
Alisa'dan
Araf başını direksiyondan kaldırdı ve uyuşmuş boynunun ağrısıyla yüzünü buruşturdu. Beş dakika geçmiş olmasına rağmen hâlâ cama vuruyordum. Beni fark edince gözlerini üzerime dikmişti.
Hızla düğmeye basıp camı indirdi. Hırkamı üzerime sıkıca sarıp, uyanmadığı için ona dik dik baktım: "Burada sabahlamayı düşünmüyorsun, değil mi?"
"Sen gitmemiş miydin?" Mırıldanarak söylediği şeyi net duymuştum. Arabadan inip kapıyı kapattı. Ne yapacak diye beklerken, kollarımdan tutup gözlerimin içine baktı. “Buradasın, gitmemişsin...”
Saatlerdir evdeydim. Kafam karışmıştı. "Akşam vakti evimin önünde ne işin var, Araf? Ne zamandan beri buradasın?"
Cevap yerine, "Beni terk etme." deyince ne söylediğini bir an anlayamadım. “Ne?”
"Beni bırakıp gittin." diye devam etti.
Bir adım geri çekildim. Sarhoş da değildi ki… Ne bu hâl? Kaşlarımı çattım. Ne içtiğinden emin olmak için kokladım ama parfüm dışında hiçbir şey kokmuyordu.
“Sarhoş değilsin.” Dedim.
Birden sarıldı. Omuzlarımdan tutan elleri titriyordu. Ne olduğunu anlamaya çalışırken gözlerimin içine baktı. Sarılmıştı bana. Donup kaldım. Bu ani değişime bir anlam veremiyordum. Nihayet bıraktığında sordum: "Sen bugün hiç iyi görünmüyorsun. Ne oluyor, anlatacak mısın?"
Sessizce gözlerimin içine bakıyordu: "Yarın beni bırakıp gitmeyeceğine söz ver."
Şimdi niye geldiği az çok anlaşılmıştı. Bugünkü sözleriyle yeterince değersiz hissetmemişim gibi soğukkanlı kalmaya çalıştım: "Hatırladığım kadarıyla gidişim seni üzmeyecekti. Dört saatte ne değişti, çok merak ettim."
Yüzüğü çıkarıp verdiğim zaman hiçbir şey yapmamıştı. Şimdi de sorularıma cevap vermiyordu. Çok üzgün görünüyordu. Sabah konuştuğum adam yok olmuştu. Sözlerine inanmakta zorlanıyordum. "Bu ses tonuyla konuşan Araf olamaz. Çünkü sen böyle şeyler söylemezsin."
Alaylı sözlerim onu kızdırsa da belli etmedi. Tekrar gözlerimin içine bakarak bu sefer içten bir ses tonuyla konuştu: "Bugün söylediklerim için… Beni affedebilecek misin?"
Biraz önceki alaycı tavrım yavaş yavaş silinmeye başladı. Ciddi bir ifadeyle yüzüne bakarken, içimdeki gardı düşürmemeye çalıştım. “Beni bugün değil, aylar önce önemsemen gerekiyordu, Araf. Zamanlaman çok kötü.”
Haklı olduğumu biliyordu. Mutsuz olmasını bekledim ama o, gözlerini kaçırmadan gülümsedi: “Sana kendimi kanıtlamamı ister misin?”
Sadece alay ettiğini düşünüp tepkisiz kaldım. Büyük ihtimalle yüzüğü verdiğim için kendini kaybetmiş hissediyordu ve son sözü söylediğimde onu terk edemeyeceğimi zannetmişti. Kimse vazgeçilmez değildi elbette. Kararımı o anda vermiştim ve pişman değildim.
Ellerimi tutmak istedi. Şaşırarak yüzüne baktım. Burada benim için beklediğine bir türlü inanamıyordum. Rüzgar esiyordu ve elleri buz gibiydi. İç sesim ona güvenmemem gerektiğini haykırsa da hiçbir şey yapmadan öylece durdum.
Ellerimi ondan kurtarıp hırkama sarılınca, anlamsız bir ifadeyle yüzüme baktı. Benimle anlaşmak artık o kadar da kolay olmayacaktı.
Hazır hava soğukken, Araf'ı daha da sinirlendirmek için güzel bir teklifte bulundum: “Hadi gidelim. Sana şöyle bol şekerli bir kahve yapayım. İçini ısıtır. Üşümüşsün, sonra devam edersin anlatmaya.." Kahve içmeyi severdi. Bu asla reddetmeyeceği bir teklifti. Bir saniye bile düşünmeden kabul etti.
Gülümsediğimde gözleri kinle parladı. “O günü unuttuğumu sanma… Acısını bir gün çıkaracağım.” Şekerle alıp veremediği şey neydi çok da merak etmiyordum. Alayla tabi tabi der gibi başımı sallayıp cevap vermedim.
Birlikte apartmana girerek sessizce basamakları çıktık. Ara sıra peşimden geliyor mu diye kontrol ede ede son kata geldik.
İçeri girdiğimizde kapı cereyan etmeye başladı. Salonun her yerini kitaplarla doldurmuştum. Bir yığın çevirilerle saatlerdir boğuşurken, havasızlıktan pencereyi açmıştım. Açık kalan sayfalar uçuşmuş, kaldığım yerleri kapatmıştı. Bizim için oturacak yer bile yoktu.
Araf kitaplardan birkaç tanesini sehpaya bıraktı. Dağınıklıktan hoşlanmadığını söylemese de hareketiyle bunu kolayca belirtiyordu. Aramıza gereksiz bir resmiyet eklemek ister gibi koltuğa oturdu.
Hızla kahveleri yapıp getirdim. Aklım hep aynı şeylerdeydi. Dağınıklığa aldırmadan koltuğa oturdum. "Gece vakti evimin önünde ne işin vardı? Ayrıca 'beni bırakma' deyip sarılmalar falan… Ne oluyor?" Dedim.
Cevap vermek yerine gözümün içine bakıyordu. Hiç konuşmayacak sanmıştım. Çok bir şey söylemese de çok şey anlatmak istemişti. Kalbim ona inanmaya çalışıyordu. Kendimi çok da kaptırmadan aklımın verdiği hissizlikle başımı salladım: "Sana güvenmiyorum Araf. Hiç inandırıcı değilsin."
Bakışlarındaki masumluk bir anda silindi. Kahveyi bırakıp yüzüme baktı. Rüyanın etkisi çoktan geçmiş, eski, özgüvenli adam geri dönmüştü sanki. "Herkes orada olacak. Eğer nikaha gelmezsen ikimizde zor durumda kalacağız."
Bugün hiç düşünmeden sarf ettiği sözlerin ne anlama geldiğini nihayet anlıyordu. Yarınki nikaha gelmeyeceğim için düşeceği durumu kimseye açıklayamazdı. En çok da bu yüzden pişman olduğunu fark etmiştim.
Sırf dedesi razı olsun diye yapılan bir evliliğe neden evet diyecektim ki? Ben o kadar koca meraklısı mıyım? O, sadece kendini düşünüyordu. Kahvemi çoktan bitirip, fincanları toplamayı bırakınca yerime oturdum. Sesim gayet kararlıydı. "Herkes dediğin insanlar senin çevrendekiler. Benim akrabalarım uzakta yaşıyor. Yani öyle sade bir nikah için kalkıp buraya gelmezler. Şimdi bir daha düşün bakalım, kim zor durumda kalmış oluyor?"
Parmaklarının ucuyla koltuğun başında ritim tutmayı bıraktı. Bunu hiç düşünmemiş gibi donup kaldı kısa bir süre. Meydan okuyarak gülümsedim. Araf, kaybedecek bir şeyimin olmadığını anlamaya başlıyordu ama asla taviz vermemiş, soğuk duruşumu korumuştum.
Yenilgiyi kabul etmeyeceğini biliyordum. Kahveyi bırakıp ayaklandı ve son sözünü söyledi: "Hayatımda senin kadar inatçı birini görmedim. Yarın tam vaktinde o nikaha geleceksin Alisa. Biliyorsun ki beklemekten nefret ederim." Sustuğumda, galip geldiğini sandı. Gerçekten ne hissediyor anlayamamıştım. Bana karşı beslediği her neyse artık bunu asla göstermeyecekti.
Sessizliğim hoşuna gitmediği için tekrar sordu: "Geleceksin, değil mi?"
Bir emir gibi söylemişti, çünkü Araf nadiren ricada bulunurdu. Hayır, bu kez işe yaramayacaktı. Kendimi toplayarak onu ciddiye almadığımı gösterdim: "Halide Teyze gelmeden gitsen iyi olur. Yoksa bu sefer seni merdaneyle dövebilir."
Tepkisiz bir ifadeyle yüzüme bakmaya devam edince bir şeyler yapmam gerekti. Şimdi görürsün deyip başımı salladım.
İspiyoncu bir çocuk gibi onu şikayet etmek için var gücümle bağırdım: "Halide Teyzeee!" Aniden elini kaldırıp ağzımı kapattı. Susmamı söylüyordu ama ben susmayacaktım. Nefes almakta güçlük çekiyordum ama o bunun farkında değildi. Elini çekmeyeceğini anlayınca ayağımla ona vurdum.
Bacağını tutarak bunu yapanın ben olduğuna inanmayıp yalandan sordu: "Sen.. az önce bana mı vurdun?"
Sanki kendi yaptığı doğru bir şeymiş gibi bir de bana çıkışıyordu. Saçlarımı düzeltip hemen kendimi savundum: "Boğuluyordum. Bana başka çare bırakmadın."
Bende suçluydum. O an şiddetimin dozunu ayarlayamamış, sadece elinden kurtulmak istemiştim. Masal'la yaptığımız dövüş derslerine ara versem iyi olacaktı yoksa bir gün gerçekten birini sakat bırakacaktım.
Özür dileyip hiçbir şey olmamış gibi gülümsediğimde dik dik yüzüme baktı. İlk defa özür dilediğim için uzun bir nutukta bulunmamasına şaşırmıştım.
***
Kapı arkamdan kapanırken durup bir kez daha dinledim içeriden gelen sessizliği. Yüzümdeki gülümseme silinmişti artık. Saatlerimi onu ikna etmeye harcamıştım. Bu benim için beklenmedik bir fedakarlıktı.
Arabaya yürürken cebimden anahtarları çıkardım. Bugün ilk kez elim titremişti. Sinirden mi, soğuktan mı, yoksa içimdeki karmaşadan mı, emin olamamıştım.
Arabaya binmeden önce başımı kaldırıp dairesine baktım. Saat geç olmasına rağmen ışıklar sönmemişti. Uyuyamazdı zaten yapması gereken önemli işlerini hep geceye bırakırdı.
Anahtarı çevirip motoru çalıştırdım. Tüm gece gözlerim tavanla inatlaştı. Her yerde Alisa’nın sesi yankılanıyordu.
“Beni bugün değil, aylar önce önemsemen gerekiyordu Araf.”
Gözlerim kapalıydı ama rüyalar yerine aynı sözlere takılı kalmıştım. Sabah olmak bilmedi. Uyuyamadım. Sonunda üzerimdeki örtüyü itip kalktım. Koşu ayakkabılarımı giyerken alnıma soğuk terler düştü. Hava serindi ama içim yanıyordu.
Dışarı çıktım. Güneş daha doğmamıştı ama her zamanki gibi sessizlik ormanda hakimdi. Ritmim bile bozulmuştu. Her adımda Alisa vardı. Yanımda yürüyor gibiydi. Yine sessizce yargılıyordu beni.
Saatlerdir koşmaktan göğsümün tam ortasına bir ağrı girdi. Nefesim yetmiyordu. Pes etmedim, durmayacaktım.
Güneş yükselmeye başladığında eve döndüm. Nefes nefeseydim ama bir nebze daha sakinleşmiştim. Vakit giderek daralıyordu. Geç olmadan duş alıp hızla giyindim.
Gömleğimin yakasını düzeltirken aynadaki yansımama kısa bir bakış atıp gülümsüyor gibi yapıyordum ama yüzümdeki o sahte ifade hemen dağıldı. Hazırlıklar tamamdı, davetliler bile yerindeydi. Eksik olan bir şey vardı: Alisa.
Dün gece söyledikleri hâlâ beynimde uğuldayıp duruyordu. Aynanın önüne geçince Gökay kolumdan tuttu. Yüzünde o klasik, alaycı gülümsemesi vardı.
"Bugün daha bir erkencisin. Alisa nerede, gelmeyecek mi?"
Onu duysam da hiçbir şey söylememiş gibi kendimle ilgilendim. Gökay canımın sıkıldığını bildiği için üzerime gelmedi.
Sadece gözlerimi kapatıp başımı iki yana salladım. Ne olduğunu hemen anladı.
"Ne demek gelmeyecek? Oturup gelmesini mi bekleyeceksin?" Beklemekten nefret ediyordum o da bunu biliyordu.
Gökay'ın sorularıyla sıkılmıştım. Aşağıda bir hareketlilik yaşanıyordu. Birlikte salona geçtik. Ellerim cebimde, başım dik köşede öylece durdum. Saat henüz erkendi. Herkes yerli yerindeydi. Geçmek bilmeyen dakikaları saymakla meşgul olarak Alisa'yı unutmaya çalıştım.
Gökay yanıma geldi, göz ucuyla kalabalığa baktı. Sonra sesini biraz alçaltıp sordu: "Kaç dakika oldu?"
"Yirmi sekiz." dedim umursamayarak.
On dakika sonra nikah memuru geldi. Hemen kimseye görünmeden adamı, odaya tıktım.
Alisa gerçekten beni terk etmiş olamazdı, değil mi? Şaka yapıyor olmalıydı. İmkansızı başarıp nikah memurunu bir buçuk saat oyalamayı başarmıştık. Gökay'ın ağzı iyi laf yapardı ve bu konuda kimse eline su dökemezdi.
Arkadaşım, adamı bırakıp yanıma geldiğinde unuttuğum şeyi hatırlatmıştı. Boğazını temizleyip nikahın birazdan başlayacağını hissetirdi. Ortada gelin yokken fazla rahattım.
"Ne yapacaksın?" Dedi etrafına göz gezdirerek. Gökay'ın bu gereksiz merakı beni güldürüyordu. Ellerimi cebimden çıkarıp yüzüne baktım: “Hiçbir şey. Nikah memurunu gönderin.”
Halide Hanım, Alisa'nın kuaförde fazla oyalandığını zannedip, cepten ararken iyice tansiyonu çıktı. Öyle sakin görünüyordum ki kimse benden şüphe dahi etmiyordu. Şu an burada olmayarak yeterince dikkati üzerine çeken Alisa, muhtemelen beşinci rüyasını falan görüyordu. Bu kızın olmadık zamanlardaki rahatlığı beni bitiriyordu.
Memduh’un aceleyle kapıyı çarpıp çıkmasıyla düşüncelerimi bir kenara bıraktım. Nikah memuru çoktan gitmek için ayaklanmıştı. Bakışlarımı, dedemden başka kimse olmayan kapıya yönelttim. Salondaki herkes fazla tedirgin görünüyordu. Benden bir şey sakladıklarını zannederek sordum: “Bir şey mi oldu? Memduh kaçar gibi nereye gitti?”
Dedem ilk defa bakışlarını kaçırdı. Aklındaki her neyse bunu düşünmemeye çalışarak yutkundu: “Biraz hava almaya çıktı.”
Memduh sakin ve yavaş biriydi. Sırf hava almak için böyle koşturmazdı. Bir şeyin ters gittiğini anlayabiliyordum. Nikah memurunu göndermiştim. Bunu Gökay'dan başka kimse bilmiyordu. Kimse Alisa neden gelmedi diye soru sormamıştı ve gerçekten tuhaftı.
Kemal hızla dedemin yanına geldi: "İtfaiye geldi. Evde yangın çıkmış. Kızlardan kimse telefona cevap vermedi. Ne yapalım abi?”
Dedem gözlerini açarak Kemal'e bakınca saklamaya çalıştığı gerçekleri şimdi anlamıştım. Bahsettiği kızlardan biri kesinlikle Alisa'ydı. Kalabalık panikle çırpınırken, düşünmeden koşmaya başladım. Benden bu şekilde kurtulmasına izin vermeyecektim.
Yolu kapattıkları için arabayla mahalleye giriş yoktu. Alevleri uzaktan gördüğümde nefesim kesildi. Turuncu bir ateş tüm binayı sarıp sarmalıyordu. Çevrede büyük bir kalabalık hep aynı yere başlarını çevirmişti. Polisler kimsenin içeri girmesine izin vermiyordu. Masal dışarı çıkardığı yaşlı kesimi sakinleştirmeye çalışırken, dumandan göğsüm sıkışmaya ve aralıksız öksürmeye başladım. Alisa'yı kalabalığın arasında bulamadım.
Son kattan yükselen dumanlar gökyüzünü sarmıştı. İçimden geçen tek düşünce Alisa'nın orada olup olmadığıydı. Hiçbir teyit, hiçbir bilgi yoktu elimde. Sadece sonunun babası gibi yanarak olmasını istemiyordum.
Ayaklarımı sürüyerek birkaç adım attım. İçeri girmeme izin vermiyorlardı. Yangın söndürüldüğünde dördüncü kattan yanmış bir ceset çıkarıldı ve herkes bağırıyordu. Artık gözüm hiçbir şeyi seçemedi. Sadece o pencereye odaklandım. Onun Alisa olabilme ihtimali gücümü tüketmiş ve artık ayaklarım üzerinde duramayarak dizlerimin üzerine çöktüm. Hayatımda ikinci kez bu kadar savunmasızdım. Çünkü birini daha kaybettiğimi düşündüm. Ve hiçbir şey yapamamıştım.
***
Ben kırıldım. Çok defa hem de. Güçlü olmak için değil, üzülmemek için uğraştım. Araf bana hep bir duvar gibi davrandı. İçini göstermedi. Fazla ketumdu. Beni seveceğini düşünmek bile hataydı ama dün gece bana sarılırken elleri titriyordu. Rol yapmıyordu, gözlerinde pişmanlık vardı. Fakat bu kez kararım kesindi. Kendim gibi dengesiz bir adamla evlenip hayatımı mahvetmeye hevesim yoktu. Onun yanında kendimi değersiz hissediyordum.
Araf nikaha gelmeyeceğimi öğrendiği zaman yüzünün alacağı ifadeyi çok merak ediyordum. Kuaförde bunu düşünmem biraz acayip olsa da onu hiçbir şekilde görmek istemiyordum. Araf'ın şu an ortalarda görünmemesi "hayır" demem için bile yeterliydi. Biraz sonra evlenecek birine göre fazla yalnızdım.
Halide Teyze sanki gelin kendisiymiş gibi erkenden hazırlanıp nikah salonuna vardığında, ben de Mehveş'in yanına gelmiştim. Saçlarıma dokunmaya başladı.
"Nasıl bir model düşünüyorsun?"
Birden sorduğu soruyla aynadaki yansımaya cevap verdim. "Bilmem, yap bir şeyler." dedikodunun menbaı olan kuaförüm, gözlerini açıp sordu: "Nasıl yani canım?"
Ondan bana bulaşan bu 'canımlar'la bir gelin için fazla umursamaz görünmek istemeyerek "Aklımda bir model yok, sen bana yakışanı yap." dedim.
Arkada saçlarıma vereceği şekli aynada bana gösterirken gerçekten ne yapacağıma karar veremiyordum. Aklımdaki planla Araf'ın bana zorla yaptırdığı şu plan arasında dağlar kadar fark vardı. Yine kendi bildiğini okuyordu. Benim duygularımın ve düşüncelerimin bir önemi yoktu. O sadece rezil olmamak, her şeyin yerli yerinde olmasıyla yetiniyordu.
Saatler sonra kuaförde geçen zamanımın çöp olmasına yanarak aynada son kez kendime baktım. Mehveş beni öyle bir değiştirmişti ki kendimi yabancı gibi hissettim. Teşekkür edip oradan ayrıldığımda kimse beni almaya gelmemişti.
Bir an, Araf'a yapmak istediğimi o mu bana yapmıştı diye düşünmeden edemedim. Saçma sapan düşünmeyi bırakıp Masal'ı aradım. O, kuaföre gelmek yerine evde hazırlanmayı tercih etmişti. Araf, kendisi gelmese bile mutlaka Memduh'u gönderirdi ama o da ortalarda görünmüyordu. Bu işin tadı kaçmıştı artık. En yakın arkadaşım bile yoktu yanımda. Sanki kendi kendime gelin güvey oluyormuşum gibi bir süre bekledim.
Elimde tuttuğum çiçek ağır geliyordu. Araf'ı arayıp nerede olduğunu soracaktım ama o da telefonlarıma cevap vermemişti. Gittikçe benimle oyun oynadığı düşüncesi aklımı çelmeye başladığında, kendimi aptal gibi hissettim. Kalbim bin parçaya bölünmüştü.
İstemeye geldiği gün dalga geçer gibi "gören de bugünü önemli bir gün zannedecek" demesinden sonra, ne demeye kalkıp giyinmiştim bilmiyorum. Onun ne olduğu en başından beri belliydi belki de.
Mehveş'in saatlerce uğraştığı saçlarımı bozup eve kadar yürüdüm. O bana mutlaka gelecekti ve ben ona gününü gösterecektim. Çiçeği yolda çöpe atıp topuklu ayakkabılarımı çıkardım.
Eve yaklaştığımda anlamsız bir öksürük nöbeti geçirerek elimle pis havayı dağıtmaya çalışırken gökyüzündeki dumanı fark ettim. Önce anlamadım. Birkaç adım sonra kalbim sıkıştı. Adımlarım hızlandı. Gözlerim büyüdü. Bu duman benim sokağımdan yükseliyordu. Koşmaya başladım. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Sokağın köşesini döndüğümde durdum.
Saatler önce sapasağlam bıraktığım evim alevler içinde yanıyordu ve en önemlisi Masal içeride olabilirdi. Donup kaldım. Sanki nefessiz kalmıştım. Gözlerim gördüğü şeye inanamıyordu. Bu bir kabus olmalıydı.
Peş peşe giden ambulansların siren seslerine karışan görüntülerin arasında, Araf'ın nerede olduğunu göremedim.
Alevler bana sadece Erdal'ı hatırlatıyordu. Hayal meyal hatırladığım yanan bir araba gözümün önünden geçip gitti. Er ya da geç, babamı öldürdüğü gibi beni de öldürecekti. Gözüm bir an onu aradı. Korktum. Kalbim hâlâ yerinden çıkacak gibi atarken hiçbir şeye odaklanamıyordum. Etrafta bir sürü yaralı vardı. Mahşer yerini aratmayan kalabalıkta, nihayet arkadaşımı bulmuştum.
Masal'ın durumu kötü görünüyordu. Sağ kolu ve bacağı fena yanmıştı. Çıkan facia öylesine bir dikkatsizlik mi yoksa kasten planlanmış bir cinayet miydi bilmiyorum. Araf bitkin bir hâldeydi. Memduh, Kemal ve diğerleri başına toplanmış, benim ölmediğimi söylüyorlardı. Daha bir saat önce ondan intikam almayı planlarken, şimdi vazgeçtim. Bizim kattan çıkarılan bir kadın cesedini ben sanmıştı. Benim için gerçekten endişelenmişti. Ona haksızlık ettiğimi düşündüm. Duygularım çok çabuk değişiyordu. Yahut onu görünce böyle oluyordum.
Vakit kaybetmeden hastaneye gidecek olan yaralılar ambulansa alındı. Yer olmadığından başka bir araçla onları takip edecektim. En yakın hastaneye ulaşıncaya kadar akla karayı seçmiştik. Merdivenleri çıkarken ellerim titriyordu. Hastanenin koridorları soğuktu.
Kapının önüne geldiğimizde yapacağımız tek şey beklemek oldu. Yangının söndürüldüğü haberlerini, acilde sıra bekleyen insanlardan öğrenmiştik. İlk müdahaleler yapıldıktan sonra Masal'ı görmeye fırsat bulmuştum. Yüzü is lekeleriyle kirlenmişti. Birkaç saniye boyunca hiçbir şey diyemedim. Sadece yanına oturdum. Elini tuttum. Parmakları hâlâ sıcaktı.
Kolu sargılar içindeyken bile heyecanla başına gelenleri anlatmaya başladı. Yangın tam bizim katta meydana geldiği için ilk o fark etmiş ve kendisiyle beraber birçok kişiyi kurtarmıştı. Polisler konuşabilecek durumda olan hastalardan, yangın hakkında sorular almıştı. Detaylı bir inceleme başlatılacaktı çünkü bizim dairemizden bir kadın cesedi çıkarılmıştı. Kimliği henüz belli değildi; o gece sadece ben ve Masal dışında evde kimse yoktu.
İfade vermek üzere karakola gidecekken, nereden peyda olduğunu bilmediğim avukat da bize katılmıştı. Avukat ve ifademizi almaya gelen polis arasında ufak bir tartışma çıkmak üzereydi. Kısa bir ifade vermemize bile müsaade etmeyen avukat, susmak bilmedi. Yol boyunca ne söylememiz gerektiği hakkında tavsiyelerde bulunmaktan, adını bile öğrenememiştik.
Karakol koridorunda Memduh da bizi bekliyordu. Avukat, Memduh'a doğru gidince durumu şimdi anlamaya başlamıştım. Benim zaten halihazırda bir avukatım vardı ve başka bir avukata ihtiyacım yoktu. Avukat "rahat olun" der gibi bir bakışla cübbesini düzeltirken, polis ifademizi aldı. Kesin, bütün bu curcuna Araf'ın başının altından çıkıyordu.
Karakol çıkışında nereye gideceğimi dahi düşünemeyerek hızla yürüdüm. Memduh söylemese Masal'ı bile orada bırakacaktım dalgınlıktan. Yavaşlayıp arkadaşıma yardım ederek arabaya bindirdik. En önde Memduh ve Masal, arkada ben. Bu seferki durağımız ise Araf'ın evineydi. Ona ne olmuştu da yanına gidiyorduk, sormadım. Canım yeteri kadar sıkılmıştı.
Memduh çaktırmamaya çalışarak ara sıra aynadan bana bakınca, tam o sırada göz göze geldik. "Benim bilmediğim bir şey mi var? Şimdi niçin Araf'ı görmeye gidiyoruz, anlamadım?"
"Seni korkutmak gibi olmasın yenge hanım ama, durum gerçekten vahim; eviniz kullanılmayacak durumda, güvenli bir yer bulana kadar misafirimizsiniz. Bu arada, abi seninle ilgili önemli bir karar aldı. İşin iç yüzünü bilmiyorum, bana da bir şey söylemedi; gidince öğreniriz."
Masal, sol eliyle hafifçe Memduh'a vurdu. "Alisa, abinle evlenmediği için okul müdürü gibi nasihat edecekse, beni şimdi arabadan atabilirsiniz. Valla, annemi iyi olduğuma inandırana kadar söylemediğim yalan kalmadı. Zaten bugün çok yoruldum, hiçbir şeyi kafam kaldırmıyor."
Yoldan bakışlarını kısa bir anlığına çevirip şakayla karışık cevap verdi: "Yaralı olmasaydın belki bu söylediğin cazip gelirdi ama abi seni de çağırdı." Gözlerim büyüdü. İkimiz de aynı şeyi merak etmiştik. Sık orman ağaçlarını son süratle geçerek eve vardığımızda araçtan inip, Memduh'u bekledik. Evin ışıkları yanıyordu. Kemal de bize kapıya kadar eşlik edince arkamdaki kalabalık, giderek artmaya başlamıştı.
Hep beraber içeri geçtik. Arka bahçeyi gösteren pencerede başka bir kalabalık vardı. Memduh, Masal'ı da alıp bahçeye doğru ilerledi. Niye bahçe süslü ve ışıklandırılmıştı anlayamadan, Kemal bana doğru yaklaşarak yukarıdaki çalışma odasına çıkmamı söyledi.
Başımı hafifçe Kemal'e çevirip nedenini sorunca söylememişti. Öğrenmemin başka bir yolunu aramaya gerek kalmadan çalışma odasına kadar ilerledim. Kapıyı açıp içeri geçtiğimde, odasındaki koltukta oturan Araf bir anda gözlerini açtı. Uyuyakalmıştı galiba. Yerinden doğrulmaya çalışınca yanına yaklaşarak elimle kalkmasına engel oldum.
"Sen ölmedin mi, Alisa?" Öyle saf ve acı bir ifadeyle sormuştu ki, gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırmak zorunda kaldım. Gülersem ayıp olacaktı. Öteki taraftan Araf'ı görmeye gelemeyeceğime ve beni de ayağına kadar o getirdiğine göre tabii ki hayattaydım. Aksilik bu ya, bugün de bembeyaz giyince, bizimki beni hortlak zannetmişti herhalde.
Beni tanımıyormuş gibi baştan ayağı süzdü: "Ne biçim rüya bu? Gerçek gibi! Aklımı mı kaybediyorum nedir?"
Masaya oturarak yanına yaklaştım. Elini tutup gerçek olduğumu kanıtlamak istedim. Hızla geri çekti. Kaşlarımı çatıp alay ettim: "Ölsem ilk ziyaret edeceğim kişi sen olmazsın canım, merak etme! Sevdiğim onca insan varken aradan bin yıl geçse bile sana sıra gelmez."
Yavaş yavaş kendine gelmişti çünkü çok konuştuğumun farkındaydı. Sözlerime tebessüm etti: "Bin yıl yaşar mıyım, bilmem ama bugün ömrümden on yıl eksildiği kesin!"
Yanından kalkıp masanın karşısındaki koltuğa geçtim. "Beni gördüğüne sevinmedin galiba! Utanmasan bana on yıl borcun var diyeceksin, Araf."
Gülümsemeyi bırakıp başını geriye yasladı: "Borçlusun evet, niye gelmedin nikaha?"
Üzerimdeki kıyafetin varlığını unutup, nikaha geldiğimi bilsin istemediğim için inkar ettim: "Niye mi gelmedim? Çünkü dün nezaketten nasibini almamış, kaba saba bir adam, bana nikaha gelmemi emretti. Şu hayatta kaba teklifleri görmezden gelmek en iyisi..."
Oturduğum koltukta hareketlenip, yüz ifadesine bakınca meydan okur gibi Araf'a dikkat kesildim. Söze başlamadan önce gözlerime baktı. "Emrettim çünkü zaten gelmeyecektin. Bugün nikaha gelmeyerek beni zor durumda bıraktın."
Mutlu yüz ifadem anında silindi. Gözlerimi kaçırmadan alay ederek konuştum: "Ay, kıyamam, sen mutsuz mu oldun? Kısmet değilmiş."
Ciddi bir tavırla yüzüme bakıp aynı sözlerimi tekrar etti: "Kısmet değilmiş?" Kendi kendini sakinleştirmeye çalışıyordu sanki. Koltuğundan kalkıp bir anda karşımdaki koltuğa oturdu. "Evinden çıkan kadın cesedi kime ait, biliyor musun? Ya da daha da önemlisi, niye senin evinden çıktı? Önce bunu bir düşün?"
Öyle kendine güvenerek konuşmuştu ki, sorularının cevaplarını kesinlikle biliyordu. Üstelik bana kendimi aptal gibi hissettirmekten de hiç çekinmiyordu. Kadının kimliği belli değildi ve kimse bize herhangi bir şey söylememişti. Böyle gözlerini dikerek gizemli konuşunca hipnoz olmuş gibi cevap verdim: "Benden ne istiyorsun?"
"Benim senden istediğim şey, nikah defterine atacağın basit bir imza sadece. Ama Erdal'ın senden alacağı şey biraz sıkıntılı... O adam ya seni öldürecek ya da özgürlüğünü elinden alacak. Şimdi kısmet mi, değil mi sen karar ver bakalım."
"Yangını ben çıkarmadım. O kadını da tanımıyorum. Ne biliyorsan açık açık anlat."
"Vaktimiz kısıtlı, şimdi anlatamam. Nikaha vaktinde gelseydin, şu an evliydik ve yangından çıkan kadınlardan biri sen misin diye düşünmeme gerek kalmazdı."
Maşallah, Araf'ın empati yeteneği sıfırla eşdeğerdi. Bugün o nikaha vaktinde gitseydim, öldüğümü zannedip benim için üzüldüğünü göremeyecektim. "Şimdi gel," diyerek elimden tutup pencerenin önüne getirdi. Aşağıda varlığımızı fark etmeyen küçük bir kalabalık duruyor; sanki bu sabah evimiz hiç yanmamış gibi tekrar nikah için toplanmışlardı.
Her şey iyi hoştu da tandıra düşmüş gibi duran kıyafetimle asla aşağıya inemezdim. Araf kendine gelir gelmez eve gidip üstüne başına çeki düzen vermişti. Bense hâlâ is kokuyordum. "Sence de bende bir tuhaflık yok mu?" diye sordum. Şu hâlimle aşağıya insem kuyuya düştüm zannederlerdi.
Araf gerçekten de bunu görmüyordu. "Zaten senin yanında hiçbir şey normal olamaz Alisa. Sen eyeliner'ın istediğin gibi olmayınca arkadaşının doğum gününe gitmekten vazgeçmiş kadınsın."
Bu bir kabahat miydi?
"Bu benim en anormal hâlimse sabahın köründe ıssız ormanda spor yapan adam, o zaman zır delinin teki olmalı. Seninkilerin yanında benimkiler hiç kalır."
Araf gülüyordu. Tam bir şey söyleyecekti ki kapının sesini duyunca Gökay'ın içeri girmek için müsaade istemesine döndük. "Nikâh memuru geldi." Verdiği bu kara haberin ardından "Olmaz," diye tutturdum. Bu halde mümkün değil, insanların içine çıkamazdım. Araf'a döndüm. "Şaka yapıyorsun, değil mi?"
"Hayatımda hiç bu kadar ciddi olmamıştım." Elimden tutup aşağı indirdiğinde, olduğum yere çivilendim kaldım. Merdivenlerde "Hayır!" diye karşı çıkınca elimi bırakıp bana beş dakika verdi, hazırlanmam için.
"Beş dakikada nasıl bir hazırlık yapabilirim acaba?"
"Ben de adamı nasıl oyalayabilirim acaba?"
Gökay, bizim tartıştığımızı görünce araya girip bir öneride bulundu. "Bunun için tartışmayın, ben adamı oyalarım. Ama çok geç kalma, en fazla bir saat..."
Bir saat iyi bir süreydi. Gökay'a teşekkür edip yukarı çıktım. Araf, bir saatte benim ne yapacağıma bir anlam verememiş ve yenilgiyi kabul ederek aşağı inmişti ya da şimdilik öyleydi.
Eskiden kaldığım odaya giderek kapıyı kilitledim ve kısa bir duş alıp çıktım. Kapı çalıyordu. Yaşlı bir kadın bana beyaz düz bir elbise getirdi. Teşekkür ettim. Araf'ın benim için seçtiği elbiseyi giyinip aynada kendime baktım. Modeli bana göre değildi ama tam üzerime olmuştu.
Saçlarımı ne yapacağım konusunda bunalıma girmiştim. Gökay'ın bana verdiği süreden yarım saat geçmişti bile. Saçıma şekil vermeye çalıştıkça strese giriyordum. Normal günlerde özensiz yaptığım topuz şimdi bir tuhaf görünüyordu. En iyisi onları özgürlüğüne kavuşturmaktı.
Kapım tıklandı ve "gel" demeden içeri Araf girdi. Saçlarımı bir türlü rahat bırakmadığımı görünce fikir vermeye başladı. Nasıl olsa saçlarım gittikçe şekilsiz bir hâl alıyordu diye dediğini yapıp, ona zevksiz olduğunu göstermeye çalışacaktım ki aynadaki yansımam gerçekten değişti. Nasıl duruyor, son kez bakmak için başımı sağa ve sola yavaşça çevirdim. İşte şimdi mutluydum.
Hızla ayaklanıp odadan çıkmak üzereyken, nazikçe boğazını temizleyerek varlığını hissettiren Araf, bir şey unutmuşum gibi yüzüme bakıyordu. Elimi tutmam için yanına çağırmıştı. Koluna girip ikimizi de kapıya kadar yönlendirerek "Ne el ele tutuşması ya, kutu kutu pense mi oynuyoruz? Böyle iyi, oyunbozanlık yapma." dedim, ikna eder gibi omzuna hafifçe dokundum.
Aşağıdaki kalabalığa yaklaştık. Çok kişi çağırılmadan aile arasında sade bir tören hazırlanmıştı. Alkışlar başlayıp bittiğinde yerimizi aldık. Yan yanayken dönülmez bir yola giriyormuşum hissine kapılmıştım. Biraz uzağımda Masal şahit olarak seçilmişti. Araf'ın şahidi ise Hamdi Bey'di.
Gökay nikah memurunu öyle bezdirmişti ki artık aralarından su sızmıyordu. Klasik sözlerden sonra uzatmadan konuya girdi. Kalemini ceketinin iç cebinden değil, kulağının arkasından çıkardı. Sanki iddia masasından kalkmış da gelmişti. Kaçarak uzaklaşsam mı diye düşünmeyi bırakıp gülümsedim.
Şahitlerimizin de onaylarının ardından imzalanan defter tekrar memura verilmişti. Kısa bir mutluluk dileğiyle son bulan nikahın sorunsuz geçmesine şaşırıyordum. Gelen geçen tebrik ediyordu. Bahçenin kalabalığı azalınca Araf, kalabalıktan uzaklaşmamız için onu takip etmemi söyledi.
Yine çalışma odasına gelmiştik. İçeride Memduh, Gökay ve Masal vardı ve gizli bir şey yapıyormuşuz gibi hemen kapıyı kapatıp yanımıza oturdular.
Gökay'ın yüz ifadesi gergindi. Anında önemli bir şey olduğunu hissetmiştim. Araf'a yaklaşıp mırıldadı: "Erdal kapının önünde bekliyor. Allah'tan deden namaza gitti de karşılaşmadılar."
Merak içinde Araf'a baktık. Hiç tepki vermeyerek Gökay'a döndü: "Camiiye gitmiştir, dönmez iki saat, telaşlanma... Erdal niye gelmiş?"
"Sordum, söylemedi. Seninle yalnız konuşmak istiyormuş. Böyle bir günde Erdal durduk yere tebrik olsuna gelmez. Dikkatli ol."
"Tamam, siz çıkın."
Araf şimdi Erdal'la ne konuşabilirdi ki? İtiraz edip hızla ayaklandım: "Erdal'la görüşmeyeceksin. Gökay haklı."
Kravatını çözmeye uğraşırken bir yandan da sakin olmaya çalıştı. "Ben onunla konuşur derdi neymiş anlarım. Siz bu işe karışmayın." Odadan çıkmamızı bekliyordu sanki.
Masal ve Gökay bu anı bekliyormuş gibi dışarı çıkarken ben hâlâ odadaydım. Araf çık derse çıkmayacağımı bildiği için hiçbir şey söylemeden Memduh'a baktı.
Memduh odadaki varlığımdan rahatsız gibi rica eden bakışlarıyla "Beni buna mecbur etme," dedi. Yine inat ettim. Hain Memduh, Araf'tan onayı alır almaz beni kapı dışarı etmişti. Araf'a ve o yardımcısı olacak ayıcığına iyi bir ders vermeye and içerek aşağı indim. Az sonra Erdal kimseyle göz göze gelmemek için hızla merdivenlerden yukarı çıktığında sinirden deliye dönmek üzereydim.
Onlara karşı olan öfkemi çıkıp giderek gösterecektim ki Gökay durdurup nereye gittiğimi sordu. Cevap vermedim. Kızgın olduğumu evdeki herkes anlamıştı. Halide Hanım ve Masal da salonda bekliyorlardı. Yarım saat önce çağırılan taksinin gelmesine az kalmıştı. Huzursuzluğumun asıl nedeni o adamın bu eve girip çıkmasıydı.
Yeni evli birine göre fazla mutsuzdum ve ağlamak üzereydim. Halide Teyze yanıma gelip düğüne kadar onda kalmamı tavsiye ettiğinde hiç düşünmeden "Evet," dedim.
Memduh, konuştuklarımıza bizzat şahit oluyordu ama bu sefer gitmemize engel olmaya cesaret edemeyerek başını önüne eğdi.
Taksi gelmişti. Üçümüz de aynı yere gidiyorduk. Onlar olmasa ne yapacağımı bilmiyorum. Halide Teyze'nin arada bir gittiği yazlığına ansızın yerleştiğimizde, apartmandaki evimi özlüyordum. Elimizde küçük bir çantayla içeri geçip ışıkları açtık. Herkes yorgundu. Aç karnımızı bile doyurma gereksiniminde bulunmayarak yataklarımıza çekildik. Halide Teyze akşamleyin bir şey yemezdi. Benim de kalkıp yiyesim gelmiyordu.
Yangını düşünüyordum. Daha doğrusu Masal'ı. O da bütün gece uyumamıştı. Sabaha doğru uykuya geçeceğim sırada, Halide Teyze uyandı. Bu sessiz düşünceli halleri bana annemi kaybettiğim zamanı hatırlattığında içim kederle dolmuştu. Boşlukta kalmış gibi bir süre sessizce düşünüp durdum.
Ayak ucuyla yürüyerek evden çıktım. Soğuk hava beni kendime getirmişti. Bir süre kapının önünde bekleyip toprak kokusunu içime çektim. Biraz ileride Memduh arabada bekliyordu. Dünkü kaba hareketi için özür dilemeye gelmişti. Yanından geçip gitmek üzere bir harekette bulunduğumda, damla damla yağan yağmur durmuştu.
Memduh arabanın ön kapısını açıp cüssesinden beklemedik bir kibarlıkla, "Bir yere gidecekseniz bırakabilirim yenge hanım," dedi. Bir yere gitmek istemesem de o arabaya binmeyeceğimi adı gibi biliyordu. Bana yetişmek için arkamda koşturduğunu hissettim. Aceleci adımlarım onu nefes nefese bırakmıştı. "Yenge hanım, bana hâlâ küs müsünüz acaba?" Cevap vermediğimde özür dilemeye başlamıştı. İzimi kaybettirmem mümkün değil, çünkü peşimi asla bırakmıyordu.
Aklıma gelen fikirle birden yürümeyi bırakınca başımı ona çevirdim: "Özrünü ancak bir şartla kabul ederim."
Gözleri mutlulukla ışıldayıp şartımı sordu. Hiç beklemediği bir şeyi ondan isteyecektim. "Önemli bir adamı herhangi bir ülkeye izinsiz sokabilir misin?"
Şok olmuştu ve şaşırarak sordu: "Nasıl yani, illegal bir iş mi?"
"Geçmişte hayır kurumunda mı çalışıyordun? Yapabilir misin, yapamaz mısın?"
"Zahmetli bir iş bu. Tehlikeli biri mi? Adamımız kim?" Ağzımdan laf almaya çalışmıştı. Ayıcık beni saf zannediyordu galiba. Adamın kim olduğunu bilmesine şimdilik gerek yoktu. İrtibatı sağlayacak adamlarla beni muhatap etmeden işi halledeceğini söylediğinde, ısrarla kim olduklarını ve onları nerede bulacağımı öğrendim. En son unutmadan şöyle dedim: "Çok gizli tutulması gerek. Aramızda sır kalacağına, şerefin ve namusun üzerine yemin et."
Yemini de ettiğinde gülümsedim. Gerisin geri yürüyerek arabaya doğru ilerledik. Ben konuşmayınca sormak zorunda kaldı. "Nereye götüreyim seni yenge? Abimin yanına mı?"
Hava almak için çıktığım evden "abi" lafını duyunca irkildim: "Aman aman."
Memduh güldü. "Niye öyle dedin yenge?" Gerekli gereksiz her cümlenin sonunda benden yenge diye bahsetmesi canımı sıksa da umursamadım.
"Araf'la çalışmak senin için zor olmuyor mu?" Aslında bu soruyu merak etmiyordum, maksat düşüncelerimi dağıtmaktı. Araf işin içine girince düşüncelerimi bile yerle bir ediyordu. Telefonum titrediğinde elimi cebime götürdüm.
Araf: Dün kaçar gibi evden çıkmışsın, Memduh söyledi. Düğün olana kadar Halide Teyze'yle kalmak istiyor musun gerçekten?
Memduh'un da ağzında bakla ıslanmamış, gitmiş abisine her şeyi anlatmıştı. Kaşlarım çatıldı. Araf düğün yapmayı mı planlıyordu şimdi? Ayıcık gizli işimiz için yanından ayrılınca ben de daha fazla üşümeden eve girdim.
Aklımdaki planla gülümsemeyi bırakıp Halide Teyze'nin pişirdiği böreğin kokusunu takip ederek mutfağa yöneldim. Boş masaya oturup dinlenirken huzurla gözlerimi kapattım.
Masal'ın telefonu cam masa üzerinde titreşimde çalarak rahatsız edici sesiyle ödümüzü koparmıştı. Ya sabır dileyip telefonu kapadı. Artık arayan her kimse, ulaşamayınca telefonu mesaj yağmuruna tutmaya başladı.
Telefon bir kez daha çalarsa sanki balkondan aşağı fırlatacak gibi olan Masal, bir hızla ayağa kalkıp içeri geçti. Beş on dakika sonra olayı unutarak tekrar yanımıza gelmişti.
Halide Teyze çayını içip bir yandan da ne olduğunu soruyordu. Masal bir an durdu, sonra içini çekip omuzlarını hafifçe silkti: "Her zamanki Gökay işte! Akşam beni antremana çağırıyor. Kolumu kaldıracak gücüm yok."
Ekranda “Gökay arıyor…” yazısı devam ederken Halide Teyze heyecanlanıp dik oturdu. Göz göze geldiğimizde Masal telefonu açtı.
“Efendim Gökay?”
Gökay’ın sesi her zamanki gibi kontrollü, ama altında hafif bir rahatlık kıpırtısı vardı: “Bugün seni altıncı kez aramamışım gibi.. Rahatsız etmiyorumdur umarım. Bu akşam boşsan, birlikte yemek yiyelim mi?”
Masal gözlerini benden ayırıp derin bir nefes aldı. Bahane bulmaya çalışır gibi etrafına göz gezdirip, "Bu aralar müsait değilim. Yemek falan kaldıramam şimdi... Sürekli konular birikiyor ve ben ders çalışamıyorum. Biraz kafamı dinlemeye ihtiyacım var," dedi.
Telefonun ucunda bir duraksama oldu. Halide Teyze, Masal'ı uyarır gibi dürtünce, hiç istifini bozmadan Gökay'la konuşmaya devam etmişti. Soğuk bir vedalaşmanın ardından kapandı.
Masal telefonu bir kenara koydu, Halide Teyze’ye döndü. "Bu ders çalışma bahanesi beni bir süre idare eder. Sonra başka bir çare bulurum." Böyle nereye kadar devam edeceğini kendisi de bilmiyordu. Aslında Gökay'ın Masal'a yakın olmak için çevirmediği dolap, yemediği nane kalmaması bence bir şeyleri açıklıyordu ama bunu Masal'a söylemeye cesaret edersem, Gökay'ın hiç şansı kalmayacaktı. Çünkü arkadaşım hayatına birinin girmesine asla müsaade etmezdi.
"O var ya, o! Her şeyi o mahvetti zaten. Kadının dersinden geçemiyorum. Bütünlemeden de kaldım. Yok yere dönem uzadı. Bak şimdi kolumda yandı. Ne yapacağım şimdi ben? İyi ki bir üniversite okuyalım dedik, başımıza gelmeyen kalmadı anacım!"
Odadaki tansiyon yine yükselince, Masal'a dönüp önündeki tabağı uzattım: "Boş ver sen bunları... Al limonlu kek ye. Ben yaptım." Sabahtan beri elimi bir şeye sürmemiştim. Maksat, arkadaşımı sakinleştirip konuyu değiştirmekti.
Masal elimdeki kek tabağını aldı, önce kokladı, sonra bir lokma koparıp ağzına attı. O andaki yüz ifadesi sanki yıllardır istediği ilacı bulmuş gibiydi.
Ağzındaki keki yutar yutmaz başını salladı: "Bunu kesin sen yapmadın. Beni kandırıyorsun." Cevap verecektim ki o sırada Araf'tan bir mesaj geldi. Gözlerim büyüdü. Ekrandaki yazıyı iki kez okumama rağmen sanki anlayamıyordum. Bu akşam yemeğe davet edilmiştim. Hem de Hasibe Hanım tarafından... yani yeni unvanıyla kayınvalidem... akşam beni görmek istiyordu.
Yüzümün bembeyaz olduğunu görünce elimden telefonumu kapıp derhal mesajı okudular. Halide Teyze bunu bekliyormuş gibi konuştu: "Akşama az kaldı. Kalk hazırlan, anca yetişir. Belli ki kadın seni görmekte ısrarcı. Hadi kızım, ne oturuyorsun öyle?"
Nasıl yaptım bilmiyorum ama kendimi üç buçuk saat sonra Araf'ın evinin önünde bulmuştum.
Zili çalarak içimden dua etmeye başlamışken soğuktan titriyordum. Kapıyı ciddi bir ifadeyle Araf açmıştı. Beni görünce kaşlarını çattı. İçeri geçince evde bomba arıyormuş gibi etrafa göz gezdirdim. Bizden başka kimse yoktu.
"Hani annen nerede Araf?"
"Maalesef bugün gelmeyecek. Uçağı ertelendi. İçeri geç, seninle önemli bir şey konuşacağız."
Koltuğa oturup söyleyeceklerini dinlemeye başladım. Nedensiz bir gerginlik yaşadığım söylenemezdi çünkü Araf'ın yüz ifadesi ciddi ve fazlasıyla sinirliydi. "Merak ediyorum, her türlü belayı kendine çekmeyi nasıl başarıyorsun?" Ne olmuştu yine Allah bilir. Onu daha iyi anlamak için susup söylediklerini dinledim. Sesi gür çıkıyordu: "Bana doğruyu söylemeni istiyorum Alisa. Erdal'ın kızıyla daha önce görüştün mü?"
Buraya kadar gelmemin nedeni bu saçma mesele değildir, umarım diye aklımdan geçirsem de ondaki sinir bana da etki etmiş gibi kaşlarımı çattım: "Birkaç kez konuştuk. Ne var ki bunda?"
Alayla tekrar ederek söyledi. "Ne mi var? Apartmandan çıkan kadın cesedi Erdal'ın kızına ait." O kadının bizim apartmanda ne işi vardı, düşünmek bile istemiyordum. Haberi duymayan kalmamıştı. Erdal artık öz kızı hayatta değil diye üzülmüyordu. Hatta Erdal, kızının gerçekten öldüğüne emin olmak için nikah günü geldiğini biraz önce Araf'tan öğrendi.
"Kadın evine kadar girmiş. Senin hiçbir şeyden haberin yok."
"Yangını ben çıkarmadım. Bu nasıl suçlama böyle?"
"Yangını sen çıkarmamış olabilirsin, kimse seni suçlamıyor. Ben sadece bu rahatlığına bir anlam veremiyorum. Baş düşmanının kızı evinde ne arıyor?"
"Evimde ne halt ettiğini bilmiyorum! Yeliz defalarca görüşmek istedi. Ben kabul etmedim. Erdal'ın sözlerine inandın da bana mı güvenmiyorsun? Yazıklar olsun..."
Onca yolu boşuna gelmiştim. Araf pencerenin önünde, ayakta duruyor, dışarıya bakıyordu. Artık onunla konuşacak bir şeyim kalmamıştı. Sözlerime inanmadı. Evden çıkıp gittiğinde ceketimi alıp ayağa kalktım.
Kapıyı açıp dışarı çıktım. Hava soğuktu. Adımlarımı hızlandırdım. Halide Teyze’ye gitmek istedim.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 46.9k Okunma |
2.04k Oy |
0 Takip |
37 Bölümlü Kitap |