
Doktorun adımlarını duyduğum an, ona doğru yaklaşmıştım. Bekliyordum... ama yine de hiçbir şeye hazır değildim.
“Hasta çok kan kaybetmiş. Biz elimizden geleni yaptık, fakat...”
Devamını getirmeyip susmuştu. Bu sessizliğin nedenini bildiğim halde kabullenmek istemiyordum. “O ne demek doktor bey?” dedim zor bela. “Gökay yaşayacak, değil mi?”
“Maalesef... Gökay Bey’i kaybettik. Başınız sağ olsun.”
Dizlerim çözüldü. Ayakta duracak halim kalmamıştı. Bir yere tutunmak istedim ama boşluktaydım sanki. Düşerken beni tuttu.
“Hayır...” dedim. “Ölmedi. Gözümle gördüm. Ellerini oynattı. Konuştu benimle. Ölmüş olamaz.”
Doktor üzgün görünüyordu ama kelimeleri buz gibiydi: “Buraya geldiğinde nabzı çok düşmüştü. Elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalıştık fakat.. yaşasa bile bitkisel hayat dışında bir seçeneği olmayacaktı.”
Bir adım geri attım. Başım ağırmaya başlamıştı. Onun dokunuşundan da, sözlerinden de uzaklaşmak istedim.
“Hayır.. anlamıyorsunuz.. o yaşıyor! Gökay ölmedi!”
Doktor sakin kalmıştı. “Beyefendi, acınızı anlıyorum. Oturun, başınız kanıyor.”
Kan? Umrumda değildi. O an sadece bir şey dönüp duruyordu zihnimde. Ben şimdi ne yapacağım? En sevdiğim insanı kaybettim. Hayatımın geri kalanı ne olacak? Gökay yoksa, hiçbir şeyin anlamı kalmadı.
Doktor maskesini indirip beklenmedik bir şekilde gülümsedi: “Üzülmeyin Araf Bey. Gökay gerçekten çok iyi biriydi.”
Adımı söylediğinde nedensiz bir merakla sordum. “Sen.. sen benim adımı nereden biliyorsun? Gökay’ı tanıyor muydun?”
Gözleri irileşmişti. "Tanımam mı? Kendisi tam bir üç kağıtçıydı.”
Sözleri beynime şimşek gibi indi. Bu kadar acının içinde, arkadaşımın ardından bu şekilde konuşmasına tahammül edemezdim. Onu yakalayacakken bir anda eli omzuma dokundu ve dudaklarından şunlar döküldü: “Merak etmeyin... Gökay Bey şimdi cehennemde cayır cayır yanıyordur.”
O an ayağa kalktım, yakasına yapıştım. Gözüm hiçbir şey görmüyordu.
Doktor yine aynı ilgisiz tavırla ellerini havaya kaldırdı: “Lütfen sakin olun. Benim bir suçum yok. Bunları size söylememi isteyen Gökay’dı.”
Zaman dondu sanki sorgulayarak baktım: “Yani.. hepsi yalan mıydı? Öldü demedin mi sen az önce?”
Gözleriyle içeriyi işaret etti: “Hesabı içeridekine sorun. Ben sadece Gökay’ın söylediklerini size ilettim.”
Bir an sustum. “Hani ölmüştü? Hani yaşasa bile bitkisel hayatta kalacaktı?”
Sözlerim çok komikmiş gibi bir kahkaha atarak söyledi: “Hiçbir şeyi yok. Biraz dövmüşler sadece. Yoksa taş gibi sağlam maşallah. Seni beni bile gömer.”
“Nerede o? İçeride mi?” diye bağırdım. Bacaklarım kendiliğinden ameliyathaneye yönelmişti ama doktor koluma girip durdurdu.
“İç kanama riski olduğunu söyledik ama dinlemedi. Kendi isteğiyle onu normal odaya aldık. Yanına gidebilirsin.” dedi ve omzuma dostane bir dokunuşla vurarak koridorda kayboldu.
O an hiçbir şeyin önemi yoktu, tek düşüncem onun yüzüne bakmaktı. Sinirimden ellerim titriyordu. Öldü sanmıştım. Birkaç dakika önce toprağa koyacak kadar kabul etmiştim yokluğunu… Şimdi yaşadığını öğrenmek beynimdeki tüm dengeleri alt üst etti.
Gözlerimle her köşeyi tarayarak odayı bulmaya çalıştım. Sonra Gökay'ı gördüm. Hasta odasının kapısından yavaşça çıkıyordu. Ayağa kalkıp yanına yürürken, o haliyle yüzleşince öfkem birden dağılmıştı. Üstü başı hırpalanmıştı. Gözümde hâlâ baygın, kana bulanmış hali vardı. Onu kollarımda taşırken nasıl da hissizleşmişti elleri…
“Ben seni kendi ellerimle buraya getirdim..” dedim sessizce, boğazıma bir yumru oturmuştu. “Her tarafında kan vardı... Ölü gibiydin.”
“Anlatacağım.” dedi. “Ama önce buradan çıkalım. İlaç kokusu midemi bulandırıyor.”
Onu durdurdum. “Bu hâlde nereye gidiyorsun? Doktor iç kanama geçirme riskin olduğunu söyledi.”
“El âlem geçirmiyor da ben mi geçireceğim?” dedi alayla. “İki çizikle ölmeyiz, merak etme.”
Sustuğumda kendimi onun adımlarına uydururken buldum. Şaşkındım. Beni hâlâ bir hayal gibi takip eden o görüntünün ardından şimdi onun yürüdüğünü görmek.. karmaşık bir huzursuzluktu. Temiz havayı içine çekerken gözlerindeki yorgunlukla benim içimdeki yalnızlık birbirine karıştı. Sanki az önce ölümün kıyısından geçmemiştik gibi…
Arabaya yöneldik. Kafamın içi sorularla doluydu, ve artık susmak istemiyordum.
“Sen yerde yatarken.. bizi duyuyor muydun gerçekten?” diye sordum, gözlerimi kısıp yüzüne baktım. “Her yerin kan içindeydi. Her şeyi geçtim, baban seni gözümün önünde silip attı. Ona nasıl bu kadar sessiz kaldın?”
Sanki beni duymamış gibi kafasındaki sargıyı çıkardı, kaşları çatılmıştı. Arabaya binip harekete geçtikten sonra o sargıyı avuçlarının içinde sıktı. Gözlerini yoldan ayırmadan konuşmaya başladı: “Deden anlatmıştır belki.. havaalanı dönüşü korna çalan heriflerin yanına gittim. Kavga ettik. Ben bir, onlar sekiz kişiydi... Çoğunu yere serdim sonra başkaları da geldi. En son babam da geldiğinde adamlarını yerde bulunca deliye döndü. Çatacak yer aramasına gerek yok..Tabii ki orada her şeyin suçlusu bendim! Bağırdı, çağırdı, kolumdan tuttuğu gibi içeri tıktılar beni. Sonra sen geldin işte…”
Sustum. Gözlerimi yola çevirdim ama düşüncelerim hâlâ onun nabzının zor alınabildiği, nefes alamadığı o andaydı.
“Nabzın düşmüştü, nefes almıyordun...” dedim, sanki hâlâ o gerçekliği değiştirmeye çalışır gibi.
Umursamaz bir ifadeyle gözlerime baktı: “O kadar kan kaybettim, nabzımın düşmesi çok normal.”
Yutkundum. Bir soru boğazıma takılmıştı, sonunda çıkıverdi: “Baban senden bu kadar nefret ediyorsa.. neden öldürmedi?”
Başını geriye yasladı. Gözlerini kapadı. Omuzları düştü. “Bilmiyorum...” dedi sadece. “Belki.. merhamet etti.”
İçimde bir şey acıdı. “Baban merhamet etmez, Gökay..” dedim soğuk bir sesle. “Bunu sen de biliyorsun, ben de.”
“Hâlâ kardeşimin ölümüne sebep olduğumu düşünüyor.”
Kendini suçlu hissediyordu. Sonucunu asla tahmin edemeyeceği bir hata yapmıştı ve bu da kız kardeşinin ölümesine sebep olmuştu.
Aslında Gökay hep intikam almanın yollarını arıyordu. Bir gün mutlaka ona bunu yapanlardan acısını çıkaracaktı.
Gökay’ın gözkapakları titredi. Sessizce, sanki uykuya teslim oluyormuş gibi başı yana düştü. Onu böyle görmeye alışkın değildim. Güçlüydü. Dik dururdu. Şimdi... şimdiyse paramparçaydı.
İçimden geçenleri bastırmaya çalıştım. “Sana bunu revâ görenler hâlâ dışarıda nefes alıyor.”
Gözlerini açmadı. Belki duymuştu, belki de duymamayı tercih etmişti. Ama o anda bir şeyden emindim: Artık bu olay sadece onun mücadelesi değildi.
Bunu tam da söylemek istiyordum ki... Telefonum çaldı.
Alisa arıyor...
Bakışlarımız birbirine kilitlendi. Unuttuğumuz gerçekliğe geri dönmüş, tek kelime etmemiştik. Gökay, canı yanıyor olmasına rağmen gülümsedi. Saat geceyi çoktan geçmişti. Cevap vermedim. Telefonun kendiliğinden kapanmasını bekledim. Bu sadece bir süreliğine kaçış olabilirdi. Alisa bana ulaşamadıkça daha çok arayacaktı.
Gökay üzerindeki kanlı giysilere baktı. “Şu hâlimizle onların yanına gitmeyelim. Kıyafetleri değiştirsek iyi olur.”
Haklıydı. Dedem bizi bu hâlde görse… tansiyonu tavan yapardı.
Eve uğrayıp kıyafetlerimizi değiştirdik. Aceleyle ve sessizce. Yalnızca üstümüzdekileri değil, içimizdeki yorgunluğu da çıkarıp atmak istedim ama nafile. Ne giysem içim yine aynı kalıyordu.
Alisa’nın evine doğru tekrar yola çıktık.
Gökay camı hafifçe indirip dışarıya derin bir nefes verdi. Ardından dudaklarının arasından süzülen cümleyi neredeyse rüzgâr alıp götürüyordu: “Yanına gelmemi kendisi istedi. Sadece hâl hatır soracaktım.. adamlarını üstüme saldı.”
O kadar alışmıştım ki babasının zalimliğine.. ama bu sefer farklıydı.
“Çok acımasız bir baban var.” dedim. “Üzerine yapışan bu suç lekesi silinmedikçe seni asla affetmeyecek.”
Cevap vermedi. Gözlerini kaçırdı. Umursamıyor gibi görünüyordu ama ben onun gözlerinin derininde her şeyi gördüm.
Sessizlik aniden dağıldı. Bunları konuşmak istemiyordu. Konuyu değiştirdi. “Sen Alisa’yla gerçekten evlenmeyecek misin? Hadi kardeşim, artık inadı bırak. Seviyorsun işte. Söyle kurtul.”
Gözlerimi dışarıya çevirdim. Karanlıkta salınan ağaçları izledim, sanki cevap orada saklıymış gibi. “Alisa benim ne hissettiğimi çok iyi biliyor. Ben bu saatten sonra hiçbir kıza güvenmem.”
Bir anda emniyet kemerini çözdü, belli ki sabrı taşmıştı. “Sen bugün bir şeyler planlamıştın.. Kızı rezil ettiğine değdi mi? Başın göğe ermiştir umarım!”
Kafamı eğip olumsuz anlamda başımı iki yana salladım. “İlk planım işe yaramadı. Her zamanki gibi hiçbir şeyi başaramaz diye düşünüyordum. Ama eve gittiğimde... her şey hazırlanmıştı. Halide Hanım da oradaydı. İlk defa şaşırttı beni. Eğer sen ortadan kaybolmasaydın.. belki de bugün Alisa’yla evliliğe bir adım atmış olacaktık.”
Beni alaya aldı ama arkasında ciddi bir imâ vardı. “Artık seni iyi tanıyor. Ne yapacağını sezmiş. Peki ya sen? O anda ne hissettin?”
O anı tekrar yaşadım. Alisa gözümün önünde belirdi. Ne kadar uğraşsam da o bakışından kaçamıyordum. Gülümsedim. Direksiyona sıkıca tutunmuştum ama duygularım o kadar sıkı tutulmamıştı belli ki.
Gökay başını salladı. “Sen bayağı etkilenmişsin. Ateş bacayı sarmamış, küle döndürmüş. Şu hâline bak, gözlerin bile bir başka gülüyor. Söylediğin yalana bari kendini inandır, öyle konuş.”
Kaçamak bir gülümsemeyle cevap verdim:
“Neyi ispat edeceğim? Sadece o an… alışılmış hâlinden farklıydı. O kadar.”
Gözlerini devirdi ama sesi yumuşaktı. “Şimdilik bu kadarı bile yeterli. Aman neyse ne.. daha önemli bir sorunumuz var: Saat iki. Şimdi bu saate kadar ne yaptınız diye soracaklar. Ne cevap vereceksin düşün bakalım?”
İçim daraldı. “Allah kahretsin dedeme ne desem boş. Saat çok geç!”
Gökay kafasını apartmanın olduğu tarafa çevirdi: "İnelim hadi, baksana hâlâ ışıklar açık. Belli ki bizi bekliyorlar."
Arabadan inip merdivenleri çıkmadan önce kıyafetlerimize çeki düzen verdik ve zili çalıp açılmasını bekledik. Birbirlerimize bakıp hiçbir şey olmamış gibi gülmemeye çalışarak durduk.
İkimizde kapıyı telaş içinde açan Alisa'ya döndük. Gözlerine inanamadı. Hâlimiz ortadaydı. Yüzümüze bakıp kaşlarını çattı: "Sonunda teşrif ettiniz demek, hiç gelmenize gerek yoktu. Biz de birazdan polise kayıp ilanı vermeye gidecektik... Nerdesiniz bu saate kadar? Öldük meraktan."
Gökay yüzü görünmesin diye gülmeyi bırakıp ciddiyete büründü. Beni cephede tek bırakmasa da sorular karşısında sessiz kalmıştı. Alisa hâlâ kaşlarını çatmış bir açıklama bekliyordu. Saat o kadar geçti ki ne söylesem inanamayacaktı. Hiçbir şey söylemedim daha çok sinirlendi.
Evin içine adım attığımda, bütün yüzlerde aynı soru vardı: “Neredeydin?”
Hiçbir yüz, içimdeki fırtınadan haberdar değildi. Gökay sessizce süzüldü içeri.
Alisa’nın bakışları kılıç gibiydi. Her kelimesi, her nefes alışında gizli bir savaş niyeti vardı. “Nerdesiniz bu saate kadar?” diye sorusunu yineledi.
Dedemin öfkesi, abimin bakışlarındaki hayal kırıklığı, Halide Hanım’ın çatılmış kaşları... Hepsi üzerime çökmüştü.
Dedem, Gökay'ı merak edip sorgularken ben de durumu fırsat bildim. Soluklanmama bile izin vermeden bağırıp çağırarak bu saate kadar nerede olduğumuzun hesabı soruldu.
"Ulan serseriler saat kaç haberiniz var mı? Biz buraya kız istemeye geldik şu halinize bakın. Savaştan çıkmış gibisiniz. Kaç kez aradık insan telefona bir cevap verir."
Hiç konuşmadan öylece ayakta duruyordum. Alisa da dedeme hak vererek heyecanla başını sallıyordu. Gökay'ı kurtaracağım derken yorgun düşmüştüm.
Sıktığım kravatı çözüp, gömleğimin düğmelerini açtım ve rahat bir nefes almak istedim. Bütün gözler üzerimdeydi ve kimseden çıt çıkmıyordu. Sanki karşımda dedem yokmuş gibi açıkladım: "Geldik işte, ne bu telaş? Gören de önemli bir gün zanneder."
Sessizlikte boğulan gerginlik, Alisa’nın gözlerinde büyüyüp taşmıştı zaten amacım onu sinirlendirmekti. Göğsünde bağladığı ellerini çözerek yüzüme bakmaya başlamasından kızacağını anladım. O, bugünü mahvetmeye dünden razıydı. Öfkesini içinde daha fazla tutamadı: “Önemsiz bir gün için bu kadar insanı neden topladın?” dedi. Bir günün önemli olup olmaması, insanın ne yaşadığıyla ölçülüyordu bana göre. Ama o bunu göremiyordu.
Hemen yanımdaki koltuğa oturmaktan vazgeçip Alisa'ya döndüm: "Bir daha benimle konuşurken sesini yükseltme. Konuya dönecek olursak, herkesi buraya toplamamın nedeni..."
O sıra gözüm arkadaşıma takıldı. Gökay yapma, der gibi kaşlarını kaldırınca
Alisa gerginliği arttırmakta olan sessizliği bozdu: "Dur.. bir şey söyleyeceksen önce ben konuşacağım." Bu benim de işime gelirdi.
Gözler Alisa'ya döndü. Herkes ne söyleyeceğini merak eder gibi yüzüne bakıyordu.
Kalabalığı umursamayıp sözünü direkt bana söyledi: "Bu kadar insanın toplanma nedeninden önce, beni zerre kadar sevmediğini hatta insan yerine bile koymadığını biliyorum. Sırf buraya beni küçük düşürmek için geldin. Bunları söyleyeceksen, boşuna nefesini tüketme, çünkü ben zaten biliyorum! Buradakilerin de öğrenmesi hiçbir şeyi değiştirmeyecek! Niyetin beni üzmekse tamam, yine sen kazandın Araf!"
"Niyetim sadece seni üzmek olsa bunu tek başıma da yapabilirdim." Sözlerimden sonra Halide Hanım ve dedem fenalaştılar. Onlar tansiyonlarını ölçerken, Alisa eline ne geçerse üzerime atmaya başladı. Gökay engel olmak şöyle dursun, kılını bile kıpırdatmaya yeminliymiş gibi öylece bakıyordu.
Alisa, kimseyi dinlemeyip bana kızmaya devam etti. En son eline küçük bir biblo alıp, hızla bana atınca isabet ettiremediğine daha çok kızmıştı.
Küçük heykel yanımdan geçip yerde paramparça oldu. Böyle giderse tartışma kanla bitecek gibiydi. Olsun yine de çok eğlenmiştim. Gıcık bir ifadeyle baktım: "Sen aklını mı kaçırdın? İnsan müstakbel kocasına bunu fırlatır mı? Çok ayıp!" Dalga geçtiğimi anlayıp elindekileri bıraktı. Alisa'nın gözleri alev alevdi.
“Seni parçalasam bile hırsımı alamam!” dedi titreyen sesiyle. "Artık sana olan nefretimi tarif etmekte zorlanıyorum. Evimi hemen terk et Araf, yoksa seni mahvederim! Bir daha sakın buraya gelme, kenarından bile geçme."
Kıyametin eşiğinde bile ona oyun oynamaktan vazgeçmedim: "Beni kovuyor musun yani? Kovamazsın güzelim, çünkü bunu sen başlattın."
Dedem araya girerek bizi sakinleştirmeye çalıştı: “Evladım!” dedi. “Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Araf, kendine gel.” Bir yandan dedem demediğini bırakmazken, Alisa üzerime atacak başka bir şey bulmamıştı.
Ama ben hâlâ gözlerimi Alisa’dan alamıyordum. O ise bir hançer gibi bakışlarını üzerimde dolaştırdı: “Bu konu burada bitmiştir. Yüzünü bile görmek istemiyorum."
O an herkes onun tarafındaydı. Hatta dedem bile... Sadece Gökay bir köşede, sırtını koltuğa yaslamış, olan biteni film gibi izliyordu.
Dedemle ittifaklarını bozmak için elimden geleni yapacaktım ama tek bir söz daha söylersem göze batacağımı biliyordum. Yalnız konuşmamız gerekiyordu. Alisa'nın kolundan tutup dışarı çıkarmak zor olacaktı. İmkansızı zorlayıp şansımı denedim.
Sokağa adım atar atmaz yeniden yüzleştik. "Sen dün bu adam benim duygularımla oynadı diye ağlamıyor muydun? Şimdi istemeye gelince neden itiraz ediyorsun? Dün benim için ağlıyordun da bugün niye istemiyorsun?" duraksadı, çünkü haklıydım. Hem benimle oyun oynamış hem de şimdi evlenmekten vazgeçiyordu.
"İki kişi birbirini seviyorsa, karar verip evlenirler. Evlilik tek kişinin söylemesiyle olmaz. Her istediğini böyle elde edemezsin."
"Çok konuşuyorsun.. hiçbir şey değişmeyecek. Yani nasıl olsa evleneceğimizi öğrenmiştin.. Son sözü hep dedem söyler yapacak bir şey yok."
Kabullenmedi. Aklına bir şey gelmiş gibi gülümsedi: "Deden gerçeği bilmiyor öyle değil mi? Şimdi geçmişte bana yaptıklarını duysa acaba sana ne yapar?"
Dedem, Alisa'ya gül gibi baktığımı zannediyordu. Gerçeği öğrenirse beni öldürmekten beter hâle getireceğini biliyordum.
Alisa hızla merdivenleri çıktı. Ona engel olamazsam her şeyi mahvedecekti. Koşup hemen yetiştim. Kaçmaması için kolundan tuttuğum sıra dedemden korktuğumu zannedip yüzüme gülümseyerek baktı. Son kata gelmeden önce onu yakalamış ve nefessiz kalmıştım.
“Ne oldu?” diye sordu sinsi bir gülümsemeyle. “Yüzün bembeyaz. Korktun değil mi?”
Elini omzuma koydu, sanki dostmuşuz gibi: "Keşke daha önce aklıma gelseydi. Neyse kısmet bugüneymiş. Er kişi niyetine..."
Tam gidiyordu ki onu tekrar yakaladım. Erken sevinmişti. Şimdi sıra bendeydi. Gözlerine bakıp çok şey söylemek istiyordum ama sadece "Dur.. yoruldum." Diyebilmiştim. Birbirimize yakın duruşumuz herkes için yanlış anlaşılınca etrafımızdaki insanları fark etmiştik. Halide Hanım yalandan öksürür gibi yaptı. Hemen Alisa'yı bıraktım. İçeri geçip sessizliğe gömüldük.
Dedem her ikimize de baktı. Sustuğumuzu görüp meseleyi hallettiğimize inanmıştı. En baştaki koltuğa geçip oturdu. Herkes sessiz olmuş, dedemin sözlerini dinliyordu: "Vakit geç, sözü uzatmamak gerek.. Allah'ın emri, peygamberin kavli ile kızınızı oğlumuza istiyoruz." Apartmandaki olaydan sonra tek kelime etmek istemedim. Gökay alttan alttan gülmemek için zor durunca Masal hafifçe arkadaşıma vurdu.
Halide Hanım, Alisa'ya dönüp sessizliğini sürdürerek kararını vermiş gibi tekrar kalabalığa döndü: "Verdik gitti. Allah mutluluklarını daim etsin inşallah."
İşgüzarlığı tutan arkadaşım herkesten evvel ayağı kalkıp kalabalığa döndü: "Verin ben takayım yüzükleri. Bilen bilir.. ben herkese uğur getiririm." En son gittiği düğünde türlü vukuatlarla dönüşünü hatırlayıp gülümsedim.
Dedem, bizim delinin sözüne güvenerek yüzükleri eline tutuşturdu. Gökay'dan beklenilmeyecek bir ciddiyetle tören bitmişti. Herkesin bir anda durulmuş olması tuhaftı.
Gökay yediği dayaktan olsa gerek nefes alamıyormuş gibi tekrar sandalyeye çöktü. Masal meraklı gözlerle Gökay'a ne olduğuna bakarken, parmağındaki yüzüğü çevirmeye devam eden Alisa'ya başımı çevirdim. Meydan okur gibi kulağıma söyledi: "Evlenme teklifini bekliyor olacağım."
Ben ise yüzümde sahte bir tebessümle mırıldandım: “Bunu benden bekliyorsan, sadece hayal kurmuş olursun.”
Hiç kırılmadı, aksine göz kırptı: “Öyle olsun...”
Korkmadığının farkındaydım. Onun kafasında yeni bir oyun başlıyordu. Fazla mutluydu.
“Yine neyin peşindesin?” diye sordum.
Dedeme gerçekleri söylerse benden intikamını almış olacaktı. Yalandan gülümseyerek baktı: “Hiçbir şey. Sadece seninle ne kadar mutlu olacağımızı düşünüyordum.” Sesinde zehir gizliydi. Ama gülümsemesi sarıp sarmalıyordu.
“Sen hâlâ mutlu olacağımızı sanıyorsun. Ama ben seni incitirken daha mutluyum. Sen bu rolle yaşamayı seçtikçe, ben daha fazlasını oynarım.”
Gece bitti. Herkes dağıldı. Odama geçince yüzüğü çıkarıp dolaba koydum. Nasılsa kimse birkaç gün uğramazdı. Bir iç çekişim vardı, sadece ben duymuştum.
Ama bir tek şeyden emindim: Bu sadece başlangıçtı.
***
Misafirleri uğurladıktan sonra kapıyı kapatıp, anında parmağımdakini çıkardım ve odama gittim. Yüzüğü komodinin üzerine bıraktığım gibi içimi bir huzursuzluk kapladı.
Türlü kabuslar eşliğinde uyumaktan bıkmış ve gidip salonda yatmak istemiştim.
Sabah kalktığımda acele ile giyinip dışarı çıktım. Yalnızken kafa dinleyebileceğim bir yere geçip oturdum. Dersim başlamadan soluğu okulda alıp, bir günü daha bitirmeye çalışıyordum. İçimden eve dönmek gelmiyordu. Bir süre dışarıyı seyretmeye dalmıştım ki yanıma görünüşü tuhaf olan bir kadın oturdu. Müsaade bile istememişti. Kaşlarımı çattım.
Gözlerini yüzüme dikti: "Ben de her yerde seni arıyordum. Biraz konuşabilir miyiz?" Emrivaki yapıp sonra ricada bulunması dengemi alt üst etmişti.
Onu daha önce görmüş gibiydim ama bende uyandırdığı his o kadar hayret vericiydi ki ben tek kelime etmeden o söze başladı: "Mesaj atmıştım. Beni hatırladın mı? Adım Yeliz. Erdal'ın kızı..." Tanışmak için elini uzattı ve memnuniyetle gülümsedi. Erdal der demez buz kesmiştim. Hızla elini geri çektim. Ona olan tavrımı çok net hissetiriyordum. Uzatmadan konuya girdi.
"Buradan kaçıp gitmeden önce sana yardım etmek istiyorum. Anlaşılan haberleri takip ediyorsun. Bu yüzden benimle aynı yerde olmaktan korkuyorsun. Ben.. o adamdan başka kimseye zarar vermem. Üvey kardeşimin katili ben değilim."
Yalan mı söylüyor yoksa gerçekten oyun mu oynuyordu?
Sağına soluna bakındıktan sonra parmağının ucunu göstererek birini işaret etti: "Şu adamı görüyor musun? Saatlerdir sana bakıyor. Hiç dikkat etmiyorsun. Etrafındakilerin farkında değilsin."
Kadın direkt adamı işaret edince kafamı çevirip baktım. Bizim ona dikkat kesildiğimizi görmüş, hemen kafasını öteki tarafa çevirmişti.
Yeliz masaya eğilip gizli bir şey söyleyecekken çalan polis sirenleriyle hızla ayağa kalktı. Arkasına bile bakmadan kaçarak uzaklaştığını görünce peşinden gitmeyi düşünüp hesabı ödedim. Tam dışarı çıkmıştım ki işaret edilen adam, birden karşıma çıktı.
Onu umursamayıp Yeliz'in peşinden gitmeyi planlıyordum, kolumdan tuttuğunu anladığımda ani bir hareketle yüzüne kafa atmıştım. Bu yaptığımla kendi başımı daha çok ağrıtmış olmama rağmen adamın burnundan oluk gibi kanlar akmaya başladı. Eliyle hafifçe burnuna dokunarak yüzünü buruşturdu.
Bu zamana kadar kimseye böyle bir harekette bulunmamıştım. Masal'ın öğrettiği teknik işe yarıyor mu diye kontrol ettiğim adam, birden kolumu bıraktı.
"Hanımefendi siz manyak mısınız?"
Adamı yakasından tutup hesap sormayı düşünüyordum ama kıyafeti buna uygun değildi. Suçlu olması yetmiyormuş gibi bir de hakaret ediyordu. Derhal sinirli hâlime geri döndüm: "Kendinden pay biç. Ben durduk yere kafa atmadım. Sen gitmeme mâni oldun ben de seni nazikçe uyardım."
Burnundaki kanı peçeteyle durdurdu ve yüzüme baktı: "Çok nazik bir uyarıydı gerçekten... Yanlış anladınız.. ben gazeteciyim. Amacım sizden haber almaktı."
Elindeki yeterince kana bulanmıştı. Adama mendil uzatıp kanamasını durdurmasına yardım ettim. "Alnında gazeteci yazmıyor. Sen bana o şekilde yaklaşınca.. neyse birbirimizi yanlış anladık. Ne hakkında haber yapıyorsunuz?"
Burnundaki peçeteyi sıkı sıkı tutuyordu. Sesi genzinden gelmeye başladı: "Biraz önceki giden kadın hakkında..."
Kaşlarımı çattım. "Boşuna burnunu kırdık desene.. ben o kadını tanımıyorum."
İnanmamış gibi başını salladı. Mendili burnundan çekti: "Gözlerimle gördüm. Masanıza gelip oturdu. En azından size ne söylediğini bizimle paylaşabilirsiniz. Erdal Hakkı Güner'le olan davanız..."
Kimseye açıklama yapmak zorunda değildim. Çıkıp gitmeden önce son sözümü söyledim: "Dava benim davam. Bu konuyla ilgilenmezseniz sevinirim. Kanama devam ediyor. Siz en iyisi mendili tutmaya devam edin. İyi günler!"
***
Adamdan yakamı kurtardığım için sevinmiştim. O sıra telefonum çaldı. Adam çok uzaklaşmadan yanıma geri geldi. Gazeteciye ters ters bakmayı bırakıp ekrandaki ismi görünce alaycı bir ruh hâliyle aramayı cevapladım: "Sen beni arar mıydın? Hangi dağda kurt öldü acaba?"
"Çıkmışsın. Dersinin bittiğini söylediler. Yanına geleceğim, evde misin?"
Sıcaktan bunalmış, güneşe sırtımı dönerek birkaç adım atıp oradan uzaklaşmaya çalıştım. "Evde değilim, beni dışarda da bulamazsın."
Yüzsüz yüzsüz bilmiyormuş gibi "Nedenmiş?" Diye sordu. Gazeteci de bir türlü yanımdan ayrılmayınca hıncımı Araf'tan aldım: "Çünkü seni görmek istemiyorum." Bu sözden gazeteci de nasibini almıştı.
"Ben seni görmeye can atıyorum değil mi? Konum gönder, acil bir işimiz var."
"Kusura bakmayın Araf Bey. Benim artık sizinle herhangi bir acil işim olamaz. Zira dün takılan yüzüğü çöpe attım."
Gazeteci kimle konuştuğumu biliyormuş gibi ağzı açık söylediklerimi dinliyordu. Hemen küçük defterini çıkarıp bir şeyler not etti. Araf'la konuşmayı bırakıp gazeteciye döndüm: "Pardon beyefendi siz hâla benim yanımda niye kazık gibi dikilmeye devam ediyorsunuz? İşiniz gücünüz yok mu?"
Defteri çantasına koyup sordu: "Hanımefendi, az önce konuştuğunuz kişi Araf Türkoğlu değil mi?"
Bir dedikodu daha çıkmasın diye yalan söyledim: "Yok canım, sen de her adı Araf olanı o zannediyorsun. Benim konuştuğum adam, kendi hâlinde aza kanaat eden biri. Benim konuştuğum adam kiiim, Araf Türkoğlu kim?" Konuşmalarımıza Araf'ın şahit olması da ayrı bir meseleydi. Merakla ne söylediğimi dinliyordu.
"Aza kanaat etmek mi? Senin yanında biri mi var?"
Yanımdakini boş verip telefondakine döndüm: "Şu an senden daha önemli bir sorunum var, Araf. Kapatmak zorundayım. Sana adresi atacağım."
Gazeteciyle papaz olmaya devam ettim. Bu sefer telefonumun ekranındaki A ve T harflerinin Araf Türkoğlu olduğunu söyleyince herifi çıldırtana kadar inkar etmeye başladım: "Beyefendi daha kaç kez söylemem gerekiyor? A,T diye kaydettiğim şahıs Araf Teneşir. Soyadı Türkoğlu değil. Lütfen artık rahat bırakın beni." Aklıma uygun bir soyadı gelmediği için tamamen uydurmuştum. Gazeteciyle tartıştığımız sırada Araf bize doğru geliyordu. Yarım saattir adamdan kurtulmak için fırsat bekliyordum. Allah'tan gazeteci ikna olmak üzereydi ve arkasını dönüp gittiğini görür görmez hemen Araf’ın koluna girip onu zorla birkaç adım uzaklaştırabildim. Göz göze geldiğimiz anda yüzünde beklediğim o sitemli ifade vardı.
"Telefonu yüzüme kapattın." dedi gözlerini kaçırmadan. Cevap vermeye hazırlanırken rüzgarda dağılan saçlarımı kulak arkasına attım. "Ben telefonda ne söyledim sana, Araf?"
Cevabını duymak istemediğinden olacak, sustu. Gözleri parmaklarıma takılınca elimi tuttu, inceleyerek sordu: "Yüzüğün nerede? Gerçekten çöpe atmadın, değil mi?"
Aynı oyunu oynayıp bilmiyormuş gibi yaparak sağıma soluma bakındım: "Ne yüzüğü?"
"Nişan yüzüğünü tabii ki başka ne olacak? Neden takmadan dışarı çıkıyorsun?" Bana yüzükten bahseden adamın kendi parmağı bomboştu.
"Daha önce de yüzüksüz dışarı çıktım. Hiçbirinde kıyamet kopmadı." dedim. Araf, elimi tutmaya devam ediyordu:
"Yüzüğünü tak, Alisa. Hemen."
Tartışmayı yol ortasında sürdürmek istemesem de bu hâliyle beni bırakmayacaktı. Elimi çektim.
"Yanımda değil. Onu takmak istemiyorum."
Araf’ın sabrı taşmış gibiydi: "Yüzüğü parmağından bir daha çıkarmayacaksın." Kaşlarımı çatıp onu susturacak şeyi söyledim: "Seninkine ne oldu peki, bay çok bilmiş? Kıymetli yüzüğünü sen neden takmadın?"
Bahane bulmakta gecikmedi: "Dar geldi, yenisini almaya geldim. Buraya kadar geldiğime göre beraber gideriz değil mi?" Dünkü yaptıklarından sonra onunla hiçbir yere gelmeyeceğimi bilmiyor muydu?
Bugün asla taviz vermeye niyetim yoktu: "Çok önemli bir işim var. Sen git, kendi yüzüğünü kendin al."
Önceliğim sadece kendisi olmak zorundaymış gibi sordu: "Neymiş önemli olan işin?"
Araf'tan uzak olmak için bahane üretmek zor değildi. "Halide Teyze'nin bukalemunu hastalanmış, ona baş sağlığına gideceğim." Saçma bulmuştu ama Halide Teyze gerçekten evinde küçük bir bukalemun besliyordu.
Elini koluma dokundurup bakışlarını yumuşattı: "Bir bukalemuna baş sağlığı dilemeye gidiyorsun da benimle yüzük almaya gelmiyorsun. Önemli olan işin buysa bukalemuna başka zaman sağlık dilersin.. şimdi benimle geliyorsun Alisa!" Bana her istediğini öyle kolay kolay yaptıramazdı. Yüzük falan bahaneydi: "Dar geldiyse at gitsin, niye takıyorsun ki zaten hiçbir anlamı yok." Dedim.
Cevap vermeyip susmayı tercih edince bana bir güven gelmiş gibi tekrar yüzüne baktım: "Halide Teyze bilinçaltına nasıl yerleşti bilmiyorum, ama o şu an da burada yok. Merak etme yüzük çok anlamlı bir şey olsaydı ben parmağımdan çıkarmazdım."
Acımasız sözlerime kırılıp kırılmadığını yüzüne bakınca anlayamamıştım. Şu sözler bana söylense bin parçaya bölünmüş olurdum, ama karşımda Araf olunca hiç düşünmeden konuşabiliyordum. Acaba şu ân bunları söyleyince ne hissetti? Gözlerinin içine bakınca ne hissettiğini anlayamıyordum ki.
Gözlerinde acımasız bir ifade geldi geçti: "Haklısın değerli vaktimi bir gümüş halka için harcamamalıydım. Sen öyle söyleyince bana da bir önemsiz geldi..." Ceketinin cebindeki yüzüğü çıkarıp attı. Bu sessiz isyanı karşısında donakaldım: "Ne yaptığını zannediyorsun? Bu ne demek biliyor musun?"
Aslında ne anlama geldiğini çok iyi biliyor ve umursamıyordu: "Ben bir şey yapmadım. Onun bir anlamı olmadığını söyleyen sendin." Nihayet kendi kararıyla beni rahat bırakacağını göstermişti. Dün hiçbir şey sormadan beni istemeye gelmiş, bununla da yetmeyip rezalet çıkarmıştı. Bugün ona gününü gösterecektim. Ben ondan kurtuldum ama o benden kurtulamayacaktı.
"Sanırım dilediğin zaman bitireceğin oyunun burada sona erdi." Sözlerim onda etki etmiş gibi birden durdu ama yüzünü dönmedi: "Sana öyle geliyor. Daha hiçbir şey başlamadı."
Araf attığı yüzüğün üzerine basıp geçmişti bile. Arabasına binmek üzereydi ki hızla önüne geçip yolunu keserek, kapıyı açmasına engel oldum: "Bana düşmanınmışım gibi davranma. Bırak aramızda olan bağ sadece arkadaşlık olarak kalsın. Ben.. senden intikam almaktan vazgeçtim. Sen de vazgeç ve daha fazla uzatma bu işi." Sözlerime tebessüm edince yola geleceğini zannedip, gülümsedim.
Bakışları ciddileşti. Önünden çekilmiş, gitmesine izin vermiştim. Yüzündeki gülümseme aniden silindi: "Sen bir kere bana bulaştın ya, artık kurtuluşun yok. Her şeyi unuturum da duygularımla oynadı diye duygu sömürüsü yaptığını asla." Ben barış ilan ettikçe o savaşmayı arzu ediyordu.
Bukalemun biraz daha bekleyebilirdi. Yüzük bakmaya beraber gidecektik. Ani bir kararla arabaya bindim. Yol boyunca konuşmayıp önüme bakarak onunla ilgilenmiyormuş gibi yapmış, sakinliğimi korumuştum.
Gideceğimiz yere geldiğimizde arabadan inip peşinden içeri girdim. Etrafıma bakınca normal bir yere gelmediğimiz anlaşılıyordu. Bir rüyadaymışım gibi dalgın dalgın ilerledim. Her yüzük ayrı ayrı camlarda ayrı ayrı ışıklandırılmış kutuların içinde parlıyordu. Bu güzelliğin büyüsüne kapılamazdım. Arabadaki tavrımı aynen sürdürmem gerekecekti.
Muhatabımızı bulmuştuk. Adam yanımdakini görünce her günkü müşterisiymiş gibi selam verdi. Araf geliş nedenimizi kısaca özetlemeye başlarken adam da bize bir sürü yüzük göstermişti. Araf takacağı yüzüğünü çoktan seçmişti bile.
Hepsi çok güzeldi ve hiçbirine karar veremiyordum. Ta ki sol tarafta ışıl ışıl parlayan yüzüğü görene kadar. Bir müddet kıpırdamadan baktığım yöne dikkat kesilen adam yüzüğü yanıma getirip bakmamı istedi. Parmağımda evirip çevirdim. Gerçekten muhteşem bir şeydi. Kalbim bir anlığına yer değiştirdi sanki.
"Efendim, bu çok değerli bir yüzüktür. En nadide parçalardan biri elinizdekidir."
Hayran hayran yüzüğün ışıltısına bakarken bir ara boş bulup "Ne kadar?" Diye sordum.
Adam yüzüme ciddi bir ifadeyle baktı: "Yirmi altı milyon yedi yüz seksen üç bin efendim." Gözlerim büyüdü. Az kalsın elimdeki yüzüğü düşürecektim ki son anda tuttum. Yüzüğü vermeye pek niyetim yoktu. Heyecanlanmıştım: "Nerden çıkardınız bu yüzüğü magmadan mı? Uranüs'ten mi getirdiniz? Bu yüzük niye bu kadar pahalı? Alt tarafı bir taş parçası!"
Zenginlere has sahte ama alaycı bir gülüşle cevap verdi: "Çok şakacısınız hanımefendi." Şaka yaptığımı zannetmişti ama ben hâlâ yüzüğün fiyatını düşünüyordum. Elimde servet değerinde bir taş parçası duruyordu.
Araf parmağımda tuttuğum yüzüğü boş vererek yüzüme baktı: "Az önce büyülenmiş gibi bakıyordun fiyatını duyunca niye kızıyorsun?"
Yüzükten etkilendiğim doğruydu ama bugün Araf'a hiçbir şekilde katılmamaya karar vermiştim: "Kim ben mi hiçte bile alt tarafı bir yüzük. Yani sence bir yüzüğe yirmi altı milyon yedi yüz seksen üç bin lira vermek akıl kârı mı?"
Araf sayıyı kuruşu kuruşuna aklımda tutmama şaşırarak devam etti: "Kendini yirmi altı milyon yedi yüz seksen üç bin liraya layık görmüyor musun?"
Cevap verip tartışmayı uzatmadım: "Neyse boş verelim.. biz zaten normal nişan yüzüğü almaya gelmiştik. Bununla işimiz yok."
Yüzüğü adama verip başka bir yüzük incelemeye başladım.
Adam dikkatle yüzüğü kutusuna geri koyduktan sonra ihtişamla parıldamaya devam etsin diye eski yerine götürdü. Yüzükle çoktan vedalaşmıştım ama içimde bir burukluk kalmıştı.
Araf, yüzüklere bakıyormuş gibi yaparak yanıma kadar geldiğinde, devasa ışıltılı aynada onun her hareketini fark edebiliyordum. Başımı kaldırıp aynaya baktığımda yüzüğe değil, doğrudan bana baktığını gördüm.
O da ona baktığımı fark etmiş olacak ki gözlerini aynaya çevirdi. Tam karşıdaki görüntümüze bakıp, kulağıma doğru eğildi: "Çok beğendiysen hediye edebilirim."
İntikamcı bir gülümsemeyle yüzüne baktım. Gözümün içine bakarak yaptığı bu teklife alayla karşılık verdim: "Evlenme teklifi etmeyeceğini söylemiştin. Ne oldu, kararından vaz mı geçtin?"
Gözlerini kısarak başını hafifçe yana eğdi. Sesi yumuşaktı ama içinde bir meydan okuma saklıydı: "Hediye edeceğim, dedim. Evlenme teklifi edeceğimi değil."
Bir gün bu kibirli tavrının altındaki duvarı kıracağımı biliyordum ama şimdilik bunu ciddiye almamış gibi yaptım. Onu hafife almak, oyun alanımı genişletiyordu.
Araf yüzüğü almak için adama yönelmişti ki kolunu tuttum. "Buraya onun için gelmedik Araf. İstemiyorum." Sözlerim sertti ama içimde bir parça onun bu inadından etkilenmişti. Galiba inandırıcı buldu, çünkü omuzlarını silkip sadece: "Madem istemiyorsun, o zaman almaya gerek yok." dedi.
Satıcı bir şey demedi ama yüzündeki mimik netti: “Bu kız ne yapıyor böyle?”
Önümde duranlardan birini seçip, kararlı bir tonla söyledim: "Şunu istiyorum."
Araf, şaşkınlıkla bana baktı. Dudakları aralanmıştı ama ses çıkarmadı. Gözleri gülüyordu. İşimizi bitirip dükkândan çıktık. Arabaya bindiğimizde alyansı parmağıma takıp nasıl durduğuna bir kez daha şahit olmuştum. Tekrar çıkaracaktım ki Araf'ın bakışlarıyla karşılaşınca vazgeçtim.
O, önce yüzüğüme, sonra doğrudan gözlerime baktı: "Yüzüğün çalınırsa, kaybolursa ya da kendi isteğinle çöpe atılırsa tekrar alacağım. Ta ki sen bunu yapmaktan vazgeçene kadar..." Sustu. Ardından tekrar konuştu: "Şimdi bir yere uğramamız gerekiyor. Oradan çıkınca güzel bir yerde yemek yeriz. Akşam olunca da evine gidersin. Nasıl fikir?"
Seçim hakkı sunması, beni şaşırtmıştı. Ama kabullenmek zorunda değildim: "Bütün günümü sana ayırmadım Araf. Ben gelmiyorum. Nereye gideceksen tek başına git."
O ise hiç yılmamış gibi cevabı yapıştırdı: "Biz zaten gezmeye gitmiyoruz. Gelinlik için beden ölçülerin lazım."
Gülümsedi. "Ama yok ben sade bir nikah istiyorum dersen o da olur. Hemen haftaya nikah günü alabiliriz."
Yüzüme baka baka gıcıklık yapıyordu. Onunla evlenmek zorundaymışım gibi konuşmasına takılmıştım: "Bu kadar büyük oynamaya gerek yok. Farkındaysan bu iş evliliğe doğru gidiyor. Yani oyun oynamıyoruz. Vazgeç... Benimle gerçekten evlenmek üzeresin. Sen istiyorsun diye bütün bunlara evet dememi beklemiyorsun herhalde."
Yine beni sinirlendirecek bir söz bulmakta gecikmedi: "Oyunu ben değil sen başlattın. Sana bir şey söyleyim mi? Farkında değilsin ama dün bütün bunlara evet demeyi kabul ettin."
Bütün dikkatini ellerime vermişti. Yüzükle oynamayı bıraktım, gözlerinin içine baktım.
Her kelimeyi tek tek seçerek söyledim: "Bana gerçekten evlenme teklifi etmezsen.. seninle evlenmeyeceğim."
Araf'ın sesi soğuk ama hesaplıydı: "Boşuna uğraşıyorsun. Kabul etmeyeceğini biliyorsun. Teklifimi reddedip beni kıracağını sanıyorsun ama inan, zerre umurumda değil. Bil ki senin kararlarının.. hiçbir kıymeti yok."
Bunu o kadar ustalıkla söyledi ki bir anda elim ayağım boşaldı. Gözlerim onun gözlerine kilitlenmişti. Hatta bilerek sinirlenmemi istediğini düşündüm. Onun ustalıklı suskunluğu içinde gizlenen alay, damarlarıma yavaşça yayılan bir zehir gibiydi.
"Farz edelim, evlendik," dedim dişlerimi sıkarak. "Sonra ne olacak, söyleyeyim mi?
Sen her gün başka kızlarla takılmaya devam edeceksin. Ben zaten Erdal yüzünden evden dışarı adımımı atamayacağım. Böyle günler, aylar, belki yıllar geçirecek. Ve sen—bir gün sıkıldığında her şeyi çöpe atacaksın. Böyle bir hayatı kabul etmiyorum. Etmeyeceğim!"
Araf, sanki söylediklerim onu eğlendiriyormuş gibi alayla güldü. "İki dakikada felaket senaryosu yazdın. Neden böyle bir şey yapayım ki? Ben bu kadar mı karakter yoksunuyum sence?"
Örneği uzaklarda aramaya gerek yoktu. Doğruyu söylemenin tam sırasıydı: "Carly ile sevgiliyken de başka kadınlarla onu aldatıyordun. Benimleyken de biriyle beraber olmayacağın ne belli?"
Bir anda gözleri ışıldadı ama sesi yine de sabit kaldı. "Sen o hikâyeyi yanlış biliyorsun. Ama neyse.. bunu konuşmak istemiyorum."
Sözlerimi fazla sakin karşılamıştı. Şüpheyle bakarak sordum: "Dedesinin sözünden çıkmamış hayırlı torun olmak bu kadar önemli mi yoksa işin içinde bilmediğim başka bir şey mi var?"
Araf gözlerini kaçırınca gizlediği bir şey olduğunu anladım. Hemen inkâr etti: "Sence sırf dedem istiyor diye seninle hayatımı mahvedecek kadar gözü kara biri miyim?" Soruma soruyla karşılık verip güya doğruyu söylemekten kaçıyordu. Sakladığı şeyi öğrenebilmek için onunla evlenmem gerekiyordu. Ani bir delilikle kararımı açıkladım: "Peki gidelim hatta evlenelim Allah da belamızı versin. Şerrimden korun Araf Türkoğlu. Hep ben mi mutsuz olacağım, biraz da sen üzül, biraz da sen ağla bakalım."
Kabul edişimi hiç beklemiyormuş gibi gülümseyerek yüzüme baktı: "Söz veriyorum gözüm bile yaşarmayacak ama senin için aynı şeyi söyleyemem." Daha fazla ukala ukala konuşmasına fırsat vermeden başımı sallayarak konuştum: "Sana öyle şeyler yapacağım ki Araf, Hades mezarından kalıp, elimi öpmeye gelecek. Sen bile ne yaşayacağını bilemeyeceksin." İddialı sözlerime inanmamıştı.
"Sen bana bu zamana kadar ne yapabildin ki bundan sonra da yapasın. Tek yapabildiğin şekerli kahveydi. Güçsüz olduğunu kabul et."
"Şekerli kahveyi içerken pek bir şey yapamamıştın... İstesem sana her şeyi yaparım ama ben senin kadar acımasız biri değilim. Evlendikten sonra eski Alisa'nın küllerini bile bulamayacaksın. Bana yaşattıklarını unutmuş değilim ama bu sana düşman olduğum anlamına gelmez. Sana bir şey yapmamış gibi görünüyor olabilirim. Ben intikamımı karşımdakine hissettirmeden alırım."
Susmuş beni dinliyordu. Araf'a bakıyordum ama o önüne bakıp arabayı kullanıyordu. Ona baktığımın farkındaydı. Umrunda değilmiş gibi davrandı. Bir süre sessizce yolumuza devam ettik. Güneşli hava kaybolup gitti. Ardından yağmur yağmaya başlamıştı. Tekrar ben konuştum: "Seni üzdüğüm için özür dilerim. Bunların hiçbirini hak etmedin. Sana kendimi affettirmek istiyorum, desen ne kadar mutlu bir ilişkimiz olur. Sadece pişman olduğunu söyleceksin. Bana yüzük almana da gerek yoktu." Aramızdaki bu belirsizlikten yorulmuştum.
Başını çevirmeden, gözleri gözlerime takıldı. Dudaklarında küçümseyici bir gülümseme belirdi, alayla mırıldandı: "Pişman olduğumu söylesem ne değişecek? Çok mu mutlu olacağız? Mutlu evliliklerden nefret ederim. Mutlu çiftlerden de."
O an içimde bir şey kırıldı belki de; ama belli etmedim. Zaten o, aramızda hiçbir şey olması için çabalamıyordu. O istemiyorsa.. ben neden savaşacaktım ki?
Kollarımı sıkıca göğsümde kavuşturdum. Sesim soğuk ama netti: "Ben de seninle evlenip çoluğa çocuğa karışmayı planlamıyorum zaten."
Ani bir frenle sarsıldım. Araç durdu. Gözleri merakla üzerime çevrildi, kaşları çatılmıştı: "Nasıl yani? Sen şimdi benimle evlenmek istiyor musun, istemiyor musun?"
İstesem de istemesem de hepsi aynı yola çıkacaktı. Kafamın içinde hesaplaşmayı bırakıp ciddi bir ifadeyle baktım: "İstesem de istemesem de... fark etmez. Çünkü evlenmeden önce şartlarımı kabul etmen gerekiyor. Aksi takdirde, kimse beni evlenmeye zorlayamaz."
Bakışlarını kaçırmadan sordu: "Neymiş şartın?"
Gülümsedim. Bilerek cevap vermedim. Başını onaylayarak salladı: "Pekâlâ, kabul ediyorum. Neymiş şartın söyle bakalım?"
Onun bu hızlı ve düşüncesiz onayı karşısında uyardım: "Bu senin asla kabul etmeyeceğin bir şey olabilir. Emin misin? Bir daha düşün."
Bir an durdu. Sonra başını onaylar gibi eğdi. Sakinliği yerini keskin bir ciddiyete bırakmıştı artık. "Alisa, sinirlenmeye başlıyorum. Neymiş bu şey, söyle artık."
Kendimi tutamayıp gözlerini süzdüm. "Şimdi değil. Nikâhtan sonra açıklayacağım. Ama şunu bil: Söz verdin, geri dönüş yok. Yoksa o anda boşarım seni. Gelinliğe de gerek yok. Sade bir nikâh yeterli. Hatta... mümkün olan en kısa zamanda evlenmemiz gerekiyor."
Şaşkınlıkla yüzüme baktı, kaşları çatılmıştı. Gerçekten anlamamıştı. Ne düşündüğümü merak ediyor gibi sordu: "Anlamadım neden hemen evlenmemiz gerekiyormuş?"
Cevap vermedim. Sessizlik yeniden arabayı doldurdu. Motorun sesi dışında hiçbir şey duymuyorduk. Sonra sesini alçaltarak, gözlerini kısıp tekrar sordu: "Bugün gereğinden fazla mutlusun. Bu hiç sana göre değil. Benden ne sakladığını bilmek istiyorum. Sırf ne olduğunu öğrenmek için.. yarın nikâh günü alırım."
Bir an gözlerim sevinçle doldu. Gülümsedim. "Gerçekten mi? Bunu benim için yapar mısın?"
O da hafifçe gülümsedi ama hemen ardından ciddileşti: "Ben bu zamana kadar neler yaptım... Bunu mu yapamayacağım?"
Anında gülümsemem soldu. Elimde olmadan sorgularak baktım: "Şu an kim konuşuyor? Sen mi, yoksa egon mu?"
Cevap vermedi. Aklı başka bir yerdeydi. Gözlerini kaçırmadan, yumuşak bir sesle konuştu: "Alisa... tamam. Ne olursa olsun. Söz veriyorum kızmayacağım. Lütfen, artık söyle... Şu an gayet sakinim, bak."
Evin önüne geldiğimizde Araf durmak yerine birden gaza bastı. Göz ucuyla ona baktım, düşüncelere dalmıştı. İçinde kopan fırtınaları bastırmaya çalışıyordu belli ki.
“Nereye gidiyoruz?” dedim merakla ama sesime gizleyemediğim bir huzursuzluk da karışmıştı.
“Yarın nikah için gün almalıyız. Ayrıca benden ne sakladığını öğrenmek istiyorum,” dedi gözünü yoldan ayırmadan.
Bir an yutkundum. Kalbim hafifçe sıkıştı. Bunu şu an sorgulamak istemedim. “Peki, gidelim.” dedim yalnızca. Yol boyunca aklında türlü senaryolar geziniyor gibiydi; arada bir kaşlarını çatarak camdan dışarı bakıyor, sonra hızla bana dönüp yeni bir varsayımda bulunuyordu. Sessizliğim ona daha çok şey düşündürüyordu.
Resmi işlemleri tamamladıktan sonra, bir butik mağazaya girip nikah elbiselerine göz atmaya başladık. Bir elbise seçtim. Zarif ama gösterişsizdi. Aynanın karşısına geçtim ve hafifçe Araf’a döndüm.
“Bu nasıl? Güzel oldu mu sence?” diye sordum, sesim yine ölçülü ama içinde onay arayan bir umut vardı. Cevap gelmedi. Araf, elleri cebinde, uzaklara dalmıştı. Gözleri boşluğa bakıyordu ama belli ki içi dopdoluydu. Göz ucuyla beni süzse de, düşüncelerinin içinde kaybolmuştu.
Bir süre sadece ona baktım. O an aynada kendimden çok onun yansımasını izledim. Belki de son kez.
Nihayet konuştu. Gözlerini elbisemden ayırmadan: “Bu sana fazla yakışmış… O yüzden bunu giyemezsin.” dedi, sesi ne soğuk ne sıcak… Tarifsiz bir tondaydı.
Donup kaldım. Cümlesine bir övgü gibi başlayıp emirle bitmişti. Kaşlarımı çattım. “Yakıştıysa neden giyemiyorum?” dedim, daha sakin olmaya çalışarak.
Çok basit ama sinir bozucu bir cevap verdi: “Çünkü ben öyle istiyorum.”
İçimdeki bir ses çıkıp gitmemi söylüyordu. Önce aynada kendime baktım. Sonra ona... Derin bir nefes alıp kabine döndüm. Hiçbir şey söylemeden üzerimdekileri değiştirdim. Sessizce mağazadan çıktım.
Arabaya yürürken her adımda içimdeki öfke biraz daha büyüyordu. Sustukça sinirim katlanıyordu. Sonunda telefonumu çıkarıp kararlı bir şekilde bir bilet aramaya başladım. Kaçmak için değil; kurtulmak için. O daha gelmeden bunu halletmeliydim.
Artık tek yapmam gereken şey, kimseyi şüphelendirmeden akşam bavulumu toplamaktı.
Biraz sonra Araf gelip sürücü koltuğuna geçtiğinde ben de rolümü oynamaya başlamıştım. Sanki biraz önce içimde fırtına kopmamış gibi, yüzüme sakin bir tebessüm yerleştirdim.
Biraz sonra yanıma gelip sürücü koltuğuna geçtiğinde sinirimin geçtiğini zannederek beni süzdü.
“Bugün çok tuhaf davranıyorsun.” Omuz silktim, camdan dışarı bakarken “Sadece yorgunum..” dedim.
Bendeki tuhaf haller Araf'ın dikkatini çekmişti. İçimde fırtınalar koparken, dışarıdan sessizliğimin sakinliğine aldanıyordu. Ne hissettiğimi bilmediği için ne kadar şanslı olduğunu düşündüm. Çünkü nikah sabahı ortadan kaybolacağımı aklına bile getiremeyecekti.
“Eski Alisa olsa kıyameti koparır, yine de ne yapar eder o elbiseyi alırdı,” dedi gözlerini yüzüme dikerek. “Şimdi ise hiçbir şey söylemeden söylediklerimi harfiyen yerine getiriyorsun.”
Başımı hafifçe yana çevirdim. Ağzımdan dökülmek üzere olan kelimeleri dudaklarımda tuttum. Konuşursam kırılacaktım, kırarsam tamir edemezdim.
Araf’ın sesi bu defa daha yavaş ve temkinliydi: “Yarın benim de sana bir sürprizim olacak.”
Yüzümde acı bir gülümseme belirdi. O sürprizin bana huzur değil, sancı getireceğinden emindim. “Senin sürprizlerin beni mutlu etmiyor Araf,” dedim usulca. “Aksine korkutuyor.”
Bakışlarını benden kaçırmadı ama gözlerindeki kırgınlık kısa bir anlığına parladı. “Bana biraz zaman tanırsan.. o zaman nasıl biri olduğumu anlarsın Alisa.” Sanki kendini değil de beni ikna etmeye çalışıyordu. Her sözünün altında bir hikmet aramaktan yorulmuştum. Bu kez doğrudan sordum: “Neden elbisenin yakıştığını söyledin de sonra fikrini değiştirdin?”
Cevap vermeden önce arabayı çalıştırdı: "Çünkü ben haklıyım. O elbise hem çok güzel hem de seni olduğundan da güzel göstermişti."
Bunlar Araf'ın sözleri olamazdı. "Yanlış hatırlamıyorsam... Elbise ne kadar güzel olursa olsun içindeki çirkin olduktan sonra bir önemi yok, diyen sendin."
Bir anlık sessizlikten sonra gözlerini bana çevirdi, ses tonu içtendi: “Sana çirkin demedim. Eğer öyle anladıysan.. büyük bir hata etmişsin. Çünkü güzelliğinin farkında olan bir kadın, kendine yakıştırılmayan hiçbir sözü içine almaz.”
Bu sözler kafamı daha da karıştırdı. Ne hissettiğini anlamak giderek zorlaşıyordu. “Yani şimdi.. beni güzel mi buluyorsun?” dedim kuşkuyla. “Yoksa bu sözleri beni kandırmak için mi söyledin?”
Derin bir nefes aldı. Boğazını temizledi, sonra gözlerini tekrar yola çevirdi. “Ben sana ‘güzelsin’ demedim, Alisa. Elbise seni güzel göstermişti o kadar. Bu bir iltifat değildi...” dedi sakince.
“Yani ben güzel değilim, elbise güzel olduğu için mi öyle göründüm? Bana tanıtmak istediğin tarafın bu mu? Söylemek istediğim şeyi de söylemeyeceğim. Çünkü… sen buna değecek biri değilsin, Araf. Salaklık bende zaten, neden böyle bir şey düşündüm ki?”
Sözlerim diken gibi battı ona. Bu sefer gözlerini kaçırmadı. Sinsice yanan bir merak kıvılcımı vardı bakışlarında.
“Ne düşündüğünü söyle... Madem vazgeçtin, kızmam için sebep de kalmadı, değil mi?”
İçimde tuttuğum şey bir sır değil artık bir yangındı. Ama neyle karşılaşacağımı bilmeden susmayı seçtim. Elleri direksiyona daha sıkı yapıştı. “Söylersen güleceğim ya da kızacağım, öyle mi?” dedi. “Hım.. şimdi daha da merak ettim.”
“Boş ver. Söylemiyorum.” Sesim kısıktı. “Tüm gün alay etmeni istemiyorum.”
O alaycı gülümsemesini takındı. “Demek o kadar feci ha? O zaman kesin duymam lazım.”
“Zorla söyletemezsin.” dedim soğukkanlılıkla.
Bu kez yüzündeki gülümseme yerini ciddiyete bıraktı. Aniden frene bastı, araba kenarda durdu.
“O kadar emin olma.”
Gözlerimi ona çevirdim. İçimde bir şey patlamak üzereydi. “Seni sevmesem..” dedim dişlerimi sıkarak, “Şu an suratına bir tokat indirirdim... ama sonra düşündüm de, değmez.”
Sanki söylediğimi ilk kez duymuş gibi yüzüme döndü, gülümsedi. “Bir saniye.. bir saniye.. ne dedin sen az önce?”
Gözlerimi kaçırmadan tekrarladım: “Seni sevmesem, ağzının ortasına çarpardım.”
O an sessizlik çöktü. Araf duraksadı, sonra usulca sordu:
“Beni seviyor musun... gerçekten?”
Bu kadarını beklemiyordu. Ona baktım. Gözlerindeki o kibrin altında gizlenen şaşkınlık çok şey söylüyordu.
“Bilmiyormuş gibi yapma. Bir gün beni kaybedersen.. ne hissedeceksin? Üzülür müsün gerçekten? Yoksa yine şu umursamaz tavrınla ‘olur böyle şeyler’ mi dersin?”
Gülümsedi ama bu gülümseme içimi dondurdu. “Ben neden üzülecekmişim? Ayrıca.. her ân gözümün önündesin. Nereye kaybolacaksın ki?”
Gözlerim doldu ama başımı çevirip gözyaşlarımı sakladım. Alakasız bir cümleyle oyunu bozmaya çalıştım:
“Beni sevdiğini biliyorum. Ama nedense bunu söylememek için direniyorsun. Neden? Benden ne saklıyorsun, Araf?”
Sesi neredeyse duygusuzdu: “Benim senden sakladığım bir şey yok. Ve sanırım... Bir gün seni kaybetmekten korkacağımı da sanmıyorum.”
Bunlar tam da onun gibi birinin sözleri olabilirdi. Kaşlarımı çatarak sordum: “Öyle mi? O zaman bir gün mutlaka anlarsın. Ne hissettiğini ya yaşarsın ya da geç kalırsın.”
Ona göre bu sadece bir tartışmaydı belki ama bana göre kalbin kıyısında dönüp duran bir fırtınaydı.
“Kaybolmak istiyorsun sanki..” dedi buz gibi. “Beni bırakıp gitmeyi mi planlıyorsun?”
Sesi bu kez sinirlerimi bozdu. “Ne alakası var! Kaçsam bile anında yakalanırım. Değmez.. yorulduğuma bile değmez.”
Direksiyon başında parmaklarıyla usulca ritim tutmaya başladı. Kimi zaman dalga geçer gibi yaptığı şeyler, aslında duygularını bastırma biçimiydi.
“Eğer kaçmak istiyorsan.. git. Şimdiden yolun açık olsun.”
Donakaldım. “Nasıl yani? Kal demeyecek misin? Yarın nikâh için gün almıştın... Bensiz ne yapacaksın?”
Gözümün içine bile bakmadan, tek bir solukla yanıtladı: “İptal ederim. Çok zor değil.”
"Tamam, evlenmeyelim..." dedim usulca, gözlerimi kaçırmamaya çalışarak. "Zaten başlı başına mutsuz ve anlamsız bir evlilikten kimseye hayır gelmez. İkimiz de bunu biliyoruz."
Bir an duraksadım. Yutkundum. "Yarın kaçmayı planlamıştım, biliyor musun? Belki biraz olsun seni üzmek, o kırılmaz sandığın gururunu incitmek istedim.. ama şimdi fark ettim ki, yine kendimi kandırmışım. Seni üzmek değilmiş derdim. Belki de son bir kez fark edilmekti."
Derin bir nefes aldım, ciğerlerime dolan gecenin soğukluğunu hissettim.
"Artık hiçbir şeyin ehemmiyeti yok. Elbette üzüleceğim... belki geceler boyu aynı rüyayı göreceğim. Şunu biliyorum ki sen daha çok pişman olacaksın. Ama o zaman yanında ben olmayacağım."
Bakışlarımı kaçırmadan ekledim: "Ve o meşhur söz var ya... ‘Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur’... İşte o söz, bir yara gibi içinde sızlayıp durdukça beni hatırlayacaksın."
Sustu. Sadece baktı.
"Sen çok konuşanları sevmezsin, bilirim," dedim, gülümsemeye benzer buruk bir yüzle. "Bu sana son sözüm olsun: Bir daha karşılaşmamak dileğiyle... Sonsuza kadar hoşça kal, Araf."
Yüzüğü çıkarıp avucunun içine koydum. Elim birkaç saniye titredi elinde. Sonra arabadan indim ve kalbimi orada, onun sessizliğinde bırakıp hızla uzaklaştım.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 46.9k Okunma |
2.04k Oy |
0 Takip |
37 Bölümlü Kitap |