30. Bölüm

30. Bölüm

madrabazbiryazar
madrabazbiryazar

Öğle yaklaşıyordu ve hâlâ yoldaydım. Güneş tam tepemde içimi ısıtıyordu. Deponun soğukluğunu düşündükçe ürperdim. Yanımda para ve telefon olmadan daha ne kadar yürüyebileceğimi bilmiyorum; bildiğim tek şey çok yorulduğumdu. Orman yolundan çıkmama az kalmıştı. Belki birini bulup Masal'ı arayabilirdim.

Adımlarımı hızlandırıp yoluma devam ettim. Şehir içine vardığımda bir petrole girip telefonu kullanmam gerektiğini söyledim. Beni pijamalı, çıplak ayakla görünce ne olduğunu sordular. Bir yalan bulup onları geçiştirdim. Ardından telefondan Masal'ın numarasını tuşladım.

"Alo Masal... Bana bir taksi çağırır mısın?"

"Sen okulda değil misin?"

"Uzun hikâye, gelince anlatırım. Telefonumu evde unuttum, yanımda hiç para yok. Adresi veriyorum şimdi..." diyerek nerede olduğumu tarif ettim.

"Tamam, sen kapat, ben gönderiyorum."

Telefonu bıraktım ve taksinin gelmesini bekledim. Bir saat sonra arabaya binip eve gittim. Yürüdükçe ayaklarım ağırıyordu. Banyoya gidip duş aldıktan sonra giyindim. Kahvaltı edip hemen okula gittim.

Bugün yedi saat dersim vardı. Yorulsam da öğrencilere hiçbir şey hissettirmedim. Son derste ayakta duracak hâlim kalmamış, gücüm tükenmişti.

Dersi erken bitirip üniversiteden ayrıldım. Arabamı park ettiğim çıkışa bile zor ulaşarak kapıyı açtım. Eve varmadan Masal'ı da okuldan alıp eve gittim.

Koltuğa oturunca yüzüme baktı. "Ne oldu be, savaştan çıkmış gibisin bu hâlin ne?"

"Sana sonra anlatırım. Gerçekten çok yorgunum, hemen uyumak istiyorum." dedim. Odama gidip yastığa başımı koyunca gözlerimi yumdum.

Gözlerimin önünde Araf'ın hayali canlanmıştı. Sinirle kaşlarımı çatarak gözlerimi açıp yataktan doğruldum. Yorgunluğumu bir kenara bırakarak düşünceyle odamın içinde turluyordum. Bir sürü şey düşündüm.

En son aklıma güzel bir plan gelemeyeceğini anlayınca yatağıma kıvrıldım. Tanımadığım bir numara gece vakti mesaj attı. Ekranı açıp "görüldü" yapmadan mesajı okudum.

"Erdal konusunda sana yardım edebilirim."

Şimdi bu kimdi? Numarası görünüyordu; profiline tıkladım. Genç bir kadın masaya oturmuş, gülümseyerek poz vermişti. Tehlikeli biri olarak görünmüyordu. Merakıma yenilerek kim olduğunu sordum. Cevap vermekte gecikmedi.

"Ben Erdal'ın kızıyım."

Yanlış okudum herhalde, deyip tekrar ekrandaki yazıyı okudum. Erdal'ın bir kızı olduğunu bilmiyordum.

"Ben de babanı öldüren adamlara ait bir sürü kanıt var. Silah, mermi kovanı, cüzdan, ehliyetini bile sakladım."

Ekrana bakakalmıştım. Gerçekten de babamı öldürdükleri gün cinayet mahalindeki her şeyi almışlardı. Kızın söylediklerine inanasım gelmiyordu ama kalp atışlarım ister istemez hızlanmaya başladı. Görüşme teklifinde bulundu.

Ona inanmam için sadece benim ve annemin bildiği bir sürü ayrıntıdan bahsetti. Erdal'ın kızıysa neden babasından intikam almak istediğini sordum.

Yıllarca sefalet içinde yaşayıp, sırf bir kız çocuğu olarak dünyaya geldiği için babası onları yıllar önce terk edip gitmişti. Annesiyle beraber geçinmeye çalışıyorlardı ama bu yeterli olmuyordu. Onlar açlıktan kırılırken, Erdal'ın oğullarıyla birlikte zevk sefa içinde yaşadıklarına artık dayanamamıştı.

"Zengin bir babam olduğunu çok sonra öğrendim. Karşısına çıkıp hakkımı istediğimde beni zorla deli diye bir kliniğe yatırdılar. Deli olmadığıma kimseyi ikna edemedim."

"Benimle konuştuğuna göre klinikten çıkmayı başarmışsın." diye yazdım.

"Klinikten çıkmadım, kaçtım. Haberleri takip etmiyor musun? Ağır ruh hastası firari diye her kanalda fotoğrafım var."

Kıza cevap yazmayı bırakıp internete girdim. Hakikaten de her yerde aranıyordu. Manşet yazısını okuyunca ne söyleyeceğimi unuttum. Öz kızını deli diye kliniğe kapatmıştı. Bu tam da Erdal gibi birinden beklenecek şeydi.

Sabah uyandığımda kolumun altında duran telefonu komodinin üzerine bıraktım. Hızla giyinip Gökay'ın evine doğru yola çıktım. Bana yardım edebilecek tek kişi oydu. Çok geçmeden evinin önüne gelerek zile basıp kapının açılmasını bekledim.

Kapıyı orta yaşlı bir kadın açtı. Önce kim olduğumu sordu. Gökay'ın arkadaşı olduğunu söyleyip içeri girdim. Yanına gittiğimde kan ter içinde önündeki kum torbasını yumrukluyordu. Onun da canının bir şeylere sıkılmış olduğu belliydi.

Kum torbasını bırakıp yüzüme baktı. Düşünceli görünüyordu. İsteksiz bir "Selam." dedikten sonra kum torbasını yumruklamaya devam etti. Nereden başlayacağımı bilmediğimden direkt konuya girdim: "Bana yardım etmen gerekiyor, Gökay."

Sabah sabah önemli bir şey için buraya geldiğimin farkındaydı. Kum torbasını bıraktı: "Hangi konuda?" Yanındaki suyu eline alıp birkaç yudum içti. O suyunu içerken ne için geldiğimi anlattım: "Erdal ve Araf'tan intikam almak istiyorum."

Beni yadırgamamıştı. Birden yüzüme bakarak sordu: "Ne tür bir intikam?" Doğruyu söylemek gerekirse, beklediğim yanıt bu değildi.

"Araf'tan intikam almak istiyorum. Bana yardım edecek misin, sen onu söyle?" dedim.

"Erdal'ı pas geçip neden sadece Araf'tan intikam almak istiyorsun?"

"Erdal konusunda bana yardım edecek birini çoktan buldum. Bir kızı olduğunu biliyor muydun?"

"Evet, biliyorum. Akıl hastanesinden kaçmış, her yerde aranıyor. Yoksa sana mı ulaştı?"

Başımı hafifçe salladım. Gökay, kimseye güvenmemem konusunda sıkı sıkı tembihledi. Ona, kızın söylediklerinden bahsettim.

Bana bildiği her şeyi anlattı: "Erdal'ın küçük oğlunu öldüren aranıyordu ya hani? Katil bulundu. Çocuğu öldüren kişinin şizofrenik bir hasta olduğu tahmin ediliyor. O kadın çok tehlikeli, sakın onunla görüşeyim falan deme."

Gökay'ın sözlerinden sonra aklımdaki ihtimal doğrulandı. İyi ki buluşma talebini geri çevirmiştim. Üvey kardeşini o hâle getirdiyse, kim bilir Erdal'a neler yapardı?

Bu kadından olabildiğince uzak durmam gerekiyordu. Erdal belasını kızından bulacaktı ama, onunla plan yapan AAraf'ıda ben mahvedecektim. Bir an niye geldiğimi hatırladım: "Erdal'ın bir ayağı çukurda zaten. Kızı onun hakkından gelir. Ben önce Araf'la hesabımı göreceğim."

Gökay, Araf'la Erdal'ın planladığı konuyu da biliyordu. Tabii ki arkadaşını savunup bir sürü şey söyledi. Herkes bir şey söylüyordu ama gerçekler gün gibi ortadaydı. İntikam almak istediğimden bahsedince hiç yardımcı olmadı: "Araf'ı sinirlendirmek için çabalamana gerek yok, zaten o her şeye sinirleniyor."

"Ben asla tahammül edemeyeceği şeyleri öğrenmek istiyorum. Yani nefret ettiği şeylerin bir tık üstü."

Yüzüme acıyarak baktı: "Ölmek için daha acısız yöntemler biliyorum."

"Bırak alay etmeyi, de soruma cevap ver lütfen."

"Tamam, söyleyeceğim... En sevdiği ve değer verdiği şey arabasıdır. Bunu zaten biliyorsun ve yine bildiğin bir başka şeyse güzel kızlar..." Son lafından bir ima sezer gibi, komik bir ifadeyle yüzüme baktı.

"Bana sevdikleri değil, nefret ettikleri lazım." dedim.

Gökay, beni dinlemeyip sözüne şöyle devam etti: "Sen de onu sevdiği şeylerden vur." O, sanki Araf'ın dostu değil de düşmanıymış gibi tavsiyeler veriyordu. Bunlar nasıl arkadaş olmuşlar? Bana verdiği fikirler aklımı karıştırıyordu.

"Sen çok fena birisin. Hiç dışarıdan göründüğü gibi değilsin. Araf'ın nasıl biri olduğu yüz kilometreden anlaşılıyor ama seni tanımayan biri asla içinde böyle bir şeytan beslediğini anlayamaz."

"Sen buraya beni tahlil etmeye mi geldin yoksa Araf'ı delirtecek şeyleri öğrenmeye mi?"

"Dur bir saniye, not alacağım. Evet, seni dinliyorum." Kalemi çıkarıp küçük not defterime yazmak için Gökay'ın söyleyeceklerini bekledim.

"Araf inatçı insanlardan nefret eder. En küçük sese sinir olur. Çok konuşan insanlara tahammül gösteremez. Yemek yerken ağzını şapırdatanlara öldürecekmiş gibi bakar. Ağlayan kadınları sevmez. Dağınıklıktan, saygısızlıktan ve mutluluktan hiç haz etmez."

Saydığı her şeyi bir bir not ettim. Oturduğum sandalyeden kalkıp gitmeden önce Gökay'a döndüm: "Ben de çok konuşuyorum, demek o yüzden sinirleniyor. Tamam, bu kadarı bana yeter de artar. Görüşürüz."

Üst kata çıktım. Evden çıkmak üzereydim ki kapı çaldı. Evdeki kadınlardan biri gidip kapıyı açınca içeri sinirle bir kadın girdi. Etrafına delirmiş gibi bakan gözleriyle birini arıyordu.

Bana doğru bir hışımla gelip dövecekmiş gibi bir ses tonuyla, evi inletti: "Sen kimsin? Gökay nerede? Gökaaay!" Hâlâ evin içinde bağırmaya başladı.

Bir ân da soru yağmuruna tutulunca sinirlenmiştim. Onu tanımıyordum ve bana neden bağırıp hesap sorduğunu anlamadım. Çalışanların hepsi bağıran kadını merak ettiğinden salonda toplanmışlardı.

Konuşurken elindeki çantayı savuracak kadar hareketliydi: "Ne bakıyorsun suratıma? Sana Gökay nerede diyorum?"

Bağırarak karşısındakini korkutacağını düşünen kaba biriydi. Normal ses tonuyla konuşarak saygısızlığına cevap verdim: "Benim kim olduğum sizi hiç ilgilendirmez. Bir daha bana sesinizi yükselterek konuşmayın, yoksa olacaklardan sorumlu değilim."

"Ne olurmuş, sesimi yükseltirsem beni mi döveceksin?" Havada savurduğu eliyle güya beni tehdit ediyordu. Gözüme girmesinden son anda kurtulup bileğini sıkıca kavradım. O kadar sıkmıştım ki kadın, "bırak" diye yalvardı. Bağırmadan sakince konuşursa elini bırakacağımı söyledim.

Başını sallamakla yetindi. Parmaklarımı gevşetip kadının bileğini bıraktım. Ters ters yüzüme bakıyordu.

Gökay'ın araya giren sesiyle hepimiz o tarafa baktık. Merdivenlerden uzaklaşarak yanımıza geldi: "Yine mi sen? Sürekli bağırıp durma ve bir daha buraya gelme. Senin yüzünden Necip ve Peyami çok rahatsız oluyor. Ağız tadıyla yemek bile yedirmiyorsun."

Miyav diyerek iki kedi ayaklarımızın altından hızla geçip yukarı kata çıktı. Gökay, kaçarak giden kedilerinden bahsediyordu. Tevfik ve Akif'i kaybettikten sonra evine iki kedi daha almıştı.

Beyaz renkli bir ragdoll ve bir de duman renginde hafif şişman sevimli kedi, yukarıyı birbirine katıyordu.

Gökay başını kaldırıp seslendi: "Peyami, iyi misin?"

Miyav diye cevap veren kedi beni güldürmüştü. Kadın birden Gökay'a döndü: "Araf nerede? Telefonlarımı açmıyor, mesajlarıma cevap vermiyor, kaç gündür görüşemiyoruz."

Gökay, evine kadar gelen kadını sakin karşılamıştı fakat söylediklerine tahammül edemeyip birkaç şey söyledi.

Yasemin tekrar sinirlendi: "Saçma sapan konuşup beni delirtme! Araf nerede diyorum? Sen onun nerede olduğunu biliyorsun ama söylemiyorsun." Yasemin ona nefretle bakıyordu.

Aksine, Gökay o kadar sakin duruyordu ki sanki bu kadın, her gün buraya gelip Gökay'dan hesap soruyordu. Mama taslarının olduğu tarafa gidip sorgudan kaçtı: "Bilmiyorum."

Yasemin bana kısa bir bakış atıp tekrar Gökay'a döndü: "Gerçeği gizlemeye çalışma. Araf'ın nerede olduğunu biliyorsun."

Gökay, kadınla hiç ilgilenmiyordu. Cevap vermekte bir hayli gecikti: "Araf'ın nerede olduğunu Alisa'ya sor, o daha iyi bilir."

Kadın bu sefer bana dönüp nispet yapar gibi söyledi: "Bir daha arayacağım." Telefonunu çıkarıp Araf'ı aradı. Ayağını hafifçe yere vurarak birkaç adım atıp benden uzaklaştı. Açılmayacağını anlayıp tekrar bana döndü: "Açmıyor. Bir de sen ara bakalım, cevap verecek mi?"

Gökay'ın rahat tavırları karşısında kendimi gergin hissediyordum. Araf ortada yoktu ve o, bu durumu oldukça sakin karşılıyordu. Kadın, olduğu yerde durmuş Araf'ı aramamı bekliyordu. Başına bir şey mi geldi diye merak etmiştim. Hemen telefonumu çıkarıp aradım.

Çalıyor...

Allah'ım, inşallah açmaz! Ne olur, açmasın. Uzun süre çalınca cevap vermeyecek zannetmiştim ki tam kapatacakken karşı taraftan Araf'ın sesi duyuldu.

"Alo..." Susmuş söyleyeceğim şeyi dinliyordu. Yasemin'in telefonlarını açmayıp, ben aradığımda hemen cevaplamış olması, kadının meraklı bakışlarını üzerimde toplamıştı.

Kaçırıldı mı diye boşuna telaşlanmıştım. Ne konuşacaktım ki onunla?

Hepsi bana bakıyordu. Bir an telefonu Araf'ın yüzüne kapatmayı düşünmüştüm. Elim yanlışlıkla hoparlöre değince sesi duyuldu:

"Alisa, ne olduğunu söyleyecek misin yoksa susmaya devam ederek beni delirtmeye mi çalışıyorsun?"

Kaşlarımı çattım. Açmayacağını zannederek büyük bir aptallık etmiştim. Gökay, "konuş" der gibi baktı. Ses dışarı gitmesin diye hoparlörü kapatacaktım ki Yasemin engel oldu. Ben de mecburen olabildiğince normal olmaya özen gösterdim: "Sana söylemek istediğim bir şey var."

"Dinliyorum."

"Telefonda olmaz. Önemli bir konu."

"Tamam, akşam sana gelince anlatırsın. İşim var, kapatmak zorundayım." Yasemin'in gözleri büyüdü. Araf öyle konuşuyordu ki sanki her gün beraberdik.

"Dur, kapatma. Yanına gelmek istiyorum. Bana yerini söyle." Yanına falan gitmeyecektim; sadece buradan uzaklaşmak için söylediğim bir yalandı.

Araf kötü bir durum olduğundan şüphelenmişti: "Bu kadar acil ne konuşmak istiyorsun?"

"Bana yerini söyle, Araf, çok soru sorma!" Bu konuşmamdan sonra asla onunla yüz yüze gelmemeliyim. Kesin şu an göz kapaklarını kapatmış, derin nefes alarak sakin kalmaya çalışıyordu.

Telefonu yüzüme kapatınca şaşırmamıştım. Yasemin şüpheyle gözlerini kısıp yüzüme baktı: "Ne var sizin aranızda? Araf evini nereden biliyor?"

Yasemin'in gereksiz meraklarını gidermeye niyetim yoktu. Kimseye açıklama yapmak zorunda değildim. Yasemin ne düşündü bilmiyorum ama çekip giderek bana büyük bir iyilik yapmıştı.

Gökay, elindeki boş mama kabını hizmetçiye uzatarak doldurmalarını rica ettikten sonra bana dönüp gülümsedi: "Oh be, sonunda çıktı gitti. Biraz dur, Yasemin, tamamen gitsin; sen de öyle gidersin."

Ayaküstü tartışmaya başladığım kadınla tam yarım saattir uğraşmıştık. Beş dakika bekleyip evden ayrılacakken kapıda karşılaşmak istemediğim birini gördüm. Hiç görmemiş gibi yaparak yanından geçip gitmek için adımlarımı hızlandırdım.

Benden önce davranıp gitmeme izin vermedi. Telefonu yüzüme kapatmamış gibi gülümsedi: "Senin burada ne işin var?"

Aklım hâlâ yapmayı planladıkları oyunda olduğundan hemen kızdım: "Seni ilgilendirmez."

Ona söyleyecek başka bir şeyim yoktu. Yoluma devam edecektim ki tekrar yolumu kesti: "Telefonda söylemeyecek kadar önemli ne konuşmak istiyordun?"

Sabır dileyerek, "Hiçbir şey konuşmayacaktım. Yolumdan çekil." dedim. Cevabım hoşuna gitmemiş gibi yüzüme baktı: "Senin sorunun ne?"

Alay ederek gülümsedim: "Sorunum sendin, o da çok şükür halloldu." Onu delirteyim derken kendim delirecektim. Sözlerimi anlamayarak kaşlarını çattı: "Ne demek o?"

"Boş ver, düşünme böyle şeyleri."

"Saçmalama, Alisa. Kelime oyunlarından hoşlanmıyorum. Neden Gökay'a geldin? Yine neyin peşindesiniz bilmiyorum ama öğrenirsem..." deyince hıncımı Araf'tan çıkartarak sözünü kestim: "Lütfen o cümleni tamamla ki seni yaşadığına pişman edecek bir sebebim daha olsun."

O kadar sinirliydim ki bir şey söylese parçalayacak gibi yüzüne bakıyordum. Sevimli olduğunu zannederek sordu: "Seni durduk yere bu kadar sinirlendirecek ne yapmış olabilirim ki?"

Erdal'la ortaklığı kast edip bir sürü şey söyledim. Allah'tan o kadar kalın kafalı değildi de ne demek istediğimi anlamıştı.

Kendini savunacak hiçbir şey söylemiyordu. İşin içinden çıkamayacağını anlayınca hemen konuyu değiştirdi: "Seninle hiç güzel anımız yok mu?" Sorusunu düşünmeye gerek duymadım: "Hayır, seninle hiç güzel anımız yok."

"Ben öyle düşünmüyorum. Senin olduğun her dakika benim için özeldi." Sakın gülümseme Alisa, hoşuna gittiğini zannedip seni kandırmaya devam edecek.

"Bu akşam beraber yemek yemeye gidelim mi?"

Kesin ve net bir şekilde "Hayır." diyerek teklifini reddettim.

"Hayatındaki ilk ve son teklifini hayır diyerek ziyan ediyorsun."

"O zaman bir düşüneyim." deyip düşünür gibi yaptım.

Bana alayla gülümseyerek, "Tabii, düşün sen..." dedi. Kararımı bekliyordu: "Düşündüm ve yine hayır diyorum." Yüzüne sahte bir tebessüm yerleştirip bozuntuya vermedi. Araf'ın bu hâlini gördükçe, Gökay'dan aldığım tavsiyelerin hiçbirine ihtiyacım yoktu. O zaten her şeye kızmak için bahane arıyordu.

"Halbuki çok güzel bir yer ayırt etmiştim. Neyse, o zaman ben de Gökay'la giderim." diyerek beni fikrimden vazgeçirdi.

Dengesizliğim tutmuştu yine; dayanmayıp, "Yalnız ikimiz gidelim. Gökay'a gerek yok." dedim. Son cümlemden ne anladı bilmiyorum ama yüzünde sinsi bir gülüş sezer gibi oldum.

Bana dönüp sordu: "Aslında ben de seni arayacaktım. Kaç gündür seninle önemli bir şey konuşmak istiyordum ama fırsat olmadı. Daha doğrusu sen izin vermedin."

Hasta olduğu gün evlenme teklifi eder gibi konuşmuştu. Bugün de aynı ifadeyle yüzüme bakınca heyecanlandım. Önemli olduğunu kendi ağzıyla söylemişti. Yine kim bilir ne planlıyordu.

"Nereye gidelim?"

"Bilmiyorum." dedim.

"Ben biliyorum. Meksika yemekleri yapılan güzel bir yer açılmış, oraya gidelim. Ne dersin?"

Kabul etmedim. İkna eder gibi yumuşak bir ses tonuyla cevap verdi: "Denemeden hemen ön yargılı davranıyorsun. Beğenmezsen başka bir yere gideriz."

"Peki, gidelim."

Arabaya kadar yan yana yürümüştük. Kapıyı açıp koltuğa oturdum. Bu sefer araba kadın parfümü kokmuyor, aksine Araf'ın parfümü gibi kokuyordu. Çok geçmeden restorana gelmiştik. Böyle bir yere daha önce hiç gelmemiştim. Tuhaf bir hissiyata kapıldım.

Restoranın dışında neon ışıklarla bilmediğim bir şeyler yazıyordu. İçerisi çok sessizdi. Etrafı izlemeyi bırakıp yerime oturdum. Cam kenarında deniz manzarası görünüyordu.

Garson siparişlerimizi alırken menüye bir göz atıp dişe dokunur bir şey seçemedim. Açıkçası tatlarının nasıl olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Araf hemen siparişini verdi. Garson bana döndü: "Siz ne arzu ederdiniz?"

Görüntüsünden güzel olduğunu düşündüğüm yemeği sipariş edecektim ki Araf, ikimize de bir şeyler söyleyip garsonu gönderdi. Bu hareketine fazlasıyla sinir olmuştum. Camdan dışarı bakıyordu. Yarı aydınlıkta olan yüzünü cam kenarından çevirip mekânı beğenip beğenmediğimi sordu.

Her günü yalan olan ben, bugün dürüstlüğüm tutmuştu: "Burada doğru düzgün ışık yok mu ya, seni göremiyorum."

Kırmızı, mavi, mor renkleriyle dolu olan yerde birbirimizi zor görüyorduk. Bir ân gülesim geldi, hızla kendimi toparladım. Çünkü neden güldüğümü sorarsa ne cevap vereceğimi bilmiyordum. "Güzelim, mekânı ışıklar mahvetmiş resmen..." diye kendi kendime söylendim.

"Sen de hiçbir şey beğenmiyorsun."

"Ben beğenmediğimi söylemiyorum ki, ışıklar kötü dedim sadece. Normal bir ışık olsa daha güzel bir mekân olabilirdi... Umarım yemekleri güzeldir."

Mor ışıkta Araf gülümseyerek bana bakarken korkutucu bir yüz ifadesi gördüm. Araf, belirli aralıklarla değişen ışıklara bakıp, "Hiç kimse senin kadar ışıklardan rahatsız değil." deyince etrafımdaki insanlara göz gezdirdim. Gerçekten de hepsi bu durumu yadırgamıyormuş gibi yemeğini yiyor ve karşısındakilerle sohbet ediyordu.

"Diğer renkler neyse de etraf kırmızı renk olunca kendimi korku evinde gibi hissediyorum. Ben kabuslarımda bile böyle korkunç bir yer görmüyorum..."

Beni geçiştirerek söyledi: "Korkulacak bir şey yok."

"Bu kadar mı?" diye sorunca elindeki suyu içmeden önce cevap verdi:

"Açım ben aç. Kusura bakma ama şu an senin duygusal durumunla ilgilenemeyeceğim."

Yemekler gelene kadar biraz konuştuk; daha doğrusu, sadece ben konuşuyordum. Araf, beni dinlemiyor gibiydi. Yüzüme dikkatle bakıyor, beni duymadığını hissediyordum: "Yani özetle diyorum ki, dinazorlara takım elbise çok yakışıyor." Çaktırmadan onunla alay ediyordum, ama o bunun farkında bile değildi.

Ben böyle saçmalarken, o hiç sinirlenmiyordu. Sonunda "dinazor" deyince duyduklarına inanamadı. Daldığı düşünceden kurtulur gibi, "Ne dinazoru?" dedi.

Saatlerdir konuşuyordum; önemli bir şey söyleyeceği yoktu: "Beni dinlemiyorsun, Araf. Sen renkli hayatına kaldığın yerden devam et, ben gidiyorum."

Masadan kalkacakken konuştu: "Saçmalama, otur. Yani lütfen oturur musun?"

Madem Araf saçmalamaktan hoşlanmıyordu, ben de saçma sapan konuşup onu delirttim. Yüzüne dikkatle bakıp gerçekten sinirlenip sinirlenmediğini görmek istiyordum. Bağırıp çağırmak yerine "Ben kaba mıyım?" diye sordu.

"Evet, kabasın ama ne yazık ki tek sorunumuz bu değil."

O sırada istediğimiz yemekler gelmişti. Hepsi görüntü olarak güzeldi; tadının da güzel olmasını dileyip tabağımdan küçük bir parça aldım. Bu beklentimin çok üstündeydi. Yüzümün güldüğünü görünce o da mutlu olmuştu: "Ben siparişi verirken öldürecek gibi bakıyordun."

"Çünkü ben enchilada yemeye karar vermiştim. Onun görüntüsü daha güzeldi."

"İçinde chili biberi var. Yine de yemek istersen hemen söyleyelim."

Acı mı? Hiç sevmem. Yüzümdeki ifade birden bozuldu. Araf elini nazikçe kaldırıp garsonu çağırdı. Ne söyleyecek diye yüzüne baktım. Bilerek yapıyordu. Kendi elimle kendimi yakmıştım. Garsonu boş verip masaya yaklaşarak konuştum: "Acıyı yeteri kadar çekiyorum, tatmaya hiç gerek yok."

"Hiç gerek olmaz olur mu? Madem onu istedin, hemen garson beye söyleyelim, getirsin, değil mi beyfendiciğim?"

Garson başını sallayarak ona katıldığını ifade etti. Araf devam etti: "Biz bir tane de Enchilada istiyoruz. Bol acılı olsun lütfen... Hanımefendi acıyı çok seviyor." Son sözünü bana bakarak söylemişti.

Garsonun gitmesini bekliyordum. Sinirden elimdeki çatalı sımsıkı tuttum. Garson siparişleri aldıktan sonra "Başka bir isteğiniz var mı efendim?" diye sordu.

Araf yaptığına tüy diker gibi garsona döndü: "Az kalsın unutuyordum. Bize bir tane de pay de pera alalım, lütfen."

Şimdi ne söylediğini bilmiyorum ama kesin o da acılı bir şeydi. Garson gidince çatalı bırakıp sinirle çıkıştım: "Sen beni öldürmek mi istiyorsun? Bir de bol acılı diyor ya!"

Yüzüme kınar gibi baktı: "Eğer gelen yemeği yersen, bir hafta boyunca istediğin her şeyi yapacağım."

Masaya yaklaşarak cevap verdim: "Benim senden istediğim hiçbir şey.."

Aslında Araf'a iyi bir ders vermek güzel olurdu. Hemen cümlemi değiştirip, "Tamam, kabul ediyorum. Eğer gelen yemeği yersem, bir hafta boyunca istediğin her şeyi yapacaksın." dedim.

O ise kazacağından emin bir şekilde gülümsedi: "Tamam, anlaştık."

İçimden, "Umarım porsiyon küçük gelir de birkaç lokmada yer bitiririm." diye geçirdim. Biraz sonra önüme koca bir porsiyon yemek gelince, talihime tükürüp baştan aşağı terledim. Bunun hepsini tek başıma nasıl yiyecektim?

Araf, tabağıma baktı, sonra bana acıdığını belli eden o sahte hüznüyle, "Başla bakalım." dedi.

Onun önündeki yemek gözüme daha güzel görünmeye başlamıştı. Bir kendi önümdekine, bir de Araf'ın tabağına bakıp sesli olarak söylendim: "Neden sürekli acı çeken taraf benim?"

Araf, üzülmüş gibi yapıp alayla teselli etti: "Şşş... Öyle düşünme, iyi düşün, iyi olsun."

Yemeğe başlamak istemediğimden geciktirmek adına aklıma gelen ilk soruyu sordum: "Peki bu işten senin çıkarın ne, yani bu yemeği bitiremezsem ne olacak?"

"Eğer bitiremezsen, sen benim bir hafta boyunca istediklerimi yerine getireceksin."

"O zaman bu yemeği bitirmem şart oldu!"

"Korkma, canını almam." dedi gülerek.

"Geriye bir canım kalır zaten.. Allah bilir neler neler planlıyorsun?"

"Afiyet olsun, bu tatlı ödül olarak benden sana küçük bir hediye." Gülüyor ama bana belli etmemeye çalışıyordu. Yemekten küçük bir lokma alıp çiğnemeden yuttum. Acılı dediği yemek bu muydu? Birazcık kızarmış olabilirim ama dayanılmayacak gibi bir acı yoktu. Bundan daha acısını Masal'la birlikte gittiğimiz bir kebapçıda yemiştik.

Araf'a bir şey çaktırmadan elimi yüzüme doğru kaldırıp parmaklarımı salladım. "Zehir gibi acı." Güya çok acı gibi davranıyordum.

İkinci lokmayı direkt yutmayı unutup çiğneyince, birkaç saniye sonra ağzımın içi cayır cayır yandığını, hatta dilim kesilirmiş gibi bir acı hissettiğimi fark ettim. Kulaklarım kızardı, gözüm yaşardı.

"Yemeği bitiremeyeceğim. Aşırı acı!"

Kazandığını anlayan Araf, kısa bir gülüşten sonra insafa gelmişti ama geç kalmıştı. Tabağı önümden çekti: "Tamam, daha fazla devam etme, gözlerin kıpkırmızı oldu."

Acıdan sadece birkaç şey söyleyebildim: "Bana bir bardak ayran getir."

Garsonun getirdiği ayranı yerinden kalkıp elinden aldım, hızla geri döndüm. Buz gibi bardağı bana uzatıp oturdu: "Al, iç; birazdan acısı geçer."

Hepsini kafaya dikten sonra kızarak yüzüne baktım. Ayran, ağzımdaki acıyı az da olsa hafifletti. Kulaklarımın kızarması geçince bir bardak daha ayran içtim.

Acı hissi tamamen geçince tabağıma bakıp kaybettiğimi anladım. Zaten acıdan sıcak basmıştı; bir de burası karanlık olunca daha fazla dayanamadığımı söyleyip dışarı çıktım. Hafif rüzgar esiyordu. Hesabı ödeyen Araf yanıma geldi.

"O kadar acı olduğunu bilmiyordum," diye mırıldandı.

"Yani ilk benim üzerimde denedin, öyle mi? Yalan söylüyorsun, denedin daha önce ve yemeğin acı olduğunu biliyordun."

"Benim ne suçum var?"

"Sen istedin 'bol acılı' olmasını; zaten acıydı, iyice zehire dönüştürdün. Sırf kazanmak için her şeyi yaptın, sen korkağın tekisin."

Meydan okur gibi yüzüne baktı: "Senden mi korkacağım? Ben senden korkacağım, öyle mi?"

"Evet, korkuyorsun. İddiayı kazanırım diye korktun. Çünkü benim sana yapacaklarımı tahmin ettin ve gözün korktu."

"Sen benden ne isteyecektin ki?"

İşte hep bugünü bekliyordum. Listeden sırayla aklıma gelenleri söyledim: "Birinci gün: Seni sabah ezanında kaldırıp bana kahvaltı hazırlamanı isteyecektim."

Yalandan titredi: "Tüylerim ürperdi, bu nasıl bir intikamdır?"

Alay ederek sordu: "E, başka ne var, merak ettim?"

"İkinci gün: Tüm gün şekerli çay içmeni... Üçüncü gün: Sarma sarmanı... Dördüncü gün: Her saat özür dilemeyi... Beşinci gün: Orman yolunu yalın ayakla koşarak gitmeyi... Altıncı gün: Bin tane şınav çekmeni... Yedinci gün, yani benden kurtuluşunda ise..."

"Herhalde öldüreceksin."

Ciddi ciddi söyledim: "Hayır, öldürmeyeceğim... Yedinci gün: seni kovacaktım."

"Her şeyi anlıyorum da neden bin şınav, yalın ayakla orman yolunda koşmak?"

"Bilmem, acı çekersin diye..."

"Her gün koşuya gidiyorum, zaten bunu yapmak bana zor gelmez."

"Keşke ben kazansaydım da gerçekten yapabiliyor musun, kendi gözlerimle görmüş olurdum."

"Peki, benim senden yapmanı isteyeceğim şeyleri hiç düşündün mü? Aslında senin için o kadar da kötü şeyler düşünmemiştim ama sendeki listeden biraz ilham almakta fayda var gibi."

"Bence ben insaflı davrandığımı düşünüyorum, umarım sen de aynısını yaparsın." dedim.

Kabul etmedi: "Ben kendi bildiklerimi uygulasam daha iyi olur. Seninkiler biraz sönük kaldı sanki..."

"Planlarını yarına sakla, şu an sadece evime gitmek istiyorum."

Gözümü korkutmak ister gibiydi: "Tamam, iyice dinlen, seni zor günler bekliyor olacak."

Bölüm : 03.08.2024 12:46 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...