Herkes aynı anda geceyi yaşar,
ama herkesin karanlığı farklıdır.
*La Edri*
Günümüz...
Restoranın hafif sararmış ahşap masasında, zamanın izlerini taşıyan birkaç oyuk ve eskimiş sigara yanıkları vardı. Üzerine serili ince beyaz örtü, babamın elindeki bardaktan kayan birkaç damla rakıyla buruşmuştu. Tıpkı onun anıları gibi… Zaman zaman bulanık, zaman zaman parlak ama her zaman masaya sinmiş bir hatıra gibi duruyordu.
Dışarıda, denizden gelen tuzlu rüzgâr, babamın gençlikten bu yana arkadaşı olan Ramiz amcanın küçük sahil lokantasının perdelerini usulca dalgalandırıyor, içerideki balık kokusuna hafifçe iyot karıştırıyordu. Akşamın geceye doğru kayan karanlığında, içeride loş bir ışık hâkimdi. Tavana asılı eski lambanın titrek ışığında, babamın yüzü anılarını anlatırken daha da belirginleşiyordu. Dudaklarının kenarında her zamanki muzip gülümsemesi vardı ama gözlerinde, yılların yorgunluğu ve nostaljik bir hüzün saklıydı.
Masada oturan herkes, onun anlatacağı hikâyeyi çoktan ezberlemişti ama yine de, her seferinde ilk defa dinliyormuş gibi heyecanlanırdık. Gökhan abim biraz öne eğildi, gözleri parlıyordu. Babam, rakı dolu bardağını iki parmağının ucunda hafifçe çevirdi, sonra derin bir nefes aldı ve kendine has sesiyle anlatmaya başladı. “Sonra bu yüzbaşı bizi sıraya dizdi ve bir konuşma yaptı, herkes öyle bir gaza geldi ki bıraksalar Viyana’yı üçüncü kez kuşatır, üstüne bir de fetheder geri dönerdik!”
Hep aynı hikâye ama. Babanın başka askerlik anısı olduğuna emin misin?
Sesi restorandaki birkaç müşterinin ilgisini çekecek kadar yüksek çıkmıştı. Bazıları gülümseyerek göz ucuyla babama baktı ama babam oralı bile olmadı. Kendini anılarının içine bırakmıştı.
“Eee?” dedi Gökhan abim, yüzünde sabırsız bir ifadeyle.
Babam, bardağını masaya koydu, dudaklarında alaycı bir gülümseme belirdi. “Bu olayın eee’si mi olur evladım? O kadar gazdan sonra ne oldu biliyor musunuz?” Bir an durdu, dramatik etki yaratmayı seviyordu. Sonra aniden kahkahayı patlattı. “Gitti, alayda yere atılmış izmaritleri toplattı bize!”
Peh, bunda ne var ki! Ben taşı sıksam suyunu çıkarırım be!
Masada kahkahalar yankılandı. Zehra, her zamanki kibarlığıyla minik bir gülümseme sundu ortama. Gökhan abim başını iki yana sallayıp gülerken ben de elimdeki rakı bardağını hafifçe kaldırıp, babama doğru gözlerimi kıstım. Asla değişmezdi. Her ayın on beşi geldi mi buraya gelir, Ramiz amcanın restoranında tapulu malımız gibi aynı masaya oturur, balığımızı yer, rakımızı içer ve babamın askerlik anılarını dinlerdik.
Zamanın eskitemediği ritüellerdi bunlar. Rakının, balığın, anıların ve kahkahaların birbirine karıştığı geceler… Dışarıda deniz hafifçe kıyıyı öperken, içeride babamın sesi yankılanmaya devam ediyordu.
Babamın sözleri üzerine herkes bir an durdu. Masanın üzerinde beliren sarımtırak ışık, rakı kadehlerine vuruyor, içeride deniz kokusuyla karışan balık ve içki kokusu hâkim oluyordu. Annem Hülya, babamın bu anlık duygusallığını tebessümle karşıladı ve çatalını usulca tabağına bıraktı.
“Ooo, bu akşam yeniden felsefi bir askerlik anısı mı dinleyeceğiz yoksa?”diye sordu, gözlerini hafifçe kısarak.
Babam hemen toparlandı, sesini eski neşesine döndürerek, “Yok hanım, felsefe değil de gerçekler diyelim,” dedi. “Bu masa, geçmişin ve bugünün buluştuğu en güzel yer. İnsan yaşlandıkça fark ediyor, en güzel hatıralar birlikte yaşananlar.”
Zehra, babasının bu sözlerine hafifçe gülümseyerek başını eğdi. Her zaman olduğu gibi nazik ve ölçülüydü. Önüne düşen şalının ucunu arkaya attı. “O hâlde biz de bu anıları yaşatmaya devam edelim baba,” dedi sesi bâriz bir hüznü barındırır gibi. “Ama anılar kadar önemli olan bir şey daha var… O da bugünü kaçırmamak.”
Bu sözler, masadaki herkesi kısa bir süreliğine sessizliğe sürükledi. Çünkü bazen geçmişin ağırlığı, bugünü unutturabilirdi. Ama ikiz kardeşim, geçmişi sırtında taşırken bile bugünü yaşamayı öğütleyen kişiydi. Ve bu masada, belki de en çok onun bu sözlerine ihtiyaç vardı.
Babam Zehra’nın sözlerine başını onaylarcasına salladı ama gözlerinde garip bir hüzün belirdi. Rakı bardağını elinde çevirdi, bir an ne diyeceğini bilemeden sustu. Sonra gözlerini Zehra’ya dikti, sesi biraz daha yumuşamıştı. “Sen hep mantıklıydın kızım, hep ağırbaşlıydın,” dedi. “Ama senin hayallerin farklıydı. Sen küçükken doktor olacağını söylerdin hep… Şimdi bir avukatsın.”
Masaya kısa bir sessizlik çöktü. Dışarıdan denizin hafif dalga sesleri gelirken içeride herkes, babamın cümlesinin ağırlığını hissetmişti. Annem başını eğdi, çatalıyla tabağındaki yemeği karıştırdı ama aslında hiçbir şey yemiyordu. Gökhan abim ise derin bir nefes aldı, ama bir şey söylemedi. Ben ise elimdeki boş rakı bardağını çeviriyordum.
Herkesin aklına aynı kişi düşmüştü, yeniden ve hep olacağı gibi...
Ayhan abim, hepimizin gönlünün kanayan yarasıydı. Bizi geride bırakmış, seneler önce son kez gitmişti. Bir daha geri dönmemek üzere. Ondan sonra ikizim Zehra, tıp fakültesinde üçüncü sınıf öğrenciliğini birincilikle devam ettirmesine rağmen abim için hukuk fakültesine geçiş yapmıştı. Şimdi ise İstanbulʼda tanınan avukatlardandı.
Zehra, her zamanki nazik tavrıyla hafifçe gülümsedi ama gözlerinde ince bir gölge vardı. “Evet,” dedi, sesi her zamanki gibi kibar ama hafif titrek. “Ama bazı hayaller, bazı gerçeklerin yanında önemsiz kalıyor baba.”
Rakımdan bir yudum aldım, ama tadını bile alamadan bardağı masaya bırakmak zorunda kaldım. “Keşke…” diye mırıldandım, sonra durdum bir anlık. Bakışlarım masanın üzerindeki oyuklara düştü. “Keşke Ayhan abim gitmeseydi de, sen de bembeyaz önlüğünün içinde insanları iyileştirseydin.”
Bu söylediklerimle anne derin bir nefes aldı, gözlerini kaçırarak dışarı baktı. Zehra ise nazikçe gülümsedi, ama gülümsemesi cam kadar kırılgandı. “Hayatta bazı şeyleri seçemiyoruz kardeşim,” dedi. “Ben de seçemedim. Ama yine de insanlara yardım ediyorum, değil mi? Belki artık hayat kurtarmıyorum, ama adalet için savaş veriyorum.”
Gökhan abim, ortamın ağırlığını dağıtmak istercesine sandalyesine yaslanarak gözlerini devirdi. “Tamam, tamam! Yine duygusallaştık. Babamın askerlik anılarını dinliyorduk en son, ne ara hayat dersi veren bir sofraya döndük?”
Gökhan abin ilk ve son kez haklı oldu, diyebilir miyiz?
Bu sözler masadakileri gülümsetti. Ramiz amca, uzaktan bir kahkaha atarak seslendi: “Doktor bey oğlum haklı! Hadi bakalım Tarık Bey, şu yüzbaşı meselesine geri dönelim. Ne ettiniz lan, topladınız mı onca izmariti?”
Babam, eski neşesini yerine getirerek sandalyesine biraz daha yerleşti, bardağını kaldırdı ve göz kırparak, “Ah, o yüzbaşı yok mu! Sağanak yağmurun altında toplattı bizlere izmaritleri.” Tam bu sırada kalın kaşlarını çatıp sesi bir ton kalınlaştırarak yüzbaşının şiveli taklidini yaptı: “Topladunuz mi ula hepsuni?”
Al, işte. Yine çıktı içindeki ses sanatçısı.
Hep beraber kahkahalarla gülerken, dikkatimi babamın ardında oturan tedirgin bir şekilde elindeki çantayı sımsıkı tutan bir adama kaydı.
Etraftaki insanların neşesine tamamen zıt bir halde, omuzlarını kasılmış, gözleri sürekli etrafı tarayan bir hâlde oturuyordu. Solgun teni, alnındaki ter damlaları ve özellikle elleri… Çantasını öyle sıkı tutuyordu ki, parmaklarının eklemleri bembeyaz kesilmişti.
Babanın içinden ses sanatçısı, senin içinden dedektif mi çıktı, sultanım?
Herkes hâlâ babamın anlattığı anıya gülmeye devam ederken, içimde tuhaf bir his belirdi. Bu adamın buraya ait olmadığını hissediyordum. Bir şey saklıyor gibiydi. Sanki biri ya da bir şey tarafından köşeye sıkıştırılmış gibi görünüyordu. Onun bu tedirgin hâli, garip bir huzursuzluk hissinin içime yerleşmesine neden oldu.
Gözlerimi ondan ayırmadan bardağıma uzandım. Adam başını kapıya çevirdi, sanki birinin bakışlarını hissetmişçesine. Çantasını biraz daha kendine çekti ve hızla etrafına bakındı. Ama benim onu izlediğimi fark etmemiş gibiydi. Onun baktığı yöne baktığımda içeriye başka bir adamın girdiğini gördüm. Genç bir adamdı. Uzun boylu, sağlam yapılı… Keskin yüz hatları ve dikkatlice taranmış koyu renk saçları, yeni tıraş olduğunu belli eden kirli sakalları ciddi bir havası olduğunu gösteriyordu. Ama en çok gözleri dikkatimi çekti. Kararlı, sert ve her ayrıntıyı yakalayabilecek kadar keskin bakan koyu kahve gözleri…
Yalnız adam yürüyen bir felek döndürücü gibi. Şu karizmaya bak, karizmaya!
Masada çantayla oturan adam tedirgin bakışlarına aldırmadan ona doğru yöneldi ve çantayı ondan aldı. Sonra yeniden hiçbir şey olmamış gibi restorandan çıkmak için kapıya yöneldi.
İçimdeki merak ve şüphe iyice büyüdü. Masadaki kahkahalar, babamın sesi, annemin tatlı tatlı söylenişi… Hepsi bir anda arka plana düştü. Gözüm, hızlı adımlarla restorandan çıkıp karanlık sokağa doğru ilerleyen adamın peşindeydi artık.
Ah, adamı da gözümüze kestirdik, tam oldu. Senelerdir tek bir erkeğe bile bakmayan Turşucu Beyza Sultan sonunda bir yiğide kavuşacak galiba.
Kes, manyak.
Ayağa kalkarken annem fark etti. “Nereye kızım?” diye sordu ama ben sadece “Hemen dönerim,” dedim ve mekândan çıktım. Ben çıkarken Zehra da çıkmaya hazırlanıyordu. Bu tip içkili mekânlarda fazla durmaya tahammül edemezdi. İnandığımız dine bizden daha çok bağlıydı. Nadiren bizim için tolerans gösteriyordu.
Dışarı çıktığımda soğuk rüzgârla titredim. Sokak lambalarının solgun ışığı, kaldırımlara uzun gölgeler düşürüyordu. Hızlıca köşeye döndüğümde onu gördüm. Çantayı elinde sıkıca tutmuş, çevresine dikkatlice bakıyordu.
Adımlarımı sessiz tuttum, nefesimi düzenlemeye çalışarak takibe başladım. Yürürken bir yandan da arka cebimden telefonu çıkarttım ve ekibimdekilerden önüme ilk çıkanın numarasını aradım.
Aslıʼnın düz çıkan sesi kulağımda yankılandı. “Komiserim, buyurun?”
“Aslı, şu an bir adamın peşindeyim.” Sesimi olabildiğince sakin tuttum ama içimdeki tetikte olma hissini saklayamıyordum. “Şüpheli hareketler sergiliyor. Elindeki çantada bir şey saklıyor olabilir. Beni takip edebilecek bir ekip varsa hemen yönlendirin.”
Aslı’nın sesi hemen ciddileşti. “Adres verin, komiserim.” Hızlıca gözlerim etrafı taradı, tabelalardan gördüğüm kadarıyla adresi verdim. Telefonu ise Aslıʼdan bir cevap beklemeden kapattım ve göz hapsimde olan adama çevirdim bakışlarımı.
Adam sokağın sonuna geldiğinde bir an durdu, arkasına dönüp bakınca hızla gölgeye çekildim. Kalbim biraz daha hızlandı.
Adrenalin değil de biz buna ilk görüşte aşk diyelim, sultanım. Adama düştün değil mi? Bence düştün.
Hâlâ konuşuyor musun sen?
Sonra, adam başını eğip yürümeye devam etti. Ben de peşine düştüm. İçimde gittikçe büyüyen bir his vardı… Bu gece, basit bir şüpheyle başlamış olabilirdi ama hislerim bana, çok daha büyük bir şeyin içinde olduğumu söylüyordu.
Bir kez daha bir ara sokağa saptık. Adam bir anda durdu. Omuzları gerildi, başını hafifçe yana çevirdi. Anladı. Onu takip ettiğimi fark etti.
Siktir, bu olmadı.
Kafamın arka planında alarm zilleri çalmaya başladı. Elimi yavaşça belimdeki silahıma götürdüm. Adam aniden hareketlendi, çantayı daha sıkı kavrayarak hızla başka bir ara sokağa doğru yöneldi.
Hemen peşinden koştum. Ayak seslerimiz dar sokakta yankılanıyordu. Adam bir çıkış yolu arıyordu, ama ben de pes edecek değildim.
Tam onu köşeye sıkıştırmıştım ki aniden durdu, döndü ve bana baktı. Gözlerinde bir anlık kararsızlık parladı. O anda, daha fazla beklememem gerektiğini anladım. Silahımı çıkardım ve ona doğrulttum. “Olduğun yerde kal ve çantayı bırak! Polis!”
Adam derin bir nefes aldı, sonra başını kaldırıp bana dik dik baktı. “Silahını indir.” Çenesini hafifçe kaldırmış, rahat bir duruş sergiliyordu. Ve bu sefer ona daha dikkatli bakınca fark ettim. Bu adamı tanımıyordum ama duruşu, hareketleri, kendine olan özgüveni... Bu adam tam bir profesyoneldi.
Kaçıkçı bir profesyonel. Sevdim bunu.
Adamın rahat duruşu, gözlerindeki kararlılık ve sesindeki emir tonu, işlerin sandığım kadar basit olmadığını gösteriyordu. Parmaklarım tetikte beklerken, içimde garip bir huzursuzluk hissettim. Bu adam, köşeye sıkıştığında panikleyen basit bir suçlu değildi. “Silahını indir, dedim,” diye tekrarladı. Sesi sakindi ama içinde bir tehdit gizliydi.
Ben ise yerimde dimdik durdum, silahımı hiç kıpırdatmadan ona doğrultmaya devam ettim. "Bunu yapacağını sanıyorsan çok yanılıyorsun. Çantayı bırak ve ellerini başının arkasına koy."
“Bak, gizli görevdeyim ve senin yüzünden operasyon boka batıyor.”
Git onu külahıma anlat, adi zırtapoz.
“Kes,” dedim elimi tetiğe daha çok saplarken. “Dediğimi yap, çantayı yavaşça yere bırak ve ellerini başının üstüne koy.”
“Etraftaki insanlar bizi izliyor, farkında mısın?” dediğinde, istemsizce başımı çevirdim.
Gerçekten de izliyorlarmış.
Ama bu yaptığım hayatımın hatası oldu. Ve işte o saniyelik dalgınlığım, adamın harekete geçmesi için yeterli oldu.
Bir anda elindeki çantayı fırlattı ve hızla bana doğru atıldı. Tetik parmağım silahı ateşlemeye hazırdı ama o da çok hızlıydı. Silahımı tutan bileğimi yakaladı, sert bir hamleyle yana çevirdi ve silahım elimden kayıp yere düştü. İçimden sert bir küfür savurdum ama şansım henüz tükenmemişti.
Biz de kolay lokma değiliz, herhalde.
Dizimi hızla karnına doğru savurdum. Darbem onu sersemletse de tamamen durdurmadı. Geriye bir adım attı, nefesini toparladı ve tekrar üzerime geldi. Yumruk attı, son anda yana çekildim ama ikinci darbeyi savuşturamadım. Çeneme yediğim darbenin etkisiyle sendeledim.
O son rakı bardağını içmeyecektik.
Adamın yumruğu çeneme indiğinde, başım bir an geriye savruldu ama hemen kendimi toparladım. Yana doğru kayarak mesafeyi açtım.
Dudağında yarım bir sırtışla bana doğru yürüdü. Karşıma geçtiğinde sağ yumruğunu yeniden yüzüme kaldırdı. Aceleci davranarak kolumu kaldırdım ve yüzüme gelecek yumruğu engelledim. Vakit kaybetmeden sol elini de yumruk yaptı. Onu da diğer elimle kestikten sonra sert bir şekilde dizimi kasıklarına sapladım. Ellerini geri çekti ve arkaya doğru geriledi.
Adamın geleceğini tahtalı köye gönderdin, aferin sana.
Gözlerim hırsla parladı. vakit kaybetmeden önce çenesine, sonra yanağına sert birer yumruk indirdim. Dudaklarında ufak bir kızarıklık belirdi. Kanatmıştım. Ağzının kenarında hissettiği sıcaklıkla iki parmağını oraya dokundurdu. Bakışları parmağındaki kandayken yarım ağız güldü. Yere düşmeden önce sol ayağını sertçe yere vurdu, dengesizliğini toparladı. “Fena değilsin,” diye hırladı.
“Sen de öylesin,” diye karşılık verdim, yüzümde alaycı bir gülümsemeyle.
Bu kez o hamle yaptı. Yumruklarından ve tekmelerinden çevik hareketlerle kaçındım. Sonra yumruğumu hızla savurdum ama o başını yana eğerek darbemden kaçtı. Karşılık olarak kolumu yakaladı ve ani bir hareketle beni kendine doğru çekti. Dizini karnıma geçirdiğinde nefesim kesildi, gözlerim karardı. Ama dişimi sıktım, yılmayacaktım.
Onun dirseğini savuşturup, hızla alttan bir kroşe geçirdim. Yana savruldu ama hemen dengesini topladı. Birbirimizin etrafında daireler çizerek hareket etmeye başladık. O, gözlerini benim üzerimden hiç ayırmıyordu.
Bir anda beklenmedik bir hareket yaptı. Önce sahte bir hamleyle sağa kaydı, ben de refleksle hareket ettim ama bu onun tuzağıydı. Gerçek saldırısını sola doğru yaparak beni hazırlıksız yakaladı. Omuzlarımdan tutup sert bir hareketle beni yere yatırdı.
Göğsüm beton zemine sertçe çarptı, nefesim sıkıştı. O, hızlıydı. Kontrolü ele geçirdiğini düşünerek dizini belime dayadı, hareket etmemi engelledi. Ellerimi tutmaya çalışırken, yüzüme küçümseyen bir ifadeyle baktı.“Kıpırdama,” diye mırıldandı.
Arka cebimden ucu fışkırmış olan kelepçeye kaydı gözleri. Hızlı bir şekilde aldı ve tekini bileğime geçirdi. Diğer ucunu geçirecekken atik davrandım. Yüzüstü yatarken bileğini tuttum ve sırtımı beton zemine verdim. Sonrasında diğer ucunu adamın bileğine geçirdim. Ortamda benim kahkaham yankılandı.
Bu çok klişe olmadı mı, sultanım? Her yerde var bu sahne. Yalnız yandı buralar. Üfff...
Adamın yüzündeki alaycı gülümseme göz açıp kapanıncaya kadar kayboldu. Yerini öfkeye ve sabırsızlığa bıraktı. Çenesini sıktı, gözleri kısıldı. Onun bu kadar çabuk sinirlendiğini görmek beni hem şaşırttı hem de eğlendirdi. “Beni hafife alma,” diye hırıldadı. “Böyle numaralarla zaman kazandığını sanıyorsan, çok yanılıyorsun.”
Kelepçelenmiş bileğimizi sertçe çekerek önce ayağa kaldırdı ikimizi de. Sonra beni kendine doğru savurdu. Dengemi kaybedip neredeyse üzerine düşüyordum ama son anda ayakta kalmayı başardım. O ise hızla elini kaldırdı, sinirden gözleri alev alev yanıyordu. Beni tehdit etmek için mi, yoksa gerçekten vuracak mıydı bilmiyorum ama içgüdüsel olarak gerilmiştim.
Tam o anda, sokakta yankılanan polis sirenlerinin sesi havayı doldurdu. Bana kendisinin polis olduğunu söyleyen zırtopozik kaçkının bana kalkan eli havada askıda kaldı. Siren seslerinin geldiği yöne bakındığımda beş kişinin bize kuru kuru, biraz da eğlenerek baktığını gördüm.
Hassiktir, Aslı bizim ekibi yönlendirmiş. Ama olmadı ki!
Bu konuda sana hak veriyorum, canım. Senin yapacağın işe koysunlar Aslı! En yakın ekip benim ekibim olmazdı, olamazdı, olmamalıydı.
Kelepçelendiğim adam içinden ağız dolusu bir küfür savurdu. Hiç hoşnut değildi bu durumdan. Ben ise ortama şaşırmamış gibi yaparak yine bir kıkırtı sundum. Ona doğru döndüm. “Sanırım oyunun sonunda kimin kazanacağı belli oldu, akıllı adam.”
Adamın kaşları atıldı ve ekibe doğru baktı. “Bu ne şimdi?” dedi sanki ekibime küfrediyormuşçasına.
“Benim ekibim,” dedim sırıtarak. Şaşırdığımı, özellikle bilmediğimi sezdirmemeliydim. “Sanırım planladığım gibi işler yolunda gitti.”
Adam, dişlerinin arasından konuştu. “Siktir. Bunu bilerek mi yaptın?”
“Sen ne dersin?”
“Yapmamış olmanı dilerim.”
“Olumsuz dilek, maalesef.”
Bakışlarımı kaçakçı suçludan çektim ve ekibime çevirdim. Hepsinin üstlerinde taktik yelekler vardı ve silahları tetikteydi. Ama içlerinden iki tanesi diğerlerinden daha gevşek duruyordu. İsmail ve Kürşat. İkisi ekibimin en salakça insanları olabilirdi. Hiçbir operasyon esnasında şakalaşmaktan çekinmez, her şartta birbirleri ile uğraşmaktan keyif alırlardı.
Arkalarında ekibimizin en büyüğü ve bizi babacan bir sevgiyle seven, koruyan Eren abi vardı. Bir sıkıntımız olduğunda çekinmeden ilgilenir, dertlerimizi dinleyip çözüm bulmaktan zevk alırdı. Yanında ise acemi arkadaşımız Defne Sena vardı. Ekibe geçen sene dahil olmuş, aramızdaki en genç olanımızdı. Yanaklarının dolgunluğu, ponçik ponçik, hanım hanım bir kız oluşu insanda onu ısırma isteği yaratıyordu.
İsmail, geniş bir sırıtışla Kürşat'ı dirseğiyle dürtüp fısıldadı. “Vay amına koyayım. Lan oğlum burada hiç hayırlı şeyler olmamış.”
“Al benden de o kadar, kardeşim. Ne bu kelepçelenmeler falan? Yeni sevgili fantezileri mi?”
“Beyza Komiser'ciğimizin bir sevgilisi olsaydı her şeyden önce bizim kulağımıza gelirdi, kardeşim.”
Bir aurası yüksek yiğido yüzünden düştüğümüz hâle bak. Bu ikili puştun dilinden gebersek kurtulamayız, sultanım.
Sen bir de bana sor.
Defne minik bir sırıtışla Kürşatʼa döndü. “Sizi de Aslı ile şöyle birbirinize kelepçeleyip emniyete manşet ettirsek hiç de fena olmazdı, Kürşat.”
Kürşatʼın gözleri bir çocuğa çikolata verince oluşan heyecan misali parladı. “Sen yaparsın bence Defne bacı. Bizi şöyl-”
“Yahu burada Beyzaʼnın düştüğü halde siz gerçekten bunu mu konuşuyorsunuz, amına koyduklarım?” dedi Eren abi. Sonra Defneʼye döndü, “Sen hariç Defne,” dedi. Defne de elini eyvallah der gibi göğsüne bastırdı.
Eren abi bayağı haklıydı. Benim düştüğüm bu aptal durumda onlar Kürşatʼın umutsuz aşk hayatını konuşuyorlardı.
Kaçık manyak bana doğru döndü. Koyu kahve hareleri beni öfkeyle süzdü. “Bu iş burada bitmedi.”
Gözlerimi devirdim. “Ağır dramatik repliklerini bir kenara bırakıp kelepçeyi çıkarsak mı artık?”
Ben böyle iyiydim ama. İlk defa bir erkekle bu kadar yakın, bu kadar ateşli bir hava... Beş dakika daha, lütfen.
Kürşat ve İsmail seke seke yanımıza geldiler. Kürşat elindeki anahtarla ikimizinde bileklerini birbirinden kurtardı. Bileğimin çözülmesiyle üstüme bir rahatlık çöktü.
Hâlâ adından bihaber olduğum deli bizimkilere döndü. “Demek bu kadının ekibindensiniz.”
Ayıp oldu, benim bir adım var.
Kürşat elini uzattı. “Kürşat Efeyik, keskin nişancı ve tam zamanlı eğlence kaynağı.”
İsmail de aynı şekilde elini uzattı. “İsmail Ekinci. Ben de Kürşat’ın sağ kolu ve muhteşem partneriyim.”
Sanırsın Brad Pitt ile tanışıyorlar. Bu ne samimiyet?
Kürşat İsmailʼi omzundan sertçe itekledi. “Siktir oradan. Benim tek partnerim Yeşimʼim olur.”
“Öyle olsun.”
“Aynen, ondan olsun.”
Ama yanımdaki siktiğimin kaçağı gitti ikisinde elini memnuniyetle sıktı. “Burak İlhan. Emniyette komiserim, her ne kadar bazıları inanmasa da.”
Bana mı söyledi lan onu?
Tam ben bu saçma sohbetten sıyrılıp üzerimdeki tozları silkelemeye çalışırken, ayağım yere bırakılmış çantaya takıldı. Hafif geriye doğru sendeledim. Düşmemek için kendimi kastım, ayaklarımla yere sağlam basmaya çalıştım lâkin başarısız oldum. Galiba düşüyordum.
Gözlerimi kapatıp gelecek acının bedenime saplanmasını bekledim. Ama öyle bir şey olmadı.
Bir büyük el belimi sardı ve beni kendine doğru çekti. Gözlerimi korkarak araladığımda adının Burak olduğunu öğrendiğim adamın beni tuttuğunu anladım.
Yanıyorum Allah, yandırma beni. Bir şarkı tutturdum ikinize, hadi bakalım hayırlı olsun.
İkimizin bakışları birbirinde gezindi. Gereğinden fazla yakındık. Çok fazla. Olmaması gereken bir mesafeyi bu. İkimizi de şerre yönlendirecek kadar acımasız bir andı.
Koyu kahvelerinin arasında parıldayan kömüre yakın siyah irislerinin baştaki durağı gözlerimken anlık dudaklarıma düştü. Onun bu yaptığıyla pek tabii benim bakışlarımda onunkilere.
İki dolgun dudak gözlerimin arasında kalmıştı.
Burası biraz sıcakladı sanki. Cam yok mu cam?
Ama sonra bu gereksiz romantik ortamı Kürşatʼın cümlesi böldü. “Eheyyy, millet! Elimizde yılın aşk filmi var!”
Burakʼtan ayrıldıktan sonra başımı bütünüyle Kürşatʼa çevirdim.
Çevirmez olsaydım.
İsmail, elindeki gözümüze günlerdir sokmaya çalıştığı son model telefonuyla kamerayı açmış, bizi çekmekte, Kürşat ve Defne ağızları bir buçuk karış açık, ağızlarından sular akıta akıta izlemekte, Eren abi ise en arkada hepimize bunlardan adam olmaz, alın beni buradan bakışları atmakta...
Çok saçma bir ortam oldu burası. Biz en son yürüyen karizmayı kovalamıyor muyduk?
Burak, daha az önce samimi olduğu ikiliye şuan gebertici bakışlar atıyordu. Aynı şekilde ben de. Her an iki ölüm vakasıyla bültene düşebilirdik. Ağzımı açıp bir şeyler söyleyecekken Eren abi buna mani oldu. “Hadi, emniyete gidiyoruz.”
“Önce şu telefonla video çeken arkadaş o videoyu silecek. Yoksa ben o telefonu malum yerlerine sokmaktan daha beterini yaparım.” diye tısladı komiser kaçağı.
“Aman be komiserim, siz de hemen inandınız! Ben telefonumu boş işlerde kullanacak dünyanın son canlısıyım.”
“Bu dediğine ben dahil kimse inanmadı, İsmail,” dedi Defne.
“İsmail, telefonunu bana ver, koçum,” dedi Eren abi elini öne doğru uzatıp.
“A-Ama abi...” dedi İsmail elinden kıymetlisi alınan bir çocuk gibi. Dudaklarını öne doğru büzmüş, telefonuna göğsüne yapışmıştı.
Eren abi ellerini semaya kaldırdı, Allahʼa yalvarır gibi. “Ey güzel Allahʼım, ben ne günah işledim de koydun beni bu delilerin arasına.” Sonra İsmailʼe yaklaştı ve telefonu çekiştire çekiştire aldı. “Birkaç saat mini mini minnoş flörtçüklerin senden haber alamazsa hiçbir şey olmaz, bit tanem. Sen de bu sayede bir daha izinsiz bir şeyler yapmamayı öğrenirsin,” dedi.
Defne bize döndü. “Komiserim, sorun çözüldüğüne göre artık gidebiliriz, değil mi?”
Cevap vereceğim sırada Burak izin vermedi. Sanki onların başındaki biriymiş gibi bir edayla konuştu. “Aynen, gidebiliriz. Hem benim de bu konuda danışmam gereken kişiler var.” Bana dönüp gözlerini kıstı. “Bu daha başlangıç.”
Ben de aynı şekilde karşılık verdim. “Emin ol, bu sadece başlangıç değil. Asıl savaş şimdi başlıyor.”
Birlikte emniyete doğru yol aldığımızda aslında bu işin gerçekten bir başlangıç olduğunun farkına varacaktım.
⚖️
İstanbul’un sokakları, geceyi örten puslu bir sisin altında kaybolmuştu. Şehrin ışıkları uzaktan solgun yıldızlar gibi parlıyordu. Zehra, Ramiz amcanın restoranının sıcak ve nostaljik atmosferinden ayrılıp, gecenin serinliğine adım attığında içindeki ağırlık soğuk rüzgârlarla daha da derinleşti. İkiz kardeşi Beyza’nın ardından ailesinden müsaade isteyerek dışarı çıktığında, nereye gideceğini aslında çok iyi biliyordu.
Kaldırımda yürüdükçe, ayaklarının altında ezilen kuru yaprakların sesi ölülerin ardında yankılandı. Soğuk hava yanaklarını okşarken, içinde bastırmaya çalıştığı duygular birer birer su yüzüne çıkıyordu. Abisinin mezarını ziyaret etmek, uzun zamandır ertelediği bir şeydi. Onun ölümü, geride yalnızca bir kayıp hissi değil, anlatılamayan bir adalet arayışını da bırakmıştı.
Ve içinde bugün anlamlandıramadığı bir huzursuzluk vardı.
Mezarlığa vardığında, demir kapıyı yavaşça itti. Gıcırtılı ses, geceye hüzünlü bir ağıt misâli yayıldı. İçeri adım attığında, rüzgâr daha da soğuk esmeye başladı. Sanki mezarlığın kendine ait bir dili vardı ve Zehra’nın varlığını fark etmişti. Siyah, uzun kabanını yakasını kaldırıp ellerini ceplerine soktu, ürperen bedenini biraz daha sıcak tutmaya çalıştı.
Mezarlık, gecenin suskunluğunu kuşanmış, karanlık bir girdap gibi etrafı sarıyordu. Uzun servi ağaçları, rüzgârın esişiyle hafifçe titreşerek hışırtılar çıkarıyor, toprağın kokusu soğukla birleşerek havaya ağır bir nem katıyordu. Zehra’nın adımları, kuru yaprakları ezdikçe hafif bir çıtırtı çıkarıyor fakat bu ses bile bu kasvetli atmosferde kayboluyordu.
Ayhan’ın mezarına doğru yürümeye başladığında, bir şey fark etti.
Yalnız değildi.
Karşısında, mezarın başında duran adam hareketsizdi. Siyah paltosu, geceyle bir olmuş gibiydi; sanki gölgeler, onun etrafında toplanmış ve onu korumaya almıştı. Geniş omzunun ona dönük olmasına rağmen, varlığının ağır baskısını hissedebiliyordu. Abisinin mezarının başında duruyordu, elleri ceplerinde, başı hafifçe eğilmişti.
Bir elini hâlâ cebinde tutarken diğerini yavaşça çıkaran adam, uzun ve kemikli parmaklarını mezarın üzerine uzanan beyaz güllere dokundurdu. Soğuk gece rüzgârı, yaprakları hafifçe titreterek etrafa ince bir gül kokusu yayarken, parmak uçları narin taç yapraklarına usulca değdi. Ay ışığı, geceyi karanlığa boğan bulutların arasından süzülüp gülleri soluk bir parıltıyla aydınlatıyor, onların saf beyazlığını daha da belirgin hâle getiriyordu.
Bu gülleri Zehra ekmişti, özenle, sevgiyle, içindeki tarifsiz özlemle… Çünkü beyaz güller onun için yalnızca bir çiçek değil, aynı zamanda saflığın, masumiyetin ve lekesiz bir ruhun simgesiydi. Ve abisi, Ayhan, işte tam da öyle biriydi; tertemiz, suçsuz ve adaletsiz bir dünyanın kurbanı… Önce iftiralarla, yalancı şahitliklerle, kurgulanmış bir suçun gölgesinde demir parmaklıkların ardına mahkûm edilmiş, ardından vicdansız eller tarafından hunharca öldürülmüştü.
Zehra, abisinin suçsuz olduğuna yalnızca aklıyla değil, kalbinin en derininden gelen sarsılmaz bir inançla inanıyordu. Yeryüzünde adalet yerini bulmasa bile, onun masumiyetini haykıran o bembeyaz güller, toprağın altında yatan tertemiz ruhuna sessizce tanıklık ediyordu. Her biri, Zehra’nın içinden eksilmeyen yasın ve bitmek bilmeyen mücadelesinin sessiz birer nişanesiydi.
Adam, parmaklarını güllerin arasından çektiğinde, bir yaprak kopup avuç içine düştü. O anda, toprağın altındaki sessizliğe inat, içini dolduran bir fısıltı duyar gibi oldu. Sanki Ayhan hâlâ oradaydı, adını haykırıyordu, adaletin hâlâ mümkün olduğunu hatırlatıyordu…
Zehra’nın boğazı düğümlendi. Kalbinin çarpıntısı kulaklarında yankılanırken, mantığı ona geri dönmesini söylüyordu. Ama içindeki bir şey, buradan gitmesine izin vermedi.
Gözleri hafifçe kısıldı.
Küçük bir adım attı. Sonra bir tane daha.
Mesafeyi daralttıkça içindeki huzursuzluk artıyordu.
Çünkü adamın varlığı büyük bir tehdidin sessiz yankısı gibiydi.
Gölgelerin ardından adama biraz daha yaklaştıkça görüşü netleşti. Omuzlarının üzerinde sanki bir yük vardı. Yalnızca burada sevdiği birini kaybetmiş birinin taşıyabileceği türden bir ağırlık…
Zehra, istemsizce duraksadı. Göğsünde tanımlayamadığı o his katbekat büyüyordu.
Bir yabancının, bu saatte, Ayhan abisinin mezarının başında olması... Garipti.
Ve bir şekilde, rahatsız ediciydi.
Adımları usulca yapraklara basmaya devam etti. Ayaklarının altında ezilen kuru yaprakların sesi geceye karıştı. Mezarın başındaki adamın omuzları belli belirsiz gerildi. Onu fark ettiğini biliyordu. Ama dönmüyordu.
Zehra’nın içindeki merak, tedirginliğiyle birlikte büyüyordu. Sonunda gecenin ikisine ayırdığı sessizliği ince sesiyle bozdu. “Siz kimsiniz?”
Adam önce cevap vermedi. Hafifçe başını kaldırdı, ama yine de ona dönmedi. Sonra, geceye yayılan karanlık bir sesle konuştu. “Gece vakti mezarlıkta yalnız olmadığını bilmek iyi bir şey mi, kötü bir şey mi, karar veremedim.”
Zehra’nın gözleri hafifçe kısıldı. Birkaç adım daha atarak mesafeyi daralttı. “Abimi tanıyor muydunuz?”
Bu sefer adam, ona doğru döndü. Abisinin ismini duyunca.
Ve işte o an, Zehra nefesini tuttu.
Cihan Aras Atasoy.
Adını biliyordu. İstanbul’un en güçlü, en nüfuzlu iş insanlarından biriydi. Finans dünyasında bir deha, ticaretin altın çocuğu olarak anılıyor, büyük şirketlerin sahibi olmanın yanı sıra hayırsever projelere yaptığı yatırımlarla da halkın gözünde saygın bir figür olarak kabul ediliyordu. Gazeteler, televizyonlar, iş dünyasının en prestijli dergileri onun başarı hikâyelerini yazıyor, fotoğraflarını parlak sayfalara taşıyordu. Gülümseyen yüzü, topluma ilham veren lider duruşu ve cömertliğiyle medyada bir iyilik timsali gibi lanse ediliyordu.
Ama buradaydı. Ve Zehra’nın içinde, anlam veremediği huzursuzluk hissini de katlatarak büyütüyordu.
Cihan, bu kez başını biraz daha kaldırdı. Artık mavi gözleri Zehra’ya dönüktü. Cihan'ın mavi gözleri ve Zehraʼnın koyu kahve gözleri, İstanbul gecesinin laciverte dönük karanlığını içine hapsetmiş gibiydi. Ama Zehraʼnın bakışları sorgu ve merak doluyken, Cihanʼın bakışları soğuk ama içinde saklı bir yangın taşıyan bir duvar gibiydi. Sorduğu soru ise kafasının ardında tekrarlamaya devam etti.
Bu soru, onun için fazlasıyla tehlikeliydi.
Ona Azrail’i verecek kadar.
Gözleri, farkında bile olmadan Zehra’nın yüzüne kilitlenmişti. Ay ışığının solgun aydınlığında, yüz hatları belirginleşiyor, her bir detayı sanki bir sanatçının ince ince işlediği bir tablo gibi gözlerinin önüne seriliyordu. O, Zehra’nın bu kadar masum görünebileceğini hiç tahmin etmemişti. Yüzüne bakıldığında bahşedilen huzur, gözlerindeki berraklık, içinde hiçbir karanlık gölge barındırmayan ifadesi… Tüm bunlar, onun yaşadığı dünyaya ait olamayacak kadar temizdi. Masumiyetin bu denli gerçek olabileceğini, kötülüğün içinde büyüyen biri olarak anlamamıştı, anlamak da istememişti belki. Ama şimdi, onu izlerken zihninde yankılanan tek gerçek buydu; Zehra, kötülüğün kıyısında dahi kirlenmemişti.
Peki ya kendisi?
O, gecenin karanlığına gömülmüş, ışığın varlığını bile unutan bir Azrailʼdi. Ömrü boyunca gölgeler arasında yaşamış, her adımını karanlıkta atmış, merhametin ve saflığın olduğu dünyalara yabancı kalmıştı. Zehra’nın ışığı, onun olduğu yerden bakıldığında fazla parlaktı, göz kamaştırıcıydı; öyle ki, ona yaklaşmaya kalksa kendisini daha da karanlığa batıracağını biliyordu. Çünkü ışık ve gölge hiçbir zaman yan yana var olamazdı; biri diğerini yok etmek zorundaydı.
Ama yine de gözlerini ondan alamıyordu. Çünkü ilk kez, karanlık içinde yaşayan bir adam, aydınlığa dokunmanın nasıl bir his olacağını merak ediyordu.
“Tanıyordum,” dedi, sesi alçaktı ama taşıdığı ağırlık, mezar taşlarını bile çatlatabilecek cinstendi.
Zehra, içinde yükselen merakı bastırmaya çalıştı. “Öyleyse siz de onu kaybetmenin ne demek olduğunu biliyorsunuz?”
Cihan, bu sefer gözlerini Ayhan’ın mezar taşına çevirdi. Parmaklarını hafifçe cebinden çıkarıp soğuk mermerin üzerine dokundu. “Biliyorum,” dedi. Sesi neredeyse bir fısıltı kadar hafifti.
Ama Zehra, bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordu.
Ona baktığında, bu adamın sırlarla çevrili olduğunu hissediyordu. Burada olmasının ardında bir neden vardı. Ve o nedeni bilmiyordu.
“Ben buraya sürekli gelirim,” dedi zarif sesiyle. “Fakat sizi burada ilk defa görüyorum. Söylesenize, siz de buraya her zaman gelir misiniz?” diye sordu. Sesi apaçık bir merakı barındırıyordu.
Cihan, ona döndü ve bir an duraksadı. Zehra’nın sorgulayıcı bakışları, gecenin karanlığını delip geçecek kadar keskindi.
“Bunu bilmen seni rahatlatacak mı?” diye sordu Cihan, başını hafifçe yana eğerek.
Zehra, bu kaçamak cevaptan hoşlanmadığını belli eden bir ifadeyle dudaklarını sıktı. Ama içindeki huzursuzluk, yalnızca bu konuşmadan kaynaklanmıyordu.
Onun varlığı bile tuhaf bir huzursuzluk bırakıyordu içinde. Ama bu rahatsızlık, gerçekten korkudan mı kaynaklanıyordu, yoksa içten içe onu anlamak istemesinden mi? İşte buna bir türlü karar veremiyordu. Aklı, ona temkinli olmasını söylüyordu; ama kalbi, hiç farkına varmadan başka bir yöne çekiliyordu.
Cihan ise bambaşka bir savaşın ortasındaydı.
Zehra’nın her hareketini kimi zaman kendisi izliyor, kimi zamansa adamlarına izletiyordu. Ayhan öldüğünden beri bunu yapıyordu. Abisi bildiği adam mezara konulduğu günden bu yana Cihan, Zehra’yı fark ettirmeden takip ediyordu. Zira Ayhan’a verdiği bir söz vardı, onu ve ailesini koruyacaktı. Ne olursa olsun.
Ama bu sadece bir sorumluluk muydu? Yoksa zamanla, hiç fark etmeden, ona gerçekten bağlanmış mıydı?
Düşünceler zihnini kemirirken, kendini durdurdu. Zehra bunu bilmemeliydi. Bunu öğrenirse, aralarındaki bütün dengeler altüst olurdu. Onun gölgesi olduğunu fark etmemeliydi.
Bu yüzden burada daha fazla kalamazdı.
Derin bir nefes aldı. Son bir kez ona baktı. Zehra’nın kömür karası gözleri, gökyüzünde asılı duran ay ışığını yansıtıyor, içinde ne olduğunu asla tam olarak çözemediği bir duyguyla parıldıyordu. Cihan’ın içinde kelimelere dökemediği, belki de asla söyleyemeyeceği şeyler vardı. Ama onları yüksek sesle dile getirmek yerine, gözlerine sakladı.
Ve hiçbir şey demeden, gecenin içinde sessiz bir gölge gibi geri çekildi. Ay ışığı, onun siluetini kısa bir an aydınlattı, sonra yeniden karanlık onu içine aldı.
O uzaklaşmaya başlayınca Zehraʼnın sesi İstanbulʼun karanlığını böldü. “Abimi nereden tanıyordunuz?”
Cihanʼın adımları önce yavaşladı, sonra durdu. Bakışlarını ardında ondan cevap bekleyen kadına çevirme gereği duymadı. Sadece dudaklarından bir fısıltı düştü mezarlara. “Sen bilmezsin, Avukat Hanım. Ben aldığım kararlarla ve yaptığım hatalarla abinin Azrailʼi oldum.”
Fakat sesi Zehraʼya ulaşmadı.
Ve o da gecenin içinde kayboldu.
⚖️
Gözlerimi Vural Amir’in odasında volta atan siktiğimin gorilinden çekip puslu gökyüzüne çevirdim. Yağmur yüklü bulutlar ağır ağır birbirine karışıyor, gri tonları odamızın kasvetini ikiye katlıyordu. İçli bir nefes çektim, içimde biriken öfkenin ve hayal kırıklığının, boğazıma düğümlenen kelimelerin biraz olsun dağılmasını umarak.
Ama olmuyordu.
“Bunun gibiler yüzünden her şey boka sarıyor, amirim.” Sesindeki serzenişi gizlemeye gerek duymayan adama başımı çevirdim. Karşımda, odayı dolduran öfkeyle dakikalardır sağa sola seken Burak Komiser vardı. Adımları sert, hareketleri saldırgandı. Gözleri, içine düştüğü hayal kırıklığıyla alev alev yanıyor, ellerini yumruk yapıp açıyor, her seferinde sinirle saçlarını karıştırıyordu. Hiddetini dizginleyemeyen bir adamın portresiydi o an. “Aylardır hazırlanıyordum lan ben bu operasyona.”
İçerinin ılıman havası ciğerlerime dolarken içimde garip bir huzursuzluk vardı. Yanımdaki adamın öfkeli bakışlarını fark ettiğimde her şeyin çoktan ters gittiğini anladım. Gözlerindeki alev gibi parlayan hayal kırıklığı, kelimelere dökülmemiş ama fazlasıyla hissedilen bir ööfkeyi barındırıyordu.
“Dediğin gibiymiş gerçekten,” diye fısıldadım, içimde giderek büyüyen pişmanlıkla.
Etrafıma baktım. Amirin odasında olabilirdik, ama görünenin ardında şuan da çok farklı bir dünyadaydım. Karanlık bir operanın perdesini bilmeden aralamış, sahnenin tam ortasında istemeden de olsa rol almıştım. Farkında olmadan her şeyi mahvetmiş, haftalardır takip ettiği çetenin avucunun içinden kayıp gitmesine sebep olmuştum.
Gözlerimi kaçırarak yere baktım. Masanın kenarında duran dosyalar düzensizce saçılmış, bir kalem yere düşerek yuvarlanmıştı. Gözüm, parke zeminde duran çatlamış bir bardak parçasına takıldı. Tıpkı şu anki durum gibi… Paramparça olmuş bir plan, mahvolmuş bir operasyon ve her şeyin suçlusu olan ben.
Adam derin bir nefes aldı. Öfkesini kontrol etmeye çalışıyordu ama dişlerinin arasından dökülen sözler keskin bir bıçak gibi içime işledi. “Yakalamak üzereydim...”
Sesi soğuktu, içinde bastırdığı öfkenin titrek izleri vardı. Parmaklarını saçlarının arasından geçirdi, sonra yumruğunu sıkarak sert bir adım attı. Yüzüme bakmadı ama hissettiğim ağırlık, bakışlarının zihnime saplanan bir mermi gibi olduğunu gösteriyordu.
Geri dönüşü var mıydı bilmiyorum ama o an, onun gözünde hiçbir farkı olmadığını anladım. Başarısız bir operasyondan daha fazlasıydı bu, ihanet gibi, kayıp gibi, yenilgi gibi.
Kocaman bir nefes aldı, sonra amirin masasının önünde durdu. Öyle bir duruştu ki, sanki o an duvarlar bile üzerine çökebilirdi ve umurunda olmazdı. İçindeki öfke, hayal kırıklığını gizleyemeyecek kadar büyümüştü. Gözlerindeki sert bakış, kalbinin ne kadar kırıldığını, planlarının bir çömez tarafından yerle bir edilmesine duyduğu hırsı ele veriyordu. “Ama ne oldu?” Sesi daha da yükseldi. Birinin boğazına yapışıp onu sarsmak ister gibi bir hali vardı. Odadaki hava, nefes almayı güçleştiren bir gerginlikle doldu. “Ben bir çömez komiser yüzünden çok yaklaştığım adamı elimden kaçırdım.”
Yıllardır bu işte olan bize çömez dedi kaçak.
Sinirle masaya bir yumruk indirdi. Sarsılan evraklar ve kalemlikten düşen bir kalem, odaya keskin bir ses yaydı. Ama kimse tepki vermedi.
Ben, umursamaz bir ifadeyle gözlerimi ona diktim. Yüzümde en ufak bir suçluluk ifadesi yoktu. Hatta belki de canını daha da sıkacak bir kayıtsızlıkla gözlerimi devirdim. Onun öfkesine ortak olmak, açıklama yapmak ya da kendimi savunmak gibi bir niyetim yoktu. Ne olmuş yani? Bazen işler ters giderdi. Aslında şuan pişmanlık yaşamam bile başlı başına hataydı. Bunun farkına varacak kadar uzun süredir bu işin içindeydim.
İçimde, onun öfkesiyle beslenen hafif bir alay vardı hatta. “O çömez ben miyim?” dedim, dudaklarımın kenarına sinsice yerleşen belli belirsiz bir tebessümle.
Burak bana döndü, bakışları öfkeyle parlıyordu. Eğer gözleri silah olsaydı, şimdiden delik deşik olmuştum. Ama ben gözlerimi ondan kaçırmadım. Umursamaz bir tavırla sandalyeme yaslandım, kollarımı göğsümde kavuşturdum.
Burak dişlerini sıktı. Belli ki daha fazla patlamamak için kendini zor tutuyordu. O sırada Vural Amir hafifçe sandalyesine yaslandı ve başını iki yana salladı. “Tamam, tamam.” dedi, sesi otoriter ama sabırlıydı. “İkiniz de rahatlayın biraz.”
Burak, sinirle başını çevirip pencereye bakarken, ben gözlerimi amire çevirdim. Vural, bize bir öğretmen gibi değil, iki inatçı çocuğun kavgasına çözüm arayan bir baba gibi bakıyordu.
“Elimizde hâlâ bazı kozlar var. Çeteyi kaçırdık diye her şey bitti sanmayın.” dedi, gözlerini bana kaydırarak. “Beyza, bir hata yapmış olabilirsin. Ama bu hatayı telafi etmenin yolları var.”
Burak hızla ona döndü. “Amirim, cidden mi?” diye sordu, sesi hâlâ öfkeli ama hayal kırıklığıyla doluydu. “Onun yüzünden her şeyi kaybettik ve siz hâlâ onu koruyorsunuz.”
Vural Amirʼin gözleri keskinleşti. “Ben kimseyi korumuyorum, Burak. Sadece emniyetteki iki önemli kişinin birbirini boğazlamasını istemiyorum.”
Burak, nefesini kontrol etmeye çalışarak başını iki yana salladı. “Bu işte duygusallığa yer yok amirim.”
Bense gülümseyerek masaya eğildim, Burak’ın gözlerinin içine baktım. “Beni pek haz etmedin, değil mi?” diye sordum, sesime belli belirsiz bir alay katarak. Yüzümde hafif bir gülümseme vardı ama gözlerim ciddiydi. Onun tepkisini ölçmek ister gibi bakıyordum.
Burak’ın kaşları anında çatıldı, bakışları keskinleşti. Çenesini sıkarak derin bir nefes aldı, gözlerini kısa bir an kaçırsa da hızla bana geri döndü. “Seninle ilgili düşünmeye bile değmez.” dedi, sesi sert ve katıydı.
Kalbim kırılır ama.
Odadaki gerginlik havayı ağırlaştırmıştı. Burak’ın sert sözleri zihnimde yankılanırken, içimde kaynayan öfkeyi bastırmaya çalışıyordum. Gözlerimi devirdim, oturduğum sandalyede geriye yaslandım ama sinirim geçmemişti. Polis bozuntusuna laflarımı saydırmak için ağzımı açtığım sırada kapı benden önce çalınıp hızlıca açılmıştı. Ağzım açık bir şekilde başımı açık aralığa çevirdim.
Bugünü lanetli gün olarak kabul edebilir miyiz? Hayır yani, bir dırzo değil, hepsi toptan üzerimize çullanmaya başladı.
Gelen kişiyi gördüğüm zaman açık olan ağzımı kapattım ve başımı öne eğip ellerimin arasına aldım. Hayırsız, her yerde de insanın peşinde olamazdı ki!
Halil hızla kapıyı örttü ve yanıma çömeldi. Gözlerinden endişe belli bir şekilde okunuyordu. “Beyza, güzelim, ne oldu?”
Eben oldu, kardeşim.
Cevap vermedim, başım eğik ellerimin arasında tutmaya devam ettim. Eli, yanağıma koyduğum elimi buldu. Parmak uçlarıma dokunduğunda içimden soğuk rüzgârlar esti. Sesindeki telaş bana doğru yansıdı. Elimi yüzümden çekti, alanıma daha çok girdi. Diğer eliyle çenemi tutup kaldırmaya çalıştı. İzin vermedim. Başımı zorladım, o da bir süre sonra inadımı anlayınca bıraktı. Eğik başımın ardından görebildiğim kadarıyla başını Burakʼa doğru çevirmişti. “Amirim, bu adam kim?” dedi merakla.
O da seni doğurtan diğer eben.
“Asıl sen kimsin?” diye tısladı Burak. Halilʼden pek de hoşlanmadığını ortalığa seriyordu.
Başımı kaldırdım ancak bir ağrı arka tarafa doğru bir hançer misali saplanıverdi.
Yine tansiyonumuz çıktı, şu götünün içine şarjör boşalttıklarımız yüzünden.
Bunu yapmışlığım gerçekten vardı. Sanıyorum, o pisliklerin ahı üzerimde kalmıştı. Yoksa buranın şu salisede boka sarması normal olamazdı.
“Beyzaʼnın sevgilisiyim,” diyen Halil'le dikkatim dağıldı.
Ama bir dakika. Ne dedi lan o?
Ben de anlamadım. What didin, gülum?
Hayır, hayır, hayır.
Beyza, derin nefes al. Sakin olmalıyız, kızım!
Sakinliği şuan sikip attım. Umurumda bile değildi. Cehenneme kadar yolu vardı onun!
“Ne dedin sen?” diyerek ayaklandım. Beni sevgilisi olarak tanıtırken iki kere düşünmeliydi. “Öyle bir şey olmadığını sen de iyi biliyorsun.”
“Sen karışma, güzelim,” dedi Halil.
Güzelin batsın senin.
“Önce bu adam senin yanında neden dolandığını açıklayacak.”
Burak’ın kahkahası odanın içini kapladı. “Ah, Beyza. Kendin gibi birini nasıl da güzel bulmuşsun.” Koyu kahve gözleri alev saçarken beni buldu. “Tıpkı senin gibi. Ne olduğunu, ne bittiğini anlamadan iş eden bir dalsızı bulmuşsun,” ellerini yukarı kaldırdı ve sert hareketlerle alkışlamaya başladı. “Seni tebrik etmek istiyorum.”
Gel de şimdi ikinci dalsız karıncanın beyninden daha küçük kıt zekalıya bu doğruları anlat.
“Kendine gel, birader. Kimsin, ne yaptın Beyzaʼya?”
Dudaklarına başta alaycı gülümseme koydu, sonra oldurdu gülümsemesini. “Senin metresinim,” dedi.
Bana soğan, salatalık, domates, patates ne varsa getirin, başıma bir örtü ile sarın. Tansiyonum çıktı.
“Ne?” diye sordu birinci dalsız, mal bir şekilde. “Neyin, anlamadım.”
“Anlaşılmayacak bir şey yok,” dedi ikinci dalsız, bilmiş bilmiş. “Beyzaʼyla şimdi dışarıdan geliyoruz.”
Yalan da değil hani.
Kes, üçüncü dalsız.
Ne var? Doğruya doğru.
“Lan,” diye bağıran Halilʼin sesi doldu kulaklarıma. Başımı onlardan tarafa çevirdiğimde Halilʼin ona doğru yürüdüğünü gördüm. Eli havada, vurmaya hazırdı.
Burak’ın ise alayla karışık öfkesi artık tamamıyla nefretle donanmış sinire dönüştü. Halilʼin eli hırsla kalkarken, Burak o kalkan eli tuttu. Sonrasında Halilʼin kolundan tutup sırtını geniş göğsüne yasladı. Kendisine kalkan else ikisinin arasındaydı.
Halil kendisini çekmeye çalıştı fakat başarısız oldu. Burak onu bir zincir misali sarmıştı. Tehditkâr bir şekilde kulağına doğru eğildi. “Belli ki bir taraflarına yürek sokmuşsun, kancık,” sesi odada dağılmaya hazırdı. “Yoksa kimse benim gibi bir deliye bulaşmak istemez.”
Ben isterdim.
“Yeter,” diye bağırdı Vural Amir. “Burak, bırak onu,” diye devam ettirdi. Burak, emre itaat etti ve mengene gibi sardığı pek sevgili sevgilimi (!) saldı. Sonra Amir Halilʼe döndü. “Halil, Burak ve Beyza ile konuşacaklarım var. Seninle de bu yaptığını sonra konuşacağız dışarıda bekle.”
“Ama amiri-” diye itiraz etmeye çalıştı amirin odasını, Dingoʼnun ahırı zanneden şahıs.
“Halil dışarı!”
Vural Amirʼin sesi bu sefer daha da keskinleşti. Halil, dişlerini sıktı, son bir kez Burak’a dik dik baktı ve sonra istemese de kapıya yöneldi.
Kapıyı açarken dönüp bana baktı, gözlerinde garip bir hüzün vardı ama içindeki kıskançlık ve takıntı daha belirgindi.
Odayı rahatsız edici bir sessizlik kapladı. Sonunda Burak derin bir nefes alarak ellerini cebine soktu, başını iki yana salladı ve hafifçe gülümsedi. “Asıl beni sevmeyecek şahsiyetlerden tek kişinin de sen olmadığın belli oldu.” dedi alaycı bir sesle.
“Buna seviniyor musun?”
Omuzlarını silkti. “Bana fark etmez.
Gözlerimi ona devirip siyahla karışık koyu renk gözlerimi pencereye çevirdim. Derin bir nefes aldım, ellerimi sıktım. İstanbul, gri gökyüzünün altında solgun görünüyordu. Tıpkı şu an hissettiklerim gibi…
Yanaklarımı şişirdim ve büyük bir oflama bıraktım ortama. Bu emniyette aklı başında bir tek ben mi vardım?
Dedi, daha az önce yakışıklı, geniş omuzlu, bol kaslı, kopkoyu kahve gözlü, etki alanı bizi bile sarpa saran bir komiseri çete elebaşlarından sayan vatandaş.
Vural Amir sandalyesinden kalkıp bize döndü. “Yeter artık,” dedi, sesi kararlıydı. “Bu çocukça atışmalardan bıktım. İkiniz de profesyonelsiniz, bunu unutmayın.”
Burak’ın yüzüne yine o hafif, umursamaz gülümseme yerleşti. “Profesyonelliği bozansa ben değilim, amirim.”
Bu adam gülmekten başka bir şeyi, sen de göz devirmekten başka hiçbir şeyi bilmiyorsun.
Vural Amir gözlerini kıstı, belli ki sabrının sınırına gelmişti. Beni işaret etti. “Beyza, seninle bir konu hakkında konuşacağım. Dikkatlice dinle.”
Kollarımı göğsümde kavuşturdum. “Buyurun, amirim.”
Vural, masasının kenarına yaslanıp gözlerini bana dikti. “Biliyorsun, ekibindeki diğer komiserin tayini çıktı. Boşluğu doldurmamız gerekiyor.”
Onaylarcasına başımı salladım. Eski ortağımın başka bir şehre atanması işleri biraz zorlaştırmıştı ama ben zaten tek başıma çalışmaya alışkındım. “Evet, farkındayım. Ama yeni biri gelene kadar idare edebilirim.”
Amir, kısa bir kahkaha attı. “Yeni biri gelene kadar beklemeyeceğiz.”
Düz kaşlarımı kaldırarak ona baktım. O anda içimde kötü bir his belirdi. Vural, Burak’a doğru döndü ve cümlesini tamamladı. “O yüzden Burak’ı ekibine alıyorum.”
Yine ne? Hayır.
Ne hayırı? Tabii ki evet.
Bir saniye boyunca odada tam bir sessizlik oldu. Sonra Burak hafif bir ıslık çaldı, belli ki hiç de şaşırmamıştı. “Güzel plan, amirim,” dedi keyifle. “Ama Beyza Hanım bundan pek hoşlanmayacak gibi görünüyor.”
Dişlerimi sıktım. “Hoşlanmadığım doğru.”
Amir derin bir nefes aldı, bana dik dik baktı. “Beyza, bu bir seçenek değil. Sen iyi bir komiser olabilirsin ama tek başına her şeyi yapamazsın. Operasyonların riske girmesine izin veremem. Ayrıca, Burak bu işte oldukça tecrübeli. Onun saha deneyimi sana da fayda sağlayacak. Buna emin olabilirsin.”
Maalesef adım Emin olmadığı için emin olamıyorum, amirim.
Gözlerimi Burak’a çevirdim. Rahatça sandalyesine yaslanmış, kollarını göğsünde kavuşturmuştu. Keyif aldığı her halinden belliydi.“Beni istemiyorsan bunu açıkça söyleyebilirsin,” dedi Burak, sesi hafifçe meydan okur gibiydi.
İçimdeki öfkeyi zar zor bastırdım. “Sana karşı bir sorunum yok,” diye tısladım. “Ama ben tek başıma çalışmaya alışığım.”
Hırslı olduğumuzu belli etmeseydik güzel olurdu, sultanım.
Burak başını yana eğip beni süzdü. “Sorun değil. Ben de genelde yalnız takılırım. Ama görünen o ki, kader bizi bir araya getirdi.”
Vural kaşlarını çattı. “Beyza, buna itiraz etme şansın yok. Bu karar kesin.”
Dişlerimi sıktım, ama biliyordum ki itiraz etmemin bir faydası yoktu. Sonunda derin bir nefes aldım ve başımı salladım.“Pekâlâ,” dedim, sesimde hâlâ biraz memnuniyetsizlik vardı.
“Güzel,” dedi komiser bozuntusu, kaçkın ipsiz, ikinci dalsız. “O halde beni ekibimizle tanıştırabilirsin.” Ayaklandı, benim kalkmamı beklerken.
Yüzüme umursamaz bir ifade takındım, ayaklandım. Burak, nahif bir şekilde kapımı açtı. Elini öne doğru uzattı, “Bayanlar önden,” dedi kibar olduğunu zannederek.
Göz devirdim. “O bayanlar kovalasın seni,” dedim ve dışarı çıktım.
Arkamdan sabır dileyerek çıktı.
Kapı kapandığında Halil bizi dik dik izlemeye başladı. Burak yanıma geldiğinde tek kaşını kaldırdı, izlemeye devam etti. Ancak ayağa kalkmadı. Ya da kıçı yemedi. Emin olamadım. Çünkü bir yanı Burak'a saldırmak istercesine bakarken, diğer yanı koltuğa yapışmış oturuyordu.
Ona aldırmadan yanımdaki Burak ile yürümeye devam ettim. Yanımdaki kaçkın komiserin yüzünde yarım ağız bir gülüş vardı.
Koridorun sonunda Halil’in bakışları hâlâ sırtımızdaydı, bunu hissetmemek imkânsızdı. Ama umursamadım. Onun paranoyakça kurduğu senaryolarla, kendi gururunu tatmin etmek için yaptığı anlamsız çıkışlarla vakit kaybedecek durumda değildim. Yanımda yürüyen Burak, belli belirsiz bir kahkaha attı. “İyi anlaşıyorsunuz,” dedi, sesi alay doluydu.
Gözlerimi sabahtan beri yaptığım şekilde ona devirdim, ama bir şey demedim. Halil’in dengesiz tavırlarını açıklamakla uğraşacak hâlim yoktu. Burak, omzunu silkti, ellerini pantolonunun cebine soktu ve sanki biraz önce Halil’in ona saldırmaya yeltenen bakışlarını görmemiş gibi rahat bir tavırla yürümeye devam etti.
“Bugünden itibaren ortağınızım, Beyza,” diye devam etti Burak, başını hafifçe eğip sırıtarak. “İstesen de istemesen de.”
Dişlerimi sıktım ama bu sefer bir şey söylemedim. Çünkü her kelimenin onu daha çok eğlendirdiğini biliyordum. Koridorun sonuna geldiğimizde, ikimizin de bir savaşa girdiğini fark ettim. Ama bu, yalnızca suçlulara karşı değil, aynı zamanda birbirimize karşı da vereceğimiz bir savaştı.
~Bölüm Sonu~
❤ Kitaba başladığınız tarihi ve saati yorumlarda bekliyorum canlarım.
❤ Yıldıza basmayı ve kitap hakkındaki görüşlerinizi benimle paylaşmayı unutmayın, lütfen.
❤ Umarım severek okuduğunuz bir bölüm olmuştur.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |