Bir haftam ne kadar da yorucu geçmişti böyle. Bir hafta içerisinde tüm ayın macerasını yaşamış gibiydim doğrusu. Ağabeyimle birlikte tüm Kayseri'de volta atmıştık resmen. Önce babamın arkadaşı olup beni otelinde ağırlayan Mahmut amcayı ziyaret etmiş, ardından Osman amca ve Aytül teyzenin misafiri olmuştuk. Tahmin ettiğim gibi o gün Emre de gelmişti. Omuzunda her zamanki gibi güzel kuşu, Mavi. Hamdolsun ki Aytül teyze ile mutfakta çay içmiştik ki haram bir ortam oluşmamıştı. Sessiz, sakin bir çocuktu Emre ama ağabeyimle iyi arkadaş olmuşlardı. Sadece o gün bir kere Mavi bir anda gelip omzuma konduğunda bana "Mavi kolay kolay bir insana alışmaz. Seni sevmiş olmalı."deyip gülümsemişti.
Ondan sonraki durağımız sitenin sahibi, aynı zamanda emlakçımız olan İbrahim amcanın evine misafir olmuştuk. Onlar da bizi çok güzel ağırlamışlardı. Ağabeyim sitedeki erkeklerle de epey iyi arkadaş olmuştu. Sitenin ünlü ve kızların çok yakışıklı bulduğu Polis Meriç, helal marketin sahibi Hüseyin, Emre ve sitedeki birçok erkekle halı saha maçına bile gitmişlerdi. O gün sitedeki bazı hanımlar ise İslami bir gün yapıp beni de çağırmışlardı. Ev temizliğimde bana yardım eden Özgül, Ayşegül, Yıldız, Meriç'in annesi Bilge hanım, Meriç'e aşık olan Emine, o gün Vedat'tan kurtardığım Elmas gibi birçok hanım teşrif etmişlerdi. Doğrusu güzel bir gün yapmışlardı. Dedikodu yoktu en önemlisi. Tamamen İslami usullere göre hazırlanmış bu gün etkinliğini beğenmemek elde değildi.
Bu arada Vedat hâlâ benim psikopat bir katil olduğuma inanıyordu. Birkaç kere yine Elmas'a yaklaşmaya çalışsa da benim engelimle karşılaşınca geri tepmişti. Elmas'ı resmen kendine takıntı yapmıştı. Ve Elmas'ın o gün, Vedat'a "Sevdiğim biri var" dediği kişi sanırım helal marketin sahibi Hüseyin'di. Zira ona karşı bakışları, davranışları çok değişikti. Tam aşık bir kıza dönüşüyordu Hüseyin'i görünce.
Emine ve arkadaşları ile birkaç kere sohbet etme fırsatım olmuştu. Emine Meriç'ten başkasını istemediğini ve sırf bu yüzden hâlâ bütün taliplerini geri çevirdiğini söylüyordu. Meriç'in ise aklı çok karışıkmış. Annesi Bilge hanım da gelini Emine olsun istiyordu ama Meriç, ısrarla onun içine sinmediğini söylüyormuş. Tuhaf biriydi şu Meriç. Bazen sitenin giriş çıkışlarında karşılaşıyor ve aniden kendimi onunla göz göze buluyordum. Bu durum hoşuma gitmiyordu ama isteğimle olan bir şey de değildi maalesef. Bazen selam verip bir sıkıntım olup olmadığını soruyordu sağ olsun. Bir polis olarak buna alışmış olmalıydı, yani herkesin güvenliğini sağlamaya çalışması.
Hastaneye gelince, iş günlerim üçe çıkmıştı. Pazartesi, Perşembe ve Pazar gününe değişmişti iş günlerimiz. İş arkadaşım olan Nuran abla, artan kalp hastası vakaları ile iş günümüzün arttığını söylemişti. Hastalıkların altında yatan yanlış beslenmeydi aslında. Ölçüsüz bir şekilde önüne gelen her şeyi yiyen ve gözü doymayan insanoğlunun başına elbette bu tür hastalıklar gelirdi. Öncelikle şeker ve abur cuburu hayatımızdan tamamen çıkarmamız gerekiyordu. Daha sonra müslümanlar olarak özellikle helal ve tayyib beslenmeye ayrı bir özen göstermemiz gerekiyordu. Zira bizi biz yapan, özümüzü bir birey kılan, karakterimizi oluşturan tek şey yediğimiz şeylerdi. Yani ne yersek biz oyuz aslında.
Gerek Nuran abla olsun, gerek Zeynep, Ebru ve Hilal olsun, hastanede en iyi anlaştığım kişilerdi. Zeynep, Uraz denen çocuğa fena tutulmuştu. Bunu görmemek için kör olmak gerekirdi. Dün hastanedeki pencere kenarı bir kanepede oturup kitap otururken hâşâ, Azrail gibi başıma dikilmişti. Ne istediğini sorduğumda ters ters hastane-kimlik kartının üzerinde oturduğumu söyleyip yine beni azarlar tarzda lafını sokup gitmişti. Kartını da almayı unutmamıştı tabi. Ben ise sadece şaşkınlıkla arkasından bakakalmıştım. Benden pek hoşlanmadığı kesindi ya neyse çok takmamayı tercih etmiştim. Hastanede tüm genç kızlar onları konuşuyordu. Yakışıklı paramedik grubu falan diye bahsediyorlardı. Neden bu kadar abarttıklarını anlamasam da bunun da üzerinde durmamıştım pek.
Yalın da rahat durmuyordu bir yandan da. Şu yüzük olayından sonra yine eski haline dönmüştü. Benim ona evlilik teklifi edeceğimi düşünmesi komik olması bir yana yine eski dindar hristiyan haline dönmüş, her fırsatını yakaladığında bana dinlerle, inançlarla ilgili zor ve kafa karıştırıcı sorular soruyordu. Ben ona mantıklı cevaplar verince de bir şey söylemeden sinirle orayı terk ediyordu. Bu huyundan vazgeçmeyecekti, çok belliydi. Bana nedense çok kızgındı ve bu kızgınlığından inanca dair insanı neredeyse dinden çıkaracak sorular soruyordu. Eğer bu soruları bilinçsiz bir müslümana sorsa o kişi mutlaka dininden şüphe ederdi. O derece ileri gidiyordu Yalın. Ama her verdiğim cevap da onu olumlu yönde etkiliyordu, bunu görebiliyordum.
Ağabeyimle birlikte sevgili Furkan Doğan'ın kabrini ziyaret etmeyi de unutmamıştık. Bunun dışında Kayseri'de gezilecek yerleri de onunla birlikte ben de gezmiştim. Dün sabahtan ağabeyimi otogara götürüp yolcu etmiştim. Güya benim yanımda daha uzun kalacaktı ama annem aramış ve sürekli eve ağabeyim için misafirlerin geldiğini söylemişti. Malûm, yeni askerden gelmişti. Bizde de bu gelenek epey önemseniyordu. Askerden geldikten sonra oğlanı tüm eş, dost, akrabalar ziyaret ederdi. Ağabeyim de bu yüzden daha erken gitmek zorunda kalmıştı. Onu biraz üzgün yolladıktan sonra hastaneye gitmiştim.
Özel numara ya da anonim ismini taktığımız şahıs da mesaj atmaya devam ediyordu. "Tahmin ettiğim gibi beni tanıyamadın" diye yazmıştı en son. Ağabeyim gittikten sonra epey bunaldığımı hissetmiştim. Yani bu gizemli şahıs ile uğraşmak bile artık yoruyordu. Bu yüzden kurtulmak için ona bir oyun oynadım. Numaramı değiştirmiş ve numarayı yeni hat olarak bir amca almış süsü verdim ona ve bu role bürünüp cevap vermiştim anonime. O mesaj attıkça şiveli bir amca olarak cevap verdim ona. O kadar eğlendim ki bir kahkaha attığıma yemin bile edebilirim.1
"İclal ne zaman numarasını değiştirdi ve neden benim haberim yok?"deyip durmuştu. Bu büründüğüm amca rolü onu sıkınca da "Tamam amca. Tuhaf tuhaf mesajlar atmayı bırak sen de. Zamane amcaları da iyice sapıklaştı."deyip beni engellemişti. Ben de sonra Tuğba'yı aramış ve bütün bu olayları anlatmıştım. Görüntülü konuşmuştuk akşamleyin, yine çaylarımız eşliğinde. Tuğba ben anlattıkça gülme krizlerine girmişti. Bir ara çay boğazında kalmıştı da zor nefes aldı. Bu kadar gülmekte haksız değildi aslında. Anonimin, büründüğüm amca rolü ile konuşması o kadar komikti ki ben bile Tuğba'yı arayıp anlatana kadar gülmeyi zor kesmiştim. Sonuç olarak bu anonim belasından kurtulmuş görünüyorduk. En azından şimdilik...
Tuğba görüntülü konuşurken Hazar ve Azra'dan da bahsetmişti. Araları gayet iyiymiş. Hatta Hazar arada Tuğba'ya mesaj atıp Azra'yı nasıl mutlu edebileceğine dair tavsiyeler alıyormuş. Anlatırken bir şey yokmuş gibi görünmeye çalışıyordu ama aslında üzgün olduğunu çok iyi biliyor, buna rağmen ben de ona uyuyordum. Zira bahsetmem hoşuna gitmiyordu.
Tuğba ile konuştuktan sonra namazımı kılmış olmanın rahatlığı ile yatmıştım. Ertesi sabah, ezan ile birlikte uyandığımda dışarıda şiddetli bir şekilde yağmur yağdığını gördüm. Bugün cuma idi, yani izin günümdü. Bir hafta boyunca o kadar yorulmuştum ki tüm günü evde geçirmeye karar vermiştim. Doğrusu çok da bunalmıştım. Biraz kafa dinlemek, kendimi toparlamam açısından iyi olacaktı.
Uyku mahmurluğu ile ayaklarımı süre süre banyoya gittim ve abdest alıp seccademi serdim. Hazırlanıp huzurla namaza durdum. Saat sabahın beşi olmalıydı. Teheccüde kalktıktan sonra tekrar uyumuşum. O kadar çok yorulduktan sonra bu çok normaldi herhalde.
Namazımı kıldıktan sonra çalışma masama oturdum ve raftan indirdiğim Kur'an'ı Kerim'i okumaya başladım. Daha sonra birkaç saat ilim çalışıp her zamanki programımı uyguladım. Spor, duş derken açıktığımı hissedip mutfağa geçtim. Yağmur hâlâ çok şiddetli olduğu için yürüyüş yapmaya çıkamamıştım.
Radyoyu açıp bir yandan dünya gündemlerini dinlerken bir yandan da kahvaltı hazırlıyordum kendine. Genişçe bir tabak alıp yiyebileceğim kadar zeytin, peynir, salata, domates gibi dolaptaki envai çeşitteki kahvaltı malzemelerini azar azar tabağa koydum. Kahvaltımı sıkı yapmaya çalışırdım ki akşam yemeğine kadar beni idare edebilsin. Fakat ölçüyü kaçırmamak da sınırımızdı. Çay olduktan sonra ince belli bardağa doldurup oturdum masaya.
Radyodaki yayın değişip başka bir şey başlarken ağzıma attığım her lokma ile şükrediyordum. O kadar acıkmıştım ki bir yandan da bunları bulamayanları düşünüp onlar için dua ediyordum. Radyodaki yayına ister istemez dikkatimi verdim.
"Sen varlığa halifesin.
Sevgi diliyle kalbin konuştuğunda bunu zaten gayet rahat anlarsın.
Ama bil ki sana halifelik yetkilerini kullandıran söz Bismillahirrahmanirrahim'dir.
Ve Besmele, ayettir.
Abdestli söylemelisin.
Halifeliğinin nişanı Bismillahirrahmanirrahim'dir.
Sen halifesin varlığa, yeter ki Besmele'nin sırrını ve Besmele'deki o muhteşem ismi algıla, anla...
O vakit halifelik yetkilerini kullandığını göreceksin."
Ne güzel söylemişti öyle. Çok hoşuma gitmişti. İç çekip durdum bir süre. Sözlerin anlamını düşündüm öylece. Zaten ne zaman bir şeyden bu kadar etkilensem üzerinde tefekkür etmeden duramazdım.
Kahvaltım bitince bulaşıklarımı yıkayıp kendime çay koydum tekrar. Sonra da çalışma odamdaki pencere kenarında duran, sallanan sandalyeme geçtim. Yağmuru izlemek istiyordum. Bir kar yağışı, bir de yağmur. İzlemesi o kadar huzur veriyordu ki. Rahatsız edilmemek için telefonu sessize aldım, hatta interneti dahi kapattım. Onun yerine müziklere girip ney dinletisi açtım. İşte huzur! Yağmur, ney, çay... Ah, kitabımı da unutmayım tabi. O da huzurumun bir parçası.
Kendini dinleyebilmeliydi insan. Herkesten, her şeyden el ayak çekip bir süre kendini dinlemeliydi. Aksi takdirde içimizde biriken şeylerle başkalarına da zarar verebilirdik. İnsanın toparlanabilmesi için bazen küçük kaçamaklar yapıp huzurunu sağlayabilmeliydi. Huzur, aslında bence tam tamına vicdan rahatlığı demekti. Vicdanı rahat olan insan huzurlu olurdu. Vicdan rahatlığı sadece başkalarına fiziksel zarar vermemekten ibaret değildi. Kimsenin kul hakkına girmediğinden emin olmak, kimsenin kalbini kırmadığından emin olmak ve kimseye kin, öfke duymadığından emin olmak da aslında vicdanın rahat olması demektir.
Ne mutlu vicdanı rahat olana...
***
Ameliyat bittikten sonra kızların yanına uğramaya karar vermiştim. Gittiğim gibi de bana çay ikramında bulunmuşlardı.
"İclal için rahat olsun, helal sertifikalı bu balım."diyen Hilal'e karşı gülmüştüm hafifçe. Bu durum beni o kadar mutlu ediyordu ki anlatamam. Arkadaşlarım helal sertifikalı olmayan hiçbir şeyi ağzıma almadığımı bildiği için buna göre davranıyorlar ve farkında olmadan onlar da buna alışıyorlardı. Ne kadar şükretsem azdır. Helal sertifikalı olmayan hiçbir şey yemeyeceğime dair ilk kez karar verdiğimde hatırlıyorum da ne kadar zorlanmıştım. Üstelik de yalnızdım. Ben mücadele ettikçe Rabb'im kolaylık gösterdi. Şu an ise bu zorluğun meyvelerini alıyordum teker teker. Elhamdülillah...
Biz çay eşliğinde sohbet ederken hemşire odasına Yalın ve bir-iki arkadaşı geldi. Hilal ile Yalın aynı serviste çalışıyorlardı.
Onlar da çay alıp oturdular. Şu çayı bir an içip gitsem iyi olacaktı. Kızlı erkekli, karışık ortamları hiç sevmiyordum. Şeytan buralarda resmen cirit atıyordu.
Yalın eşarbıma ve eteğime iğreti bir bakış atıp sonunda ağzındaki baklayı çıkardı.
"İclal böyle kötü bir dine nasıl bu kadar bağlı olabiliyorsun, gerçekten anlamakta güçlük çekiyorum. Helal sertifikalı yiyecekler, tesettür saçmalığı... Bu kadar sınırlamaya bir insan dayanamaz."
"Senin sınırlama dediğin şeyler aksine benim için paha biçilmez özgürlüklerdir. Helal ve tayyib beslenerek aslında ben vücudumu koruyarak sağlıklı yaşıyorum. Beni güçten düşerecek, yorgunluğumu artıracak, hastalandıracak şeyleri neden yiyip içeyim? Bugün günümüzde insanlar abur cubur, kola vb gibi çeşitli besinlerden dolayı obezite vakalarıyla karşı karşıya. İşin kötüsü obeziteye yakalanan tüm insanlar, hareketli yaşamdan mahrum kalıyorlar. Bunun felçten ne farkı var? Sürekli yeme, içme ile insan durdurak bilmeden yaşarsa sen de çok iyi biliyorsun ki direkt kalp hastalıklarına yakalanmakta. Tesettür de aynı şekilde. Ben istemediğim sürece kimse saçlarımı, vücut hatlarımı göremez. Şimdi söyle bakalım. Bunlar beni sınırlıyor mu hâlâ?"
Yalın pes etmiş bir edayla ağzını oynattı ve farklı bir konuya değindi. O sırada odaya Zeynep ve Uraz girmişti. Bu kaşlarımı çatmama neden olmuştu. İnşaAllah Zeynep haram bir işe kalkışacak kadar tutulmamıştır bu çocuğa. Ben de bir an önce kalksam iyi olacaktı.
"Sadece bu kadarıyla sınırlı kalsa iyi. Kur'an'daki çelişkilere ne diyeceksin?"diye dirseklerini dizlerine dayayıp öne eğildi Yalın.
"Söyle, biz de bilelim bu çelişkileri."diye meydan okudum ben de.
"Kuran'da geçen 'Ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim' ifadesine ne diyeceksin? Nasıl bir Tanrı'ya inanıyorsunuz böyle? Gerçekten acıdım size. İsa korusun..."deyip haç işareti gibi bir işaret yaptı. "Sizin için dua edeceğim. Tanrı'nız bu kadar acımasız iken hâlâ inanmakta ısrarcı olmanız gerçekten acınası."
Tek yanak güldüm. Herkesin dikkati bize kaymıştı. Ve yine herkes nefes almayı bırakmış benden bir cevap bekliyordu.
"(Firavun, sihirbazlara şöyle) dedi: '- Ben size izin vermeden önce, ona (Mûsa'ya) iman mı ettiniz? O, muhakkak size sihir öğreten büyüğünüzdür. Öyleyse çaresi yok, sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve muhakkak sizi hurma dallarına asacağım. Böylece hangimizin azabı daha şiddetli ve devamlı olduğunu gerçekten bileceksiniz."deyince kaşlar çatıldı. "Tâ-Hâ Suresi 71. Ayet."diye bitirdim.
Bir süre herkesin yüz ifadesini tartıktan sonra devam ettim.
"Firavun ve Hz. Musa arasında geçen hadiseyi az çok biliyordur herkes. Firavun ülkedeki en iyi sihirbazlarını getiriyor Hz. Musa'ya karşı ama Hz. Musa mucize gösterince gözlerine inanamayan sihirbazlar iman ediyor. Bunun üzerine Firavun az önce okuduğum ayetteki cümleyi söylüyor. Yani Yalın, eğer bir ayeti okuyorsan tam okumanı hatta tüm sureye bakmanı öneririm. Zira kendini akıllı sanan bazı arkadaşlarımız, Kur'an'daki bir ayeti cımbızlayıp başkalarının kafasını karıştırmaya bayılıyor."
"Kendini çok zeki zannediyorsun değil mi? Kur'an'daki çelişkiler sadece bununla sınırlı kalmıyor. Bir sürü var. Beni anladın mı?"
"Senin çelişkili dediğin meseleyi az önce açıkladım ben. Dolayısıyla ne kadar çelişkili olduğunu düşündüğün yer varsa onları da açıklarım, hiç endişen olmasın. Zeki olmaya gelince, Cenab-ı Allah herkese akıl dağıtmış iken neden kullanmayayım, neden fani olan şeylere tapayım? Bu akıl kullanma işini sana da öneririm. Çok işe yarıyor."deyip gülümsedim. Yalın da meydan okuma gülümsemesini bahsetmişti.
"Yakında göreceğiz kimin aklını kullanıp kullanmadığını. Senin de hiç şüphen olmasın müslüman kız."deyip göz kırptı. O sırada bir çatırtı duyuldu. Hepimiz dönüp baktığımızda Uraz'ın elindeki kalemi ikiye parçalamış olduğunu gördük. Sonra da kalkıp gitti hiddetle.2
***
O kadar yorucu bir günden sonra işim yarına kalmasın diye helal markete uğramış ve evdeki eksikleri alıp öyle geçmiştim daireme.
Akşam ezanına çok az kalmıştı. Hemen marketten aldıklarımı poşetten çıkarıp yerlerine yerleştirmiş, ardından da üstümü değiştirmiştim. Rahat pijama takımlarımdan birini giyip banyoya geçtim ve abdest aldım. Yüzümü kurularken ezan okundu. Namaz kıyafetlerimi giyip yine huzurla namaza durdum. Büyük bir huşu ile bitirdikten sonra açıktığımı hissedip mutfağa geçtim. Havalar iyice soğuduğu için kalın, krem hırkamı da giymiştim. Şu an sadece sabah kahvaltısı ile duruyordum ve gün içinde bir iki kere çay içmiştim o kadar. İşin kötüsü yiyebileceğim hazır bir hiçbir şey yoktu. O yüzden yemek hazırlamak zorundaydım. Acaba ne pişirsem diye elimi çeneme koyup düşünmeye başladım fakat pek bir şey bulamadım. O yüzden elimdeki malzemelere bakındım. Buz dolabında tavuk göğsü ve mantar paketi görünce tavuklu mantar sote yapmaya karar verdim sonunda. Yanında da pirinç pilavı yaptım mı tamamdır. Tabi ki tek kişi olduğumdan mütevelli ona göre bir ölçüde yapacaktım. Radyomu açıp işe başladım.
Bütün malzemeleri tezgaha dizip ocağı yakarken tenceremi de yağlayıp üzerine koydum. Pirinci suya koyup 15 dakika bekletmeye bırakırken sotenin malzemelerini sırayla koyup iyice karıştırdım. En sonunda pişmesi için ağzını kapatırken 15 dakika dolunca pilavımı da pişirip onun ağzını da kapattım. Mutfak müthiş kokularla dolmuştu. Ara sıra karıştırarak pişen yemeğimi kontrol ederken telefonumun bildirim sesi birkaç defa yankılanmıştı ortamda. Mesaj gelmiş olmalıydı. Açıp baktığımda doğrusu böyle bir şey beklemiyordum.
054* *** **: Telefon numaranı değiştirmiş gibi göstermek akıllıcaydı.
054* *** **: Bir an gerçekten inanmıştım.
054* *** **: Tabi kontrol etmek aklıma gelmeseydi.
054* *** **: Sen kendini başka gibi biri göstererek beni atlatmaya çalışmıştın değil mi?
054* *** **: Ben de aynı yöntemi kullandım ;)
054* *** **: Sen kurnazsın da ben saf mı?
054* *** **: Birbirimize ne kadar da benziyoruz öyle değil mi İclal Ilgın?
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
49.98k Okunma |
3.14k Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |