
Ölüm; ben onu çiçeklerle giderken gördüm.
Ölüm; ben onu yaşamları bilerken gördüm.
Obur doymazlıkların obur açlıklarında,
Ölüm; ben onu, varlıkları silerken gördüm.
Ama bir de yokluğun ve yüreğin önünde;
Ölüm; ben seni utanç ile titrerken gördüm.
-Özdemir Asaf
06.11.2017
İçimizde bir daha hiç doğmayacak kasım günü…
Cenaze evinde, zaman sanki sonsuz bir matem örtüsüne sarılmış, tüm yaşam belirtilerini ağır bir sessizliğe boğmuştu. Havanın içinde tanımlanması güç, ağır bir ağıt gibi dolaşan yas vardı. Öyle bir sessizlikti ki bu; sadece kulaklara değil, kalplere de çörekleniyordu. Sessizlik, bazen kendi varlığını bile unutarak yas tutuyor, duvarlar ise her son nefesi yankılayan birer mezar taşı gibi dikiliyordu etrafa.
Odalar dolup taşmıştı; içerideki kalabalık, ölümün sessizliğini konuşmalarla bastıramıyor, her kelime yarım yamalak, her cümle boğuk bir fısıltıdan ibaret kalıyordu. Hıçkırıklar, dua mırıltılarına karışıyor, ara ara yükselen bir ağlama sesi sonra tekrar bastırılıyordu. Sanki yüksek sesle ağlamak bile ölüyü rahatsız edecek gibiydi. Herkes bir diğerine göz ucuyla bakıyor, acıyı nasıl taşıdığını ölçmeye çalışıyordu. Fakat acının terazisi yoktu; herkesin omzuna çöken yük, bambaşka bir biçim alıyordu.
Kimi köşeye çekilmiş yaşlı kadınlar, başörtülerini gözlerine bastıra bastıra ağlarken, kimileri ellerini ovuşturarak içini kaplayan o tanımsız üşümeyle savaşıyordu. Gençlerden biri, boş gözlerle halının karmaşık desenlerinde kaybolmuştu. Başka biri, gözlerini tavana dikmiş, içeride yankılanan her dua cümlesine dalıp gidiyordu. Kim bilir, belki içinden bağırarak Allah’a kahrediyor, belki de sessizce ölen için bağışlanma diliyordu.
Fısıltılar arasında ölenin kim olduğu, nasıl gittiği konuşuluyordu. Biri çok iyiydi, derken, bir diğeri içten içe geçmişin pişmanlıklarını dillendiriyordu. Lakin hiçbir söz, bu kaybın ardında kalan boşluğu dolduramıyordu. Her ağızdan çıkan cümle, acının kıyısında çaresizce debelenen bir umuttu yalnızca.
Kapı her açıldığında, yeni bir hüzün dalgası içeri süzülüyordu. Gelen her yeni yüz, içeridekilerin kalbine başka bir sızı bırakıyor, eski anıları, son bakışları, söylenmemiş sözleri yeniden canlandırıyordu. Kimi sessizce başını öne eğiyor, kimiyse artık aydınlığın olmadığı o odada boşlukla konuşuyordu.
Evde çocuk sesi yoktu. Ne bir kahkaha, ne bir koşuşturmaca. Yasın hüküm sürdüğü bu evde, neşe yasaktı. Çocuklar, büyüklerin bakışlarından, gözyaşlarının sessizliğinden anlamıştı susmayı. Onların o masum cıvıltıları, şimdi duvarlara uzak birer hatıraydı.
Duvarda asılı duran eski bir saat, ağır ağır işliyordu. Saniye kolunun her tik-tak sesi, adeta kalbe saplanan birer çiviydi. Zaman ilerliyordu, evet, ama acı yerinden kıpırdamıyordu. Hatta zaman, acıyla aynı ritimde donmuştu. Herkesin içinde aynı sessiz, cevapsız sorular büyüyordu: “Neden? Neden bu acı onları bulmuştu? Ölüm denilen gerçek, bu kadar hızlı mı gelirdi insanoğluna?”
Ve belki de bu soruları kalbinin en karanlık köşesine gömüp, üzerine suskunlukla toprak atmaya çalışanlardan biriydi Hülya Hanım. Gözlerinin önünde akıp giden kalabalığın, etrafta yankılanan dua seslerinin, ince ince içine damlayan hıçkırıkların arasında kendi içinde bambaşka, tarifsiz bir boşluğun kıyısında duruyordu. Onun için bu cenaze evi sadece yasın değil, bir parçanın ebediyen kaybedildiği o yerdi. O evde artık zaman bile ağlıyordu sanki.
Hülya Hanım’ın yüzü, bir ömrün ağırlığını taşımaktan yorulmuş gibiydi. Gözyaşları çoktan akmayı bırakmıştı; çünkü artık ağlamak bile anlamını yitirmişti. Yüzündeki çizgiler, yalnızca yaşın değil, taşıdığı acıların iziydi. Eskiden hiç belli olmayan gözlerinin kenarlarındaki kaz ayakları şimdi daha belirgindi. Başına örttüğü siyah, dantelli tülbent omzuna düşmüş; önceden kahvenin en koyusunu taşıyan saçlarına yer yer aklar düşmüştü. Acının yükü bedenine ağır ağır nüfuz ediyordu. Bugün, yalnızca göz kenarlarında çizgiler belirmişti; yarın aynaya baktığında yüzünde daha fazlasını görecekti. Bugün yalnızca saçlarının bir kısmında vardı beyazlıklar; yarın saçlarını tararken hepsinin asıl renginden yoksun olduğunu idrak edecekti. Çenesi titriyordu ama bu titreme bir üşümenin değil, ruhun bedenle olan bağlarını koparma çabasının sarsıntısıydı. Elleri buz gibiydi, ama içi çoktan yanmış, kavrulmuştu. Hissetmiyordu. Hissedecek bir şey kalmamıştı. İçini kaplayan o karanlık boşluk, neyle doldurulmaya çalışılırsa çalışılsın, sonsuzluğa açılan dipsiz bir kuyu gibiydi. Ne dua, ne söz, ne sarılma… Hiçbiri bir annenin yüreğindeki yangına su serpemiyordu.
Yaşadığı acının kaynağı, gözbebeği, ilk göz ağrısı olan oğlu Ayhan’dı. Giden oydu. Ve ardından kalan bu dünya, artık hiçbir anlam taşımıyordu onun için. Evet, herkes birini kaybetmişti belki; ama Hülya Hanım bir evlat kaybetmişti. O en derin, en tarifsiz acıya tutunuyordu şimdi. Çünkü ne sözcüklerde, ne kitaplarda, ne de dillerde bu acının adı yoktu. Babasını kaybedene yetim, annesini kaybedene öksüz denirdi. Peki ya evladını kaybedene? Onun bir adı yoktu. Olmamalıydı belki de. Çünkü adı olan bir acı, bir nebze olsun anlaşılır olurdu. Bu acıysa, anlayışın çok ötesinde, suskunlukla yaşanan bir yıkımdı.
Yanında duran, elini tutan, gözyaşlarını silen herkes, belki de teselli edebileceğini sanıyordu onu. Belki bir kelime, bir dua, bir hatıra yeter sanıyorlardı. Ama bilmiyorlardı; Hülya Hanım’a iyi gelecek tek şey, oğlu Ayhan’ın bir kez daha sesini duymaktı. Bir kere daha ona sevgiyle söylediği cümleleri işitmekti. Oysa ölüm, yaşamla arasına kapılar değil, duvarlar koyardı. Gidenin ardından bakılırdı sadece, çaresizce ve içi kanaya kanaya. Çünkü hiç kimse, hiçbir kuvvet, bir anneyi evladından ayıran o yolu geri çeviremezdi.
Hülya Hanım’ın yüreğinde alev alev yanan bu yangın, her geçen dakika büyüyordu. Oğlunun yokluğu, her nefeste biraz daha sarıyordu bedenini. Ama içinde taşıdığı bir umut vardı ki işte, o umut olmasa bu dünya çoktan anlamını yitirmişti onun için. Hülya Hanım, bir gün; belki bu dünyada değil ama ötekinde, Ayhan’ına kavuşacağına dair bir inancı kalbinin en derin yerine gömmüştü. O gün geldiğinde, kavuşacaktı oğluna, sonsuza dek. Ve dünya denen bu koca çileler diyarı, bir annenin kalbinde sonunda huzura erecekti.
Fakat o da biliyordu. Kaderin yazdığı hiçbir satır zamansız değildi. Her nefes, her adım, her acı ve her bekleyiş bir plana dahildi. Alına kazınan yazının karşısında eğilmekten başka çare yoktu. Bu yüzden Hülya Hanım, o büyük kavuşmaya kadar sabırla, yüreğinde Ayhan’ın kokusunu taşıyarak, gözlerinde onun yüzünü saklayarak yaşamaya devam edecekti. Yaşamaktan kastı buysa eğer.
Yanında oturan iki kızına değdi Hülya Hanım’ın mahzun bakışları. Sanki yılların yorgunluğunu bir anda taşıyan gözleri, ikiz kızlarında takılı kaldı bir süre. Beyza ve Zehra... Kaderin cilvesiyle aynı rahimde başlayan, ama birbirinden farklı acılarla yoğrulan iki hayat. Onlara bakarken yüreğinde bir başka ağırlık daha hissetti. Çünkü evlat acısı sadece gidenle sınırlı değildi. Kalanlara da bulaşıyordu. Her biri bir parça eksiliyordu, bir parça susuyordu, bir parça daha yanıyordu.
Zehra’nın başı, Beyza’nın omzuna yaslanmıştı. Gözleri kapalıydı ama göz kapaklarının ardında kıyametler kopuyordu. İç çekişleri sessizdi belki ama yürekten gelen hıçkırıkların yankısı, Hülya Hanım’ın kalbine hançer misali saplanıyordu. Zehra her zaman daha hassas, daha duygusal olmuştu. Ama abisi Ayhan söz konusuysa, onun için dünya bir yana, abisi bir yanaydı. Hülya Hanım bunu yıllar içinde çok net fark etmişti. Diğer çocukları Ayhan’ı severdi elbette ama Zehra’nın sevgisi bir başkaydı. Ayhan’ın Zehra’ya olan düşkünlüğü de öyleydi pek tabii. Aralarındaki bağ, kan bağı olmaktan öte, ruhların birbirlerine kenetlenmesine benziyordu. Sanki biri nefes aldığında diğeri göğsüne çektiği havayı hissediyordu. İşte bu yüzden en çok Zehra dağılıyordu şimdi.
Hülya Hanım’ın gözleri, kızının yanaklarına süzülen yaşlara kaydı. O an anladı ki Zehra bu acıyla ilk defa yüzleşmiyor, bu acının altında eziliyordu. Kızının omuzları çökmüştü. İlk kez bu kadar güçsüz, bu kadar savunmasızdı. Oysa Zehra, Ayhan yanındayken ne kadar da korkusuzdu. Dünya karşılarına dikilse, abisinin bir adım gerisinde bile olsa dimdik dururdu. Meğer o cesaretin kaynağı, Ayhan’ın varlığıydı. Ayhan’ın sessiz desteği, Zehra’ya görünmeyen ama hissedilen bir gölge olmuş yıllarca. Şimdi o gölge yoktu. Bu yüzden şimdi Zehra yapayalnızdı.
Bir damla daha süzüldü yanağından, ağır ağır, usulca. Yalnızca bir gözyaşı değil, içindeki kırık dökük anıların, umutların, özlemlerin, pişmanlıkların birikimiydi. Kim derdi ki Ayhan bu kadar genç yaşta gidecek? Daha hayatını kuramamış, geçmişin fırtınasından ancak çıkabilmişti. Bir sabah vakti, kapılarına dayanan polis arabalarıyla darmadağın olmuştu her şey. Ayhan gözaltına alındığında, ailesi neye uğradığını bile anlayamamıştı. Zehra, o ânı hâlâ dün gibi hatırlıyordu. Abisinin elleri kelepçeliydi ama başı dimdikti. O gözlerinde bir suçlunun pişmanlığı değil, bir kurbanın sessiz kabullenişi vardı.
Cinayetle suçlanmıştı. Birinin celladı olduğunu söylemişlerdi. Aileden kimse inanmamıştı. İnanmak da istememişlerdi zaten. Ayhan’ın kimseye zarar vermeyecek kadar merhametli, karınca yuvasına basmayı istemeyecek kadar hassas biri olduğunu herkes bilirdi. Ama suçlamalar ağırdı. O ise başını önüne eğmiş, hiçbir şey söylemeden girmişti cezaevine. Suçsuz olduğunu bile ispatlamaya uğraşmamıştı.
İki yıl geçmişti. Uzun, yıpratıcı, karanlık iki yıl. Ve bir hafta önce gelen haberle bir kez daha yıkılmıştı dünya. Ayhan, koğuşun tuvaletinde ölü bulunmuştu. Ölüm nedeninin şüpheli olduğu yazıyordu ilk raporlarda. Otopsi açıklanınca ise gerçeğin karanlık yüzüyle yüzleştiler. Vücudunda açık darp izleri, morluklar, kırıklar vardı. Ayhan, işkenceyle öldürülmüştü. Sessizce gitmişti. Kimseyle vedalaşamamış, hiçbir söz bırakmamıştı geride.
Zehra’nın zihninde yankılanan tek bir soru vardı: “Neden?”
Kimdi bunu yapan? Hangi vicdansız eller, abisinin canına kıymıştı? Onun gibi sessiz, dürüst, merhametli birini nasıl bir cani el kıymıştı? Hangi karanlık, hangi nefret bu kadar kör edebilirdi insanı?
Cevap yoktu. Zehra’nın içinde büyüyen bu yangının adı yoktu. Ama bir annenin, bir kız kardeşin, bir ailenin yüreğini yakıyordu sessizce.
Hülya Hanım, kızının elini tutmak için hafifçe uzandı o an. Parmakları titreyerek Zehra’nın elini kavradı. Buradayım, demek istemişti bir nevi. Bir yandan da içinden geçen tek cümle vardı; “Bu acı da geçer mi?”
Ama o da biliyordu ki, bazı acılar zamanla geçmezdi. Sadece insan, acının içindeki sessizliğe alışırdı.
Zehra ağrıyan başını yavaşça kaldırdı. Bakışları ikiz kardeşi Beyza’ya kaydı. Zehra’nın gözlerinde çaresizlik, tükenmişlik ve sonsuz bir boşluk yankılanırken; Beyza’nın yüzü daha sertti, daha sarsılmaz bakıyordu etrafa. En azından görünürde öyleydi. Oysa gözlerinin kıyısında saklanan kırılganlık, ancak dikkatli bir çift gözün görebileceği kadar derindeydi. Güçlü olmayı, dik durmayı hayatının merkezine koymuştu Beyza. Ayakta kalmanın, yara almadan yürümenin, ayakta ölmenin erdemine inanmıştı hep. Ama şimdi omuzları çökmüştü. Elinde olmadan, iradesi dışında. Hayatının merkezine koyduğu bütün o dik duruş, tek bir haberle yerle bir olmuştu.
Simsiyah bir kazak giymişti o gün. Kendi içine çöken yasını, kıyafetiyle taşır gibiydi sanki. Annesinden aldığı uzun, koyu kahve saçları toplanmamıştı, dağınık ve savruk bir şekilde omuzlarından bedenine dökülüyordu. Gözlerinin altı morarmış, yüzü solgundu. Dudakları çatlamıştı sessizce yutulan onca gözyaşı yüzünden. Yanında duran Zehra'nın titrek omzu, onun içindeki volkanı bir nebze olsun bastırıyor gibiydi. Ama Beyza biliyordu, bu yalnızca bir duraklamaydı. Fırtına yeniden esecek, içindeki öfke dalga dalga büyüyecekti.
Kendine günlerdir fısıldıyordu içten içe. “Güçlü olmalısın, Beyza... Şimdi değilse ne zaman?” Ama bu ses ne kadar yankılansa da zihninde, kalbi buna itaat etmiyordu. Gözlerinin içine kazınmış bir görüntü vardı; morgda, soğuk bir metal masada yatan Ayhan’ın cansız bedeni. Suratında oluşmuş, acıyla donmuş bir ifade. Ve bedeninde sayısız morluk, yara, sayısız işkencenin izleri.
Ayhan abisi, onun kahramanıydı. Çocukluklarında ne zaman bir tehlike yaklaşsa, araya giren, koruyan, kollayan hep oydu. Beyza için sadece bir ağabey değil, aynı zamanda vicdanın, adaletin ve hakikatin sesiydi. Olaylara adaletle bakan gözleriydi. Dünyayı kirli yapanların karşısında dimdik duran sesi, susmayan yüreğiydi. Ama şimdi, susturulmuştu.
Ayhan’ın ölümünün ardında bir çete olduğu söylenmişti. Müdür Vural Bey, birkaç gün önce odasında yapılan gizli bir toplantıda bu ihtimali dillendirmişti. Herkes sessiz kalmıştı. Beyza, o an gözlerini kısmış, bir kelime dahi etmeden dosyadaki fotoğraflara bakmıştı. Gözleri, Ayhan’ın işkenceyle parçalanmış ellerinde takılı kalmıştı uzun süre. Bu eller bir zamanlar Zehra’nın saçlarını okşamış, Beyza’yı çocukken bisikletle gezdirmişti. Şimdi ise kemikleri kırılmış, tırnakları sökülmüştü.
“Bu sadece bir ölüm değil,” demişti içinden. “Bu bir infaz. Bu bir mesaj.”
Ayhan’ı içeri attıran cinayet davası daha başlı başına bir muammaydı. Suçsuzluğuna gönülden inandıkları halde sessizce cezaevine girmişti. Hiç karşı koymamıştı. Sanki birilerini koruyordu. Sanki üstüne alınmıştı bilerek, isteyerek. Bu sessizlik, bu teslimiyetse hiç hayra alamet değildi. Ayhan gibi bir adam susuyorsa, mutlaka ardında gizlenmiş büyük bir sır vardı. Biliyordu.
Ve şimdi Beyza’nın yüreğini en çok acıtan da buydu; o sırrın hâlâ karanlıkta olması. Ayhan gitmişti. Geriye, cevapsız sorular ve yanmaya devam eden bir kin kalmıştı.
İçindeki yemin daha sabah ezanında edilmişti. “Bulacağım,” demişti içinden. “Kim yaptıysa, kim dokunduysa abime, onun canını kendi ellerimle alacağım.” Devletin dosyalara gömdüğü adalet anlayışı, onun içini soğutmuyordu artık. Çünkü adalet, artık kâğıt üstünde, anayasada, mahkeme duvarlarında yaşamıyordu sadece. Gerçek hakikat ve asıl adalet, insanın vicdanında ve ona bırakılmış merhametindeydi artık.
Kısas, dedi içindeki buz gibi, donuk bir ses. Tek kelimeydi. Ama kalbinde yankısı kasıp kavuran bir gerçekti.
Gözlerinden süzülen birkaç damla yaş daha vardı. Sessizdi. Her zamanki gibi. Ama sessizlik onun zayıflığı değil, öfkesinin derinliğiydi. Ve bu öfke, zamanı geldiğinde bir yangın gibi yükselecekti içinden. Tıpkı Ayhan’ın yıllar önce ona öğrettiği gibi. “Adalet bazen sözle değil, hesapla gelir. Kanla gelen her hak, kurbanını çoktan seçmiştir.”
Ve şimdi o kurbanlar, Beyza’nın sessizliğiyle değil, kurşunundan kaderini tekrar yazacaktı. Ayhan için.
Ama ne o ne de bir başkası bilemezdi bu ölümün ardında karanlık bir sırrın olduğunu.
***
Cenaze namazı çoktan kılınmış, yüreklerdeki dualar göğe savrulmuştu. Mevtanın adı tek tek dillendirilmiş, helallikler alınmıştı. Artık toprağa teslim vaktiydi. Ve işte o vakit, en ağır olanıydı insan için. Çünkü o an, geri dönmeyeceğinin gerçeği iliklere kadar hissediliyordu.
Kabristanın iç tarafında, biraz meyilli, çamurla karışık yumuşak bir toprak kazılıyordu. Her kürek darbesiyle bir şeyler daha gömülüyordu sanki. Sadece Ayhan değil, geçmişin anıları, hatıralar, gülüşler, birlikte içilen çaylar, edilen sohbetler… Hepsi toprağa karışıyordu o gün.
Güneş, siyah giysilere bürünmüş kalabalığın üstüne merhametsizce vuruyordu ama ne sıcaklık hissediliyordu ne zamanın ilerleyişi. Her şey durmuştu. Saatler bile yas tutuyor gibiydi.
Bir tarafta, gözlerini yerden ayıramayan, omuzları çökmüş, yaşlı elleriyle küreği zorlukla toprağa saplayan Tarık Bey vardı. Gözyaşları her an düşmeye hazır halde göz pınarlarında bekliyor, ama o kendine söz vermişçesine direniyordu. Çünkü o bir babaydı. Çünkü oğlunun mezarını başkasına kazdıramazdı. Bu, onun oğluna son kez veda ediş şekliydi. Her kürek darbesiyle sanki kendi göğsüne iniyordu demir; toprağı değil ciğerini kazıyordu. Dudaklarında sessiz bir dua vardı, dudakları kıpır kıpırdı ama sesi çıkmıyordu. “Allah’ım… Evladımı sana emanet ediyorum. Bize ağır geldi, sen hafiflet…”
Yanında ise bir diğer oğlu Gökhan vardı. Ayhan’ın en çok güvendiği, onunla birlikte düşünen, birlikte savaşan, en sadık kardeşiydi. Ama şimdi gözlerinde sadece yas değil, öfke vardı. Küreği toprağa savururcasına vuruyor, toz toprak arasında dişlerini sıkıyordu. Ayhan’ı elinden alanın kim olduğunu bilmese de, onun adını kendi yüreğinde çoktan koymuştu.
Gökhan için bu sadece bir defin töreni değil, bir yemin anıydı. Ayhan’ın üzerine kapanacak olan her toprak parçası, bir sözü mühürlüyordu kalbine. Elleri küreği sıkı sıkıya tutuşu ile canını acıtıyordu belki ama o acının yanında bir hiçti. Çünkü içini kemiren şey sadece bir ayrılık değil, cevapsız kalan sorulardı. “Neden?” diye soruyordu her kürek darbesinde. “Kim?” diye fısıldıyordu içinden, yüzüne değen rüzgârı bile sorgulayarak.
Kazma işi ağır ilerliyordu. Toprak direnir gibiydi. Küreğin her vuruşunda nemli toprak savruluyor, havaya karışan kokusu burnu yakıyordu. Herkes suskundu. Sadece rüzgâr uğulduyordu. Ve birkaç adım ötede, tarifsiz bir acının beden bulmuş hâli oturuyordu.
Bir bankta Hülya oturuyordu yalnız başına. Beyza acıya inat ayakta duruyordu. Sanki ayakları yere sağlam bassa, omuzları dimdik dursa kimsenin ona acıma isteğinin doğmayacağına inanıyordu. Ancak yaşayan biri bilebilirdi onun ne yapmak istediğini. Zehra ise onların önünde yerdeydi. Kimsenin gücü yetmemişti onun acısını kaldırıp bir kenara oturtmaya. Üçü de siyahlar içinde adeta karanlığın bir yansımasıydılar. Üçü de ağlamaktan kurumuş gözlerle önlerindeki mezar çukuruna bakıyorlardı. Hülya’nın yüzünde yılların yorgunluğu, aniden çöküveren yaşlılığın izi vardı. Göz kapakları titriyor, elleri dizlerinin üzerinde sabit kalamıyordu. Zehra’nın dudakları dua eder gibi kıpırdıyor ama içinden ne geçtiğini yalnızca kalbi biliyordu. Beyza’nın gözyaşları süzülmekten vazgeçmişti, onunki daha derin bir acıydı. Ağlamıyordu çünkü kalbi çoktan paramparça olmuştu.
Çevrelerinde birkaç kişi daha vardı, onları teselli etmeye çalışıyorlardı ama sözcükler, o gün anlamını yitirmişti. Başınız sağ olsun, cümlesi bile bu acıya küçücük kalıyordu. Siyah giysiler yalnızca bir gelenek değil, ruhlarının hâlini anlatıyordu. Sanki sırtlarında değil, ruhlarında taşıyorlardı acının ağırlığını.
Kazma işi bitmek üzereyken, Tarık Bey’in dizleri hafifçe titredi. Elindeki kürek ağırlaştı, omuzlarındaki yük bedenine fazla geldi. Gözleri buğulandı, dünya silikleşti gözünde. Kürek ellerinin arasından kaydı, yere düştü. Göğsü yükseldi, sonra yavaşça çöktü. Bir an düşecek gibi oldu. Yanındaki gençlerden biri hemen koluna girdi, bir diğeri sırtını sıvazladı. İki kişi onu yavaşça alıp Hülya’nın yanına, bankta boş kalan yere oturttu.
Hülya, eşine baktı. Tarık’ın gözleri yerle boşluk arasında bir yerdeydi. Kadıncağız elini eşinin üstüne koydu, usulca. Sanki o el, acıyı alabilecekmiş gibi. Tarık başını eşinin göğsüne yasladı. Kalbinin tam üstüne.
O an Tarık’ın içinde bir şeyler koptu. Yıllarca baba olarak taşıdığı ağırlık, o anda omuzlarından yere düştü. Ve gözyaşları sessizce, usul usul yanaklarından süzüldü. Saklamadı artık. Utanmadı. Çünkü bu, bir baba için utanılacak bir zayıflık değil, bir insanın dayanma sınırının ötesine geçişiydi.
Toprak susmuştu.
Kazma sesleri, kürek darbeleri ve usulca dökülen duaların ardından, sıra en ağır âna gelmişti: Ayhan’ın bedeninin toprağa emanet edilmesine. Sessiz bir görev gibi yerine getiriliyordu her adım. Ne bağırış vardı, ne feryat figan. Sadece kalplerin içinde yankılanan sessiz çığlıklar, yeryüzünün en kadim yasına eşlik ediyordu.
Tabut, mezar başına usulca taşındı. Dört kişi yavaşça yere eğildi, huşû içinde ellerini tabutun yanlarına yerleştirdi. Zaman sanki bir an durdu. Mevsim değişti. Güneş bile bir adım geri çekildi sanki. Dünya, bir insanın toprağa dönüşünü sessizlikle selamlıyordu.
O esnada Hülya Hanım’ın dudaklarından titrek bir nefes kaçtı. İçine çektiği o hava, ciğerlerine değil, doğrudan kalbinin tam ortasına saplandı. Sanki o nefesle beraber ruhunun bir parçası da dışarı çıkmıştı. Eşinin omzuna daha sıkı sarıldı, başını daha derin göğsüne yasladı. Onu bu ândan, bu gerçekte en derin yarayı açan saniyelerden korumak ister gibi, onu kendine çekti.
Tarık Bey ise, Hülya’nın bu sessiz çabasını duyumsamıştı. Bir insanın kalbi, bazen kelimelerin hiç ulaşamayacağı dilleri konuşurdu. İşte o an, Tarık bunu duydu. Ve hıçkırıkları kontrolsüzce bedeninden dışarı taşmaya başladı. Göğsü her titrediğinde, sanki bir çınar daha kırılıyordu.
Acı, iki aşığın birbirine olan sevgisinden besleniyordu. Tarık’ın gözlerinden süzülen yaş, Hülya’nın kalbine akıyor; Hülya’nın kalbindeki sızı, Tarık’ın ciğerini yakıyordu. Bu, sadece bir evlat kaybı değil, ortak bir ömrün sarsılmasıydı.
Zehra ise birkaç adım ötede, annesiyle babasının hâlini gözyaşlarıyla izliyordu. Siyah şalını gözlerinin kenarına çekti, yaşlarını sildi ama nafile. Her siliniş, yerine yenisinin gelişini hızlandırıyordu. Elindeki demet ağırlaştı. Bakışları istemsizce parmakları arasındaki beyaz güllere düştü.
Bazılarının uçları solmuştu, bazıları hâlâ tazeydi. Ayhan’ın bahçeye ektiği, elleriyle büyüttüğü güllerdi bunlar. Zehra onları o sabah, abisinin ona en çok yakışan kokularla uğurlanmasını sağlamak için toplamıştı. Oysa aslında o gülleri, bir sonraki görüş günü götürmek için saklamıştı. Hayalini kurduğu şey, abisinin onları görünce yüzünde oluşacak tebessümüydü. Şimdi o tebessüm toprağın altına gömülmek üzereydi.
Zehra, demeti biraz daha sıkı tuttu. İnce, uzun parmakları titriyordu. Kalbinin kırık parçaları sanki avuç içlerinden düşecek gibiydi. O zamanlar abisinin ellerine yakışan bu narin çiçekler, şimdi onun mezarını dolduracaktı. Gözleri yeniden doldu, ama bu defa ağlamadı. O anda gözyaşının bile kifayetsiz kaldığını hissetti. Çünkü içlerinde çöreklenen sonbahar, artık hiçbir çiçekle bahara dönmeyecek kadar derinleşmişti.
Beyza, abisinin naaşı toprağa indirildiği an donup kaldı. Toprağa düşen her kürek darbesi yüreğinde yankılanıyor, sanki kalbine inen görünmez bir yumruk gibi onu her seferinde daha da eziyordu. Ayhan’ın bedeni, ağır ağır kara toprağın içinde kaybolurken, sanki karanlık bir uçurum onu da içine çekiyordu. Ayakta zor duruyordu, dizlerinin titremesine rağmen düşmemek için kendini sıktı.
Gökyüzü kurşun gibi çökmüştü üzerlerine; gri bulutlar sessizce ağlıyordu, ama Beyza’nın gözlerinden tek bir damla yaş dökülmüyordu. Göz kapaklarının ardında biriken acı, dışarı taşacak kadar büyüktü. Ama akıtmıyordu gözyaşlarını. Çünkü ağlamak, her şeyin gerçekten sona erdiğini kabul etmekti. O ise hâlâ içinde küçük bir umut kırıntısını yaşatıyordu, sanki Ayhan birazdan toprağın içinden çıkacak, gülümseyerek yanlarına gelecekti.
Ama hayır. Ölüm, insanı hayallerden koparan en acı gerçekti. Keskin ve acımasızdı.
Ayhan’ı o beyaz kefen içinde ilk gördüğünde, içindeki bir şey paramparça olmuştu. Kalbi, sanki göğsünden çekilip alınmıştı. Nefes almak güçleşmiş, göğsüne görünmez bir taş oturmuştu. İçinden haykırmak gelmişti; ama sesi çıkmamıştı. Sadece elleri titremiş, yumruk olmuştu.
Bu bir son olmamalıydı. Ayhan, bu şekilde gitmemeliydi. O, Beyza'nın sadece abisi değil, yoldaşıydı; geçmişin yükünü sırtlayan, onunla birlikte karanlığa yürüyen adamdı. Ama şimdi o adam, soğuk toprağın içinde yatıyordu.
Beyza’nın bakışları, rüzgârın savurduğu toprağa değil, abisinin kaybolduğu boşluğa kilitlendi.
Bir an, zaman durdu. Hoca dua okumaya devam etti, insanlar fısıltılarla teselli sözleri mırıldandı ama Beyza hiçbirini duymadı. Kulakları sessizliğe teslim olmuştu. Gözleri, sanki bir son sözü yakalayacakmış gibi, mezarın içine kilitlendi.
Başını kaldırdı, gri gökyüzüne meydan okur gibi baktı. Sessizce yemin etti.
Adalet, onun için artık bir ideal değil, bir görevdi. Abisinin kanını yerde bırakmayacaktı. Ne pahasına olursa olsun.
Gökhan ise başı önünde sessizce yürüyordu Ayhan’ın tabutuna doğru. Kalabalığın uğultusu kulaklarında boğuk bir hışırtıydı sadece; hiçbir ses tam olarak ulaşmıyordu ona. Hayat, aniden siyahla beyaza boyanmıştı sanki. Her adımında, abisine biraz daha yaklaşırken, içinden bir şeylerin geri dönüşsüz biçimde koptuğunu hissediyordu. Tabutun kenarına geldiğinde dizlerinin bağı çözülecek gibi oldu. Ama izin veremezdi buna. Güçlü olmak zorundaydı, çünkü bu son yolculukta, Ayhan’ı yalnız bırakamazdı.
Elleriyle tabutun yan kısmına uzandı. Ağaç kasayı yavaşça açtı. Abisinin kefene sarılmış bedenine bir bakış attı ve yanındaki insanların yardımıyla, büyük bir özenle açılan mezara indirirken parmak uçları sarsılıyordu. Toprak soğuktu, nemliydi. Ölüm gibi dokunuyordu insanın ruhuna. Gökhan’ın gözleri, ayaklanırken bir an için bulutlara takıldı. Sanki Ayhan, o gri gökyüzünün ardında onları izliyor gibiydi. Ama sonra kafasını eğdi. Bu tür düşünceler, sadece insanın acısını büyütmekten başka bir şey yapmıyordu.
Abisinin bedeniyle toprağın bütünleştiği yere baktığı an, hafızası geri sardı. Küçüklük anıları, bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmeye başladı. Mahallenin toprak sahasında birlikte top koşturdukları o yaz akşamı, gölgede içilen gazozun serinliği, gölette tuttukları minicik balığın sevinciyle attıkları çığlık… Hepsi şimdi birer yankıydı yalnızca, kaybolan bir sesin ardında kalan iz gibi.
Kendisine seslenildiğini duyduğunda irkildi. Başını kaldırdığında Ömer elinde tahta parçalarıyla karşısında duruyordu. Gökhan, sessizce tahtaları aldı. Aldı, koydu. Aldı, koydu. Her bir parça, kalbinin üstüne kapanan bir perde gibiydi. Abisinin yüzü gözlerinin önünden çekilirken, dünya biraz daha sessizleşti.
Beden tamamen kapandığında, mezardan çıkmasına yardım eden Ömer’in elini neredeyse fark etmedi bile. Dışarı çıkar çıkmaz gözleri hızla küreği aradı. Elini yere uzattığında, o paslı sapın verdiği acı his, ruhundaki yangını biraz olsun bastırdı. Ömer’in omzuna koyduğu el, diğerlerinin teselli cümleleri artık bir uğultudan ibaretti. Gökhan sadece tek bir şeyi istiyordu: Abisine olan son görevini, kendi elleriyle tamamlamak.
İlk küreği attığında toprağın sesi içini ürpertti. Dolu dolu bir yankı, bir veda ezgisi gibi tabutun üzerinde çınladı. Ardından ikinci kürek ve üçüncüsü... Sessizlik, bir ağıt gibi çöktü mezarlığın üzerine. Beyza’nın gözyaşları, annesinin titreyen dudakları, babasının güçlükle ayakta duruşu bile silikti Gökhan için. O artık sadece o mezarın başındaydı. Ayhan’ın başucunda, sanki hâlâ onunla konuşuyormuş gibiydi.
Gökyüzü daha da kararırken, çiselemeye başlayan yağmur toprağa karıştı. Damlalar, toprağın içinde yeni bir hayat arıyor gibiydi ama burası, artık sadece sonların mekânıydı. Sonbaharın serin rüzgârı mezarlığın içinde ağır ağır dolaştı; ağaçların dalları hüzünle eğildi sanki.
Gökyüzü daha da kararırken, çiselemeye başlayan yağmur toprağa karıştı. Damlalar, toprağın içinde yeni bir hayat arıyor gibiydi ama burası, artık sadece sonların mekânıydı. Sonbaharın serin rüzgârı mezarlığın içinde ağır ağır dolaştı; ağaçların dalları hüzünle eğildi sanki.
Ve sonunda, tabutun üzeri tamamen kapandığında, Gökhan küreği yere bıraktı. Dizlerinin üzerine çöktü. Yağmur saçlarından süzüldü, yüzüne karıştı ama ağlamadı. Çünkü Ayhan’ın ona verdiği söz hâlâ kulaklarındaydı.
İçinde tarifsiz bir boşluk, ama aynı zamanda sönmeyen bir inanç vardı. Beyza’nın biraz önce içinden geçirdiği yemin gibi, Gökhan da sessizce kendi yeminini etti.
Ve bu son yolculuğu, mezarların biraz ötesinden izleyen iki gölge vardı. Yağmurdan kaçınmak için ağaçların altına sığınmışlardı. Gri gökyüzünün koyulaşan silueti altında, ağaçların çıplak dalları arasından sızan loş ışık ikisinin üzerine seriliyor, onları bu dünyaya ait olmayan hayaletler gibi gösteriyordu. Yağmur, yapraklardan damla damla üzerlerine süzülürken, ne ıslanan saçlarını ne de içlerine işleyen soğuk rüzgârı umursamışlardı. Gözleri sadece mezarda, toprağın her kürekle Ayhan’ı örtüşünde takılı kalmıştı.
Öndeki genç adamın yüzünde, bastırılmış fırtınaların izleri vardı. Mavi gözleri, okyanusun en hırçın dalgaları gibi karanlık ve dalgalıydı. Her nefes alışında, içinde biriken öfke göğsünü yakıyor, dudaklarının kıyısına dek gelen bir haykırışı boğazına geri sürüklüyordu. O, Cihan Aras Atasoy’du. Sözlerinin arkasında duran, adını onuruyla taşıyan, ama şimdi o onuru kendi elleriyle çiğnemişçesine suskun ve kırgındı. Çünkü bir söz vermişti: Ayhan’ı ve ailesini koruyacaktı.
Ama şimdi Ayhan, toprak altındaydı. Cihan ise hâlâ ayaktaydı, ama parçalanmış bir vicdanla.
Verdiği sözü tutamamak, ona yalnızca bir pişmanlık değil, bir yük, bir kefaret duygusu getirmişti. Bu yük, onu olduğundan daha kambur, daha yaşlı gösteriyordu sanki.
Yanında, ondan yaşça büyük olan diğer adam, hareketsizce duruyordu. O da gözlerini mezardan ayırmamıştı. Yüzü, yağmurun ve yılların çizgileriyle yoğrulmuştu. Omzunda yılların taşıdığı onca yükle dimdik duran bu adam, dayısı Şahin Atasoy’du. Sessizliği, yaşanmışlıkların içinden süzülen bir bilgelikti sanki. Gözleri, sadece bir yeğenin değil, bir oğlun acısını paylaşan, ama acısını gözyaşına dökmeyi reddeden bir adamın gözleriydi.
“O bunları hak etmemişti,” dedi yanındaki adam, sesi rüzgârla birlikte savrulup Cihan’ın kulağına dokundu. Söyleyen, yılların ağırlığını omuzlarında taşıyan dayısındandı. Cihan başını yavaşça çevirdi, mavi hareleri dayısının yüzünde sabitlendi. Şahin, mezarı ruhsuz bir ifadeyle izliyordu; ne bir gözyaşı, ne de bir mimik vardı yüzünde. Yalnızca geçmişin soğuk izleriyle örülmüş bir suskunluk vardı. Zira o, hayatı boyunca birçok uğurlamaya tanıklık etmişti. Gözleri, yıllar önceki bir mezara kilitlenmiş gibiydi. Onun elleri, en son o gün kürek tutmuştu. O günden sonra hiçbir toprağa bu kadar yaklaşmamıştı.
“Ne ailesi, ne de kendisi...” dedi ağır ağır. Sigara dumanı, gri bir bulut misali dudaklarından süzüldü. “Ve bunların hepsi senin yüzünden oldu, yeğenim.”
Cihan’ın gözlerindeki mavilik, bir anda kanın kızılıyla karışmış gibi alev aldı. Ayhan’ın tutuklandığı o ilk günden beri duyduğu bu söz, artık kulağında ezbere bir çınlamaya dönüşmüştü. Ama her defasında daha derin, daha yakıcıydı. Gözlerini mezarlığa çevirdi. Soğuk taşlar, çamura bulanmış ayak izleri ve yağmurla ıslanmış çiçekler vardı bu ölüler için ıssız kalan yerde. Bu manzaranın ortasında Ayhan, çürümeye terk edilmiş bir adalet gibiydi. O, toprağa değil; kürsüye, cübbeye, adalete yakışırdı.
“Bana aynı lafları söylemeyi kes artık, dayı,” dedi. Sesi sertti, ama altında çatlamaya yüz tutmuş bir duygunun gölgesi vardı. Mezarlığın sessizliğinde yankılanan bu ses, içindeki savaşın yankısıydı. Güçlü durmaya alışkındı Cihan. Gözyaşı dökmez, acısını belli etmezdi. Ama bugün o mezarın başında, içindeki fırtına taşmak üzereydi.
Şahin, sigarasının külünü yere silkeledi. Hareketi bir robot misali mekanikti, yüzünde en ufak bir kırılma dahi yoktu. Gözleri hâlâ mezarda, sesi ise keskin bir bıçak gibiydi: “Bunları dinlemek istemiyorsan, harekete geçmeyecektin. Senin yüzünden bir adam toprağın altında. Senin kararların, senin hataların...”
Cihan’ın başı eğildi. Dişleri kenetlendi, çenesi titredi. Şahin’in kelimeleri, sanki paslı bir neşter gibi içini oyuyordu. Her harf, daha derine işliyor, daha çok kanatıyordu. Suçluluk, göğsüne oturmuş bir taş gibi ağırdı. Ama bu ağırlık, aynı zamanda içinden yükselen bir öfkeyi de besliyordu. Bastırılmış, susturulmuş, artık kabına sığmayan bir öfkeydi bu.
“Yeter,” dedi. Başını kaldırdı, gözleri keskin ve soğuktu. O bakışlar, Şahin’in gözlerine saplandı. İçinde yalnızca acı değil, ateş de vardı. Pişmanlığın tekrar tekrar suratına çarpmasından bıkmıştı. Her söz, onu geçmişin içine hapseden bir pranga gibiydi.
Şahin, yüzünde ince ama buz gibi bir gülümsemeyle karşılık verdi. Bu gülümsemede acıma yoktu, sadece karanlık bir ironi vardı. “Gerçeklerle yüzleşmekten kaçamazsın, Cihan. Ne kadar kaçarsan kaç, sonunda onlar seni bulur.”
Cihan, dayısının üzerine düşen kelimelerden geriye kalan yankılarla boğuşarak derin bir nefes aldı. Mezardan yükselen yeni dökülmüş yağmurun toprakla birleşmiş kokusu, burnuna ağır bir suçlulukla dolarken, ayakları istemsizce geriye doğru bir adım attı. Gök gürültüsünü andıran bir sessizlik çökmüştü mezarlığın üzerine. Kurumuş yapraklar çıtırtılarla ezilirken, rüzgârın ansızın yükselişi dalları inletti. Sanki ağaçlar bile olanlara ağıt yakıyordu.
Cihan’ın gözleri istemsizce uzaklara kaydı. Zamandan kopmuş bir görüntü, gri gökyüzüyle mezarlığın donuk atmosferi arasında bir çentik gibi duruyordu. Bir kadın vardı. İnce yapılı, siyah bir feraceye sarınmış, başında aynı renkte bir başörtüsüyle dizleri üzerine çökmüş hâldeydi. Sanki tüm dünyanın yükünü sırtında taşıyor gibiydi. Rüzgâr, başörtüsünü hafifçe savururken omuzlarındaki titreyiş, içindeki fırtınayı dışa vuruyordu. Yüzü görünmüyordu, ama duruşundaki kırıklık, her şeyden daha çok şey anlatıyordu.
Cihan, gözlerini kadından alamadı. Adımlarını ağır ama kararlı bir şekilde ileri doğru atarken, ciğerlerine dolan soğuk hava içindeki kasveti bile bastıramıyordu. Her adımda geçmişe bir çentik daha iniyor gibiydi. O hâl, o kırılganlık, o acı, tanıdıktı.
O an, zihninde bir anı çakıldı.
Cihan’ın bakışları irkildi. Nefesi aniden kesildi.
Bu kadın, dedi içindeki karanlık ses. Bu sessiz ağıtın sahibi…
Ayhan’ın kardeşine aitti.
Zehra, mezar kalabalığının bir adım gerisinde durmuştu. Ellerini sımsıkı yumruk yapmış, tırnakları avuçlarına batmıştı ama hiç kıpırdamıyordu. Yüzü soğuk, donuk bir maskeye bürünmüş olsa da koyu kahve gözleri başka bir dünya gibiydi. Orada fırtınalar kopuyor, kasırgalar çarpışıyor, bastırılmış çığlıklar yankılanıyordu. O gözlerde bir şey daha vardı: Dipsiz bir öfke, yakıcı bir keder. Ve en çok da intikam…
Cihan, her şeyi unuttuğu bir anın içinde bakışlarını Zehra’dan ayıramazken, hemen arkasında bir başka adam belirdi. Siyah takım elbisesi, yeni yağan yağmurla ıslanmıştı. Yüzündeki çizgiler, onun da bu kaybın bir parçası olduğunu haykırıyordu. Yaklaşarak sessizce Zehra’nın yanında durdu. Cihan, adamın sesini ilk kez duyuyordu. Yumuşaktı, ama içinde kederin taşlaşmış hali vardı.
“Gitti, Zehra…” dedi adam. “Ama yalnız değilsin.”
Zehra başını ağır ağır çevirdi. Yüzü hâlâ donuktu. Gözyaşları yanaklarında süzülmüş, ama silinmemişti. Onları silmeye ihtiyaç duymamıştı. Gözleri kısa bir anlığına adama kaydı, sonra tekrar Ayhan’ın gömüldüğü toprağa döndü. Gözleri nemliydi ama kararlıydı. Dudakları titrerken bir fısıltı gibi döküldü kelimeler: “Sana söz veriyorum, abi… Bunu yapanlar cezasız kalmayacak.”
Sesi mezarlığın soğuk gecesine karıştı. Fısıltı gibi yankılandı taşların, toprağın, rüzgârın içinde. Ama içinde öyle bir güç vardı ki, o yemin mezarın altına kadar inerdi belki. O söz, bir kardeşin kardeşe ettiği dua değil, adaletin tokadını indirecek bir yemin gibiydi.
Cihan, gözlerini mezarın başındaki kadından çekmeye çalıştıysa da başaramadı. Onun o yıkılmış hali, gözyaşlarının sessizliği ve yüzüne sinmiş karanlık, Cihan’ın ruhunun en derin çatlaklarına işliyordu. Ayhan’ın yıllar boyunca koruduğu bu kadını, kendi kanından olan bu genç kadını, şimdi ilk kez bu kadar yakından görüyordu. Ve belki de ilk kez bu kadar uzak hissediyordu.
Bir an için, bir anlığına adım atmayı düşündü. Gidip önünde diz çökmeyi, bütün sırra bürünmüş gerçeği anlatmayı geçirdi içinden. Ama nefesi göğsünde sıkıştı. Dili damağına yapıştı. Zihni, durması gerektiğini haykırıyordu. Bu, onun savaşı değildi. En azından henüz.
Şimdi olmazdı.
Henüz zamanı gelmemişti.
Bu kadın onu tanımıyordu. Ve Cihan, kimliğini açığa çıkarırsa hem Zehra’yı hem de kendisini daha büyük bir felakete sürükleyeceğini çok iyi biliyordu. Bazı sırlar, yalnızca doğru anı beklerdi. Şimdiyse susmanın zamanıydı.
Tam o anda, cebindeki titrek titreşim düşüncelerini bölüp onu geri çağırdı. Cihan, kaşlarını çattı, elini ağır bir hareketle cebine götürdü. Parmak uçları soğuğun içine gömülmüşken, telefonun ekranında beliren isme baktı. Adamlarından birine aitti numara.
Hemen cevapladı. “Söyle.”
Sesindeki sakinlik, fırtınayı örten sessiz bir maskeydi.
“Ebru Hanım hareketlendi,” dedi adamı. “Emrettiğiniz üzere takip ettim. Şimdi bir otelden çıktı, yalnız.”
Sözcükler, geceye düşen kurşunlar gibi Cihan’ın zihninde yankılandı. İçinde hâlâ ince bir acı, küçük bir boşluk vardı ama yüzü donuktu. Gözlerindeki mavilik, gökyüzü gibi solmuş, koyu laciverte dönmüştü.
“Tam yerini söyle,” dedi. Sesi neredeyse fısıltıydı ama bir buzdağı kadar sertti.
Adam, konumu verdi. Cihan, başını yavaşça salladı ve telefonu kapattı. Bir süre, mezarlığın ortasında tek başına dikildi. Çevresinde mezar taşları, ardında geçmişin hayaletleri, önünde ise geleceğin kanlı izleri uzanıyordu.
Zehra’ya bir kez daha döndü. Onun omuzlarındaki titreme, içindeki volkanın sızan dumanı gibiydi. Cihan, sessizce iç geçirdi. Belki bir gün, diye düşündü. Belki bir gün, bu gözyaşlarını birlikte kurutacaklardı. Ama o gün bugün değildi.
Ellerini cebine soktu. Soğuk metal tabancanın sertliği, parmaklarının arasından geçti. Gözleri karardı.
Dönüp gitmek üzereyken, demir kapıya yaklaşmıştı ki Şahin’in sesi karanlığı yardı.“Nereye gidiyorsun?”
Cihan başını hafifçe eğdi. Yüzünde karanlık bir gölge vardı. Sesindeki yankı, çoktan kararını verdiğini gösteriyordu. “Bir borcu kapatmaya.”
Dayısının gözleri daraldı. Alnındaki çizgiler derinleşti. “Ebru için mi?” diye sordu, bildiği cevabı tekrar duymak istercesine.
Omuzlarını silkti Cihan. Dudaklarının kenarında alaycı bir gülümseme belirdi ama gözleri boştu. “Beni aldatanlar yaşamaz, dayı.”
Şahin başını yavaşça iki yana salladı. Elini cebinden çıkartıp paketi açtı, bir sigara aldı ve usulca yaktı. Duman, soğuk havada dans ederken sesi boğuk ve yorgun çıktı. “Herkes ihanet eder, yeğenim. Ama herkes bunun bedelini kanla ödemez.”
Cihan’ın bakışları keskinleşti. Gözleri, gri gökyüzünde bir bıçak gibi parladı. “Benim dünyamda, ihanete ölüm yakışır.”
Buz gibi, kupkuru ve geri dönüşsüzdü bu sözler. Geçmişin harabelerinden doğan bir adamın, kendi yolunu seçişiydi.
Azrail’in her adımı karanlığa yazılmıştı.
Geriye dönüp yürümeye başladı. Mezarlığın eski demir kapısından çıkarken bir kez daha arkaya, Ayhan’ın mezarına baktı. Son bir bakış, son bir suskun vedayla. İçinde kalan son pişmanlık kırıntılarını soğuk rüzgâra savurdu.
Şahin, elindeki sigaradan bir nefes daha aldı, sonra izmariti yere bırakıp ayağının altıyla ezdi. Gözleri, mezarlık yolunda kaybolan yeğeninin ardından uzun süre takılı kaldı. Sesi, sadece bugüne ait bir itiraftı. “Kendi sonunu hazırlıyorsun, oğlum. Ve ben, seni izlemekten başka bir şey yapamam.”
Mezarlıkta ölümün soğuk sessizliği hâkimdi.
Gökyüzü, kurşuni bir kefen gibi şehrin üzerine serilmişti. Rüzgâr, mezar taşları arasında dolanıyor, kuru dalların arasından toprağa düşen yaprakları birer ağıt gibi savuruyordu. Sessizlik öyle yoğundu ki, sanki zaman bile burada yürümeye cesaret edememişti.
Cihan’ın ayak sesleri yavaş yavaş uzaklaşırken, ardında yalnızca çamura bulanmış adımlar değil, içinden kopan fırtınaları da bırakıyordu. Her adımında geçmişin kanla yazılmış satırları yeniden açılıyordu. Mezarlığın paslı kapısından çıkarken Ayhan’ın mezarına son bir kez dönüp baktı; o bakışta ne acı vardı, ne sevgi; sadece derin, tarifi mümkün olmayan bir boşluk. Ve o boşluk, geride kalanların üzerine sessizce çökmeye başlamıştı.
Zehra, Ayhan’ın başucunda öylece durmuştu. Duruşu dimdikti ama içinde devrilen dağları kimse göremezdi. Gözyaşları yanaklarından süzülmüyor, sadece gözbebeklerinde birikiyordu; çünkü bu sefer dökülse, her şeyin çığ gibi yıkılacağından emindi. Gözleri mezarın başına konmuş çiçekler arasında, kendisinin koyduğu yarısı solmuş beyaz gülde takılı kaldı. Mezar taşının üzerine eğildiğinde, fısıltısı sadece rüzgârın anlayabileceği kadar kısıktı. “Sen gittin,’’ dedi gözünden akan yaşın biri dudaklarından içeri sızarken. Sonra elini kalbine götürdü ve bakışlarını beyaz gülden çekip bir bir Ayhan’ın mezarına bakan ailesine takıldı. “Ama her şey burada kaldı.”
Birkaç adım geride, Beyza duruyordu. Yüzündeki ifade, kederle öfke arasında bir yerlerde sıkışıp kalmıştı. Yumruklarını sıkmış, tırnaklarını avuçlarına batırmıştı. O da konuşmuyordu.
Zehra başını biraz çevirip Beyza’ya döndü. Sesi titrekti. “Her gözünü kapatan uyur mu, Beyza?”
Beyza önce cevap vermedi. Gözleri hâlâ toprağın üzerinde bir noktaya saplanmıştı. Derin bir nefes aldı, gözleri doldu ama düşmedi. Sonunda, sesi çatlamış bir türkü gibi yumuşak ve mahzunca fısıldadı. “Her gözünü kapatan uyur mu bilmem de, her giden dönmezmiş, Zehra.”
O an, rüzgârın yönü değişti sanki. Toprağın içinden bir sır yükseliyordu; görünmeyen ama hissedilen, adı konmamış bir karanlık gibi.
Ve mezarın başında suskun duran iki kadın, geçmişin küllerinden doğacak geleceğin karşısında dimdik duruyordu. Sessizlik, yalnızca yasın değil; bastırılmış bir çığlığın, saklanmış bir sırrın yankısıydı. Toprak susuyordu ama altında anlatılmamış bir hakikat kıpırdanıyordu. Her damla gözyaşı, adaletin suskun yüzüne düşen bir izdi. Ve o izler, günü geldiğinde, en derin karanlığı bile ortaya çıkaracak bir fırtınanın habercisiydi. Çünkü bazı mezarlar sadece ölüleri saklamazdı. Bazıları sırları da diri diri gömerdi.
Abileri Ayhan da bunlardan biriydi.
Her ne kadar bu yol karanlık sırlarla örülü olsa da, ikisi vazgeçmeyecekti.
~Bölüm Sonu~
❤ Kitaba başladığınız tarihi ve saati yorumlarda bekliyorum canlarım.
❤ Yıldıza basmayı ve kitap hakkındaki görüşlerinizi benimle paylaşmayı unutmayın, lütfen.
❤ Umarım severek okuduğunuz bir bölüm olmuştur.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |