21. Bölüm

21. Bölüm

madrabazbiryazar
madrabazbiryazar

Eşyalarımı toplayıp gidecektim. Verdiğim hiçbir karar hiç bu kadar mantıklı olmamış gibi içeri girip her şeyi bavula koydum. Yanımda saçma sapan hiçbir şey götürmeyecektim. Çoğu şeyi burada bırakarak geldiğim yere geri dönüyordum.

Çekmecelerin içinde küçük antika bir kutu vardı. İçini açıp bakınca, yüzünde buruk bir gülüşle gözleri parlayan annemi gördüm. Babamla fotoğraflarımızı sanki hiç bakmamış gibi resimlerimizi kurcaladım. Bir zamanlar yanı başımda duran hasta kadının artık yanımda olmayacağını çoktan kabullendiğimi zannederken aslında ölümüne hiç alışamadığımı fark ettim.

Babamın vahşice katli, annemin umutsuz hastalığı ve acılar içinde geçen günler aklıma gelmiş elimdeki fotoğraf yaşla dolmaya başlamıştı. Kendime gelmem gerektiğini söyleyen iç sesimle, gözyaşlarımı silip bavulumu hazırladım.

Son hazırlıkları yaparken filmlerdeki gibi biri gelip beni durduracak zannediyordum ama hayat filmlere hiç de benzemiyordu. Değil durdurmak bir "elveda" bile demeyen vefasız insanlarla doluydu bu dünya.

Koltuğa oturup biletlerimi aldıktan sonra içimde bir korku, ya Masal'ın sonu da Seher gibi olursa diyordu. Onların derdi sadece geçmişte yaşananların acısını çıkarmaktı. Masal'a bir şey yapamayacaklardı. Seher'den sonra buna cesaret edemeyeceklerdi. Düşüncelere daldığım esnada telefonuma bir mesaj geldi.

"Baban seni özlemiş Alisa. "Çok kalmasın. Hemen gelsin." diyor!

Babamın adını ağızlarına almaları sinirlerimi bozmuştu. "Çok meraklıysan sen git!" diye yazdım ve artık ne olursa olsun der gibi mesajı gönderdim.

Akşama kadar ne cevap ne bir şey! İşte, böyle adamı sustururlar, derken bir yandan da bu sessizliğin pek hayra alamet olmadığını düşünmeye başlamıştım. Zil çalınca korktum. Hah, geldiler, dedim. Dürbünden baktığımda eli silahlı birini beklerken karşımda Gökay'ı görmek yüreğime su serpmiş gibiydi.

"Sen miydin?"

"Kimi bekliyordun Araf'ı mı?" Gideceğimden haberi olduğunu zannettiğim Gökay'ı içeri davet edip salona geçtim.

Araf'ın aksine Gökay daha çok üzülüyordu: "Beni savaş meydanında tek bırakıyorsun." Araf için gittiğimi zannederek değmeyeceğini söyledi.

"İstenmediğim yerde durmak istemiyorum." dedim. Kendimi acındırmak, duygu sömürüsü yapmak gibi bir amacım yoktu. Tek istediğim daha fazla kimseyi meşgul etmemek, üzmemekti.

Bana gelen tehdit mesajını Gökay'a gösterip "Bana burada da huzur yok." derken Gökay ağzına kadar soktuğum telefonu kendinden uzaklaştırarak küçümsedi:

"Bu mudur yani? Saçma sapan bir mesaj için mi gidiyorsun? Kusura bakma Alisa ama Araf sana salak demek de çok haklı. Bize niye söylemiyorsun da gitmeye kalkışıyorsun?"

Sinirden telefonu elinden çekip aldım. Bu mesajın aynısını Araf'a da gösterip, gideceğimi ve giderken bana hiçbir şey demediğini söyledim.

Gökay araya girdi: "Ben diyorum bu adam 'vefasız' diye ama kimseye inanmıyor!"

"Vefasız değil sevmediği insanlarla ilgilenmiyor." dedim.

"Onu sevdiğin için toz kondurmuyorsun. Sana gerçekleri şöyle anlatayım tatlım. Araf öyle senin zannettiğin gibi hemen herkesi kolaylıkla hayatına alan biri değil. Carly gibi bir yılanı bile unutmakta zorlanıyor. Sen bence Araf'tan bir şey bekleme. Hamdi dedeninki sadece bir göz boyama. Kimse, geçmişte olup biten meseleler yüzünden canını tehlikeye atmaz. Babana olan vefa borcu hamasetten başka bir şey değil, inan bana. Sen, kendi kendini korumaya bak. Bu hayatta hiç dostun yokmuş gibi düşün.." diyerek yüzüme karşı bu kadar gerçeği bir anda söylemesi beni şok etmişti.

"Kimsenin beni korumasını beklemiyorum Gökay. Ben sadece kimseye yük olmak istemiyorum." dedim.

"Saçma sapan konuşma Alisa, sen kimseye yük falan değilsin. Çık şu anlamsız ruh hâlinden! Ben sadece kimseden bir şey bekleme manasında söylüyorum tüm bunları. Senin kimsenin korumasına ihtiyacın yok. Bu adamlar senden daha zeki değiller."

Biz tartışırken Masal geldi. Ne olduğunu anlamaya çalışınca çözemeyip adama döndü: "Ne oluyor burada?"

Gökay yan gözle bana bakıp ayaklandı: "Bir şey yok sadece konuşuyorduk."

Evden çıkıp gittiğinde, Masal bu sözlerden hiçbir şey anlamamıştı. Gökay'ın gidişiyle durumu açıkladım. Hemen bavulumu alıp yola çıktım. Ondan ayrılmak çok zor olmuştu. Beni sevdiğine inandığım nadir insanlardandı Masal.

Dışarıda taksinin gelmesini beklerken durakta oturmak, hem serin havanın tazeliğinde hem de etraftaki seslerin karmaşasında kaybolmuş gibiydim. Taksi gelince şoförün kendini gizlediğini gördüm.

Adam, dikkat çekmeden şapkasıyla yüzünü gizlemeye çalışarak araçtan indi. Taktığı şapkayla tanınmayacağını zanneden Memduh'un irice gövdesini fark etmemek mümkün değildi. "Buyrun gidelim." dedi. "Hamdi baba sizi bekliyor."

"Hayır seninle hiçbir yere gidemem. Hamdi babana teşekkür ettiğimi söyle. Bu kadar zaman ilgilenmesi bile yetti bana. Bundan sonrasına ben başımın çaresine bakarım."

"Yapmayın Alisa Hanım. Sizi almadan dönersem Hamdi baba çok kızar.. Biliyorsunuz ki babanıza bir vefa borcu var."

"Hamdi babanızın vefa borcu babamın ölümüyle kapandı. Bana bir borcu yok. İçi rahat olsun." dedim.

Memduh, pes etmedi. "Gidemezsiniz." diye diretince sinirlendim. "Bak ben şimdi nasıl gidiyorum iyi seyret!" dedim ve gittim. Memduh orada kalakaldı.

***

Memduh arabayı sürmeye devam ederken "Abi sana bir haberim var." Dedi.

Araf telefonu kulağına götürmek yerine hoparlöre aldı. Bu sözlerden sonra sakin bir ses tonuyla konuştu: "Yine Alisa hakkındaysa her dakika bana bilgi vermene gerek yok. İşim gücüm var Memduh. Oyalama beni."

Adam gözünü yoldan ayırmadı: "Abi... Kız gidiyor onu haber vereyim, dedim. Şehir dışına çıktı bile."

"Ne güzel işte birazcık kafa dinleriz. Bırak gitsin. Yine döner nasıl olsa.."

"Abi yine de sen bilirsin ama yanında bavulları vardı. Otogara doğru gidiyor. Geri dönmezse babaya ne deriz?"

"Sen sakın Alisa'yı takip etmeyi bırakma. Dedeme bu konu hakkında hiçbir şey söyleme. Birkaç gün kafa dinlesin geri döner, yapamaz oralarda.." Deyip telefonu kapattı. Pişman olmuştu.

Bir süre sessiz kaldı. Düşünceleri planlarla doluydu. İçinde bir şeylerin yanlış gittiğini biliyordu. Alisa'nın bavullarıyla otogara doğru yola çıktığını duyduğunda kendini oyalamaya çalışıp tüm gün işleriyle ilgilenmişti.

Odaya Gökay gelince Alisa gitmekten vazgeçti diye düşündü. Heyecanladı. Gökay odanın kapısını açtığında Araf'ın yüzündeki ifadeyi hemen fark etti. "Ne oldu lan daha kız gitmeden rengin benzin atmış?"

Alay ederek konuşması Araf'ı sinirlendirdi: "Gül tabii! Kabak yine benim başıma patlıyor. Dedem olmasaydı Alisa'nın gidip gitmemesi umrumda olmazdı."

Gökay sözlerinde haklı çıktığı için keyifle söyledi. "Ben sana bu kız kaçıp gidecek dedim mi, demedim mi? Bak kaçtı gitti işte. Ben şimdiden sana şöyle deniz manzaralı bir yerden mezarlık bakayım."

"Dedem, Alisa'nın yokluğunu fark ederse.. herkesi öldürmekten beter edecek hâlâ alay ediyorsun."

Gökay, masanın yanındaki koltuğa geçip oturdu: "Sen tedbirli adamsın... Alisa'nın tek başına bir yere gitmesi beni şüphelendirdi. Mutlaka birilerini peşine takmışsındır."

"Memduh'u gönderdim. Umarım ağzından bir şeyler kaçırmaz. Hem nereye kadar gidebilir ki? En fazla iki gün.. üçüncü gün yine geri döner."

"Fransa'ya giderse hiç gelmez. Gerçi Memduh'un bundan haberi olur ama Alisa gitmek istese ona kimse engel olamaz."

O sırada Araf'ın telefonu çaldı. Arayan Memduh'tu. Kızın uzak bir şehir otobüsüne bindiğini haber verince Araf'ın gözleri büyüdü: "Dikkatli ol. Erdal'ın adamlarını peşine takma sakın. Kötü bir şey olursa sadece bana söyleyeceksin." Deyip telefonu kapattı.

"Bu kız dönmezse ortalık fena karışır baştan söyleyim.” diye uyardı arkadaşını.

Oturmakta olduğu iş masasından kalktı, birkaç adım attıktan sonra pencereye doğru gitti. Dışarıda güneş batmak üzereydi. Şehir, her zamanki gibi kalabalık ve sıkıcı bir hayat sürdürüyor gibiydi.

"Eğer Fransa'ya gitmek istiyorsa, henüz geç kalmış değiliz. Memduh hep yanında olacak, gitmeye kalkarsa en azından haberimiz olur."

Gökay ayaklandı: "Erdal şimdilik Alisa'nın peşine düşemez, çünkü oğlu kaçırılmış. Ne de olsa belalı olduğu çok düşmanı var. Bu onu biraz olsun oyalar. Biz de o arada Alisa'yı geri getiririz."

Merakla, "Kim kaçırmış?" Diye sordu Araf. Gökay başını olumsuz anlamda salladı.

Araf düşündüğü şeyle birlikte arkadaşına döndü: "Dedem kaçırmış olmasın?"

Aynı korku Gökay'a da geçmişti ama bu çok sürmedi: "Yaşlı başlı adam lan nasıl yapsın! Hem Erdal'ın oğlunu kaçırıp tekrar düşmanlık çıkarmaya çalışmaz. Deden yapmamıştır."

"Peki Alisa neden kaçar gibi bir anda çıkıp gitti? Erdal'ın oğlunun kaçırılmasıyla bir ilgisi olabilir mi?"

Gökay arkadaşıyla aynı fikirde değildi. Bu sözleri ciddiye almadı: "Tabii canım olmaz olur mu? Bence bizzat Alisa kaçırmıştır. Gözden uzak olmak için bir anda şehirden kaçıp gitmek istedi. Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Erdal'ın kaç tane adamı var. Cesaret edemez öyle bir şeye."

"Bence Alisa babasının intikamını almak için boş durmaz. Erdal, kızın babasını öldürmüşse olay Erdal açısından bitmesi gerekirdi ama adam kızı da öldürmek istiyor. İntikam sırası Alisa'dayken Erdal neden bu kadar öfkeli?"

"Bunları bana değil, Alisa'ya sor. Ben nereden bileyim kardeşim!"

Araf öfkelendi: "Anlatmıyor. O gün belki konuşur diye Kubilay'ın doğum günündeki olayı anlattım ama bana mısın demedi."

Gökay alayla gülümsedi: "O da senin dertleşecek kişi olmadığını anlamış. Belki de ona acımanı falan istemiyordur."

Memduh tekrar arıyordu. Araf hızla masanın kenarına gidip telefonu cevapladı.

***

Bir haftadır teyzemlerde misafir olarak kalmak, içinde bulunmuş olduğum ruh hâlimi tamamen dağıtmıştı. Eski gamsız hâlime geri dönmüştüm.

Teyzemin tek kötü huyu beni bir ân önce evlendirmek istemesiydi. Onu kırmadan bu işten vazgeçirmeye çalışam bile başarılı olamamıştım. Kafaya koymuş olduğu birkaç damat adayının aile geçmişlerini arada sırada çaktırmadan anlatıyor, içlerinden birini kabul etmemi bekliyordu.

Dışarıda bağıran kazları duyunca yanlarına gitmek bahanesiyle evden çıktım. Teyzem, istekli olmadığımı görünce artık bu durumun üstünde durmamıştı. Tavuklara yemlerini verip içeri girecektim ki o sıra telefonum çalmıştı. Kim arıyor diye bir hışımla ekranı kaydırıp aramayı cevapladım.

Karşı taraftan Araf'ın sesi duyuldu: "Gittiğin yer pek güzel galiba. Geri dönmeyi düşünmüyor musun?"

Alo bile demeden sitem eder gibi konuşmasına gülesim gelmişti. Ciddi kalmayı başarıp "Düşünmüyorum. Çok sakin ve sessiz bir yerdeyim. Senin gibi kafa dinliyorum." Dediğim ân kazlar bağırmaya başladı.

Araf'ın ne dediğini duymadım. Çıkan seslerden uzaklaşarak hızla küçük bir tepeciğe tırmandım. Bir ağacın altında oturup dinlendiğimde telefonu kulağıma götürdüm.

"İyi misin? Az önceki sesler neydi öyle?"

Köyde olduğumu söylemek yerine "Bir şey yok. Televizyonun sesi açık kalmış." Dedim.

İnanıp inanmasını boş vererek uzaklara bakarken teyzem beni çay içmeye çağırıyordu. Telefonla konuştuğumu son anda fark etmiş, tekrar içeri girmişti.

Bir hafta boyunca Masal hariç kimse aramamıştı. Şimdi arayıp konuşacak ne bulacaktı merak ediyordum. Susup onu dinledim.

"Neredeysen konum at. Memduh'u gönderiyorum." Dediğinde tam konuşacaktım ki fırsat vermedi: "Ve hayır buna itiraz etmezsin. Bu kadar eğlence yeter. Her nereye gittiysen hemen geri dön."

"Dedene gereken her şeyi söyledim Araf, artık hiçbir şeye mecbur değilsin. Burada daha güvendeyim. Uzakta olmam her ikimiz için de doğru bir karar." Deyip kapatmak üzereydim ki son sözünü söylemesini bekledim.

"Erdal seni bulursa ne yapmayı düşünüyorsun? Pisi pisine ölüme gidiyorsun."

Ne bekliyordum ki itiraz etmesini mi? Söylediğim onca şeyi bir kenara itip konuyu Erdal'a getirmesine karşı çıktım: "Ben başımın çaresine bakarım. Yaşasam da ölsem de artık bu sadece beni ilgilendirir."

"Bunlar telefonda konuşulacak şeyler değil. Seni almaya geleceğim. Bana nerede olduğunu söyle?" Yaşadığım şehri özlememe rağmen gitmek için acele etmeyecektim. Buraya gelmesini istemedim: "Yüz yüze konuşmak hiçbir şeyi değiştirmeyecek, boşuna uğraşıyorsun. Ben istediğim zaman evime geri gelirim." Hoşça kal dedikten sonra telefonu cebime koyup eve doğru yol aldım.

Aradan geçen dört günde sıradan bir köy hayatına kendimi alıştırmaya çalışarak elma ağacının tepesine çıkmıştım. Görüş alanım bulanıklaşınca tutunmuş olduğum dalı kavrayamamıştım.

Teyzemin bağırışlarıyla gözümü açtığımda ne olduğunu anlayamadım. Hızla elini saçlarıma götürdü. Başım kanıyordu ama düştüğüm ânı hatırlamıyordum. Teyzemin desteğiyle sırtımı ağaca yaslayınca yerdeki taşta taze kan izlerini gördüm. Hızla eve gidip bez gibi bir şey getirerek kanı durdurmaya çalıştı. Korkmuş olduğu çok belliydi.

Onun aksine sakindim ve ne olduğunu anlamaya çalıştığımda teyzem, yüzümdeki şaşkınlığı fark etmişti. İyi olup olmadığımı sorduktan sonra beni sakinleştirmek için küçükken tıpkı bu şekilde bayıldığımı anlattı. Çocukluğumu çok hatırlamıyordum zihnim allak bullak olmuştu.

"Yüzünden akan kanları gördüğümüzde o gün çok korkmuştuk. Seni hastaneye götürecektik ama Erdal peşinizde olduğu için köyde saklanıyordunuz. Annen seni kucakladığı gibi köydeki sağlık ocağına götürdü. Yarana pansuman yaptırdıktan sonra iyileştin."

Bezi başımda tutmaya devam ederken, "Teyze seni korkutmak istememiştim. Sadece bir ân gözlerim bulanıklaştı ve düştüm sonrasını hatırlamıyorum." Dedim. Tek elimle yerden destek alıp ayağı kalktığımda teyzem de belini tutarak yavaşça doğruldu.

Kemiklerimin kırılmadığına şükrediyordu. Birlikte pansuman yaptırmak için sağlık ocağına gitmeye karar verdik.

Teyzemin evi köyün dışında olduğundan yürüyerek sağlık ocağına doğru yol aldık. İçeri girdiğimde yarama pansuman yapacak kimseyi bulamayıp dışarı çıktım.

Karşıdan yaşlı bir adam aceleyle buraya doğru geliyordu. Teyzem nerede kaldığını söyleyip adamı azarlamaya başladı. Adam, yan taraftaki kahvede arkadaşlarıyla sohbete daldığını ağzından kaçırınca teyzem, adama ters ters baktı.

Başımdaki yaraya pansuman yaptırdıktan sonra olayı anlatmamı istedi ama teyzem araya girip çocukluğumdan başlayarak olayı anlatınca adam, beni tanımış gibi gülümsedi: "Yıllar sonra yine aynı nedenle pansuman yaptırmaya geldin demek."

"Aman Yusuf Efendi boş boğazlığı bırak. Kızın nesi var sen onu söyle."

Yaşlı doktor, başını yan taraftaki teyzeme çevirince haklı bir isyanla "Düşmüş bayılmış işte, sanki neyi olduğunu söylesem anlayacaksın Nilgün Hanım." Dedi.

Hanım derken dalga geçer gibi alay ederek söylemişti. Teyzemin evhamlı olduğunu bildiği için o yanımdayken bir şey söylememişti.

Sağlık ocağındaki diğer adama acıyarak bakan teyzemin uzaklaşmasını fırsat bilip, mutlaka bir hastanede muayene olmamı sıkı sıkı tembiledi. Önce pansumandan bahsettiğini zannetmiştim ama yüzündeki şüphe dolu bakışları görünce bir hastalığımın olduğunu mu anlatmak istemişti diye düşünüyordum.

Sağlık ocağından çıkıp eve dönünce teyzem, “Aman kızım sakın sağlığını ihmal etme. Yusuf Efendi’nin söylediklerini kulak asma. Şehirde bir hastaneye gidip ne olduğunu öğrenelim. İçim rahat etmez.” dedi. Ben de başımı sallayarak onu onayladım.

Eve vardığımızda teyzem hızlıca birkaç parça eşya topladı ve köy minibüsüne binmek üzere yola çıktık. Küçük şehir merkezine vardığımızda doğruca hastaneye gittik. Acil servisteki doktorlar başımdaki yarayı inceledi ve beni nöroloji bölümüne yönlendirdiler. Yapılan muayeneler sonucu temiz çıkmıştı.

Köye döndüğümüz zaman ikimizde çok yorulmuştuk. Karanlık odaya girip ışığı açmadan direkt sedirin üzerine uzanmış, gözlerimi kapatmıştım. Hava soğuyunca elektrikli ısıtıcı odaya bırakan teyzem, hemen yanımda uyuyakalmıştı.

Sabah erkenden kalkıp dökülmüş yaprakların altında annemin olduğu mezarlığa geldiğimizde ağacın kenarında durup ellerimi açarak dua ettim. Bizden başka kimse yoktu.

Teyzem, kısık sesle yasin sûresini okumaya başladı. Sessizce yanında duruyordum. Babamın olduğu tarafa döndüğüm zaman o acı haberi aldığımız günü tekrar yaşar gibi olmuştum. Bu sefer sarılıp ağlayacak bir annem yoktu. Her şeyin düzeleceğine olan inancımı onu kaybettiğim gün yitirmiştim.

Elimi mezarın üzerine koyarak, daldığım kabustan uzaklaşmaya çalışıp zihnimi meşgul edecek bir şeyler düşündüm. Başımı kaldırıp mezarlara bakınca içime bir hüzün çöktü. Teyzem yanıma gelerek bana sarıldı.

Hepimizin bir gün öleceği gerçeğini hatırlatarak giden için de kalan için de üzülmenin faydası olmadığını söyledi. Uzamış otlar arasından geçerek mezarlıkta anneannemin olduğu yere doğru gittim. Dedem yaşıyordu ama bizden uzakta, Erdal pisliğine bulaşmadan hayatına devam ediyordu.

Teyzem peşinden geldiğimi zannederek mezarlıktan çıkıp gitti. Yolu yarılamıştı ki arkasını dönünce beni göremedi. Gel der gibi işaret edince başımı olumsuz anlamda sallayıp beni beklememesini söyledim. Usulca arkasını dönüp gitti.

Mezarlıkta tek başıma olduğumun farkına varıp kısa bir dua ettikten sonra hızla oradan ayrılarak teyzemin peşinden yola çıktım. Bir araç köyün içine doğru gidiyordu.

Eve vardığımda kapının önünde aynı aracı görmüş ve hemen kimin geldiğini anlamıştım. Sesler bir kişiye ait değildi. İçlerinde Masal'ın da sesi geliyordu. Odaya girince bakışlar bir anda bana yönelmişti.

Masal ayaklanıp yanıma geldi. Başımdaki yarayı merak edip sorunca, önemsiz olduğunu söyleyip geçiştirdim. Bana sımsıkı sarılmıştı. Bir daha hiç barışmayacağımızı zannediyordum. Gözlerim dolmuştu ama çabuk toparlamıştım.

Gökay, gülümseyerek geçmiş olsun dileklerinden sonra alayla, "Ah yavrum, sen bu yaşta Kur'an kursundan mı geliyorsun?" dedi.

Masal, Gökay’ın şakasını duyunca yüzünü buruşturdu: "Rica ederim, yolda da bu şakalara devam etme. Yoksa seni müsait bir yerde indirmek zorunda kalacağız." Dediği an Araf gülmüştü.

Masal'ın sözleri üzerine araya girdim: "Hemen gidiyor musunuz? Ama daha yeni geldiniz."

Gökay yerinden kalkıp, "Hemen gidiyor musunuz, diyor. Biz onca yolu senin için geldik. Seni almadan şuradan şuraya gitmeyiz. Sen de iyi alıştın köy hayatına. Senin dönmeyeceğini anlayınca Araf, "İlla Alisa'yı almaya gidelim." dedi. Ben de dedim ki, "Dur ya, kız Merzifon'a gitmedi, gelir. Birkaç gün daha bekle ama yok."

Araf dalga geçmeye devam eden arkadaşını uyardı. Birlikte yemek yedikten sonra yola çıkmıştık. Arkada Gökay sürekli bir şeyler anlatıyordu. Erdal'ın oğlunu kaçırmış olmamdan şüphe eden arkadaşıyla dalga geçtiğinde sürücü koltuğundaki Araf'a baktım.

"Erdal'ın çocuğunu neden kaçırayım? Benim derdim Erdal'ın kendisiyle, çoluğuyla çocuğuyla uğraşamam."

"Çocuk dediğin adam kırk üç yaşında. Oğlu babasından beter bir pislik." Dedi Gökay.

Konuşmasını bitince söyledim: "İki oğlu daha var. İçlerinden biri bu sene liseye başladı. Öteki oğlu ikinci üniversitesini okuyor. Rus kadından olan çocukları akademik kariyer peşindeyken ne yazık ki en büyük oğlu babasına çekmiş."

Araf verdiğim bilgilere şaşırıp başını çevirdi: "Sen bu kadar bilgiyi kimden öğrendin?"

"Ben düşmanımı iyi tanırım ve sadece düşmanımla hesaplaşırım. İki oğlu da gayet medeni insanlar." Dediğimde Gökay arkadaki koltuktan doğrulup cevap verdi: "Onlarla tanışmış gibi konuşuyorsun. Sen canına mı susadın?"

Araf şüpheyle yüzüme baktı: "Senin tam olarak planın ne?"

"Niye öyle bakıyorsun? Erdal pisliğinin oğlunu kandırıp evlendikten sonra onu öldürmek gibi bir niyetim yok."

Gökay tam olarak aklındaki planını anlattığımı söyleyince dalga geçtim: "Maalesef ortanca oğlu evliymiş."

Araf gözünü yoldan ayırıp tekrar ciddi bir ifadeyle yüzüme baktı: "Adamın evli olduğunu da biliyorsun. Bekar olsa yapacaksın yani."

Ben hariç arabadaki herkes sözlerimi ciddiye almıştı: "Arkadaşlar siz iyi misiniz? Yok öyle bir şey.. kapımda onlarca damat adayı varken, gidip de düşmanımın oğluyla mı evleneceğim? Size de bir şey demeye gelmiyor hemen ciddiye alıyorsunuz."

Araf yol boyunca susmuş arabayı sürmeye devam etmişti. Saçma sapan bir şey için sinirlenmesine anlam verememiştim.

Uzun süre arabada yolculuk yapmaktan ayaklarım hissizleşmeye başlamıştı. Gökay Araf'a yiyecek bir şeyler almasını söylediğinde ona katılmıştık. Daha önce hiç gitmediğimiz bir şehirde hangi mekanda daha güzel yemek yapılıyor diye bilmediğimiz için dış mekanı en gösterişli olana gitmeye karar verip içeri girdik.

Hepimiz sipariş vermiştik sıra Araf'a gelmişti. Kendine sade kahve söyleyip garsonu gönderdi. Canının bir şeye sıkıldığını anlamıştık. Gökay yanında oturan Masal'a kedisinin fotoğraf ve videolarını gösteriyordu.

Masal telefonu elinde tutarak sordu: "Tek başına mı yaşıyorsun?"

"Eskiden birlikte yaşıyordum ama ayrılmak zorunda kaldım. Annem beni eve kedimle beraber kabul etmeyince başka çarem kalmadı. Tevfik çok huysuz bir kedidir. Kendi türüyle bile muhatap olmaz. Ondan sonra bir kedi daha sahiplendim birbirleriyle hiç anlaşamazlardı. Baktım bunların dost olacağı yok. Yeni gelen kedinin adını da Akif koydum. Bir gün bunları yürüyüşe çıkardım. Kadının biri çantasını çaldırınca benden yardım istemişti. O ara ikisi de kaçıp gitti ve sonra bir daha haber alamadım." Deyince garson Araf'ın kahvesini getirmişti.

"Bu bugün içtiğin beşinci kahve lan. Mübarek su içer gibi kahve içiyorsun. Kendine dikkat et sonra seni kardiyoloji servislerinden toplamayalım." Dedi Gökay.

Araf ters ters baktı: "Biraz daha konuşmaya devam edersen ben de seni ortopedi polikliniğine sevk ettireceğim."

Gökay'ı sargılar içinde mumyalanmış gibi hayal etmiştim. Kahkahalarla gülmeye başladığımız zaman Araf'ın da siniri geçmişti.

Yemekler yenildikten sonra üstüne bir de tatlı yemiştik. Araf gıcıklık olsun diye hesabı Gökay'a ödetti ve tekrar yola çıktık. Bitmek bilmeyen yolun yarısını uyuyarak geçirmiştim. Gözlerimi açtığımda eve gelmiştik. Hiç uyanmak istemiyordum. Araf bağırdı:

"Artık bu iş, iyice uzun yol tır şoförlerine döndü. Uyanın!"

Kulaklarımı kapatıp yüzümü buruşturdum: "Bağırma uyandık... Aman neyse ki eve dönüp uykuma devam edeceğim. 48 saat görüşmeme dileğiyle."

"Pazartesi izinli değilsin. Saat sekiz buçuk olmadan şirkette ol." Dedi Araf. Yanından bir an önce uzaklaşıp yatağıma uzanmak istiyordum. Başımı salladıktan sonra hızla apartmana girdim. Kendimi yatağa attığım gibi gözlerim kapanmıştı.

**

Müzik dinleyerek şirketin önüne geldiğimde kulaklığı çıkarıp çantama koydum. Bu saatte kesin gelmiş olan Araf'ın odasına gidip günümü mahvetmek istemedim.

Olcay Hanım'a selam verip masama oturdum. Erken geldiğim için dinlenmeye fırsatım olmuştu. Karşı taraftan Araf'ın buraya geldiğini görünce dinlenemeyeceğimi anlayıp sıkıntıyla ofladım.

"Günaydın. Hadi gidelim." diyerek ayaklandım.

İlk defa beni bekleyip önden gitmemişti. Yan yana yürüyerek odasına gelmiştik. İçeri geçip koltuğuna oturunca benden ne istediğini anlamamıştım; yüzüne bakınca yanlardaki koltuğa oturmamı söyledi.

Masanın üzerindeki kitabı uzatıp "Oku ama Türkçe çevirisiyle." dediği an neye uğradığımı şaşırdım. Kapağını açıp rastgele birkaç sayfa çevirdim.

Elindeki kitap eski bir Fransızca ile yazılmıştı ve çoğu kelimenin ne anlama geldiğini bilmiyordum. Şaka yaptığını düşünüp sordum: "Ne? Sesli olarak sana kitap mı okuyacağım?"

Hiç istifini bozmadan gülümseyip alay eder gibi "evet" deyince, birkaç dijital sözlükten yardım almam gerektiğini söyledim. İtiraz etmedi.

Hazırlıklarımı tamamlayıp kitabı çevirmeye başladım. Sanki Türkçe çevirmiyormuşum gibi, arada soru sorarak anlatmamı istiyordu. Delirmeme ramak kalmışken, elimdeki kitabı bırakıp amacının ne olduğunu sordum.

Gülümseyerek "Engin Fransızca bilginden sadece iş için mi yararlanmam gerekiyor?" deyince kaşlarımı çattım.

Bilseydim böyle bir şey yapacağını, bugün işe hiç gelmezdim: "Sen bu kitabı nereden buldun?"

"Sen yokken eski bir sahafçıya gittim. Baktım, Fransız bir müellife ait bir eser. Aklıma direkt sen geldin ve kitabı satın almak istedim."

"Bu çok değerli bir kitap. Farkında olmadan servet sahibi olmuşsun. Çünkü bu kitap yıllar önce kaybolmuştu ve o değerli eser şu an senin elinde. Bunun üzerine bir sürü akademik çalışma yapılabilir."

"Ölmez sağ kalırsak eğer, kitabı çevirmeyi bitirince senin adına bir kütüphaneye bağışlayacağıma söz veriyorum." Öyle bir cümle kurmuştu ki hangisine sinirlenip hangisine mutlu olacağımı bilememiştim.

"Sen benimle alay mı ediyorsun? Çevirebildiğime dua edeceğin yerde, yavaş olduğumdan şikayet ediyorsun." dedim.

Eliyle yüzümü işaret etti: "Başındaki yara hâlâ iyileşmedi mi?"

Kitap çevirme bahanesiyle beni şirkete kadar getirmiş olması canımı sıkmıştı. "İyileşmedi." dedim ilgisizce.

Koltuğunda dik bir vaziyet alıp yüzüme baktı: "Bana karşı olan öfken hâlâ geçmemiş."

Konuşmasına izin vermedim: "Carly en başından beri gerçekleri biliyormuş. Bana yalan söyledin. Sinir bozucu sevgilinin bitmek bilmeyen isteklerini yerine getirdiğim günü hatırladıkça sana karşı sakin kalamıyorum!"

Araf anında ayaklanıp "Carly söylemiş olamaz. Kimden öğrendin sen bunu?" diye sordu.

"Ne önemi var? Göz göre göre sevgilinle bir olup benimle alay ettin! Bu yaptığını yanına bırakmayacağım." Derken Gökay içeri girince tartışmamızı bölmüştü.

Sakin olmaya çalıştım. İşle ilgili bir şey sorup cevabını alınca odadan Gökay'la beraber çıktım. Beni eve bırakmayı teklif etti. Yüzüme merakla bakıyor, ne olduğunu öğrenmek istiyordu.

Sinirli olduğum zamanlar karar vermekte zorlanmıyordum. Hemen kabul ettim. Çok geçmeden yola çıkmıştık. Arabaya bindiğimde susup önüme döndüm.

Dalgın gözlerle yola bakarken sordu: "Araf'la nasıl gidiyor?"

Şirkette beni azarladığı günlere şahit olmasına rağmen bu soruyu sormasına anlam veremedim. Dalga geçerek, güya üzülmediğimi ona göstermeye çalıştım: "Harika gidiyor. Yarın evleniyoruz!"

Söylediklerime güldü. Sıkıntıyla nefes aldım: "Carly ile birlik olup benimle alay ettiği biliyorsun. Sen söylemeseydin haberim dahi olmayacaktı. Neden böyle davranıyor anlayamıyorum?"

Gözünü yoldan ayırmadan konuştu: "Dedesine inat yapıyor. Sana gözü gibi bakması gerektiğini söylemişti. Araf da lafı tersinden anlıyor. Dedesinin yabancı birine verdiği özen ve şefkat hoşuna gitmiyor."

"Araf dedesinin sevgisini paylaşmak istemediği için böyle yapıyor öyle mi?" Dediğimde başını salladı.

Biriyle konuşup derdimi anlatmak istiyordum. Burada Araf olmadığına göre rahatça içimi dökebilirim diye düşündüm: "Bana nasıl davrandığını sen de biliyorsun. Onu görünce elim ayağım birbirine giriyor."

"Onu seviyorsun çünkü..." Kısa bir bakış atıp yola baktım: "O beni sevmiyor."

Yola bakmaya devam ederek söyledi: "Sevmesi için uğraşmıyorsun." İtiraz eder gibi bir ses tonuyla, "Bence o dünya üzerinde hiçbir şeyi sevmiyor. Her şeye öfkeli, her şeyden nefret ediyor." dedim. Gerçekten böyle düşünüyordum.

Gökay, ona haksızlık ettiğimi söyledi: "Yanılıyorsun. Araf'ın da sevdiği şeyler var. Mesela arabalar..."

Vermiş olduğu örneğe alayla güldüm: "Benim ona araba alacak param mı var?"

Gözlerini yüzüme dikerek, ciddi bir ses tonuyla şüphe eder gibi konuşunca hemen konuyu değiştirdi: "Carly'e onu öldüreceğim için dikkatli olmasını söylemişsin."

Gözlerim büyüdü. Kimden öğrenmiş olabilirdi ki?

"Bunu sana Carly mi söyledi?" Bu iyiliği ona neden yaptığımı sordu. Nedeni çok basitti. Bunu ona da söyledim: "Çünkü kimsenin ölmesini istemiyorum."

"O kadın senin dostun değil, Alisa. Carly'i koruma çünkü o arkandan kuyunu kazmaya devam ediyor." Sözlerine cevap vermedim.

Evin önüne geldiğimizde emniyet kemerini çözüp arabadan inmeden hemen önce bir şey söyleyecekmiş gibi yüzüme baktı: "Yarın birlikte dışarı çıkacağız. Akşam için hazır ol."

Nedenini sorunca ilgisizce bir cevap verdi: "Carly ve Araf'la birlikte güzel bir mekâna davete gideceğiz ve sen de orada olacaksın. Yalnız gelmek zorunda değilsin, istersen arkadaşını da getirebilirsin."

Carly'den tamamen kurtulduğumu düşünmekle erken sevinmiştim. Yorgun gözlerle baktım: "Tamam, sen adresi atarsın. Biz de akşam orada oluruz." Gitmeden önce sözlerine bir şeyler ekledi: "Sizi ben alacağım."

İtiraz edince ısrarcı olmadan hemen kabul etti: "Peki, sen bilirsin. Yarın sakın geç kalma. İyi akşamlar." Gülümseyerek iyi akşamlar dedikten sonra arabadan indim.

Apartmana girene kadar o buradan gitmeyecekti. İçeri adım attım. Pencereden Gökay gitmiş mi diye baktım.

Evin önüne gelip kapıyı açtığımda salona gelmiştim. Karşımda Masal'ı ağlarken görünce elimdeki anahtarla öylece bekliyordum.

Kötü bir şey olduğunu hissederek ona yaklaştım. Geldiğimi görünce hemen gözyaşlarını elleriyle sildi. Tam odasına gidecekken durdurdum: "Niye ağladın sen? Biri canını sıkacak bir şey mi söyledi?"

Başını olumsuz anlamda salladı. Konuşmayıp tekrar ağlamaya başladı. Ben yokken ne olmuş olabilirdi ki?

Ses tonumu yumuşatarak, "Anlatmak ister misin?" diye sordum.

Gözyaşlarını sildi: "Gökay... O ruh hastası bugün okula geldi, herkesin ortasında sınıfa girip yanıma oturdu."

"Okuduğun bölümü nasıl öğrenmiş? Koskoca okulda sınıfını nasıl buldu?"

Gözleri öfkeyle parladı: "Bilmiyorum sadece okuduğum bölümü söylemiştim ama oraya gelsin diye söylemedim."

"Bunun için mi ağlıyorsun yoksa dahası var mı?"

"Daha ne olsun, susmadı bir türlü hoca da bizi dışarı çıkardı!"

Derin bir oh çektikten sonra ona baktım: "Yani bunun için ağlanılır mı Masal?"

Kırmızı gözlerini yüzüme dikerek cevap verdi: "Onun yüzünden sınav kağıdım iptal edildi. Ben haftalardır o sınava çalışıyordum."

Gözlerim kocaman açılmıştı: "Gökay, sınıfa geldiğinde siz sınav mı oluyordunuz?" Nihayet anlamama sevinmişti. Bu Gökay da az değildi.

"Halledersin korkma." diyerek teselli ettim.

"İnşallah geçerim yoksa gider onu öldürürüm!" Dedi. Sinir hâlinde söylediği belli oluyordu ama karşımda bunu yapabilecek potansiyeli olan arkadaşıma ufak bir gülümseme gönderdim.

"Gökay sana anlatır, yüksek bile alırsın." Dedim, sanki Gökay'ın kendisine bir yararı varmış gibi.

Adını duyunca bile sinirlenmişti: "İstemiyorum, yeter ki benden uzak dursun." Gözyaşları iyice dinmişti.

Karşısına oturdum: "Sen o okulun en başarılı öğrencilerindensin. Yine yüksek alacağından hiç şüphem yok." Morali yerine gelmiş gibi gülümsedi. Boş boş birbirimize baktığımızın farkına varınca ilk konuşan o oldu: "Aç mısın, bir şeyler yedin mi?"

Başımı olumsuz anlamda salladım. Ayağa kalkıp mutfağa gitti. Bana da seslenince mecburen yanına gidip sandalyeye oturdum. Çorbayı ısıtmaya başladı. Yardım etmek için kaseleri çıkarıp masaya koydum. Öylece durup tarihi eser inceler gibi masaya baktığında eksik bir şeyler görmüştü: "Kaşıkları neden koymuyorsun, elimizle mi içeceğiz?"

Gerçekten sadece kaselerin olduğunu fark ettim. Kaşıkları masaya koyduktan sonra artık her şey tamamdı.

Yan gözle yüzüme baktı: "Hayrola misafirimiz mi gelecek?"

Ne dediğini anlamamıştım. Tekrar açıklama gereği duydu: "Masaya üç kase koymuşsun.. biz iki kişiyiz."

Bugün dalgın olduğum belliydi, gerçekten de iki kase yerine üç kase koymuştum. Yüzüme merakla bakan Masal, ne olduğunu anlatmam için bakıyordu.

"Bir şey yok, biraz yorulmuşum." Bahanem çok inandırıcı olmasa da bir umut, yalanıma inanmasını istedim.

"Yani hepsi bu kadar mı?"

"Evet, bu kadar." deyip sonra sustum. O da bir şey sormadı sorgudan kurtulduğuma seviniyordum. Hızla çorbasını içip suyunu yudumladıktan sonra boş kaseyi aceleyle yıkadı. Bir yere mi gidecekti?

Hızla odaya gidip çantasını aldı. Şaşkınlıkla bakarken, çıkmadan hemen önce açıklanmasını yaptı: "Benim çıkmam gerek arkadaşımla buluşacağım."

Ne arkadaşı demeye kalmadan kapının kapanma sesini duymuştum bile. Masayı toplayıp odama doğru gittim.

Karşımdaki aynayı görünce başımdaki yara ne hâlde diye bakmak istedim. Küçük ama derin bir izdi. Yara çoktan kabuk tutmuştu. Banyoya gidip duş aldıktan sonra rahat bir şeyler bulup giydim ve yatağa uzanıp gözlerimi kapattım. Telefonuma gelen bildirim sesini duyunca tahmin ettiğim kişi olduğunu düşünüp ekranın kilidini açtım.

Araf:

Bugün söylediklerinde haklıydın. Yanlış yaptığım için pişmanım.

Karanlık odada parlak ekranın ışığını azaltıp cevap yazdım:

"Neden şimdi pişman oldun ve ne değişti?"

Araf:

Zor sorular soruyorsun. Neden pişman olduğumu söyledim gerisi sana kalmış.

Cevap yazmadan önce derin bir nefes aldım. Karşımda olmadıktan sonra buradan tartışmanın bir anlamı yoktu. Cevap yazmaktan vazgeçtim.

Mesajlar kısmından geri çıktığımda numaranın üstüne basılı tutup sildim. Şimdi az da olsa rahatlamıştım.

Ekranı aşağı kaydırıp eski mesajlara göz atarken Ferda'nın numarasına yanlışlıkla dokunup aradım; kısa bir süre sonra telefonu çalmaya başladı ama hemen meşgule alındı.

İçimde garip bir sıkıntı belirdi. Ardından Ayşe'nin numarasını bulup, son görülme tarihine baktım. İki dakika önce çevrimiçi olduğunu görünce bu fırsatı değerlendirdim ve ona mesaj attım. Cevap gecikmedi, birkaç saniye sonra yanıt geldi. Ferda hakkında merak ettiklerimi sordum:

"Bir ânda ortadan kayboldu. Ondan haber aldın mı daha önce?"

Ayşe:

Ferda memleketine döndü. Eski numarasını değiştirdi, o yüzden ulaşamamışsındır. Sen biliyor musun olanları?

Olayı anlatmasını isteyince hemen yazdı.

Ayşe:

"Ferda Erdal'ın elinden kaçmayı başarıp polise şikayette bulundu. Beş adam, kızı kaçırmaktan hapse girdi."

"Onunla ne alıp veremediği var. Ferda'yı neden kaçırdı?"

Ayşe:

"Ferda'dan şirkette yapılacak ihale bilgilerini öğrenmesini istemiş. Yapmazsa da kızı öldürmekle tehdit etmiş. O adi şerefsiz, kızı polise gittiği gün, yoldan çevirip gündüz vakti kaçırmaya çalışınca olayı gören birkaç kişi ihbarda bulunmuş. Kız o pisliklerin ellerinden zor kurtuldu."

"Ne zaman oldu bu olay?"

Ayşe: Kovulduğumuz günden bir gün sonra.

Araf bunu benden neden saklamıştı? Yarın ilk işim bu sorunun cevabını almak olacaktı. Ayşe'yle bir süre daha mesajlaştıktan sonra telefonu kapatıp dağınık odamı temizlemek için yataktan doğrulup kollarımı sıvadım.

İşim bittiğinde Masal gittiği yerden dönmüştü. Zamanın nasıl geçtiğini anlamamış, yorulmuştum. Arkadaşım odama uyuyup uyumadığıma bakmaya gelmişti. Bu sefer mutlu görünüyordu, sebebini merak etmiştim. Ben sormadan o anlatmaya başladı: “Bil bakalım ne oldu?"

Elimdeki bezi heyecanla çekip komodine koyduktan sonra oturdu. Ben de yatağıma oturmuştum. Birkaç saat önce ağlamaktan gözleri kızaran kızı, şu an da mutluluktan havaya uçuracak ne olmuş olabilirdi ki?

Heyecanla sözlerine başladı: "Araf'ı gördüm. Yanında bir kadın vardı. O sırada Carly denen kadın aradı ama açmadı."

"Sen bunları nereden öğrendin?"

Masal gülmemeye çalışıyordu. Kaşlarım çatılmış, onu dinliyordum. Durduk yere canımın sıkılmasına anlam vermeyi bırakıp sordum: "Bir saniye, bırak sen Araf'ı falan, nereye gittin?"

Aradaki soruma cevap verirken zaman kaybetmemek için hızla konuştu: "Üst sınıftan iki arkadaşımla buluşmaya gitmiştim. Sürekli lafımı bölme şurada ciddi bir şey anlatıyorum."

"Anlat bakalım dinliyorum." Diyerek sessizliğimi sürdürdüm. Kadının kim olduğunu merak ediyordum. Sormama gerek kalmadan anlatmasını dilerken konuştu:

"Gittiğimde zaten Araf oradaydı. Uzaktan onlara bakıyordum. Tam arkasındaydım, beni görmedi, sonra yanına alımlı şık bir kadın oturdu. Ne konuştular bilmiyorum ama, ben de tam o an da lavaboya gitme bahanesiyle kalkmıştım. O sırada Araf'ın telefonu çaldı."

Kaşımı kaldırarak “Ve açmadı öyle mi?" Dedim. Masal çok sevinme, der gibi baktı: "Evet ama yanındaki kadınla çıktı gitti. Araf o kadar mutluydu ki görmen gerekiyordu."

İçimdeki kıskanç tarafı daha fazla bastıramadım: "Hangi kadın?"

"Tanımıyorum. Neyse benim uykum geldi, yarın erkenden dersim var, hadi sana iyi geceler. E, artık bu haberden sonra nasıl uyuyacaksan?"

Alay ettiğini anlayınca yatağımın yanındaki yastığı fırlatıp Masal'ı hedef almamın ardından sinirden gülmeye başladım: "Manyak!"

Masal, yastığı tutup bana geri fırlattı. Odasına gitmeye hazırlandığında durdurdum: "Masal, gel şuraya nereye kaçıyorsun? Devamını anlat merak ediyorum."

Masal hemen ikna olmuştu. Yanıma gelip oturdu: "Araf'ın yanındaki kadının kim olduğunu ve seninkiyle ne alakası olduğunu merak etmiştim."

Nereden benim oluyormuş demekle dikkat çekmek istemedim. Konuyla ilgili başka bir şey sordum: "Peki bulabildin mi?"

Masal, gözlerini devirdi: "Biraz sabır, anlatacağım. Kadının adı Nilay. Sonra sosyal medya hesaplarını incelemeye başladım ve inanmayacaksın bunların birlikte fotoğraflarını buldum. Fotoğraf üç gün önce atılmış... Bir görsen nasıl mutlu görünüyorlar... Carly'nin bundan haberi var mı acaba?"

Masal düşünür gibi baktı: "Aralarında bir şeyler olduğu kesin. Carly'nin aramasını reddetmesi ve Nilay denen kadınla gitmesi beni biraz düşündürdü."

Yastığı kucağımdan bırakmıştım: "İş iyice çığırından çıkmaya başladı. Gökay'ın teklifini kabul ettim ama bu adam Carly'den kendisi ayrılacak gibi. Gökay, Nilay'ın kim olduğunu biliyor mu acaba?"

Masal, sözlerime kulak verdi: "Bilse sana o teklifi yapar mıydı? Bence bilmiyor ama yine de bunu öğrenmeliyiz."

"Gökay'ın ağzından laf almamız gerekiyor. Bu önemli görevi sana veriyorum. Ben de Carly'nin olaylardan haberi olup olmadığına bakacağım."

"Gökay'a belli etmeden bunu nasıl anlayacağız? O çocuk cin gibi, ne yapmaya çalıştığımızı anında anlar."

"Mesaj atıp havadan sudan sohbet eder gibi konuşun, daha sonra konuyu bir şekilde Nilay'a getir." Masal itiraz edecekti ama onu ikna etmem için çok dil döktüm, o da sonunda kabul etti.

Gökay'ın numarasını hemen gönderdim. Uyarıda bularak "Normal sohbet etmek için konuştuğunuzu zannetsin. Ona lütfen bir şey belli etmemeye çalış." Dedim.

"Tamam dikkatli olurum, hadi iyi geceler."

"Bu arada yarın benimle dışarı çıkar mısın?" Diye sordum. Orada kafa dengi birini bulamazsam yalnız kalmak istemiyordum.

"Gelirim tabii... İyi geceler." Dedikten sonra ışığı kapatıp odasına gitti.

Bölüm : 01.08.2024 22:43 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...