
Uzun bir süre ne o ne de ben konuşmadık. İkimiz de büyük patlamalar yaşamış, en sonunda da sakinleşmiştik. Şimdi ise boş yolu izleyip duruyorduk. Arabada yankılanan tek şey birbirine karışmış nefes seslerimizdi. Baybars en sonunda saate bakmış, yavaşça arabayı çalıştırıp sessizlik içinde sürüyordu. Ta ki ben uzanıp radyoyu açana kadar. Elim kopsun.
"Gel gönülsüz de olsan
El yerine koysan
Ölür müsün bir hatır sorsan
Kork be Allah'tan"
Aramıza düşen şarkıyla kafamı cama çevirdim. Kendi tarafındaki camı açıp bir elini direksiyondan çekti. Çalan şarkıyı kapatmak için ikimiz de harekete geçmedik.
"Sevsin bırak yüreğim uzaktan
Yüksünmem yanmaktan
Nasıl vicdanın rahat
Kork be Allah'tan
Kork be Allah'tan"
Kollarımı kendime sarıp kafamı arkaya yasladım. Aramızda olan kasveti yok sayamazdım, içim daralıyordu. Mahalleye girince kenara çekip arabayı durdurdu. Kapıların kilitlerini açıp kafasını bana çevirince bende kucağımdaki çantamı tutup kapıyı açtığım gibi kendimi dışarı attım.
"Gün ağardı
Bugün de ne geldi ne de aradı
Yanmaya yandı
Ciğerime sanki bıçak saplandı"
"Küskün müsün anlamadım
Bir gittin bir daha aramadın
Çok çabuk gözden çıkardın
Sanma helaldi sana hakkım"
Uzanıp şarkıyı kıstığını yarım yamalak gördüm. Arkamı dönüp uzaklaşmıştım ki araba hareketlenip bir kaç saniye içinde gözden kayboldu. Bu sefer eve girmemi beklememişti. Bu gece canı sıkılan da sıkan da bir tek ben değildim anlaşılan.
Çantamı koluma takıp biraz daha boş yolu izledim. Üzerimdeki ince elbiseyle orada ne kadar dikildim bilmiyorum, sadece kafamı gökyüzüne kaldırıp ciğerlerimdeki tüm nefesi her şeye şahit olan geceye teslim ettim. İçimde asla susmayan şeye karşın kollarımı bedenime dolayıp merdivenleri acele etmeden sallana sallana indim. Ayağımdaki ayakkabılar canımı yakmayı adet edinmiş gibi her seferinde canımı yakıyordu. Duvara tutunup eve girmeyi beklemeden ayakkabılarımı da ayaklarımdan çıkarıp kalan merdivenleri öyle indim. Çantamın yanındaki cepten anahtarı çıkarıp yine aynı telaşsızlıkla kapıyı açtım.
Yengem ve abim uyumuş olmalıydı, bu yüzden sessizce içeri girip odama çekildim. Üzerimde ne varsa hızlıca çıkarıp değişik renkteki pijamalarımı giyindim. Saçları tepemden öylesine bir toplayıp sonunda yatağıma uzandım. Beynim infilak edecek gibi ağrıyordu ama o kadar yerimden kalkamıyordum ki bu sefer ağrımasına göz yumdum. Uykum yoktu, ama yerimden kalkamıyordum da. Ellerimi başımın üzerine koyup düşüncelerimi susturmadan uyumaya çalıştım. Gözümün önüne gelen yarım yamalak hayalle bacaklarımı iyice kendime çekip yatakta dertop oldum.
...
"Ne demek gidemiyoruz? Sen kadına söylemedin mi geleceğimizi?" Elimi sinirle saçlarımın arasından geçirip bir kaç tutamını yoldum.
"Söyledim, ama kadın nedense panikledi. Ben sizi arayacağım dedi kapattı." Masadaki koltuğu ses çıkarmasını umursamadan çekip oturdum. En azından bunun düzgün gitmesini umuyordum ama hayat yine yapacağını yapmıştı.
"Şimdi o arayana kadar bekleyecek miyiz? Ne zaman arar Allah bilir!" Hülya da nefesini dışarı verip, "Mecbur bekleyeceğiz, gerçekleri öğrenmek belli ki zaman alacak. Ama sende bu süre zarfında biraz olsun düşün olur mu Piraye?" Kaşlarım çatılırken, telefonun ucundaki arkadaşımı bu sıralar fazla tedirgin görüyordum. Hatta öyle ki sesi bile bu tedirginliği ele veriyordu.
"Neyi düşüneceğim Hülya? Düşüne düşüne kafayı yiyeceğim." Deyip masanın üzerindeki bilgisayarımı açtım.
"Unutma ki Baybars'ın da masum olma ihtimali var. Tüm bunlar bittikten sonra bakamazsın suratına, adımlarını düşünerek at." Bunca zaman ne yaptığımı sanıyordu ki?
"Hülya, ben bu bir yıl içinde her adımımı bin kez düşünerek atmak zorunda kaldım. Ne kadar düşünürsem düşüneyim sonuç hiç değişmiyor. Ben gördüm onu ben! Bunca zaman elimde kanıt olmadığı için pusup oturdum, şimdi gerçeklere bu kadar yakınken, tekrardan özgürlüğümü geri alma şansım varken neden Baybars'ı düşüneyim?"
"Onu da sen söyleyeceksin, gerçekten bir kez bile onunda bu yolda bir kurban olabileceğini hiç düşündün mü?" Ciğerlerime aldığım nefes bana yetmezken suratıma tokat yemiş gibi oldum.
"Ne diyeceksen lafı dolandırma Hülya, bir şey biliyorsan söyle." Takip edildiğimiz günden beri iyi değildi ve bunun farkındaydım. Her ne kadar bana belli etmese de bazen dalıp gittiğini, laf arasında bana sürekli onu övüp, fikrimi ve tepkimi ölçtüğünün pekala farkındayım. Ama asıl soru şu ki bunu neden yaptığını bilmiyordum.
"Ne desem bir şey bulacaksınız Piraye. Bir şey bildiğim yok, ne diyeyim, inandığın yolda yürü. Yanlış da olsa doğru da olsa yanındayım." İkimizde sessizce kapattık telefonları. Çünkü biraz daha devam etsek o beni bende onu kırardım. Ve bu konu yüzünden olsun hiç mi hiç istemezdim.
...
Gelen bir kaç metni çevirip yorgunlukla arkama yaslandım. Havalar artık soğuk değil bilakis oldukça sıcaktı. Evde durup çalışmak da bir süreden sonra eziyet gibi geliyordu tabii. Arada yağan yağmurların ardından çıkan güneş teni yakıyordu. Masanın başından kalkıp dolabın karşısına geçtim. Dışarı çıkıp çalışacaktım.
Elim kotlara giderken bunalır mıyım acaba diye düşündüm. Bu yüzden üzerime salaş uzun bir elbise giyinip ne olur olmaz diye de askıdan ince bir hırka aldım. Alacaklarımı koluma koyup dolabın kapağını kapatırken gözüme ilişen kutuyla durdum. Elim kutuya gitmedi ama dolabın kapağını da kapatamadım.
O bana, ben ona bakarken en son dizlerimin üzerine çöküp kutuyu kucağıma çektim. Ahşap kapağı açınca ortaya çıkan el emeği işlemelerde parmaklarımı gezdirip onları da yanıma almaya karar verdim. Nedensizce onları yanımda taşımak istiyordum. Hem çok güzellerdi hem de seviyordum. Başka bir nedeni olması gerekmiyordu, güzellerdi ve ben onları yanımda taşımak istiyordum. Mendilleri hep kullandığım çantama özenle yerleştirip evden çıktım.
Nefes almak için yürüyerek gitmeye karar vermiştim ve çok yerinde bir karar olmuştu. Etrafta koşuşturan çocuklar mı dersiniz, parklarda oturan genç yaşlı mı dersiniz herkes sokağa dökülmüştü. Hava uzun zamandır bu kadar iyi hissettirmemişti.
Koluma asılı olan çantaya iyice tutunup sağ yola saptım. Mahalleden tanıdık bir kaç kişiye selam verip, yengemi arayıp evde eksik olup olmadığını sordum. Dışarı çıkmışken marketten eksikleri aldığımda gözüme kestirdiğim bir kaç kırtasiye malzemesini de aldığım için market market gezmeyi severdim. Ama yengem bu sefer bana bu şansı vermemiş, abimle alışveriş yapacaklarını söyleyip alelacele telefonu kapatmıştı. Suratıma kapanan telefona boş boş bakarken yine de gelirken markete uğrayacaktım.
Telefonu çantama koyup bildiğim bir kafeye gitmek için işlek caddelerden biraz uzaklaşmam gerekmişti. Ama içimdeki his kendini belli edercesine yavaşça, tıpkı bir sarmaşık gibi bedenimi sardı. Yine oluyordu. Sanki biri beni takip ediyordu. Evden çıkalı yarım saat olmamıştı ama ben yine bu duygunun tuzağına düşmüştüm.
Hafifçe arkamı dönüp birisinin olup olmadığına baktım. Birden büyük bir bisiklet son sürat yanımdan geçip giderken, süren kişi son anda zile basmış, bende panikle yan tarafa çekilmiştim. Aniden yaşadığım olayla yüreğim sıkışırken elimi kalbimin üzerine koydum.
"Önüne baksana kardeşim!" Gençten biri söylene söylene yoluna devam ederken ben de kendime gelmeye çalışarak yüreğim ağzımda yürümeye devam ettim. Bir anda elim ayağım birbirine dolanmıştı. Gideceğim yerden biraz uzaklaşıp değişik yollara girdim. Niye böyle yaptığımı bilmiyordum ama o tuhaf his beni bırakmıyordu. Sürekli arkamda biri olduğunu söyleyip beni panikletiyordu. Arkama bakamıyordum, mağazaların yanından geçerken camdan yansımalara bakıyordum.
Oradaydı, biri vardı!
Siyah kapüşonun yüzünü ve bedenini gizlediği kişiyle fark etmeden adımlarımı hızlandırdım. İlk başta kendi kuruntum sandım ama bu sefer hafiften dönüp göz ucuyla baktığımda gerçekten orada olduğunu gördüm. Bacaklarımın titrediğini hissedebiliyordum. Sakin olmaya çalışarak yollarımı değiştirmeye devam ettim. Bilerek kalabalık ortamlardan ayrılmamaya çalışıyordum ama o kadar çok yola girip çıkmıştım ki ister istemez bilmediğim yollara sapmıştım. Havanın aydınlık olmaması tek umudumdu. Tenha evlerin olduğu bir mahalleye gelince tam köşeyi dönüp çıkacaktım ki omzuma değen elle neye uğradığımı şaşırdım.
Ağzımdan çıkan çığlığa engel olamazken omzumu tutan eli ittirip kaçmaya çalıştım ama bu sefer de sertçe kolumu tuttu.
"Piraye benim!" Karşımda Emir'i görmenin şaşkınlığını yaşarken yüzünün bir tarafını şapkayla sakladığını fark ettim. Üzerinde kapüşonlu yoktu ve hiçbir parçası da siyah değildi. Elimi göğsümün üzerine koyup nefeslerimi düzene koymaya, titreyen bedenimi durdurmaya çalıştım. Resmen ödüm kopmuştu! Kolumu tutan elini onun gibi sertçe ittirip sinirimi sakınmadım.
"Emir sen ne yapıyorsun Allah aşkına? Ne diye takip ediyorsun beni?" Emir ellerini göğsünde toplayıp bana gülerek baktı.
"Takip etmiyordum ki. Sadece yolda görünce nereye gittiğini merak ettim." Ona dünyanın en saçma şeyini söylemiş gibi baktım çünkü öyleydi. Şu an resmen saçmalıyordu. Sinirle korku arasına sıkışıp bir adım attım.
"Yolda gördüysen selam verirsin biter. Kaldı ki benim nereye gittiğimi sen niye merak ediyorsun?" Yüzündeki gülme, yerini düz bir ifadeye bırakırken kollarını da yanına indirdi.
"Korkuttum mu? Piraye niyetim seni korkutmak değildi." Hızlı hızlı konuşup açıklama yaparken elimi sallayıp durmasını istedim. Şu korkuyla onu daha fazla çekemeyecektim.
"Tamam Emir, açıklama yapma. Bir daha olmasın kafi!" Yanından uzaklaşacakken yine kolumu tuttu. Kafasını aşağı eğerken bir kaç saniye bekleyip etrafa bakındı.
"Senden tek bir şey, soruma makul bir cevap istiyorum Piraye. O adam gerçekten senin nişanlın mı?" Kolumu tuttuğu elini aşağı indirip karşımda durmaya devam etti. Sorduğu sorunun cevabını biliyordu. Sadece benden duyarak kendini ikna etmenin yollarını arayacaktı. Zaten sinirliyken sorduğu soruyla bu defa gülen bendim.
"Emir, sorduğun sorunun saçmalığının farkında mısın? Önce takip ediyorsun, ardından hiçbir şey olmamış gibi karşıma geçip bana soru soruyorsun. Bu pişkinlik sence de fazla değil mi?"
"Cevap ver. Senin nişanlın mı değil mi?" Birden sesini yükselterek sorduğu soruya karşılık sadece kafamı salladım. Kalbime tezat dilimin varmadığı sözler vardı. Emir ise mutlu olmuştu çünkü onun yüzüne haykıramamıştım. O da bunu fırsat bilmiş olacak ki elimi tutmaya çalıştı. Onun kadar hızlı davranıp elimi arkama sakladım ve bir kaç adım geri çekildim.
Ama buna bile takılmadan heyecanla, "Piraye, sen onu sevmiyorsun! O senin nişanlın falan değil, Öyle değil mi?" Emir'e bakarken artık ne düşüneceğimi bilmiyordum, ona üzülsem mi yoksa bağırıp çağırsam mı karar veremiyordum. Sanki biraz önce sesini yükselten o değilmiş gibi normal davranmaya çalışması beni korkutuyordu. O kesinlikle iyi değildi.
Yutkunup durumu kontrol altına almaya çalıştım. Dışarı çıktığım an yaşananlara bakılırsa biri bana sağlam bir beddua etmiş olmalıydı. "Emir, yine benim söylediklerimden kendi kendine anlamlar çıkarıyorsun. Neyin ne olduğunu sende gayet iyi biliyorsun." Kafasını salladı. Belli ki kabul etmek istemiyordu, ama gerçeği nereye kadar içinde yalanlayabilirdi ki?
"Yalan söylüyorsun. Yine seni bırakayım diye yalan söylüyorsun, çünkü beni hâlâ affetmedin." Ne desem kabul etmeyecekti. Yine kendini de beni de zorluyordu.
"Emir kes şunu. Arkadaşımsın diye sustum ama ileri gitme, kaldı ki eski defterleri açarsak gözümden düşmen an meselesi. Çekil karşımdan." İki sokak arası olduğu için yol vermezse geçemezdim. O da bunu biliyor, asla yol vermiyordu.
"Gerçeği söylemeden hiçbir yere gidemezsin Piraye. Söyle, gerçeği söyle!" Bağırmasıyla beraber iyice geri gittim, böyle bir çıkış beklemiyordum. Anlaşılan eski Emir geri gelmişti.
Önümde deli gibi sağa sola yürüyüp şapkasını iyice yüzüne indirdi. "O adam senin hiçbir şeyin değil! Senden vazgeçeyim diye yalan söylüyorsun." Emir kendi kafasında kurmayı severdi. Üniversite zamanında bana olan ilgisini sadece geçici bir şey olarak düşünmüş, üzerine gitmemiştim. Ama Emir bir gün yine bana açılırken ona karşı hiçbir şey hissetmediğimi söylemiştim. Zaten söylememle Emir kayışı koparmıştı. Okul koridorunda bağırıp yapmadığım şeyleri yapmışım gibi anlatmaya başlamıştı. Asla normal olmayan biriydi. O zaman bile. Zaten buluşmada birden karşıma çıkıp hiçbir şey olmamış gibi yapmasından şüphelenmiştim ama geçen zamandan medet ummuştum işte.
Emir sinirden kıpkırmızı olurken ne yapacağını kestiremiyor, nasıl sakinleştireceğimi de bilemiyordum. Onu biraz tanıyorsam istediğini söyletmeden beni asla bırakmazdı.
"Emir, yaptığının yanlış olduğunu sende biliyorsun. Böyle yapsan da bir şey değişmeyecek. Sadece kendine zarar verdiğini göremiyor musun? Bırak gideyim." Yanıma kadar gelip omzumdan sıkıca tuttu. Onun için üzülmüyordum. Sırf onu reddettiğim için yapıyordu. Onca yıla rağmen hiç bir şekilde değişmemiş olması ne acıydı. Omuzumu sıkan ellerini dizginlemeye çalışıyor gibi arada kendi kendine konuşuyordu.
"Düzgün davranacağım, söz. O adamı terk et." Bir saniyesi bir saniyesini tutmuyordu. Sırtımdan inen soğuğa karşı bedenim ürperdi. Ellerim ve ayaklarım buz kesmişti.
"Onda olup da bende olmayan ne vardı da ona gittin? Para mı? Aşk? Hepsinden bende bolca var." Duyduklarımla yüzüne tiksintiyle baktım. İğrenç birine dönüşmüştü. Ya da zaten öyle biri olarak maskesini düşürmeyi tercih etmişti.
Nereden gidebileceğimi bulmak için etrafa bakındım, gitmem lazımdı. Gözlerim ileri sokaktaki boşluğa kayınca oradan kaçabileceğimi düşündüm. Ama önce onu ikna etmem gerekiyordu, bu yüzden sakince konuşmaya başlamıştım ki boş sokakta ilk önce çığlık atan tekerlek, ardından da korna sesiyle iki sokaktaki duvarlara vura vura yankılandı.
Emir omzumu bırakmazken arkasını dönüp sokak boşluğundaki arabaya baktı. "Gel gel." Baybars arabanın kapısını sertçe kapatıp yanımıza doğru hızlı adımlarda gelmeye başladı. Ben daha onun nereden çıktığını düşünmeye fırsat bulamazken Emir geri geri kaçmaya başlamıştı. Ben rahatlayan omuzlarımı ovalarken Emir arkasına bakarak geri geri gidiyordu.
"Gel lan gel." Emir hızlı koşmaya başladığı an Baybars aradaki mesafeyi aşıp tek eliyle onu ensesinden yakaladı.
"Ben sana, seni bir daha Piraye'nin yanında görmeyeceğim demedim mi? Sen niye bu kadar inatçı bir pezevenksin he?" Emir ve Baybars'ın arasında çok bir boy fark yoktu, Emir bu avantajı kullanarak Baybars'ın elinden kurtulmaya çalıştı ama tek yaptığı şey bacağına tekme yemek oldu.
Öyle bir hızla tekme atmıştı ki Emir'in bacağının kırıldığına kesinlikle emindim. Baybars eğilip yerde dizleri üzerine çöken Emir'in saçından tutup kendine bakmasını sağladı. Ben ise ortada durup olanları izliyordum. Dur desem duracağı noktayı Emir'i gördüğü an geride bırakmıştı. Onu tanıyordum, Emir'e kitlenmişti bir kere.
Yani bırakmayacağını çok iyi biliyordum. "Emir misin nesin, beni iyi dinle. Bir dahakine yüzünü şapkayla değil bandajla anca kapatırsın. O morarttığım yanağına bakıp şükür edersin." Emir aşağıdan yüzüne bakıp saçma sapan gülerken Baybars dişlerini sıkıyordu. Tutamayacaktı kendini. O kimdi ki sakin kalacaktı? Aldığı hiçbir ilacı doğru düzgün kullanmazken sakin olduğunu iddia ediyordu ama öyle olmadığını çok iyi biliyordum.
Bu yüzden kötü bir şey olmaması için Emir'in kışkırtmasına rağmen sakinleşmesi gerekiyordu. Emir'i sevmiyor olabilirdim ama bu onun zarar görmesini isteyeceğim anlamına gelmiyordu. Yavaşça yanına gidip Baybars'ın kolunu tuttum. Emir'in gözleri anında Baybars'tan bana kaydı, ardından da elime.
Baybars hâlâ bana bakmıyordu. Sıktığı yumruğu suratına geçirmek için Emir'in bir yanlış hareketini bekliyordu. Yutkunup kolundaki parmaklarımı sıktım. Kafasını bana çevirirken bir kaşını kaldırdı. Büyük ihtimal şu an ne yaptığımı sorguluyordu. Ama bende kötü bir şeyin olmasını önlüyordum. Şu iki adama baktığımda her ikisinin de düzgün davranmayacağı gün gibi ortadaydı.
"Daha kötü bir şey olmasını istemiyorum. Yeterince kötü şey var zaten." Karşısındaki Emir'e öldürecek gibi bakıyordu. Aralarından bir çekilsem paramparça edecekti. Aramızda yeterince ceset vardı. Bir yenisini eklemek gibi bir niyetim yoktu.
Emir'in gözündeki şey kırgınlık değil saf bir nefretti. Ama bana değil, Baybars'a...
Baybars derin soluklar alırken Emir'in kafasını bırakmadan önce kulağının dibine yaklaşıp sessizce bir şeyler söyledi. Emir kafasını kaldırırken yüzü bembeyaz olmuştu. Baybars sakince yerden kalkıp toz olmuş pantolonunu silkeledi. Ben Emir'in yüzüne bakıp ne olduğunu soracakken elini yüzüme koyup beni kendine çevirdi. Baybars'a bakarken yüzümdeki ifade tek kelimeyle endişeydi. Bir şeyler vardı. Ve bu 'bir şeyler' hiç bitmiyor, gün ve gün artıyordu.
Ağzımı açmama müsaade etmeden elini aşağı indirip elimi tuttu. Ben elini ittiriyorum o geri tutuyordu. Arsızlığın bu kadarı derken beni de peşine takıp dar sokakta hızlı adımlarla ilerledik. Emir gerimizde kalmıştı bile.
"Ona ne söyledin Baybars? Emir'in yüzü bembeyaz oldu." Sokak çıkışında kısa bir an etrafa bakınıp diğer tarafa yöneldi.
"Zaten öyleydi, kansızlıktandır." Yine elimi elinden çekmeye çalıştığımda bu sefer sıkıca tutup parmaklarımızı kenetledi. "Bir kere de rahat dur." Cebinden anahtarı çıkarıp arabanın kapısını açtı. Onun bu kadar rahat olmasına hâlâ şaşırdığım için aptallığıma kızıyordum.
Eliyle kapıyı gösterirken, "Buyurun Piraye hanım." dedi. Elimi sanki sevmediğim bir şeye dokunmuş gibi hızlıca çektim ve yanından geçip arabaya bindim. Gülerek kapımı kapatırken önden dolanıp koltuğa oturdu. Arabayı çalıştırıp sürmesi saniyelikti. O böyle hızlı kullandığında tüm bedenim çekiliyormuş gibi hissediyordum. Elimle tutunacak bir yer ararken kafamı çevirdim. "Yavaş Baybars, Emir'i dövemedin ama bizi öldüreceksin." Bana yandan yandan bakıp birden bir elini direksiyondan çekti ve benim önümdeki torpidoyu açtı.
Hızla öne çıkıp, "Önüne bak!" diye bağırdım. Korkudan elim ayağım boşalırken o da bana çıkışıyordu.
"Bağırınca dikkatim dağılıyor. Bağırma."
"Nasıl bağırmam? Yola bakmıyorsun, bağırmaymış! Saçma sapan konuşacağına önüne bak!" Baybars kafasını bana çevirdi. "Önümü görüyorum Piraye. Emir'in yanında ne işin vardı onu söyle sen." Konunun bana gelme hızıyla dumura uğrarken içimden ne dersem inanır diye düşünüyordum. Aklımda bin tane bahane vardı ama hangisi daha inandırıcıydı emin değildim. Öylesine bir tanesini salladım.
"Benimle konuşmak istedi o kadar. Yolda görmüş, selam verdi." Araba yavaşça ilerlerken gözünü bir kaç saniyeliğine yoldan çekip bana odakladı. Yalan değildi. Ama o söyleyip söylemediğimi anlamaya çalışıyordu. Elbette ona Emir'in söylediği şeyleri söylemeyecektim, bu yüzden yarıya kadar doğruydu ve bu da bir yalan sayılmazdı. Biraz sonra önüne dönüp ağzının içinden ses çıkardı "Yalan söylüyorsun." İnkar ettim.
"Sana ne yalan söyleyeceğim? Bir de seni ikna etmeye mi çalışacağım?" Haklıymış gibi üste çıkıp önüme döndüm. Anlarsa Emir'i asla rahat bırakmazdı. Belki, onu da öldürürdü.
Bu ihtimalle bedenim buz kesilirken sanki gözümün önüne perde inmiş gibi hissettim. Yerimde rahatsızca kıpırdandım kulaklarımın uğultusunu ellerimi üzerlerine koyup dindirmeye çalıştım. On yıl da geçse ,bin yıl da geçse asla atlatamayacaktım. Benim gözümde o adam hep o ormanın ortasına kanlarıyla yatacaktı. Ve başında da Baybars, elinde silah. Asla silinmeyecek bir lekeyle karşımda duracaktı.
...
Yerde kanlar içinde yatan adama baktım. Nefesim kesildi. Tek tük aldığım nefesler ciğerime yetmiyordu. Silah sesinin ardından yere yığılan adama bakakalmıştım.
Kafamı kaldırmaya cesaret edemiyordum. gözleri açık yerde yatan adamdan başka hiçbir odak noktam yoktu. Gözüme bir perde inmişti ve ben ne yapsam kalkar bilmiyordum.
Beynimin ısrarıyla gözlerim bana ihanet etti ve korkuyla karşımdaki adama baktım. Elindeki silahı aşağı indirmiş, gözlerindeki anlamsızlık, hareketsiz duran bedenine de yansımıştı. Ruhum sanki dışarıdan beni izliyordu.
Kafasını kaldırıp bana baktı. Gözlerimiz ansızın buluşurken ruhum gittikçe uzaklaşıyordu benden. Ormanla bütün olan koyu yeşil gözleri gözlerime tutunurken elindeki silahı parmakları arasında un ufak edecek kadar sıktı.
"Ben..."
Ve yerdeyim.
Bacaklarımı hissedemiyordum. Ağzını açtığı an beynim uyuşmuş, bedenimi ve bilincimi kontrol edemez olmuştum. Her şey bir film gibi hızlı hızlı yaşanırken tek bildiğim benimde burada ölecek olmamdı. Ciğerlerim isyan bayrağını çekmiş çığlık içinde nefes ararken gözlerim ayakta duran adamdan odağını çekip yavaşça kapanmaya başladı. Yüreğimin sancısıyla kıvranırken tek hatırladığım bir el ateş sesinin daha geldiği ve yanıma birinin daha düştüğüydü.
...
Gözlerimi sıkıca yumdum. Hatta öyle sıkı ki, gözlerim acıdı. Yandı. İlk defa bir acının geçmesini istemedim. Sanrı mı yoksa aklımın bir oyunu mu olduğunu çözemediğim şeyden sonra sesler yavaşça netlik kazanmaya başladı. Kulağım çınlarken elimle kulaklarıma daha fazla bastırdım.
"Piraye?" Bana seslenen adamla hiçbir şey olmamış gibi saniyesinde ellerimi kulaklarımdan çekip gözlerimi açtım.
"Efendim?"
"İyi misin?" Ona sadece kafamı salladım.
"Sana bir soru sordum ama cevap vermedin." Çantamın içinden doktorun o günden sonra hafızam için verdiği ilacı alıp yandaki suyla beraber içtim. Çünkü o günden sonra zihnimde silik silik kalan şeyler vardı. Bu da onlardan biri miydi yoksa doktorun söylediği gibi bir hayal miydi emin değilim. Düşüncelerim yüreğime otururken bir yandan da benimle konuşan adamı dinlemeye çalışıyordum.
"Abin diyorum, Karun evde mi?" Su şişesinin kapağını kapatırken omzumu silktim.
"Bilmiyorum. İştedir büyük ihtimalle, saat daha çok erken." Anladım dercesine hafifçe kafasını salladı. Evin olduğu sokağa geldiğimizde elimdeki suyla beraber sessiz sakince indim araçtan. Deyim yerindeyse mal gibi hissediyordum. Kapıyı kapatıp bahçe merdivenlerine yürüyordum ki arkamdan gelene korna sesiyle sıçrayıp korkuyla arkamı döndüm.
"Çantanı unuttun." Ayaklarım uyuşurken yürümek için nedense çaba sarf etmem gerekti. O sırada Baybars bir sorun olduğunu düşünmüş olacak ki beni beklemeden araçtan indi ve çantayla beraber yanıma geldi.
"Piraye sen iyi değilsin. İnat etme de anlat ne oldu?" Bir elini koluma koyup beni ayakta tutmaya çalıştı. O ana kadar ayakta sallandığımın farkında değildim. Soğuk soğuk terler dökerken dilim damağım kurumuştu. Hâlâ tüm dikkatiyle bana bakıyordu.
"Korna sesinden korktum sadece." Aklıma bu gelmişti. Çünkü ben bile neden böyle olduğumu bilemezken ne diyecektim? Karşımda dururken elinin tersini yavaşça alnıma koydu.
"Çok soğuksun böyle olmaz, hastaneye gidiyoruz." Birden belimden tutup beni resmen kendine yapıştırdı. Ben ne yapacağımı şaşırırken elimle onu durdurdum.
"İnsan soğuk diye hastaneye mi götürülür? İyiyim ben indir elini." Baybars son söylediğimi duymazlıktan gelerek kısa bir an durup yüzüme baktı. "Taktın elime. Lafı çevirme, iyi değilsin." Ne de güzel açıklamıştı öyle, iyi değildim. Olamazdım da. Böyle giderse olamayacaktım da.
"İyi değilim zaten. Ne güzel işte sevinmen lazım, kurtulursun benden, elini kana bulamama bile gerek kalmaz belki?" Konu ne olursa olsun bizim gerçeğimiz buydu. Laf döner dolaşır ve oraya varırdı. Nasıl değiştireceksem sanki? Sıkılmış gibi bir nefes verip belimi bıraktı ama aynı hızla kolumu tuttu.
"Ne alakası var Piraye? Kaldı ki benden kurtulmak isteyen sensin. Hedef şaşırtma." Bir kaşını kaldırıp sorarcasına yüzüme baktı. Hiçbir şey demeden yüzüne baktım. Geri çekilip elini kolumdan indirmek için elinin üzerine koydum. Ama o indirmeyi bırak, çekilmek yerine aradaki bir kaç adımı da kapatıp burnunun dibine geldi.
"Söyle Piraye, neler oluyor?" Yutkundum. Gözlerimi biraz kısıp burnumu dik tutmaya devam ettim.
"Bir şey olduğu yok. Üstelik konu o da değildi."
"Konu bu da değildi ama. Şu haldeyken bile kavga etmek için yer arıyorsun." Omzumu silktim. Üste çıkacaktım.
"Demek benim derdim senden kurtulmak öyle mi?" İyice yaklaşıp gözlerini gözlerimde sabit tutmaya çalıştı.
"Değil mi? Her an arkamdan vurmak için beklemediğini söyleyebilir misin?" Söyleyemezdim. Çünkü öyleydi. Hatta bu sefer o kadar yaklaşmıştım ki, bunu artık o bile durduramazdı. Geleceğin zaferiyle gülüp bende onun gibi yaklaştım. Gözlerinin odağı kayarken kendine sinirlendiğini biliyordum. Dişlerini sıkıp kafasını hafiften yana çeviriyordu. Başımın dönüp ağrımasına rağmen işte şimdi keyfim yerine gelmişti.
"Doğru söylüyorsun. Ama senin de hedefin benimkiyle aynı. Tek farkı ben bunu kansız yapacağım. Yani gayet adil bir savaş, olmadığı söyleyemezsin." Onunla dikleştiğimin ve bunun onu sinirlendirdiğinin gayet de farkındaydım. Bunu hoşuma giderek yapıyordum. Midem bulansa bile karşısında durdum. Yer ayaklarımın altından kayarken tek çare kolumdaki eline yaslandım.
"Evime gideceğim ben. Senin dışında kötü olan bir şeyim yok benim bırak." Bir kaç yutkunmayla gözlerimi açıp kapattım. Baybars suratıma değişik değişik bakarken ondan ayrılıp arkamı döndüm. Merdivenlerin başına gelirken serzenişlerini duyabiliyordum.
"Bir de bir şeyim yok diyor, bir şeyin olmaz olur mu? Pabuç kadar dilin ve kaf dağı kadar burnun var. Daha ne olsun?" Dediklerine sadece elimi sallayıp aşağı indim. Hiç halim olmamasına rağmen yapacağım çok şey vardı ve bir tanesini bile erteleyemezdim. Eğer ki Emirle karşılaşmamış olsaydım şimdiye çoktan iki sayfa tercüme etmiştim bile. Daha bir saat geçmeden çıktığım evime geri girerken baş ağrım için de bir ilaç alıp hiç açamadığım çantamı ve diz üstümü açıp masaya oturdum. Başımın ağrıması değil de dönmesi tüm dengemi alt üst ediyordu.
Yaklaşık beş saat boyunca acı içinde masadan kalkmadan çeviri yaptım ve internetteki diğer işlerimi halledip sandalyede geriye yaslanıp tüm bedenimi esnettim. Bu işe masa başında devam edersem büyük ihtimal skolyoz olacaktım.
Esnememi karnımdaki büyük gurultu bölerken bu saate kadar hiçbir şey yiyip içmediğimi fark ettim ve koşar adım mutfağa girdim. Buzdolabından soğuk su alıp bardağa doldurdum. O sırada ayak üstü dolapta ne bulduysam ağzıma tıktım ve yaptığım makarnadan tabağa koyarak gerisine geri odama döndüm. Hülya'yı hiç aramamıştım. elimdeki suyu ve tabağı masaya bırakıp kotumun cebinden telefonumu çıkardığım gibi masadan çektiğim sandalyeme oturdum. Numarası her daim üstte olan arkadaşımın ismine dokunup telefonu hoparlöre verdim. Bir kaç çalışta açmayınca kapattım ama bir kaç dakika sonra o beni aradı.
"Efendim?"
"Hülya ne yaptın?" Elimdeki çatalla makarna yemeye başlarken Hülya'nın sesi yorgun çıkıyordu.
"Ne yapayım, kadınla konuştum." Heyecanla yanaklarımı ısırırken Hülya'nın oflamasıyla balon misali hepsi söndü. Ağzımdaki makarnanın bile tadı kaçtı.
"Piraye kadın endişeli, haklı tabii. Ama bana doğruyu söylemiyor gibi geliyor. Yani ne bileyim eğer biz Baybars'ı değil de başka birisinin o eve girdiğini görünce ne yapacağız? Sen ne yapacaksın Piraye?"
Dönüp dolaşıp bu noktaya gelmek canımı sıkıyor olsa da Hülya haklıydı. Oysa ben bunları hiç düşünmemiş hatta Baybars olduğuna da gayet emindim. Yediğim bir kaç lokma zehir zıkkım olurken omuzlarım ve iradem çökmüştü.
"Öyle bir şey olmayacak. Çünkü onu o adamı öldürürken gören benim. Yanılma ihtimalim yok, sıfır."
Onu gerçekten gördün mü? diyen bir tarafımı susturup karanlıklara ittim. Aklım asla bulanmayacaktı. Bulanmasın diye çok uğraşmıştım.
"Bak yine söylüyorum Piraye. Tek isteğim senin incinmemen, lütfen, bak yalvarıyorum bir kez olsun Baybars'ın penceresinden bakmayı dene."
"Hülya senin bir şeyler bildiğinden şüphelenmeye başlıyorum. Ne biliyorsun da bana Baybars'ı savunuyorsun? Ki sen Baybars'tan hiç haz etmezsin." Hülya'ya her şeyi anlattığımda bile onu zor tutmuştum. Biz her ihtimali oturup uzun uzadıya düşünmüştük. Birbirimizden gizli saklı tek bir şeyimiz bile yokken kaç gündür böyle davranması içime kurt düşürüyordu.
Telefonun diğer ucundan ses gelmeyince üsteledim. "Hülya ne biliyorsun?"
"Piraye- Hülya Hanım Galip Bey sizi çağırıyor. Dosyalarda eksik varmış." Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım.
"Ben seni arayacağım." Telefonun kapanmasıyla avcumun arasında sıktım. Ne saklıyorsun Hülya?
...
Piraye'yi beklemeden gittiğim için bu sefer kendimi değişik hissetmiştim. Üstelik bugün öğrendiğim şeyi Karun'a nasıl söylerdim bilmiyorum. Hastaneden çıkar çıkmaz Piraye'nin evine gitmiştim ama mahalledeki bir kaç kadın evde olmadığını söyleyince deli gibi her yerde onu arayıp durmuştum.
Üstelik onu bulduğum yer canımı sıkacak bir yerdi. Pezevenk yırtık dondan çıkar gibi her yerdeydi. O saçma sapan üniversite buluşmasından bir gün sonra babasıyla şirkete gelince kaşlarımı çatıp cam kapıyı açtım ve üçünün bulunduğu odaya girdim. Orhan Bey her zamanki baş köşesinde otururken benim geldiğimi görünce gerinerek ayağa kalkıp eliyle Emir'i gösterdi.
"Gel torunum gel, Galip benim çok yakın bir ahbabım, Onun oğlu Emir, hazır sende gelmişken şu işleri halledip konuşalım isterim." Karşımda pis pis sırıtan piçe baktım. Koltukta olabildiğince yayılırken bana elini uzattı. Kırayım diye uzattıysa tam sırasıydı.
"Naber? Tanışalım fena mı olur, belki arkadaş oluruz?" Sabrımın son katındayken hiçbir şey yapmadım. Şayet en ufak bir hareket yaparsam elim yanlışlıkla gırtlağına yapışabilirdi.
Hâlâ oturduğu yerden gevşek gevşek gülerken diğerlerine baktım. Sohbete dalmışlardı. Çekmek üzere olduğu eli memnuniyetle sıkıp onu iyice yerine mıhladım. Acı çekerken koltukta hareket edip duruyordu dümbük. Elimi omzuna koyup sakince konuşmaya çalıştım. Omzunu deşerken işte şimdi yayılıp oturabiliyorsa oturabilirdi elbet.
"Bana bak çocuk. Senin gırtlağını deşerim, duydun mu? Eğer biraz daha benimle gevşek gevşek konuşmaya devam edersen artık yemek yiyecek bir ağzın olmaz. Bırak yemek yemeği konuşamayacak hale getiririm seni. Ondan sonra artık nerenden alıyorsan alırsın nefesi de yemeği de." Diğerleri sohbeti kesip yavaştan masaya yaklaşırken elini ve omzunu sertçe bıraktım. Kızaran suratı ve nefretini esirgemeyen bakışlarıyla bugün canını almazsam kendini şanslı sayabilirdi.
"Baybars, bir sorun mu var?" Benimle konuşmaya çalışan adamı es geçip yerime oturdum. Bu insanların yanında ona cevap vermemem zoruna gitmiş olacak ki yalandan öksürüp konuyu değiştirdi.
"Ee, işler nasıl gidiyor? Bu aralar biraz sıkıntıdasın diye duydum." Galip'in yüzü hafiften düşerken bu durum yavşak oğlunun pek de umurunda değil gibiydi.
"Sorma Orhan. Biraz kötü ama Emir'in gelmesiyle düzelteceğiz. " Galip yanındaki oğlunun sırtına vurup gururla kabaran göğsünü saklamadı. Oğluyla gurur duyuyordu tabii.
Bıyık altından güldüm. Galip de dahil masadaki herkesin dikkatini çekerken Emir kafasını eğip bana baktı. Babasının da kaşları çatılırken az önce kabaran gururundan eser yoktu. Fıs yaparak hava kaçıran gururu önüme düşünce anlaşılan eğlence başlamıştı. Buna rağmen Galip başını dik tutmaya devam etti. "Hayırdır Baybars? Neye güldün?" Önümdeki suyu biraz ileri itip dirseklerimi masaya koydum.
"Üstüne alınma ama Emir'den bir halt olmaz gibi geldi. Yanlış anlama, gördüklerim ve duyduklarımla adil iş yapan bir adamsın. Takdir ettim. Ama oğlun da aynı performansı gösterebilecek mi?" Hiç sanmıyordum. Bu heriften bir cacık olmazdı. Galip'i diğer organizasyonlardan ve ihalelerden sima olarak tanıyordum. Şerefsizin teki olsa da iş konusunda bir yamuğunu görmemiştim. Ama oğlu her anlamda kelekti.
Kimseden ses çıkmayınca biraz daha üstüne vardım. Kışkırtmak hiç aklımda olmasa da o geceden sonra gözüme batmıştı bir kere. "Emir kaç yaşında?" Onu umursamadığımı anlayıp histerik bir şekilde güldü. Elini şakaklarından çekip masanın üzerine sertçe koydu. Herkesin bakışları ona dönse de o sadece dişlerini sıkıp bana bakıyordu. Öfkesini kontrol edemediği her halinden belliydi.
"Bende buradayım, ne soracaksan bana sorabilirsin." Kaşlarımı kaldırıp yerimde arkama yaslandım. "Öyle mi? Ben babanla falan gelince seni buradan bir okula mokula yazdırır diye düşündüm, o yüzden onunla muhatap oldum ne bileyim." Ve bum! Kerizin tahammül seviyesi buraya kadarmış. Kızarıp bozarırken resmen sarı kafasından duman çıkıyordu. Kudurmuş bir köpek gibi aniden yerinden kalkıp bir kaç adımda yanıma geldi. Diğerleri çoktan ayağa kalkıp Emir'in kollarından tutmuşlardı.
"Sen Baybars Turan! Kendini çok mu zeki sanıyorsun? Ben senin ne için böyle laflar ettiğini bilmediğimi mi sanıyorsun? Piraye için yapıyorsun. Onun da beni sevdiğini biliyorsun ve yerinde duramıyorsun. Herkese yaptığın gibi beni de sakin tavrınla delirtemezsin. Piraye'yi de böyle kaptın, ya da öyle sandın? Gerçekten senin gibi birine gelir mi sandın?"
Başımda zebani gibi dikilmesi canımı sıkarken sözleriyle de bardağı taşırmıştı. Konuyu o açtığına göre ortada artık sakin kalınacak bir şey yoktu. Yerimden yavaşça kalkıp yine de kendimi aşırıya kaçmamak için zorladım. Niyetinin ne olduğunu çözmüştüm, ve itiraf edeyim bu yolda büyük adımlarda ilerliyordu. Beni benim silahımla vuracak kadar aptalını hiç görmemiştim.
Diğerleri hala onu tutmaya çalışırken onu bir köpekten ayıran tek şey ağzından salya çıkarmıyor oluşuydu. "Yerimde duramadığımı da nerden çıkardın? Bir kere ben çok sakin bir adamımdır. Tabii herkeste olduğu gibi ince çizgilerim var, ve sen az önce kırmızı olana bastın. Ama bu durum öyle böyle sıkmadı canımı." Orhan Bey kaşlarını kaldırmış bana bakarken bu sakinliği benden beklemediği aşikârdı.
"Galip bugünlük bu kadar yeter. Oğlunu al git. Ben seni ararım." Olaya el atan adama bakıp gözlerimi devirdim. Kendimi tutamayacağımı düşünüyordu, ona gerçekten zarar vereceğimi düşünüyordu. Yapar mıydım? Biraz daha zorlarsa aldığım tüm ilaçlara ters düşerek evet.
Galip oğlunun kolundan tutup onu dışarıya çekmeye çalışırken Emir susmak nedir bilmiyordu. Şirkette ki bir kaç çalışan yukarı gelmiş, güvenlik de kapıyı açıp içeri girmişti. "Orhan Bey bir sorun mu var-" Elimi kaldırıp onları susturdum. Orhan Beyleri şu an dertlenmekle meşguldü.
"Baybars! Seni manyak psikopat herif! Bugünü aklına kazı, Piraye bir gün seni bırakacak! Ve koşa koşa bana gelecek, bende onu sarıp sarmalayacağım. O hep benimdi, hep benim olacak, duydun mu seni orospu çocuğu!" İçimde tutamadığım bir şey benden önce harekete geçmiş, bedenimi ve zihnimi yönlendirmeye başlamıştı bile. Tüm o ilaçlar beni tutmaya yetmemişti. Bardaktaki taşan suyun sesini duyuyordum.
Arkamı döndüğüm yerden hızla öne atılıp hâlâ konuşan Emir'in ensesinden tutup masanın üzerine fırlattım. Bir kaç kişinin bağırdığını duyuyor ama kendime mani olamıyordum. Onu öldürmeden nasıl bırakabilirdim ki?
...
Güvenlik görevlileri genç adamı Emir'in üzerinden almaya çalışırken Baybars onları duymuyor hatta hissedemiyordu. Şu an tüm algıları Emir'i öldürmek üzerine kilitlenmiş bir vaziyetteydi. Dönen gözünü gören tek bir kişi vardı, Orhan Bey!
Torunu Emir'in ağzını yüzünü dağıtırken tek yaptığı ellerini cebine koyup izlemekti. Çünkü onu durduramayacağını biliyordu.
Bu sırada hâlâ Baybars'ın elinden kurtarmaya çalıştıkları Emir de aldığı darbelerin ardından bayılmıştı. Baybars onun bayıldığını görüp onunla işi bittiğini düşünmüş olacak ki omzundaki ve kollarındaki ellerden sinirle kurtulup onu tutan herkesi üzerinden itti. "Çekilin lan!" Dudağını elinin tersiyle silip akan bir damla kanı da oradan kaldırdı. Galip Bey onlara tehdit savururken Orhan Bey'de bu durumu en az torunu kadar umursamıyordu. O Orhan Turandı. Onun kaybedeceği tek şey ancak canı olabilirdi. Bir de torunu...
"Boşuna bağırıp çağırma Galip, oğlun bunu hak etti. Baybars durduğu için oturup dua et." Orhan Bey bile Piraye hakkında rahatça konuşamıyorken Emir kimdi? Güvenliklere eliyle işaret edip onları dışarı çıkarttı. Galip Bey'in sesi ta en alt kattan gelirken Baybars Dedesi Orhan Bey'e dönüp dağılmış ceketini yırtar gibi üzerinden çıkardı. Orhan Bey'in burnunun dibine kadar gelip parmağını iyice görebilsin diye resmen gözüne soktu.
"Eğer o yavşağı bir daha burada görürsem bu şirkete gelmem için değil yalvarsan, ayaklarıma kapansan gelmem. Onlarla ne kadar bağ, ilgi, alaka varsa hepsini tek tek koparacaksın, yoksa ben hepsini birden söker eline veririm o ipleri." Orhan Bey sadece kafasını salladı. Zaten torununu şirkete gelmesi için çok zorlamış, araya oğlu Agâh'ı da katmış, bu şirkette çok emeği olduğunu söylemişti. Baybars'ın ancak böyle ikna olacağını biliyordu. Zaten onu yanında tutmasının tek dayanağı da oğluydu. Agâh olmasa Baybars belki de çoktan gitmiş, giderken de arkasında ne var ne yoksa hepsini yakmış olurdu.
Ama ne babasının hatırasına ne de annesinin çektiği onca şeye ihanet edemiyordu Baybars. Atsa atılmaz satsa satılmaz bir ailede büyümüş olan babasına kıyamıyordu. Ama kurban olarak seçilen annesinin kini ve nefreti de her daim yüreğini yokluyor, rahat bir nefes aldırmıyordu genç adama.
Zaten onlardan başka kimi vardı? Bir Piraye! Onu da nasıl bırakır bilmiyordu. Hele öğrendiği şeyden sonra, Piraye ayağa kalkamadığı zaman nasıl bırakırdı ki? Bırakamazdı. Bırakamıyordu. O Piraye'yle başa çıkmayı öğrenmiş, onun en başta çekip teklif ettiği kılıca kılıç teklifini geri çevirmemişti. Bu yaptığı şey sadece ömür boyunca yüreğinin en izbe köşesinde kalacaktı. Piraye zaten suratına nefretle bakarken onun tek yaptığı eyvallah deyip geçmekti. Genç kadının onu asla sevmeyeceğini, hatta o gözlerde belki de görebileceği tek şeyin sonu olmayan bir nefret olacağını bilerek bir yalanı sürdürmeye devam ediyordu.
Genç adam bu duruma alışmıştı. Ve bununla yaşamaktan da gocunmuyordu artık.
Her hikaye mutlu bitecek diye bir şey yoktu ya?
...
Sabaha kadar uyuyamamıştım. Midemin bulantısı yetmiyormuş gibi birde arada uyuduğum yarım yamalak uykularda da saçma sapan rüyalar görmüştüm. Kaç kere nefes nefese kalkmıştım. Bugün hafta sonu olduğu için abimin de evde olması gerekiyordu ama arkadaşlarıyla kafa dağıtmak için dışarı çıkmıştı. Onun bu dalgınlığını sormak farzdı artık. Ne diye inat ediyordu anlamıyorum.
Dün akşam da işten geldiğinde tek kelam etmemiş, hatta bana kaçamak bakışlar atıp odasına geçmişti. Biz Lale'yle geç saate kadar oturup konuşurken bir kez uyanmış, onda da kızarmış gözleriyle balkona son bir kaç haftadır yaptığı gibi sigara içmeye çıkmıştı. İçime çöreklenen şeyin kötü olduğuna gün ve gün emin oluyordum. İşe giderken ne kadar erken kalkarsam kalkayım bana görünmeden evden çıkıyor, gece de ben uyuduğum saatlerde geliyor, o saate denk getiremiyorsa da bana bakmadan odaya çekiliyordu. İlk başlarda yengemle kavga ettiklerini düşünmüştüm ama yengem kavga etmediklerini, hatta ne zamandır abimin de kendisiyle konuşmadan direkt uyuduğunu söylemişti. Bu durumda geriye tek seçenek kalıyordu. İş yerinde sıkıntı yaşıyordu. Bu durum içimi öyle bir kemiriyordu ki sormak için abimin çalıştığı mahalle arası oto galeriye gidip abim hakkında bir sürü soru sormuştum. Abimin arkadaşı Necmi Abi, benim sorulardan telaşlanmış, ben bir sorun olmadığını söyleyince de rahat bir nefes alıp beni nazikçe kovmuştu.
O günden sonra kesinlikle sorunun ben olduğunu anlamıştım. Ama nedeni neydi çözemiyordum, aklımı yitirecektim. Abimi hiç böyle görmemiştim. Gözünün feri sönmüştü, omuzları çökmüştü ve ben bir vakit bulup da nedenini soramıyordum. Ama bugün beni ne kadar başından savmaya çalışırsa çalışsın yılmadan üzerine gidecektim. sanırım geç bile kalmıştım. Gerçeği öğrenmeden bana rahat nefes almak yoktu.
Saate bakıp abimin gelmesine az kaldığını görünce yengemle karşılıklı koltuklara oturmuş, ben kafamı koltuğun başına koyup camdan abimi bekliyorken Lale yengem internetten gördüğü bir kaç gelinliği bana gösteriyordu. Hepsine güzel deyip geçiştiriyordum ama en sonunda yengem onu geçiştirdiğimi fark etmiş olacak ki kolumu cimcikleyip ona dönmemi sağladı. Canım yanarken elimle kolumu ovalamaya başladım. "Ne yapıyorsun ya? Vallahi bir gün kopartacaksın etimi."
"Bugün koparmadığıma şükret! Sana sabahtan beri bin tane gelinlik gösterdim, bir tanesine de dön bak." Bakacak hal mi kalmıştı. Dönüp baksam da giyemeyecektim ki o gelinliklerin hiçbirini. Olmayacak düğün için ne diye gelinlik bakacaktım sanki. Üstelik şu an tek düşündüğüm abimdi.
Kafamı koyduğum elim uyuşmuştu. Yengem hâlâ gelinlik ve bir kaç bindallı gösterirken aramıza düşen mesaj sesiyle elindeki telefonu ağzıma sokmaktan vazgeçip kendine çekmiş kimden mesaj geldiğini anlamak için bana bakıyordu. Uzanıp masanın üzerindeki telefonumu aldım. Mesaj kısmında onun adını görmemle yutkunup derin bir nefes aldım. Bu saatte ne olmuş olabilir diye düşünürken bir de aramasıyla resmen gözlerim fal taşı gibi açılmış ekrana bakıyordum.
"Kız açsana ne bekletiyorsun adamı?" Yengeme bakıp terleyip, titreyen ellerimle telefonu açtım.
"Hayırdır bu saatte?"
"Beni özlediğini bu kadar belli etmesen diyorum? Karun evde mi?"
"Hayır, beş dakikaya gelir de sen ne yapacaksın abimi?"
"Yoldayım, bende on dakikaya orada olurum. Karun eve geldiğinde çıksın dışarı." Kaşlarım çatılırken anlamaya çalışarak gözlerimi kıptım.
"Baybars ben anlamadım, abimle ne işin var? Herhangi bir saçmalığına abimi bulaştırırsan bende-"
"Piraye sen sadece dur. Seni ilgilendiren bir şey olsaydı söylerdim. Her gün tehdit etmek yormuyor mu seni? Abin geldiğinde kapının önüne çıksın." Suratıma kapanan telefona alayla bakıp iç çektim. Neler döndüğünü bilmiyordum ama kokusu da rengi de yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı. Zaten benim hayatımda ters giden bir şey varsa orada Baybars'ın olmaması imkansızdı!
Yengem tedirginlikle benim suratıma bakıyordu. Elindeki telefonu masanın üzerine bırakıp ayağa kalktı.
"Piraye neler oluyor? Baybars'la Karun'un ne işi olur? Ne söyledi sana." Ah yenge ben de bir bilsem ne işi olduğunu. Sakin kalmaya çalıştığını biliyordum ama yengem konu abim ise her zaman telaşa meyilli oluyordu. Biraz olsun yatıştırmak adına, "Bir şey demedi yenge. Sadece abimin Baybars'tan alacağı bir kaç malzeme varmış da, o da yarın yoğun olacağı için daha fazla geç olmadan vereyim demiş." Acil durumlarda yalan makinasına dönmüştüm! Bu da bu bir yılın getirisi olmuştu. O insanların içinde yalan olmadan hayatta kalamazdınız.
Yengem kuşku duysa da bana güvenerek geri yerine oturdu. Keyfi kaçmıştı. Onun da ne zamandır tadı yoktu maalesef, abimin bu hali ikimizi de üzüyordu.
"Yenge ben bir yukarıya çıkıp geliyorum." Yengem sadece kafasını sallamakla yetinirken dalgınlığı gözlerinden okunuyordu. Elindeki telefonu açıp girdiği gelinlik sitelerinde dolanmaya devam etti. Hazır dalgınlığına gelmişken bende odama gidip, kapı arkasına asılı duran uzun salaş bir hırka alıp evin kapısını hafif aralık bıraktım. Merdivenleri tırmanırken hırkayı üzerime takmış hızlı hızlı yukarı çıkmıştım. Sokağın kenarına pineklemiş Baybars'ı beklerken gittikçe yakına gelen arabadan önce saçma sapan kullandığı arabanın sesi gelmişti zaten.
Oturduğum kaldırım taşından üzerimi silkeleyip kalktım. Mahalleye giren arabayla biraz daha öne çıkıp beni fark etmesini sağladım. Allah'tan beni çabucak fark etmiş, arabayı kenara çekip durmuştu. Arabadan inmek için herhangi bir harekette bulunmazken sabırla nefes alıp verdim. Arabanın farları sönüp de kapı açılınca bir kaç adım yürüyüp ortaya geldim. Kapıyı öyle bir hızla çarpıp kapatmıştı ki benim canım yandı. Sinir ve yorulmuşluk arasında gidip gelirken söylenerek yanıma geliyordu.
"Bir kere de laf dinle, sen Karun musun? Başka zaman olsa suratımı göreceğin için köşe bucak saklanan kadın ne oldu da ben çağırmadan, gelme dememe rağmen geldi? İlla bana ters gideceksin, git bakalım nereye kadar gidebileceksin." Söylediklerine hiç kulak asmadan aradaki birazcık mesafeyi de ben kapattım. Yine burnundan soluyordu. Artık neye bu kadar sinirlendiyse.
Hırkama biraz daha sokulup saçlarımı geriye attım. "Eğer ki konu benim ailemden biriyse senin gel demenle gelmem git demenle de gitmem. Abimle ne yapacaksın Baybars?" Korkuyordum ama bunu ona belli edemezdim. Ailemle tehdit etmemiş olması yapmayacağı anlamına gelmezdi. Tetikte olmakta fayda vardı. Söz konusu o'ydu.
"Neden bu kadar ısrar ediyorsun?" Gözlerindeki muzip pırıltılar dur durak bilmezken bir adım daha yaklaştı. "Piraye, o aklında ne varsa hepsini sil. Öyle bir şey yapmam." Bunu o söyleyince güven vermiyordu. Nasıl verebilirdi ki? Adam öldüren bir katil abimi öldürmeyeceğini söylüyordu! Nasıl inanırdım. Bu resmen intihar olurdu!
"Bunu sen söyleyince hiç inandırıcı gelmedi. Abimle ne konuşacaksan yanınızda bende olacağım." Eliyle hafif çıkan sakallarını sıvazlayıp göğsünü şişirdi.
"Olmayacaksın. Eve gir Piraye."
"Baybars? Piraye?" Abim bizden bir kaç metre uzakta elinde bir kaç evrakla öylece dikiliyordu. Baybars'ı orada bırakıp büyük adımlarla abimin yanına gidip sarıldım. Hâlâ babam gibi kokuyordu, her eve gelişinde bu yüzden büyük bir özlemle sarılırdım abime. Ama o bile ne zamandır esirgemişti bunu benden.
Baybars bir eli cebinde bizi izlerken abim beni öpüp kolu arasına aldı. O bize doğru yürürken abimle tokalaşmak için elini uzatıp az önceki konuşmayı duymadığına emin oldu. Abim onun elini tutup erkekçe kafalarını tokuştururlarken bende abimin kolunun altından birazcık çıkmış onları izliyordum.
"Benden önce gelmişsin. İş biraz uzadı, kusura bakma." Abime yandan bakarken alnım çoktan kırışmıştı bile.
"Önemli değil. Bende şimdi geldim, baktım Piraye de yukarı çıkmış beraber bekleyelim dedik." Ondan tarafa bakmadan abime daha da sokuldum. Abimi onunla yalnız bırakamazdım.
"İyi yapmışsınız." Beni kanatları arasından çıkarmadan omuzlarımı tuttu.
"Hadi güzelim sen içeri gir bende hemen geleceğim." Hemen kafamı salladım. Çok iyi bir bahane bulmam lazımdı. Omzundaki eli tutup gülümsemeye çalıştım.
"Beraber girelim. Saatlerce konuşmayacaksınız ya? Gideriz işte beraber." Gülümseyebilmek için şekilden şekile girmişti suratım. İçimdeki korkuyu bir türlü bastıramıyordum. Abim ansızın elindeki dosyaları kucağıma tutuştururken düşürmemek için sertçe kağıt yığınına sarıldım.
"Bir kaç dakikaya gelirim. Sen masanın üzerine bırak hepsini, gelince çevirmenliğin işime yarayacak. Hadi bakayım." Abim beni sırtımdan ittirirken bir anlığına durup ona baktım. Gözlerimle yalvarıyordum. Onlara zarar vermezse istediği her şeyi yapmaya hazırdım. Abim bana bakarken kucağımdaki kağıtlara sıkı sıkıya sarıldım. Cesaretimi toplayamasam da olduğu kadarını alıp karşısında durdum ve abimin duyamayacağı bir sesle fısıldadım.
"Kimseye zarar vermezsen istediğin her şeyi yaparım. Ama ailemden bir kişinin bile, buna Hülya ve Pınar abla da dahil, zarar gördüğünü görürsem ilk senin kapını çalar senden hesap sorarım. Ve bu sefer o elime tutuşturduğun silahı boş çekmem." Biraz durup yüzüme baktı. Saniyeler sonra dudağının bir tarafı kıvrılırken bana kaşlarını kaldırarak bakıyordu.
"Öyle olsun. Bak ben hiçbir şey söylemedim, kendi dilinde, kendi ayaklarınla gelip sen yaptın teklifi. Ve kabul ediyorum." Gülmesi gerilen sinirlerimi kopma noktasına getirirken abimin bakışlarını hissetsem de dönüp bakmadım. Merdivenleri ağır ağır inerken onların göremeyeceği kanaatine vardığım o duvar dibine çöküp iyice yerleştim. Bu duvar burada olmasa ne yapardım hiç bilmiyorum.
Benim gitmemle beraber sesler kısık kısık gelmeye başlamıştı. Resmen kimse duymasın diye çabalıyorlardı. Bu kadar önemli ne konuşuyorsunuz? Elimdeki zımbırtıları sessizce yanıma koyup kollarımı kucağımda birleştirerek iyice kulak kabartıp onları dinledim.
"Bak Baybars, ilk defa sana güvenip bir iş yaptım. Bundan Piraye'nin haberi olursa seni fena benzetirim. İlk benden duyacak."
"Siz abili kardeşli tehdit etmekten mi zevk alıyorsunuz? Senin rapor yatar, bu kadar benzerlik ancak kardeşseniz olabilir." Herhalde. Abimden almıştım bir şeyler. Karun Bey'in kardeşi olup racon öğrenmemek olmazdı. Tehdidi tadında bırakmak iyiydi.
"İnşallah öyledir. Yoksa-" Kağıtlar kule gibi sallanmaya başlayınca elimde tutup durdurmak isterken daha da beterini yaptım. Hepsini devirdim, hem de gürültü patırtı eşliğinde. Benim gizli saklı iş bir kaç dakika bile sürmezken gözlerimi salaklığımın eserinden ayırıp kafamı duvar kenarına vurdum. Bu kafayla bende olsam beni takmazdım.
Bir kaç saniye resmen ölüm sessizliği olmuştu. Ortamın atmosferi öyle bir hâl almıştı ki birisi göz kırpsa duyulacaktı.
Derin bir nefes sesi gelirken sonraki cümlenin kurşun etkisi yaratacağını bilemezdim.
"İki güne nişanı yapalım."
...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |