellerindeydi. Ozan'ın dosyası.
Işıl, başını kaldırmadan;
"Yeni bilgi mi geldi? Son gördüğümde adamın hayatı hâlâ sansürlüydü."
Devin:
"Yeni bir gelişme var. Sadece... bilgi değil. Karar."
Kutay bilgisayar başından;
"Karar mı? Ne kararı? Adamı ifşa mı ediyorsun? Ozan Ege Aslaner'in kara kutusunu açtıysan... şampanya patlatabiliriz."
Devin derin bir nefes aldı;
"Ben onunla evleneceğim."
Sessizlik...
Işıl gözlüğünü çıkardı. Kutay'ın elleri klavyede havada asılı kaldı.
Kutay:
"Ne... ne diyorsun?"
Işıl;
"Bu... bir şaka değilse, çok kötü bir plan olabilir."
Devin;
"Anlaşmalı bir evlilik. Sahte. Bir yıl sürecek. Ama bu süreçte... onun iç dünyasına ulaşmak için elimdeki tek yol bu. Dışarıdan onu çözmek mümkün değil. Herkesin sustuğu yerde, bana güvenip kapıyı açmasını sağlamam gerek."
Kutay omuz silkerek;
"Ve sen bunu... gelinlik giyerek yapacaksın yani?"
Devin;
"Eğer gerekirse düğün dansı da yaparım Kutay. Ama bu adam... sıradan biri değil. Herkesin gölgesinde duran biri olamazsın. Böyle biri ancak kendi gölgesini yaratır. Ozan da tam olarak bunu yapmış."
Işıl:
"Bu teklif sana ondan mı geldi?"
Devin;
"Evet. Her şey kontrol altında olacak dedi. Duygular yasak. Sınırlar belli. Ama... bana 'gerçeğe ulaşmak istiyorsan yürümeyi dene' dedi. Ben de yürüyorum."
Kutay:
"Ya o yürürken seni aşağı iterse? Bu oyun sana zarar verirse?"
Devin:
"Ben küçükken Giresun'un yokuşlarından düştüm. Ama bir daha asla aynı yerden düşmedim. Bu da onun gibi... riskli ama öğretici."
Işıl:
"Bu ilişkide 'bilgi' dışında her şey sana zarar verebilir Devin. Duygular, bağlar, beklentiler. Ozan seni çözmeye çalışıyor, sen onu çözmeye çalışıyorsun. Ama unutma... bazı insanlar çözülünce daha tehlikeli hâle gelir."
Devin:
"Ben onun geçmişini sadece açığa çıkarmak istemiyorum. Kendi geçmişimdeki bazı soruların cevabını da arıyorum. Belki de onun karanlığı, benim içimdeki bazı şeyleri aydınlatacak. Ya da... beraber yok olacağız."
Kutay;
"İşimiz gazetecilikti, kimlik analizi, saha araştırmalarıydı... Şimdi ise bir evlilik programı tadında yaşıyoruz. Hayır yani... nikâh şahidi olmam gerekirse önceden haber verin bari, gömlek alayım."
Devin;
"Sen nikâhta değil... sorguda olacaksın muhtemelen."
Işıl;
"Peki. Kabul. Bu yola girdiysen, ekibin desteği sende. Ama biz gölgede izliyor olacağız. Bize her gelişmeyi raporlayacaksın. İlişki ne kadar sahte olursa olsun... onunla kurduğun bağ gerçek olabilir. Ve gerçek olan her şey... tehlikelidir."
Devin:
"Tehlikeyi sevdiğim doğru."
Kutay:
"Ama tehlike seni sevmezse?"
Devin:
"O zaman beni unutmaz."
*****
Ertesi sabah, hâlâ Ozan'ın "Bir evlilik anlaşması yapacağız," sözleri kafamda dönüp duruyordu. Sanki beynimin içi sürekli aynı repliği tekrarlayan bozuk bir plak gibi çalıyordu.
Telefonum çaldı. Ekranda ki isme baktım: Lal.
Cevapladım. Henüz bir şey dememiştim ki sesi patladı:
"Rüyamda yılan gördüm Devin! Hem de çift başlı! Bu kesinlikle ya para ya düşman demek. Bak kesin bir şey olacak! Ve... sana biri âşık olacak. Kesin! Teraziler böyle dönemlerde hep yoğun enerji alırmış. Sen de ay burcunu bana hâlâ söylemedin bu arada!"
Gülümsedim. Bu ses, hayatımdaki en büyük dengelerden biriydi. Kızıl kıvırcık saçları, her güne başka bir etekle uyanan o deli hâliyle Lal, ciddiyetin ortasında bir yıldız kayması gibiydi.
"Lal. Biri bana evlenme teklif etti."
Sessizlik.
Sonra: "SEN NE DEDİN?!"
"Henüz hiçbir şey demedim. Ama... bu teklif biraz sahte. Gerçek gibi görünecek bir evlilik. Detaylar karışık."
"Yok artık. Düğünde büyü yapabilir miyim?"
"Hayır!"
"E peki damat yakışıklı mı?"
Bir an duraksadım. Gözüm camdan dışarıya, güneşin ışığında parlayan kıyıya kaydı. Ozan'ın gri yeleği, gözlerimin önüne geldi.
"Yakışıklı ama tehlikeli."
"Daha iyi!" dedi kahkaha atarak. "Sana da bu yakışırdı zaten. Ama gözünü seveyim yükselenini söylesene. Ona göre bir enerji bilekliği örerim sana."
O an sadece güldüm. Lal'in varlığı iyi gelmişti. Ama sonra ciddi bir şey hissettim içimde.
"Bunu kabul edersem her şey karışabilir, Lal. Bu işin sonu yok gibi hissediyorum."
"Hiçbir hikâyenin başında sonu belli olmaz Devin. Hele senin gibi inatçı Karadenizli biri için hiç belli olmaz. Bence git konuş onunla. Anlaşmanın şartlarını öğren. Belki de bu adam, yıldız haritandaki 'büyük dönüşüm'dür. Pluto'nun etkisi altındayız sonuçta."
Telefonu kapattım. Derin bir nefes aldım.
⸻
Ozan, Karşıyaka'da deniz kenarındaki bir kafeyi önermişti. İsmi ilginçti: "Kuyu."
Adeta ruh hâlimiz.
Mekâna girdiğimde, masalardan birinde onu gördüm. Yanında başka biri vardı. Siyah tişört, bileklerinde deri bileklikler ve yüzünde hafif bir alay. Hafif öne eğilmiş, Ozan'ın söylediklerine başını sallıyordu.
Ozan beni görünce ayağa kalktı. "Gel, tanıştırayım."
"Devin, bu Pars. Üniversiteden beri birlikteyiz. Ne desem eksik kalır ama... bir kelimeyle tarif etmem gerekirse: baş belası."
Pars ayağa kalktı. Elini uzattı, gülümsedi.
"Hoş geldin Devin. Kuyuya hoş geldin. Umarım kazasız çıkarsın."
"O kadar karanlık mıyım yani?" dedim yarı gülerek.
"Yok be," dedi Pars. "Karanlık güzel şeydir. Bak Ozan'a... Karanlıkta büyüyen çiçek gibi. Az ışık alır ama dikkat çekmeyi başarır. Hem Ozan biriyle buluşuyorsa o kişi önemlidir. Yoksa onu dışarı çıkarmak deveye hendek atlatmaktan zor."
Ozan gülümsedi. Bu gülümseme, bir sır saklayan bir adamın gülümsemesiydi. Pars'la olan dostlukları, onun farklı bir yanını ortaya çıkarıyordu.
Siparişler geldiğinde Pars arkasına yaslandı ve "Ben kaçıyorum. Sizi yalnız bırakayım. Ama Devin..." dedi göz kırparak, "Bu adam serttir. Ama sevdiği zaman, başka hiçbir şey düşünmez. Dikkat et. Hem kalbine, hem kalemlerine."
Gitti.
Ozan sessizce bana döndü.
"Hazır mısın?"
"Ne konuda?"
"Anlaşma için... konuşmaya."
Başımı salladım. Artık kaçamazdım.
⸻
"Anlaşma bir yıl sürecek," dedi Ozan. "Resmi nikâh olacak. Ama özel şartlarla. Ailemi ve birkaç yatırım ortağımı ikna etmem gerek. Onlar için bu evlilik, benim 'hayatı rayına sokma' sürecimin bir parçası olacak."
"Sana ne kazandıracak bu evlilik?"
"Özgürlük," dedi. "Kendi geçmişimi gizli tutma özgürlüğü. Medyadan, aile baskısından, bazı eski defterlerden uzak kalma şansı. Ve sana ne kazandıracak... onu sen belirleyeceksin."
Sessiz kaldım.
"Şart neydi?"
"Gerçek duygular yasak. Aramızda aşk olmayacak. Oyun oynayacağız ama birbirimize değil, dünyaya."
Sustum. Çünkü içimde bir şey çoktan çatlamıştı. Ve ben, o çatlağı onaramayacağımı biliyordum.
"Bir şartım var," dedim.
"Dinliyorum."
"Bu oyunda maske takan sadece ben olmayacağım. Beni bu kadar çözebildiysen, sen de açılacaksın biraz."
Gülümsedi. Yüzüme dikkatle baktı.
"Anlaştık o zaman. Leyla."
"Devin."
Gözleri parladı.
"Hoş geldin oyuna, Devin."
⸻
Lal elimdeki kahveyi aldı, fal bakar gibi içine baktı.
"Bu çocuk seni çok fena çarpacak. Bak bu telve var ya... direkt kalp."
"Bu bir anlaşma Lal. Evlilik ama sahte."
"Olsun. Kâğıt üstünde bile olsa, kalp tanır. Hem bu adam... Pars'ın arkadaşıysa dikkat et. O çocuğun gözü tutuyor ama enerjisi fazla yoğun. Beni yorsa seni ne yapar kim bilir."
Gülümsedim. Pars ve Lal... İki ayrı uç, iki ayrı dünyaydı ama belki bu hikâyeye renk katan da tam olarak onların varlığıydı.
Ve şimdi artık hikâye gerçekti.
Sahte bir evlilikle başlayacak.
Ama hiçbir şey yazıldığı gibi gitmeyecekti.
Çünkü bu bir Noctis hikâyesiydi.
Ve gece, karanlığı severdi.
*****
Odaya sertçe kapıyı kapattım. Parmaklarım hâlâ titriyordu. Ozan camın önünde, elleri cebinde, sırtı bana dönük bekliyordu.
"Bir daha biriyle beni paylaştığını ima edersen, bu sahte evliliğe başlamadan bitiririm."
Ozan dönmeden konuştu;
"Ben sadece oyunun kurallarını hatırlattım. Gerçek duygular yasak demiştik, değil mi?"
Sustum. Çünkü duygulardan değil, saygıdan bahsediyordum. Ama Ozan'la konuşurken bazen cümleler birbirine karışıyor, niyetler kelimelerde boğuluyordu.
"Seninle tartışmak bazen denize bağırmak gibi. Sesim bana çarpıp geri geliyor."
Ozan dönerek, gözleriyle direkt bana baktı;
"Çünkü sen her şeyi hislerle çözmek istiyorsun. Ama bu iş mantıkla yürüyecek. Bunu neden kabul ettiğini unutma."
O an kapı açıldı. Tütsü dumanı odanın içine yayıldı.
"Yine Mars-Venüs çatışması! Şu odanın enerjisi resmen gıcırdıyor. Bir de kavga ettiğinizde göbek hizanızdan siyah enerji çıkıyor. Onu temizlemeye geldim."
Elinde adaçayı ve küçük çan vardı. Odaya girdiğinde sanki uzaylı bir kabile ayini başlıyordu.
"Gerçekten mi? Bu da olacak mıydı bu evlilik paketinde?"
"İkramlar dahil, Ozan. Hem tütsü, hem kriz yönetimi."
Lal, tütsüyü Ozan'ın çevresinde gezdirirken Pars içeriye sessizce süzüldü. Belli ki Lal'in peşinden gelmişti ama durumu ciddiye almak yerine göz ucuyla onu izliyordu.
"Ben sana demedim mi? Bu kız başka bir element. Tütsüyle CEO arındırıyor resmen."
Lal onları umursamadan konuştu;
"Ozan'ın aurası gri mavi karışımı. Kafası dolu, kalbi ketum. Ama kalp çakrası açık olsa yemin ederim iyi birine benziyor."
Ozan kollarını bağlayarak arkadaşıma baktı.
"Benim çakramın açık ya da kapalı olmasından kim ne anlar ki?"
"Ben anlarım. Mesela Devin'in göğüs hizasında pembe ışık var. Kalbi çarpıyor ama ağzı inat ediyor."
Pars kahkaha attı. Ben gözlerimi devirdim. Ozan ise sadece başını çevirdi, ama ilk defa gülümsedi.
"Bence siz daha evlenmeden evli çift gibi olmuşsunuz. Kavga var, araya kaynayan komşu var, uzaktan bakan akrabayı oynuyorum şu an."
"Evli çift değiliz. Henüz değil."
"Henüz değil. Ama bu kadar karışıklık bile gerçek hissi veriyorsa... sahte olanla nasıl başa çıkacağız?"
Lal tütsüyü söndürdü. Pars'a döndü. Gözlerini kıstı.
"Seninle özel konuşmamız lazım. Senin geçmişinde kapanmamış bir enerji var. Ayaklarında hissediliyor."
"Benim geçmişim değil, şu anım bile açılmamış. Buyur bakalım, çöz beni."
İkisi birlikte odadan çıkarken, kapı kapanmadan önce Lal'in sesi geldi:
"Bence Devin ile Ozan birbirini tamamlıyor. Biri deli, biri düzenli. Ama ikisi de yalnız. Asıl mesele... ne zaman gerçekten birlikte olduklarını fark edecekler."
Kapı kapandı.
Ofis sessizdi. Geriye sadece ben ve Ozan kalmıştık. Yüzüne baktım. Sertliği gitmişti. Bir yorgunluk vardı gözlerinde. Belki de bana benzeyen bir şey.
"İmzayı atmadık daha. Ama her gün biraz daha içine giriyoruz bu hikâyenin."
"Çünkü bazı hikâyeler senaryodan önce başlar."
Sessizce masaya oturdum. Yanına değil, karşısına. Çünkü hâlâ sınırlarımız vardı. Ama o sınırların ömrü... galiba azalıyordu.
Ozan'ın ofisinde, ağır perdeler arkasından sızan akşam ışığı, masanın üzerindeki kağıtlara ve ikimizin yüzündeki yorgunluğa huzursuz bir sakinlik katıyordu. Sözleşme hâlâ masadaydı; resmi, soğuk ve değişmez. Ama ben artık onun yanındaydım. Sadece bir "Leyla" ya da "Devin" değil, onun karşısında duran gerçek biriydim.
Gözlerimiz ilk kez bu kadar uzun süre birbirine kilitlenmişti. Kelimeler bir süre durdu, nefesler birikti. Sonra Ozan, o her zaman kontrol altında tuttuğu sesini yumuşatarak başladı:
"Çocukluğum... geçmişim... anlatmaya değer mi bilmiyorum. Ama senden saklayamam artık. Kardeşim, benim dünyamı paramparça etti. Kayboldu ve o günden beri kendimi gölgelerde saklıyorum. Işıklar içinde kaybolmaktan korkuyorum."
Yavaş yavaş diz çöker gibi sözcükleri döküyordu. O an, etrafımdaki o sert duvarların aslında ne kadar ince ve kırılgan olduğunu fark ettim.
"Bu yüzden mi... bu sahte evlilik? Kaçmak için mi?" diye sordum, sesim istemsizce titriyordu.
Başını hafifçe eğdi. "Evet. Kaçmak... Hem de özgürleşmek için. Ama aynı zamanda... yeniden güvenmek için."
Yaklaştım ona, kalbim göğsümde kıpır kıpır atıyordu. Ellerimi yavaşça cebimden çıkardım, ve hiç çekinmeden, tereddüt etmeden, Ozan'ın elini tuttum.
"Kaçmana gerek yok," dedim usulca. "Ben buradayım. Bu yalanlarla örülü dünyada bile, yanında gerçek birini bulabilirsin."
Gözlerinde önce şaşkınlık vardı, sonra yumuşak bir ifade. Parmaklarım onun elinde hafifçe sıkıştı. Aramızdaki mesafe kaybolmaya başladı.
Bir adım daha attı, yanında olduğumu hissetti. Yüzünü bana çevirdi; gözlerindeki yük hafifliyordu ama hâlâ derindi. "Sen benim gölgemde parlamaya cesaret eden nadir kadınlardan birisin."
Bir gülümseme yayıldı yüzüme. İçimde uzun zamandır unutulmuş bir sıcaklık yükseldi.
"Sadece senin için değil," dedim, "kendim için de cesaret buluyorum."
Kafasını hafifçe yana eğdi, sonra yavaşça yana yaklaştı. Nefesleri birbirimize karışıyordu.
O an, kelimelerin anlamsızlaştığı, sadece hislerin konuştuğu bir an yaşandı. Gözlerimizi kapattık ve dünya dışarıda sessizleşti. Elleri saçlarımdan nazikçe süzüldü, avuçları yanaklarıma dokundu. Dudaklarımız birbirine yaklaştı; ilk temas o kadar yumuşak ve doğal oldu ki, sanki yıllardır bekleniyordu.
Öylece durduk, nefes nefese. İkimiz de geçmişin ağırlığını bir anlığına unuttuk.
Ozan'ın fısıldadığı son sözler hâlâ kulağımdaydı:
"Belki de bu gece, karanlığın içindeki ilk ışığı yakıyoruz, Devin."
Ve o ışık, en derin karanlıklarımızı aydınlatmaya başladı.
Gece, ofisin loş ışıkları altında başlayan konuşmamız, Ozan'ın eski dostu Pars'ın gelişiyle daha da karmaşık bir hâl aldı. Pars'ın tavırları, laf sokmaları Ozan'ın üzerindeki yükü biraz hafifletirken, içimde başka bir fırtına kopuyordu.
Lal'ın neşesi, odadaki atmosferi yumuşatırken, benim içimde kıpırdanan o Giresun damarı her geçen saniye daha da kabarıyordu. Ozan'ın Pars'la olan samimiyeti, benim için bir kıvılcım olmuştu.
Bir anda sesimi yükselttim:
"Yani sen, onun yanında böyle rahat mısın? Bu kadar yakın olmanız normal mi?"
Ozan, hafifçe kaşlarını çatarak bana baktı:
"Devin, Pars benim yıllardır dostum. Onun varlığı seni ya da bizi değiştirmez."
Ama ben Giresun'un sert rüzgarı gibi keskin bir yanıt verdim:
"Dostluk başka, tavırlar başka. Beni küçümsemiş gibi hissettim. Beni anlamıyorsun!"
Pars araya girmeye çalıştı, ama ben durmadım:
"Senin dostun, benim sınırlarımı zorluyor. Bu gece burada onun gözlerinde benim yerim yok gibi."
Ozan'ın gözleri karardı. "Bu kadar mı kıskanç oldun? Yani senin dünyan sadece bana mı ait?"
"Benim dünyam derin! Karadeniz'in dalgaları gibi fırtınalı! Ve bu fırtınada, senin yanında durmak istiyorum. Ama böyle hissettirirsen, bitti say."
Lal, araya girip hafifçe elini kaldırdı:
"Hey! Herkes sakin olsun. Kıskançlık iyidir ama kontrol edilemeyen ateş yakar."
Ozan ve ben birbirimize baktık, sessizlik oldu ama içimizde yanıyor olan ateş sönmedi.
O an anladım ki, bu oyunda tek savaşmam gereken Ozan'ın geçmişi değil; aynı zamanda kendi içimdeki fırtınaydı.
Ve o fırtına, beni ben yapan, beni koruyan, Giresun'un sert rüzgarları gibi esmeye devam edecekti.
Ozan'la aramızda kurduğumuz o ince bağ, her geçen gün biraz daha güçlenirken, hayatın karanlık köşeleri sessizce sinsice büyüyordu.
****
Bir akşam, kütüphanede eski gazeteleri karıştırırken, adını aniden karşıma çıkan bir haberle karşılaştım. Ozan Ege Aslaner... ismiyle bağdaştırılamayacak bir olay.
Haberde, yıllar önce yaşanmış bir skandal vardı. Aileye ait olduğu söylenen bir şirketin, gizli bir iflas süreci ve bunun ardındaki gizemli kişiler. Ozan'ın adı, hiç duyulmamış ama belgelerde geçen bazı kritik bağlantılarla anılıyordu.
Kalbim hızla çarptı. Bu onun sakladığı geçmişin bir parçası mıydı? Neden bana hiçbir şey söylememişti?
O an anladım ki, Ozan'ı sadece yakından tanımak değil; onun gerçek yüzünü de ortaya çıkarmak zorundaydım. Çünkü bu görev sadece yazmak değildi, aynı zamanda gerçeği bulmaktı.
Ama en çok korktuğum şey, bu sırrı ona açamamaktı. Onun gözlerindeki güveni kırmak istemiyordum. O yüzden gizlice araştırmaya başladım. Dosyaları, belgeleri, eski tanıkları bulmaya çalıştım.
Bu sırada Pars ve Lal'a durumu söylemekten kaçındım. Onların ne tepki vereceğini bilmiyordum. Bu benim savaşım, benim yüküm olacaktı.
Her gece, küçük balkonumda o soğuk havaya karşı çayımı yudumlarken, zihnimde Ozan'ın gerçek yüzünü kurmaya çalışıyordum.
Ve bir yandan, onu korumaya çalışırken; diğer yandan kendimi, gerçeğin karanlığında buldum.
Bu sır, belki de ikimizi bir arada tutan en ince ipti.
Ama o ip koparsa, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |