18. Bölüm

-CANHIRAŞ-

Özge
malihulya_

 

 

 

 

Selamün aleyküm canlarım🖤 Nasılsınız bakalım? Önden söyleyeyim bu bölümde rahatsız edici içerik olabilir. +18 olarak değil elbette, o tarz yazmadığımı biliyorsunuz. Sadece bazı yerlerdeki canlandırmalar yüzünden tetiklenen veya etkilenen canlarım olsun istemedim ve minik bir uyarıda bulunmak istedim (düşünceli bir yazarım efenim biliyorum 😌) kabsksjsk

 

 

 

Bölümü yukarıdaki şarkıyla okumanız önerilir. (yazar tavsiyesi)

 

 

Uzun lafın kısası her zamanki gibi keyifli okumalar canlarım.

 

... 

 

Hızla eve girip kapıyı kapattım. Böyle öenmli şeyler bildiği halde bana nasıl söylemezdi? Nasıl saklardı benden, neden saklardı? Kim için?

Ellerimi saçlarımın arasından geçirip farkında olmadan o an birkaç tutamını yoldum. Kafa derim acırken odanın içinde dolanıp duruyordum. Ağlamak istiyordum ama yüreğimdeki ağırlık buna izin vermiyor, adeta sıkıyordu beni.

“Allah’ım!” Hızlı hızlı nefesler aldığımda başım da döndü. Hülya bile bunu yaptıysa şu saatten sonra ben kime nasıl güvenecektim? O benim her şeyimi bildiği halde, o kadar acıma ortak olmuşken, her an yanımda olmuşken nasıl yapardı?

Benden nasıl saklardı?

Acı bir şekilde yolunu buldu ve yüreğimden taştı. Aklım sadece Hülya’nın dediklerinde takılı kalırken yaşlar göz pınarlarımdan boşalıyordu. Bu ağırlığın altından ezildiğim için başka ne yapacağımı bilemiyordum. Ne yapılırdı ki? Histerik bir şekilde ağlıyor, bedenimin sarsılmasına engel olamıyordum. Yatağımın yanına çöküp ellerimi başımın arasına aldım. Yine bir yalanla yıkılmıştım. Yine ve yine...

Hiçbir zaman beni sever ümidiyle yaklaşmadım ben ona, canı sağ olsun dedi.

Ellerimle başıma vuruyordum ama susmuyor!.Benden bu kadar çok şey saklanırken kime nasıl güvenecektim? Her şey bu kadar kesik kesikken ben parçaları nasıl birleştirecektim? Kimin söylediği doğruydu?

Hiçbir şeyi yoluna koyamıyordum. Sırtımı yasladığım insanlar bir bir yıkılıyordu. Nefes alamaz, uyku uyuyamaz, yemek yiyemez olmuştum. O nefret ettiğim serumlar olmasa ayakta bile duramazdım. Ama Hülya’nın bu yaptığıyla yıkılmıştım. Açıklamasını bekledim, yemin ederim bekledim. Bir bahane bulup yalan söylese bile inanmaya hazırdım. Ama o bana Baybars’a güvenip onu dinlemem gerektiğini söylüyordu.

Bir dayanağım oydu. Tek dayanağım da oydu. Ondan başka kime anlatacaktım?

Göz yaşlarımı elimin tersiyle silip biraz bekledim. Düşündüm. Bazen kafayı yiyecek gibi oldum. Odama sığamadım. İçime de sığamadım.

Bir saat sonra göz yaşlarım kurumuştu. Elimin altındaki telefonumun ekranını çevirip saate baktım, tahliye olmuştu. Tam olarak iki saat önce.

Bacaklarım hâlâ titrerken ayağa kalktığım gibi ilerleyip oturma odasına geldim. Bağırıp çağırmak bir şeyi değiştirmeyecekti. Bunu da öğrenmiştim. Ama kimseye güvenmemeyi de öğrenmiştim. Kendi işimi kendim yapacaktım.

Üzerime bir şey almadan sadece telefonumu ve cüzdanımı alıp evden çıktım.

Nerede olduğunu bilmiyorum ama şu durumda nereye gittiğinin de bir önemi yoktu. Orhan Beylere gitse de beni kapı dışarı etseler de onunla konuşacaktım. Yeter bu kadar.

Kim başlattıysa başlattı! Ben son vereceğim.

Bu sakinliğimin nerede patlayacağını kestiremedim ama temennim bugün patlayıp beni bu acıdan kurtarmasından yanaydı. Taksiye atladığımda Orhan Beylere gitmem bir saat sürmüştü. Orada olduğundan bile emin değildim ama Süheyl Hanım’ı biraz tanıdıysam onu ilk gün zorla da olsa evine götürürdü. Zaten üç ay boyunca çok bile dayanmıştı.

“Geldik abla.” Taksiciye ücretini verip dışarı çıktım. Kalbimin sesi mantıklı kararlar almamı engelliyor olabilirdi ama bir daha hiç bu kadar cesur olamayabilirdim. Bu saçma da olsa, delilik de olsa yapacaktım. O ilk adımı atmak hiç bu kadar kolay olmamıştı.

Ve hiç bu kadar zor.

Bacaklarımı hareket ettirebildiğimde betona değen ayaklarım geri dönmek için yalvardı. Bir adım daha.

Boğazım kana boğuldu.

Bir adım daha.

Ellerim tenimi yaktı.

Bir adım daha...

Uzun bahçeden eve girerken beni gören iki adam da birbirlerine bakıp sorgusuz sualsiz kenara çekildiler. O gece buradan atıldığımda onlar da buradaydı. Her şeyi görmelerine rağmen kenara çekildiler ve böylece en büyük engel de ortadan kalkmış oldu. Beni içeri almadıkları takdirde bağırıp sesimi Baybars’a duyururdum ama böylesi çok daha iyi olmuştu.

Bir adım daha attığımda içerideydim. Ve gelen seslere bakılırsa Orhan Bey yine sesini yükseltmiş, küçük monarşisinde herkesi ezmeye kaldığı yerden devam ediyordu. Baş kaldıranlarla da kavga ediyordu. Yani Baybars'la.

“O kadınla evlen bak bakalım ne oluyor? Sen kimsin lan bana karşı geliyorsun?!”

“Ben sana o hakkı vermedim Orhan Turan! Sen benim hayatımdan çıkalı çok oluyor uyandırayım. Sen o sözlerini başını eğenlere geçir, bana sökmez.”

Kemerli kapıda durup gözlerimi kapattım. İçime çektiğim kaçıncı nefesti sayamadım. Kapının önündeki cesaretim beni içeri girdiğim an terk etmiş gibiydi. Ama buraya kadar gelmişken vazgeçemez, duramazdım. Ok yaydan fırlamıştı bir kere. Ne olacaksa olacaktı. İyi veya kötü.

İşkence gibi gelen son adımı atıp da kendimi belli ettiğimde tüm sesler kesilmiş, herkesin kafası bana dönmüştü. En son da o.

Gözüm kimseyi görmezken sadece onun dönmesini bekledim. Sinirden yumruk olan elleri iki yanında daha sert bir hal alırken kafasını yavaşça olduğum yere çevirdi. Nefesimi tuttum.

Nefesini tuttu.

Gözlerimiz buluştuğunda içine çektiği nefesi duydum. Göğsünün inip kalkışını, boynunun kıpkırmızı olduğunu, koyu yeşil gözlerinin içindeki beklentiyi... Hepsini gördüm. Bu defa hepsini gördüm. Ne gözümü ne de kulağımı kapatmadım. Görmek istedim ve gördüm.

“Piraye.” İsmim dudaklarından çıktığında bedenim titredi. Çöken omuzlarımı kaldırdım. Adımı söyleyen adamdan yüzsüzce güç aldım. Bu yalnızlığın içinde başka kimden alınırdı bilmiyorum.

Dudaklarımı ıslatıp, “Baybars.” dedim. İsmini zikreden dudaklarım yanarken bu acıdan memnun oldum. O andan itibaren orada kim var kim yok umurumda olmadı. Bana bakan gözlerinde takılı kaldım. Beni gördüğünde çektiği nefeste kayboldum.

“Senin burada ne işin var? Kâzım! Alın şu kadını buradan!” Süheyl Hanım yerinden telaşla kalktığında Cahit Bey eşinin omuzlarını tutarak onu durdurdu. Bakışlarımı onlardan çekip gözleri dolan Ceren’e çevirdim. İpek kuzeninin yanında durup bana üzgün üzgün bakarken Ceren’in yanağına bir iki damla düştü.

Bakışlarımı hemen çektim üzerlerinden.

“Baba yapma!” Eşinin kolları arasında debelenen Süheyl Hanım şişmiş gözleriyle babasına bakıyordu. Ama Orhan Bey’in birini dinlediği nerede görülmüş?

“Kes Süheyl! Yeter bu kadın yüzünden bu kadar rezillik.” Cahit Bey olmasa ayakta duracak hali yoktu Süheyl Hanım’ın. Herkese laf anlatmaktan yorulmuştu. O da ailesinin dağılmasını önlemeye çalışıyordu ama ortada bu kadar sır varken bu kaçınılmaz bir sondu. Yapılan hata en başta yapılmıştı. Bundan geri döndüremezlerdi.

Yine de beyhude bir çabayla derdimi anlatmak istedim. “Orhan Bey ben-”

“Kapa çeneni! Bitti. Bu aileyle ilişkin bitti, çıkar o yüzüğü. Bu evlilik asla olmayacak.” Sözleri her zamanki gibi keskin bıçaktı. Çevresinde ne var ne yok kesip biçiyordu.

Baybars bir iki adımda yanıma gelip elimi tuttu. Uzattığı yardım elini sıkıca sardım. Onu bu insanların içinde yalnız bırakmak istemiyordum.

“İlişkisi bitti öyle mi? Peki madem. Ben Piraye’yi size beğendirecek değilim. Unut beni Orhan Bey. Bundan sonra ne ölüne ne ölüme.” Ceren ve İpek birbirlerine sarılıp ağlarken Süheyl Hanım koltuğa çökmüştü. Pusat Bey’in herhangi bir tepki verdiği yoktu. Eşiyle beraber tiyatro izler gibi izliyordu. Gamsız adamın tekiydi maalesef.

Orhan Bey ise her an beni öldürecek gibiydi. Bunu yapmaya kalkıştı da.

Belinden her ne çıkarmaya hazırlanıyorsa Ayhan tek bir adımda buna engel oldu. Dedesinin belindeki şeyi ondan önce çekip aldı ve kimse görmeden kendi beline koydu.

“Aklından bile geçirme dede.”

“Geçirdim bile!” Orhan Bey uzun ve yapılı bir adamdı. Bir hızlı hareketinde kolum ellerinin arasında asılı kalmıştı.

“Hiçbir yere gidemezsin Baybars! Bu kadın gidecekse tek başına gidecek.” Beni yine kapı dışarı edecekti anlaşılan. Kolum eli altında ezilirken ağzımdan bir ah bile çıkmadı. Zaten beni götüremedi de. Baybars elini dedesinin omuzuna koymuş, tüm gücüyle sıkarken sağ gözü kanlanmıştı.

“Baybars.”

“O bir kere oldu. Onda da ben yoktum. Bir daha bırak yapmayı, düşünmen bile yeterli. Bu dünyayı sana dar ederim, bu halimi mumla aratırım sana. Çek o kanlı ellerini nişanlımdan.” Üzerine basa basa sarf ettiği sözleri sesimi çıkarmadan izledim. Ama tam tahmin ettiğim gibi Orhan Bey onu kaybetmeyi göze alamadı. Şimdi durursa bir daha geri dönüşü kolay olur sanıyordu ama bu çok büyük bir yanılgıydı.

Eli Baybars tarafından aşağı indirildi ve daha fazla kimsenin konuşmasına müsaade etmeden beni kapıya yönlendirdi. Avuçlarının arasındaki elimi ona iyice sarıp hızına yetişmeye çalışarak adımlarına ayak uydurdum.

“Baybars!” Orhan Bey’in bağıran sesi onu durdurmadı. Kâzım’ın aceleyle getirdiği arabasına atlarken arkamızda bir sürü soru işareti bırakmıştık. Nefeslenmeye bile vaktimiz olmadı. Her şeyin bu denli hızlı olmasını beklemiyordum. Kesinlikle bir daha bu kadar cesur olamayacaktım. Bunu bugün yapmasaydım başka bir zaman yapamazdım.

Nefes seslerimiz arabada yankılanırken burnundan soluyordu. Direksiyonu sıkıyor, arada eli sigara paketine uzansa da bana göz ucuyla bakıp vazgeçiyordu. Çünkü yanımda sigara içmeyeceğini ikimiz de biliyorduk.

Sessizlik aramızdaki söylenecek kelimeleri yutarken ona da kendime de zaman tanıdım. Şu an ne kadar sinirli olduğunu tahmin edemezdim ama onu sakinleştirmek için ne gerekiyorsa yapabilirdim. Çok doğal davrandığımı umarak vitesteki elini tuttum. Aslında bu tüy kadar hafif bir dokunuştu ama o gerildi. Yutkundu ama elini çekmedi.

Hatta parmaklarımı parmakları arasına geçirip sanki bu her zaman yaptığımız bir şeymiş gibi davrandı. Bende gerginliği hissettirmemeye çalışıp onun gibi doğal davrandım. İkimiz de birbirimizden yana bakmadık ama ellerimizi de ayırmadık. Ortamızda kalan ellerimiz, sustuklarımızın birleştirdiği gerçeklerdi.

Bu an bir rüya mıydı yoksa kâbus mu? O kadar bizlik değildi ki. Onun elini tutmak, hem de kendi isteğimle... Kalbim göğsümde hiç olmadığı kadar hızlı çarpıyordu. Ve bunu yadırgamıyordum bile.

O uzun yol yarım saate bitti. Evinin garajına park ettiği arabasından inerken sessizlik yeminimizi sürdürdük. Eve girinceye kadar bekledik. Konuşmak için bolca zamanımız olacaktı.

Uzun bahçeyi yan yana sakince yürürken ellerini cebine soktu. Kapının önündeki iki adımlık merdiveni çıktıktan sonra bende ellerimi önümde birleştirip kilidi açmasını izledim.

“Gel.” Kapıyı sonuna kadar açıp eliyle içeriyi gösterdi. Kenara çekilmeden benim girmemi bekledi, yanından eve girdiğimde de kapıyı yavaşça kapattı.

Önde ben arkada o salona geçtik, cam kenarındaki uzun koltuğun iki ucuna çöker gibi oturduk. Konuşmak için fazla sessiz, susmak için fazla doluyduk.

Yine de birkaç dakika boyunca aklımızdaki cümleleri toparlayıp ne söyleyeceğimizi bile bile susmayı tercih ettik.

İlk konuşan o oldu.

“Bunu bana niye yapıyorsun Piraye?” İç çektim. Gerçekten soru soruyordu. Alay ya da iğneleme yoktu sesinde.

Kafamı ona çevirip, “Sen niye yapıyorsun peki?” Diye sordum. Sorular basit, ama cevaplar kayıptı.

“Neden yaptığımı biliyorsun. Bu kadar aptal olmana imkân yok.” Biliyordum da bunu kendime nasıl itiraf edeceğim onu bilmiyorum. Bu yolun sonunda ikimizin de itiraf edeceği şeyler olacağını hayal bile edemezdim. Ama buradaydık işte, ikimiz de aynı koltukta, bacaklarımızda derman kalmayıncaya kadar uzağa koşmuş ama vardığımız yer yine aynı olmuştu. O yol bizi tekrar birleştirmişti.

“Ne duymak istiyorsun?” Benim kafamdaki sesleri susturmak için sorduğu soruya net bir cevap verdim. Çünkü ancak gerçekleri öğrenirsem rahat bir hayat sürebilirdim.

“Gerçekleri. Sadece gerçekleri Baybars, en başından sonuna dek.” Kaşlarını çattığı gibi kafasını benden başka yöne çevirdi. Anlatacaktı, buna mecburdu.

“Olmaz. Sana bunu önceden de söyledim. O zaman senin kapına gelmek benim hatamdı, şimdi istesen de sana anlatmam.” Ayağa kalktığı gibi aceleyle onun önüne geçtim. Gidemezdi. Bugün bu iş bitecekti.

“Konuşmadan hiçbir yere gidemezsin. Duymak istiyorum. O zaman senin dinlememek de benim hatamdı ve şimdi bunu düzeltmek istiyorum.” Desem de duyacaklarımdan korkuyordum. Gözlerini kapatıp benden yana bakmasa da kendiyle savaştığının farkındaydım. Ama artık savaşacak gücümüz kalmış mıydı gerçekten?

 

Elimi korkarak yanağına koydum. Derin bir nefes tüm göğsünü şişirirken bana biraz daha yaklaştı ve alınlarımızı birleştirdi. Karşı gelmedim. Sessiz savaşında yanında olmaya çalıştım. Tüm terk edişlerime inat bu defa yanında oldum.

“Lütfen Baybars. Sana yalvarıyorum, anlat artık. Ben daha fazla yalanla yaşayamıyorum. Her sabah bugün ne olacak korkusuyla uyanmaktan bıktım, kendim olamamaktan bıktım. Seni öldürmeye çalışmaktan ve yaralanıp geri dönmekten yoruldum. Anlat, ne olacaksa olsun. Yaralansak da seslerimizi yükseltsek de önemli değil, ilk defa yaptığımız bir şey yok.”

“Birbirimizi çok kez yaralayıp öldürdük değil mi?” Sessiz fısıltısıyla alnına dayadığım kafamı salladım. Hem de çok. Çok yaraladık, en sonunda yarım yerlerimizi tamamlamak için aynı noktada buluştuk Baybars.

“Çok. Hatta öyle ki bundan daha fazla ölüp yarım kalamazdık.” Eliyle belimi sarıp beni göğsüne bastırdığında orada nefeslendim. Burnunu saçlarıma gömdüğünde o da orada soluklandı. İhtiyaçlarımızın en büyüğü nefes almaktı ve ikimiz de birbirimizi bundan mahrum bırakmıştık. En başta da ben...

Yarım parçayı tamamlamaya çalıştığı her seferde biraz daha eksiltmiştim onu. Biraz daha bıçaklamış, biraz daha nefessiz bırakmıştım.

“Kendi canımdan endişe ettiğimi mi sanıyorsun Piraye? Yemin ederim tek korkum sensin. Sustuğumda, daha az şey bildiğinde göze batmazsın sandım. Ama o gece istemeden de olsa olaylara dahil oldun, tam ortasına düştün. Yanıma alırsam sana zarar vermezler sandım. Bu defa koruyabilirim sandım.” Çaresizliği boğazımda yumru olup oraya oturdu. Sessizce itiraf etmeye hazırdık, sadece ikimiz duyabileceği kadar bağırmaya hazırdık artık.

“Susma Baybars.” Kollarımla belini sarıp kafamı iyice göğsüne gömdüm. Bundan fazlasını duyacağımı biliyordum.

Yutkundu. “Her şeyi anlatmak için hafızanın geri gelmesini bekledim ama sen her geçen gün düşman kesildin bana. Sonradan fark ettim ki seni korumanın en iyi yolu bu.” Biraz daha sıkı sarıldım beline.

Birden,

“O geceyi hatırlıyor musun?” diye soruverdi.

“Bayıldığım yere kadar evet. Ama bazen ondan bile şüphe ediyorum.” Diye yanıtladım. Buna rağmen seni içeri attırdım. Oysa emin olmadığımı kendime bile söyleyememiştim.

Acılarımızı harlayacak bir nefes çekti.

“Aklındakileri netleştirelim o zaman.”

... 

Onu bulmuştu, içi içine sığmıyordu. Turgut ve Yavuz ona beklemesini söylemişti. Bu tamamen saçmalıktı! Ailesini öldüren piçi bulmuşken ne diye duracaktı ki? Onca yıl sonra bir ip ucu, bir yol vardı önünde. Gerçeklere giden bir yol...

Arabayı son hız kullanırken içinden tek bir şey geçiriyordu. Bu defa son olsun. Bu defa onu bulmuş olsun.

Ensesine çökmek kolay olmamıştı yalan yok. Ama çabaları sonuçsun kalmamıştı. Hasan Küpçüyü bulmuşlardı. Kime çalıştığını it gibi söylemek zorundaydı! Aradan geçen on yıl değil genç adamın ateşini dindirmek, resmen harlamıştı. Perçinlemişti nefretini. Dönmüştü bir kere gözü, artık duramazdı. Kimse durduramazdı.

Araba orman girişinde durduğunda küfredip direksiyona vurdu ve emniyet kemerini çıkardığı gibi araçtan indi.

Ağaçların arasına koşan adamı zor da olsa seçebiliyordu. Bacakları bu görüntüyle harekete geçti ve onu arkasından takip etmeye başladı. “Hasan!” Ciğerleri hızlı hızlı aldığı nefeslerle dağlanırken genç adam var gücüyle koşmaya devam etti. Ceketi önünden geçtiği ağaç dallarına takılıp onu yavaşlattığında Hasan yere düşmüştü. Bunu fırsat bilen Baybars ceketi çıkarıp fırlattı ve Hasan'ın yanına gidip Boynundan bastırarak başını toprağa bastırdı.

“Şu koşturduğuna değmedi lan. İki yüz metre anca koştun.” Elinin altında debelenen adam onu mümkünmüş gibi daha fazla sinirlendirmeye yetmişti. Bir bacağını sırtına bastırıp yanağını iyice toprağa gömdü.

“Niye bu haldeyiz, biliyorsun değil mi Hasan?” Adam sadece küfredip elinden kurtulmaya çalışıyordu. Bu Baybars’ı güldürdü. Sinir bedenini ele geçirmişti bir kere. Bu adamı öldürmeden bırakmalıydı. Katil olmamak için bu gerekliydi. Yoksa her an bu adamın gırtlağına çökebilir, katil olabilirdi.

“Orospu Çocuğu! Sana hiçbir şey bilmediğimi söyledim. Bıraksana lan beni!”

“Demek ki söylediklerine inanmamışım Hasan, öyle değil mi? İnansam bu halde olmazdık.” Belinden çıkardığı silahı şakağına dayadı. İçinde mermi yoktu. Kendine güvenmiyordu. Yanına aldığı mermiler de arabada kalmıştı zaten. Böylesi daha iyi diye düşündü, en azından kendine hâkim olması daha kolay olurdu.

“Söyle Hasan! O gece sana evi yakmanı kim söyledi? Konuş!”

“Psikopat piç! Söyledim ya, kimse söylemedi. Ben kendim yaptım! Ben yaptım!” Burun kemeri sızım sızım sızlarken aldığı nefesler canını yakıyordu. O koca bedeni buna dayanamıyordu. Duymak istemiyordu. Birisi yapmış olmalıydı! Buna adı kadar emindi!

“Yalan! Sen kukladan başka bir bok değilsin. Sana son şans Küpçü,” Silahın emniyetini açtı. O an kovanların mermi dolu olmasını istedi. Bütün bir şarjörü tek tek kafasına boşaltmak istedi, elleri ilk defa kana bulansın istedi...

İt gibi pişman olacağını bilse de bunu istedi ama yapmadı. Yapamazdı. O silahın barut kokusundan bile nefret eden bir adamdı. Metali eline yapışıp kalırdı. Ama onunla doğmak zorunda kalmıştı. Ve onunla ölmek.

Onunla kaybetmişti ailesini. Evi yakmak sadece delilleri yok etmekti. O gece, Baybars'ın içindeki çocuğun da öldüğü geceydi. Büyüdüğü geceydi.

... 

Üst kattaki odasında yatarken aşağıdan sesler gelmeye başlamıştı. İlk önce anne ve babasının kavga ettiğini düşünse de hiç tanımadığı sesler kulağına doluyor ve onu yerinden kalkmaya zorluyordu. İki gün sonra doğum günüydü ve ailesiyle kutlamak için dağ evlerine gelmişlerdi. On sekiz olacaktı, yeni bir başlangıçtı onun hayatında.

Annesi Feride Hanım onun yurtdışında eğitim görmesini istemişti. O da annesinin bu istediğini seve seve kabul etmiş, tüm o hazırlıkların ardından aile tatili yapmak istemişlerdi. Masum gibi görünen, ama esasen korkunç bir amaca gebe olan kötü bir an. Yaşayarak öğrenmesi gereken onlarca gerçek...

Ayaklarını yataktan sarkıtmış, aşağı ineceği için üzerine bir tişört geçirmişti. Odasından çıktığı an sesler daha da yükselmiş, evde başkalarının da olduğunu anlamıştı genç adam. Kim gelmişti?

“Kimse yok diyorum, sadece biz geldik!” Annesi Feride Hanım ağlamaklı sesiyle konuşmaya çalışıyor ama bir yerden sonra sadece hıçkırıyordu. Baybars o andan itibaren sadece annesini düşünerek merdivenlere doğru bir adım attı.

Silah.

Namlunun ucunda ailesi olan...

Bir adam elindeki metal silahı karşısındaki anne ve babasına doğrultmuş yüzündeki maskeyi de gözlerinin altına kadar çekmişti. Baybars’ın adımları orada durdu. Elleri buz keserken korkudan aldığı nefesler sesli bir hal almaya başladı. Hemen elini ağzına kapatmış, merdiven dibine çöküp ne yapabileceğini düşünüyordu.

“Yalan söyleme Agah Turan, ben duyacağımı duydum. Zora koşmada söyle, oğlun nerede?”

“Kimden duydun bilmiyorum ama buradan çıkar çıkmaz o kafanı paramparça edeceğim. Yaptığın hiçbir şey yanına kalmayacak.” Ne yapacağını bilmeden oturmak kanına dokunuyordu ama ailesini de riske atamazdı. Mantıklı davranması gerekiyordu.

Agah bey kendinden çok eşi için endişeliydi. Feride Hanım zaten çok içine kapanık bir kadınken onun bu olaydan daha fazla etkilenmesi Agah Beyi çok endişelendiriyordu.

Gözlerini ağlayan karısından çekip karşındaki hiç tanımadığı adama dikti.

“Buradan çıkabileceğine inanıyor musun gerçekten? Yazık, çok yazık.” Baybars ipleri koparmak üzereydi. O silahın annesine çevrildiği her an Feride Hanım sessiz yaşlar döküyordu. Agah Beyin ne kadar sinirlendiğini ise sadece Allah biliyordu. Oğlunun ne olursa olsun aşağı inmemesi için dua etti ama kader onlar için bir yol çizmişti bile.

Baybars’ın aklındakiler ise tam tersiydi. O silah patlamadan adamı alaşağı etmek zorundaydı. Yoksa... Gerisini düşünmeyi reddetti. Üşüyen ellerini eşofmanına silip sessiz ve yavaş hareketlerle merdiven dibinden kalktı. Agah Bey dikkatli bir adamdı. Oğlunu tanırdı ve Baybars’ın rahat durmayacağını da bilirdi. Ama ilk defa oğlunun uykusunun ağır olmasını istedi. Onun kurtulmasını istedi. Ne olur bilemiyordu ama sağ kurtulamazlarsa oğlunun iyi olmasını istedi.

“Çok konuşuyorsun be Agah. Bak karın ne güzel sessiz sessiz ağlıyor, sende bir ağla bir göz yaşı dök, ne bileyim yalvar. Böyle hiç eğlencesi kalmıyor. Direkt sıkayım mı kafana ne istiyorsun?” Agah Bey tam alnının ortasına dayanan metalle gözlerini karşısındaki adama kenetledi. Bu adamın derdi onlarda değil, oğluylaydı. Ve adı gibi emindi ki arkasında birileri vardı. Bu adam tek başına hareket edemeyecek kadar ne yaptığını bilemeyen bir kuklaydı.

Genç adam daha fazla duramamıştı yerinde. Babasının alnına dayanan silahı gördüğünde kanı kaynamış merdivenlere doğru bir adım atmıştı ki kulaklarını çınlatan silah sesiyle adımları dondu. Gözleri saniyesi saniyesine her şeye şahit olurken zihni bir daha unutamayacağı anları acımasızca kaydetmişti. On yıl sonra bile uykuyu ona zehredecekti. Onu ölü bir adama çevirecekti. Nefes alan ama toprağa girmeyen bir et yığını.

Gözünden bir damla ahşap zemine düştü. Ciğerlerindeki nefesi bir anda dudaklarından dışarı verdi. Babasının bedeni yana düşerken annesinin çığlıkları arşı inletti. Genç kadın eşinin yanına varmak için sürünüp başını eşinin göğsüne koydu. Babasının gömleği kafasından akan kanla ıslanmıştı. Annesi avuçlarının içine aldı onu.

“Agah!” Eşinin kanlı alnını öperken saçlarını eliyle geriye itiyor, bir şey yok diyerek kendini tekrar ediyordu. Canını almışlardı. Canına can katan adamı ondan ayırmışlardı.

“Agah hiçbir şey yok, kalk hadi. Agah kalk! Oğlumuz bizi bekliyor kalk.” Adamı omzunun üzerinden kaldırıp başını bacaklarının üzerine aldı. Öpüp kokladı eşini Feride Hanım. Ölüm çabucak kabullenilecek bir şey değildi, Feride Hanım da tam olarak bunu inkâr ediyordu. Eşi gözlerinin önünde can vermişti.

Merdivenlere yaslanan adam bacaklarını hareket ettiremiyordu. Birden tüm iradesi onu terk etmiş, bir titremeyle baş başa bırakmıştı. Bu defa da annesine doğrultulan ve aynı adan ateşlenen silahı da aynı durgun bakışlarla izledi. Diğer gözünden de bir damla yaş kopup gittiğinde annesi de aynı anda bıraktı onu. O gece bir anda hem öksüz hem yetim kaldı Baybars. Öyle bir başına, kimsesiz.

Katil koşarak evden çıkıp giderken başındaki maskeyi çıkarmış ama önünü dönmemişti. Aklını kaçırıyordu. Bu an tam olarak buydu. Aklını kaçırıyordu. Babasının üzerine yatmış annesinin cesedi onu bilmediği duygulara sürüklüyordu. Ağlamak istiyor ama ağlayamıyordu. İçi cayır cayır yanıyor ama dışarıdan olan biteni soğuk bir suretle izliyordu.

Ne oluyordu şu an? Gerçek miydi? Yavaşça merdivenlerden inip anne babasının yanına geldi. O an Baybars kendisini dışarıdan izliyordu. Bu kendisi olamazdı. Elleri onun elleri değil, bedenini taşıyan bacaklar ona ait değildi. Gördükleri de sanrıdan başka bir şey olamazdı. Bunlar yaşanmış olamazdı.

“Anne?” Dizlerinin üzerine çöküp annesinin kandan ıslanan saçlarını okşadı. Hiçbir şey olmamıştı ki.

“Baba, annem burada uymuş. Hadi yerine yatıralım.” Annesini kucağına alıp karşı koltuğa koydu. Bembeyaz teninde kandan yollar vardı. Feride Hanım’ın yanağını okşayıp gülümsedi. Uykusu hafifti annesinin, uyandığı zaman yanında eşini göremezse sinirlenir ve bütün gün trip atardı. Baybars da annesini bildiği için burnunu çekerek babasının başucuna eğildi.

“Baba. Annemi ben yatırdım, sende kalk artık he?” Babasını kaldıracak gücü yoktu. Damarları patlayacak dereceye gelmişti ama zorlandığından değil ağlayamamaktan. Boğazına kadar dolmaktan.

“Baba! Ben annemi yatırdım! Yerden kalksana baba!” Alnında olan deliği gözü görmüyordu. Babasını yerden kaldırması gerekiyordu. Dizlerini parçalayacak kadar art arda yumruklarını geçirdi dizlerine. İndirdiği her yumrukta aklı başına geliyor onu bilmediği kuyulardan aşağı bırakıyordu. Göz bebekleri hızlı hızlı hareket etmekten odağını kaybetmişti.

Babasının alnına elini koyup nahoş bir çabayla akan kanı durdurmaya çalıştı. Durdursa geçeceğini sandı.

“Hadi Agah Bey! Kalk!” Yüreğinin ortasında bir alev onu canlı canlı yok ediyordu. Nasıl bir acıydı bu böyle? Zehir gibi damarlarında dolaşıyordu. Babasının kapanmış gözleri ona gerçekleri fısıldarken başını elleri arasına alıp kafasına vurdu.

“Allah’ım!” O gece Baybars o kadar çok ağladı ki bir daha ağlayamadı. Ama o gece bile onu ağlamadı sandılar. Kimse görmedi onu. İçi sökülürken bile sessiz kaldığı için acımaz sandılar canı. Ama en çok onun canı yandı. En çok o ağladı. En çok o yalnız kaldı. Her defasında.

Ellerindeki kan kendine ait değildi ama en çok oralar acıyordu. Bir annesine bir babasına yetişmeye çalışıyordu. Yetemeyeceğini bile bile bu duruma karşı geliyordu.

Bulundukları odadaki cam kırıldı. Baybars halsizce başını çevirip kırılmış cama baktı. İçeri atılan bir bez parçası önce perdeleri, ardından da mutfaktaki masayı tutuşturdu. Hissizce izledi. Ateş annesinin yattığı koltuğa sıçrayana kadar.

Annesinin koltuktan sarkan kahverengi saçlarına gelen ateşi gördüğünde yerinden fırlayıp annesini kucağına aldı. Göğsüne gömdü Feride Hanım’ın yüzünü.

“Aldım seni annem. Aldım seni.” Kucağında bir ceset vardı. Kucağında annesi vardı. Bu iki kelime onun için aynı değildi. Kucağında annesi vardı onun. Annesini taşıyordu.

Babası yerde kalmıştı. Onu da alacaktı. Taşıyacaktı hepsini. Alevlere bırakamazdı ailesini.

“Babam alacağım seni.” Annesini tek koluna almaya çalıştıysa da babasını alamadı. Hırsından değil de yaşadığı anın şokuyla ne yaptığını o bile bilmiyordu. Babasını alacağını söylüyordu ama alamıyordu. Gücü tükenmişti. Bacaklarının bağı çözülmüştü.

Alevler evi sarmıştı. Birden bire koluna düşen parçayla dişlerini sıkıp annesini kucağında tutmaya çalışmıştı ama onu da babasının yanına bırakmak zorunda kaldı. Öyle çok ağlıyordu ki dağlar şahit oldu, Gökyüzü onunla ağladı ama kimse onu duymadı.

“Alacağım sizi.” Yanana kolunu tutup ağlaya ağlaya anne ve babasına sarıldı. İkisinin cesedine sarılıyordu ama onlar ona sarılmıyordu. Tutamıyordu.

“Ne olur bırakmayın beni.” Sessiz haykırışı gökte yankılandı. Allah’ım dedi, Allah’ım güç ver.

“Taşıyacağım.” Diyordu ama kolundan tutup da taşıyamıyordu. Ama bunu kendine söylemedi. İkisini de dışarı taşıyacaktı ama üzerlerine gelen alev zamanının kısıtlı olduğunu söylüyor, onu biçare bırakıyordu.

Kolundaki yanığı görmezden gelip annesinin tuttu. Babası iri yarı bir adamdı. Baybars ona benzemişti ama acısı yüküne yük eklemişken babasını istese bile kaldıramazdı. Fakat o gece bunu bilmiyordu. O yaşında yaşadığı acıları da omuzuna yüklenen acıları da kaldıramazdı.

Kaldıramadı...

Alevler önce annesinin upuzun saçlarını tutuşturdu, ardından esir aldı. Baybars hâlâ babasını kolundan tutup çekmeye çabalıyorken alevler sinsice onu da koparıp aldı ve bu dünyada onu bir başına bıraktı.

Dışarı zar zor çıktığında yanıklar tüm koluna yayılmıştı. Ama gözünün dolması ondan değildi. O yanık, yaşadığı acının yanında neydi ki? Evleri ateşlere teslimken sürüklenerek çıktığı yere dizleri üzerinde baktı.

Evin içindeki ailesinin yanmasını izledi. Külleri yüzüne savruldu. Bazen ne yaşadığını sorguladı. Bazen yumruklarını kafasına geçirdi. Bazen de yanan kolunu toprağa vurdu. Güçsüzlüğüne ağladı. Çaresizliğine yandı. Annesini ve babasını alevlere teslim edişiyle tekrar ve tekrar yandı o alevlerde.

Ama bilmediği şey anne ve babasını istese de aynı anda kaldıramayacağıydı. Yapacak bir şeyi olmamasına da ağladı. Ama yine kimse görmedi.

Ev ahşapların olduğu kısımla iyice alev topuna dönüşürken siren sesleri beraberinde bir ton gürültü getirdi. Kulakları uğulduyor, midesi çalkalanıyordu.

Birkaç dakika sonra ilk halasının çığlıkları doldu kulaklarına, sonra siren sesleriyle gelen itfaiye ve ambulans. Alevleri kontrol altına almaya çalışan insanlar ve birileriyle konuşup onu dizleri üzerinden kaldırmaya ikna eden bir ton yabancı vardı. Ama hiçbirini tam manasıyla duyamıyordu. Bedeni boş bir tenekeydi.

Gözleri sadece yanan evdeki cesetleri görüyor. Kulakları sadece halasının feryatlarını duyabiliyordu. Kısa süre sonra iki tane ceset torbasıyla anne ve babası yanından geçtiğinde sadece tek bir şey hissedebildi.

Korku.

Ama kendisi için değil. Bu her şeyin sebebi olan insanlar için. Çünkü o bundan daha fazlasını yapacaktı. Tam o an yemin etti. Bundan sonra kimseye nefes almak yoktu. Ailesinin nefesini kesen kim varsa hepsinin eceli olacaktı.

O gece her şey küle bulandı. Baybars o küllerin arasında aklını da kalbini de kaybetti. Ve o gece o evden iki değil, üç ceset çıktı.

... 

 

 

 

 

 

 

 

 

-Bölümden bazı kareler-

Bölüm : 08.12.2025 12:34 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...