Bugün olan her şeyi geride bırakarak öğleden sonraki derse giriş yaptığımda sınıfın ne kadar kalabalık olduğu dikkatimi çekmişti. Üzerimdeki ölü toprağını silkeleyip beni kendime getirdikleri için mutlu olmuştum. Sınıfın önünde durarak not defterimi ve kitaplarımı masanın üzerine koyup neşeli bir giriş yaptım: "Bonjour à tous!"
Hayattan soğumuş bir öğrencim, sessiz sınıfta sesinin duyulacağını zannetmeyerek "Bonjour hocam, bonjour." dedi.
"Nasılsınız gençler? Bakıyorum da dersi erteleyince hepinizin yüzünde güller açmış."
En arka sıraların birinde oturan bir öğrenci, bana katıldığını gösterir gibi söyledi: "Hocam, sabahın köründe işlediğimiz Fransızca'yı değil, siz, Napolyon gelip anlatsa yine ayık kafayla dinleyemez. Bundan sonra hep böyle yapalım hocam."
"Anladım, demek ki sabah derslerinde genel bir problemimiz var. Ayarlamaya çalışırsam derslerimizi bu saatte yaparız." dedim gülümseyerek. Çoğu, karar vermiş gibi başlarını olumlu anlamda salladı. Çok uzatmadan derse geçtim.
Sıkıcı gramer kurallarının ötesine geçerek dilin kültürel yönlerini de anlatmak istiyordum. Öğrencilerin dikkatini çekmek için heyecan verici birkaç anekdotla başlayarak, dillerin sadece kurallar değil, aynı zamanda kültürler olduğunu vurgulamak istedim. "Bugün size Fransızca'nın sadece bir dil değil, aynı zamanda bir yaşam tarzı olduğunu anlatacağım. Yanımda size bazı hikayeler getirdim."
"Keşke Sefilleri de getirseydiniz, hocam."
"Victor Hugo'ya ikinci dönemde değineceğiz," dedim ve bir saat yirmi dakika konuyu dağıtmadan dersi işledim. Birçoğu yazmayı bırakmış, yorgun gözlerle yüzüme bakıyordu. Dersi bitirdiğimde iyi günler dileyip biraz dinlendikten sonra kalan derslere girip günü bitirmiştim. Doğum günü pastası alıp eve gittim. Akşam olmak üzereydi. Kapıyı açıp içeri girince evde zifiri bir karanlık oluşmuştu.
Masal'dan önce eve varıp kutlama hazırlıklarını yapacaktım. Birden karanlıkta yalnız olmadığımı hissederek elimdeki poşetleri sessizce yere bıraktım. Yanılmıyordum; sanki biri içerideydi ama karanlıkta kim olduğu seçilemezdi. Kalbim hızla atmaya başladı. Lambayı açmadan sessizce salona doğru ilerledim. Tahmin ettiğim gibi koltukta biri oturuyordu. Düğmeye dokunup etraf aydınlanınca Araf'la karşılaştığım için şaşırdım.
"Sen karanlıkta ne yapıyorsun? Evime nasıl girdin?" dedim. Açıklama yapmasını beklerken hızla gidip bıraktığım poşetleri salona taşıdım. Yardım etmek yerine oturmaya devam ediyordu. Ciddi pozisyonunu değiştirip gözlerini bana çevirdi: "Ben de tam seni bekliyordum."
Bu sabahki tavrını tekrar hatırlamıştım. Masal neredeyse gelmek üzereydi ve hâlâ hiçbir şey yapmamıştım. Aramızdaki küskünlüğü bırakıp sordum: "Madem geldin, o zaman bir işe yarar mısın? Çakmağın var mı?"
"Sigara içmem ama bugün şanslı günündesin. Yanımda bir çakmak olacaktı." diyerek elini ceketinin cebine attı. Özel işlemeli çakmağı uzatınca üzerindeki "Erdal Hakkı Güner" yazısını görüp elimde sallayarak bu çakmağın onda ne işi olduğunu sordum. En azılı düşmanımın çakmağını vererek bana ne anlatmaya çalışıyordu?
Koltukta doğrulup duruşunu düzeltti: "Buraya masum olduğumu ispatlamak için geldim." Sözünü keserek kaşlarımı çattım: "Erdal'ın çakmağıyla neyi ispatlayacaksın, çok merak ediyorum."
"Konu çakmak değil." dedi sakince. Önce ses kaydının üzerinde oynandığını söylemekle başladı. Telefonundaki on üç dakikalık ses kaydını açıp dinlettikten sonra, ona güveniyor muyum diye yüzüme baktı. Bana gönderilen ses kaydı bir dakikadan daha az bir süreydi.
İş makinesinden dökülen çimentonun hemen yanında, elleri ve ayakları bağlı olarak ayakta duran Erdal'ın videosunu açıp gösterdi. Giderek yükselmekte olan karışım dizlerine kadar geliyordu. Videoda Araf'ın sesi vardı: "Şimdi kameraya bakarak gerçeği söylemezsen seni oraya dikine gömerim."
"Ben senin deden yaşındayım. Nasılsa beni öldüreceksin, gerçeği söyleyerek bir dakika fazladan yaşamak için hiçbir şeyi itiraf etmeyeceğim."
"Yine bencillik ediyorsun. Koskoca dünyada bir sen yoksun. Bence de en iyisi sen öl. Ben bir de oğullarınla konuşayım."
Erdal, kıymetli oğullarına zarar gelmesin diye olan biteni bir bir anlatmaya başladı. İtirafı bitince Araf telefonunu tekrar geri aldı.
"Şimdi bana bir özür borçlusunuz, hanımefendi. Anlamadan, dinlemeden beni yargıladığın için suçlusun."
Söylediklerini duymazlıktan gelerek başka bir çakmak alıp geldim. Mumları yaktıktan sonra ışığı kapattım. Mumların ışığını yüzümde hissediyordum. Masal gelene kadar karanlıkta kaldık. Kapı açılınca koltuğun arkasına gizlendim. Masal, bana seslenerek odalarda gezinmeye başladı. Araf yerinden kıpırdamamıştı. Onu ikna edemeyince kendi hâline bıraktım. Araf, saklanmak yerine koltukta oturarak kutlamayı mahvediyordu. Masal salona geldiğinde saklandığım yerden çıktım:
"İyi ki doğdun, Masal. İyi ki doğdun, iyi ki doğdun, mutlu yıllar sana."
Ellerim dolu olduğundan gözlerimle Araf'a alkışlamasına dair uyarıcı bir bakış attım. Alkışlamadı; yerinden kalkıp isteksizce bize doğru yaklaşarak "İyi ki doğdun" deyip gülümsedi.
Elimdeki pastayı üfleyince pastayı sehpaya bıraktım. Her yer karanlığa gömülünce Araf gidip ışığı açtı. Masal'ın elindeki hediye paketlerine ve pastaya tuhaf tuhaf baktık. Arkadaşıma sımsıkı sarıldım. Tebriklerden sonra oturup afiyetle pastayı yedik. Araf, tabağındakileri yememişti.
Masal'a dönerek "Neden kendine pasta aldın, yoksa doğum gününü unuttuğumu mu sandın?" dedim.
"Hayır, bunu ben almadım. Gökay almış; kendisi lütfedip gelmemiş, adamlarını yollamış. Akşam akşam yolun ortasında birkaç tanesi önümü kesti. Doğum günümü kutladılar."1
İştahla yediğim pasta boğazıma kaçınca Araf, imayla karışık gülümseyerek sırtıma dokundu: "Bugün kendini boğmaya niyetlisin, anlaşılan.." Araf'a susması için vurunca, Masal ne olduğunu anlamamış gibi bakıp sordu: "Ne oluyor Alisa, Araf'ın dediği doğru mu?"
Sabah şakayla karışık evlilik teklifi yaptığını unutmamıştım ama konuyu açıp canımı sıkmasın diye doğruyu söylemedim: "Bugün çay yanlışlıkla boğazıma kaçtı da ondan bahsediyor, değil mi Araf?"
Sanki Araf "hayır değil" derse onu öldürecekmiş gibi baktım. Masal her ikimize de bakıp sordu: "Siz ikiniz karanlıkta ben gelene kadar burada mı beklediniz?"
Yanlış anlaşılmamak için açıkladım: "Hayır, ışıklar açıktı. Seni bekledim. Onunla değil, karanlıkta gün ışığında bile kendimi güvende hissetmiyorum."
Araf, sözü kendisine söylendiğimi anlayınca hemen savunmaya geçti: "Öyle mi? Bugün gün ışığında pek rahattın."
"Sen oradaki ördeklere dua et, yoksa seni o suda boğacaktım."
"Ördekler ne alaka şimdi?" diye sordu Masal. Araf'a dönük olduğum için Masal'ın sorusu havada kalmıştı. "Hayvanların bile psikolojisini bozuyorsun, bir tanesi ters yüzüyordu," dedim.
"Ne ördeği, ne diyorsunuz arkadaşlar?"
Boş ver, diyip konuyu kapattım. Araf'ın gitmeye niyeti yok gibi hâlâ koltukta oturuyordu. Onu umursamadan tekli koltuğa oturup Masal'la ilgilenip sohbet ettik.
"Eve geliyordum ki yolda eski bir arkadaşımı gördüm. Biraz muhabbet ettik, onun yanındaydım yani... Ee, sen bugün ne yaptın?"
Söylemek istediğim şeyi Araf'a bakarak anlattım: "Amaaan, beni boş ver canım, bomboş bir gündü işte... Sıradan bir kahvaltıyı, sıradan biriyle, sıradan bir yerde, sıradan bir sohbet ettik." Hiçbir şey anlamadı. Bugün tuhaf davrandığımı fark etmişti.
Araf, koltuktan doğrulup ciddi bir ses tonuyla bana keskin bir bakış attı: "Bunu hak ettiğin için sana öyle davranıyorum."
Sakin kalamayıp, "Lütfen evimizden gider misin?" dedim.
"Bir daha bana sesini yükseltme, Alisa!" Benden çok o sesini yükseltiyordu. Oturduğum yerden ayağa kalktım: "İstediğim kadar yükseltirim, burası benim evim! Senden mi korkacağım?"
"Yerinde olsam korkardım." Aynı şekilde Araf da oturduğu yerden hızla kalkmıştı.
Zil çalınca kim olduğunu merak edip baktım. Bu saatte kim gelmiş olabilir diye düşündüm. Gelen Halide Hanım'dı. Muhtemelen bağırışlara gelmişti. Hemen içeri girdi. Gözü birini arar gibi etrafına bakındı. Elindeki oklavayı havada sallayarak Araf'a doğru hızla gitti: "Sen yine mi geldin buraya? Seni ırz düşmanı! Ben sana, 'rahatsız etme kızımı' demedim mi?"
Üçümüz de Halide Teyze'ye bakıyorduk. Yaşından beklenmedik bir hamlede bulunup elindeki oklavayla şakasına değil, gerçekten Araf'a vurmaya başladı. Ne olduğunu bile anlamadan ilk darbe Araf'ın koluna geldi. Halide Teyze gaza gelmiş gibi hem vuruyor hem konuşuyordu: "Gecenin bir yarısı gelmişsin burada bizim kıza bağırıp çağırmaya utanmıyor musun, ha!"
Halide Teyze'ye gaz verir gibi ekledim: "Utanmaz, o utanmaz!" Sözü tekrar Halide Teyze aldı: "Ben sana bu kızın yakasını bırakacaksın, demedim mi?"1
Araf neye uğradığını şaşırmıştı. Kendisini savunmak için Halide Teyze'ye sesini yükseltti: "Ben de kızınızın meraklısı değilim!"
Ellerimi belime koyup sordum: "O zaman bu saatte niye buradasın?" Halide Teyze oklavayı indirdi: "Hadi, cevap ver kıza!" Söyleyecek bir şey bulamayan Araf sustu.1
Halide Teyze, attığı onca dayaktan sonra artık durulmuştu; imayla karışık bir ses tonuyla "Noldu, sustun? Az önce bağırıyordun."
"Eğer bu kızı seviyorsan, bağırıp çağırma. Gün gelir pişman olursun ama iş işten geçmiş olur. Ben senden hiçbir şey anlamadım. Hem kızın kapısında sabahlıyorsun, hem de akşama buraya gelip kavga çıkarıyorsun."
Az önceki sinirim hâlâ geçmemişti. Üzerime bir durgunluk geldi. Halide Teyze'ye döndüm: "Hayallerimle oynadı resmen, Halide Teyze..." Sahte gözyaşı döker gibi elimi yüzümle gizlemeye çalışıyordum. Güldüğümü sadece Masal ve Araf fark etmişti.
"İnanmayın, Halide Hanım, gerçekten ben öyle bir şey yapamadım," diye savundu kendini ama Halide Teyze rolüme inanmıştı. Kaşlarını çatıp kızdığını belli ederek Araf'ı susturdu: "Sus, hem suçlu hem güçlü! Senin bu kızın duygularıyla oynamaya ne hakkın var, oğlum?"
"Ben kimsenin duygularıyla oynamadım, bizim aramızda bir şey yok ki."
"Bu kız niye ağlıyor o zaman?"
Araf, seninle sonra hesaplaşacağız der gibi bana baktıktan sonra Halide Teyze'ye döndü: "Ben bir şey yapmadım."
"Ben onu bunu anlamam. Her gece gelip burada kavga çıkarma. Git, aile büyüklerinden birini al, gel bu kızı gönül hoşluğuyla iste. Yok, ben yapmam; ben sadece bu kızla gönül eğlendiriyorum, diyorsan, o zaman bir daha bu evin önünden bile geçme. Yoksa kafanı kırarım!"
Gözlerini bana dikerek cevap veren Araf, ciddi bir ses tonuyla kabul etti: "Tamam. Öyle olsun. Yarın akşam geleceğim."1
İkimiz de şok olmuşçasına Araf'a baktık. Halide Hanım ise elindeki oklavayı bırakmış, zafer kazanmış gibi göğsünü kabartarak son sözünü söyledi: "İyi o zaman, hadi şimdi sen evine git! Çiçeğini, çikolatanı hazırla; yarın akşam istemeye gelirsin."
Şaka yapıyor zannettik. Araf, Halide Hanım'a pek de samimi olmayan bir gülüşle vedalaşıp evden çıktı. Sorunu hallettiğini zanneden Halide Hanım, evine gidip bizi yalnız bıraktı.
Araf'ın sözlerini ciddiye almamıştım. "Gelmez ya, Halide Hanım dedi diye gelip beni isteyecek hâli yok. Boş ver, ben çok da umursamadım zaten." dedim.
O gece gözüme gram uyku girmedi. Yatakta döndüm durdum. Araf'la yaşadıklarımı düşününce böyle bir şeyin imkânsız olduğuna karar verip sabaha karşı uykuya daldım.
Saat öğleye yaklaşırken Masal, odamın içine telaşla girdi: "Allah'ım, nedir bu başımıza gelenler? Alisa, uyan! Öğlen olmuş, sen hâlâ uyuyorsun!"
Gözlerimi güçlükle açmayı başardım. Yeniden kapattım. Dün gece uyumadığım için başımın ağrısını şu an hissediyordum. Uyanmıştım ama yataktan kalkmak zor gelmişti.
Mırıldandım: "Masal, senin okulun yok mu? Ha, neden tepemde dikiliyorsun ve neden hâlâ buradasın?"
Elindeki telefonu sallayarak bir şeyler anlatmaya çalıştı: "Kalk, çabuk! Akşam seni istemeye geliyorlar. Bir şeyler yapmamız lazım, kalk hadi!"
"Masal, beni uyandırmak için daha saçma bir şey bulamadın mı?"
"Gökay aramıştı, açmadım ama mesaj atmış; akşam için hazırlanın yazmış. Alisa'yı istemeye geleceğiz, diyor. Kalk hadi."
Dikkatim dağılmıştı. Yataktan doğrulup Masal'a alay eder gibi sordum: "Sen de Gökay'ın lafına inandın, öyle mi?"
"Niye inanmıyorsun? Dedesiyle birlikte bu akşam seni istemeye geliyorlar."
Kendi gözlerimle görmek için telefonu elime alıp mesajlara baktım.
Masal, Alisa'yı bu akşam istemeye geliyoruz.
Hamdi dede yolda geliyor. Şaka yapmıyorum, ciddiyim. Bizim dedemiz, tanıdığın dedelere benzemez. Kafaya koyduğunu yapar. Siz şimdiden düğün hazırlıklarına başlayın derim. ;)
Kalbim heyecandan mı, yoksa korkudan mı bilinmez, hızla atmaya başlamıştı. Telefonu bırakıp yataktan kalktım. Banyoya gidip hızlıca duş aldım. Saçlarımı kurutup giyindim. Yatağımı topladım ve kendimi dolaptan ne giyeceğime karar verirken buldum. Ne yapıyordum ben? Dolabımın kapağını kapattım ve yatakta oturdum. Hazırlanmalı mıydım, yoksa hiçbir şey olmamış gibi mi davranmalıydım?
Belki Gökay sadece bizimle eğlenmek istemiştir diye düşündüm. Onun yapmayacağı şey değildi.
O sırada telefonum çaldı; gelen aramayı görünce elim ayağım birbirine girdi. Heyecanlanmadan kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum. Ardından aramayı cevapladım: "Günaydın müstakbel yenge adayı."
"Gökay, söylediklerin doğru mu, yoksa bana yalan mı söylüyorsun?" Alay etmeyi bırakıp ciddi bir ses tonuyla konuştu: "Adam gözlerimin önünde akşam için dedesini bile aradı. Bu adam ta nerelerden geliyor, senin haberin var mı? Yarım saat sonra gidip onu havaalanından alacağım. Haberin olsun istedim, sonra eve geldiğimizde donup kalmayın diye söyledim. Bu iyiliğimi de unutma sakın."
"Gökay, söyle gelmesinler, bir şekilde ikna et onları lütfen."
"Artık çok geç... Allah şimdiden sabırlar versin." deyip telefonu yüzüme kapattı.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
48.97k Okunma |
1.96k Oy |
0 Takip |
40 Bölümlü Kitap |