

Aşk değişik bir duygudur. İlk tadana güzel, son tadana ise acıdır tadı. Çünkü aşk kişiden kişiye değişir, tadını kaybederdi. Kalple mantık mutabık olmazsa, zehir olur bu sefer de.
Peki ne yapmalıydı? Cevap basit.
Hiçbir şey... Çünkü bizim olan bizi bulur, bulduğu gibi de saklar, korur kollardı. Bunlardan biri bile olmazsa ya adamın, ya da kadının kalbinde bir eksiklik var demektir. Ve o eksiklik zamanla ikisini de yutar, yutar ve geriye sadece nedenleri ve keşkeleri bırakırdı...
...
Baybars bir gün ardından hastaneden çıkmasına izin verilmişti . O bir gün boyunca benimle bekleyen Süheyl Hanım'da perişan olmuştu. Ne dediysek onu asla ikna edememiştik. Baybars'ın sadece ellerinin yaralandığını söylemişsek de içi rahat etmemiş, eve gitmeyi de kesin dille reddetmişti. Baybars ben odadan çıktıktan bir saat sonra uyanmış ama Kimseyle konuşmamıştı. Ta ki bu güne kadar. Sabahın erken saatlerinde uyanınca eve gideceği konusunda ısrar edip durmuştu. İnadı da kendisi gibiydi. Geçmek bilmiyordu. Yavuz ve Turgut'u da istemiyordu. E beni zaten görmüyordu. Elimdeki çantanın demir kulbunu sıkıca tutup duvara biraz daha dayadım sırtımı.
"Yahu Baybars niye ısrar ediyorsun anlamıyorum ki. Bırak da seni götürelim işte. Allah Allah!" Baybars yatağın yanındaki tekli koltuğa oturup sıra sıra herkesin serzenişini dinliyordu. Ellerini koyacak bir yer bulamaması onu daha da sinirlendiriyor, sıkıldığını belli eden nefesler alıp veriyordu. "Baybars, halacığım izin ver ben kalayım yanında? En azından bir kaç gün oğlum"
"Hala sorun kalıp kalmaman değil, başım gözüm üstüne lakin iyiyim diyorum. Turgut sende ver şu arabanın anahtarını, ellerimi kullanabiliyorum" Yavuz en sonunda sinirlenmiş "Nah kullanabiliyorsun! İki sargılı elle nereye araba kullanıyorsun lan? Biz ne halta yarıyoruz burada?" Deyip haklı sitemini dile getirmişti. Ama bir şey vardı ki Baybars benden tarafa bakmıyor, konu bana gelince sessiz kalıyordu. Bende en sonunda duvar dibinde olan biteni izlemeye koyulmuştum.
"Oğlum yarıyorsun ya işte, arabanı ver diyorum. Şurada bir gün yattık bir hafta kadar yordunuz beni" Turgut ellerini beline koymuş kafasını da önüne eğmişti. Derya da onu darlıyordu. Sabahtan beri ne araması bitmiş ne de görüntülü araması kesilmişti. Eşiydi, arayacaktı tabii. Fakat davranış biçimi canımı sıkmıyor değildi. Her fırsatta buraya geleceğini, Baybars'ı görmek istediğini dile getiriyordu ama Turgut bundan rahatsız olduğunu belli ederek telefonu kapatıyordu. Saçlarımı geriye atıp biraz da diğer bacağımın üzerinde durdum. Herkes hala hararetli hararetli konuşurken ben sadece çaktırmadan bıyık altından Baybars'a bakıyordum. Sinirli değildi, ama sakin olduğu da söylenemezdi. Bu gün kafeteryadan gelirken Turgut ve Yavuz'u doktorla konuşurken duymuştum. Ne doktoru olduğunu bilmiyordum ama Baybars'ı uzun zamandır tanıdığı ağzından çıkan her kelimeden belliydi. "Yavuz, Turgut. Bakın bu böyle olmaz. Baybars ne zamandır böyle ataklar geçirmiyordu. İlkinde ses etmedim ama daha fazla böyle gidemez. Belli ki Baybars'ı tetikleyen bir şeyler ya da biri var. Onu tetikleyen her ne ise onu ondan uzaklaştırın." Duvarın dibinden onları dinlerken şaşırmıştım. Baybars'ın bir rahatsızlığı olduğunu hiç bilmiyordum. Dahası kimsede söylememiş, göz yummuşlardı. Her geçen gün biraz daha şaşırıyordum. Onun hakkında daha fazla bilgi yok dediğim gün bir yeni şey daha çıkıyordu. Onu tetikleyen neydi bilmiyorum.
Belki de bir ihtimal de olsa, onun beni bırakmasını sağlayacak şeyi bulmuş olabilirdim. Dahası bu benim önüme çıkan tek şansım olabilirdi.
...
Yavuz ve Turgut, önce Süheyl Hanım'ı eve bırakmış ardından da Baybars'ı eve bırakmak için tekrar yola çıkmıştık. Yanımdaydı ama benden tarafa bakmıyordu. Normalde bakmak için hiçbir neden aramaz, bakışlarıyla bile beni sinirlendirirdi. Ama şimdi kafasını çevirmiyor hatta gözlerini kapatıyordu. Bende önüme dönüp yolu izledim. Daha fazla nedenlerle boğuşmak istemiyordum. Uzun sayılacak bir sürenin ardından Baybars'ın evine gelmiştik. Yavuz kapıyı açmak için dışarı çıkarken Baybars çoktan kapıyı açıp dışarı çıkmıştı bile. "Ellerindeki dikişler patlarsa görürüm ben seni" Baybars sadece kafasını salladı ve bahçe kapısına ulaşıp şifreyi girdi. "Baybars bence Süheyl Hanım haklıydı. Ev darmadağınık. En azından toparlanana kadar Orhan Beylerde kalmalıydın. Biz de eve birilerini çağırırdık." Baybars, Yavuza sadece 'sen ciddi misin?' der gibi baktı.
" Aceleniz ne? Ölünce götürürsünüz işte. O zamana kadar Orhan Bey yemekte görür zaten gül cemalimi" Bahçe kapısında vedalaşıp Baybars'ın eve girmesini beklemiştik. O zaman bile beni yok saymış, tek kelime etmemişti. Yavuz ve Turgut beni eve bırakmayı teklif etmişlerse de onları reddettim. İkisi arabayla gözden kaybolunca evin önünde bekledim biraz. Aslında bir nedeni yoktu. Her zerrem neden ararken benim cevabım belliydi. Yok. Bir nedeni yok.
...
Bir saat geçmişti ki bahçe kapısı açıldı. Evin önündeki kaldırımdan kalkıp bana bakan adama döndüm. "Ne işin var senin burada? Yavuzlarla niye gitmedin?" Bir kaşını kaldırmış benden bir cevap beklerken ne diyebilirdim ki? "Sana soruyorum Piraye? Niye gitmedin?" Omzumu silktim. "Ellerinden dolayı. Belki yardıma ihtiyacın olur diye." Kafamı kaldırıp onun gibi baktım "Ama belli ki yok. Bende gidiyorum zaten" Arkamı döndüğüm gibi Baybars'ın gülmesiyle tekrar ona döndüm. Derdi neydi bu adamın? Kafasını yere eğmiş gülüyordu. Yavaşça kafasını kaldırıp yüzüme baktı. " Piraye, senin en çok sevdiğim yanın ne biliyor musun? Verdiğin yeminleri unutup sorumluluk kabul etmemen." Ne hadsizlikti. Anlaşılan gerçekten kendine gelmişti. Yine saçmalamaya başlamıştı. "Ne diyeceksen açık konuş Baybars. Üstü kapalı konuştuğun her zaman bir şeyler tersine dönüyor. Sanki daha ne kadar dönecekse?" Bir adım yaklaşıp her zamanki gibi baktı. Her şeyi görüyormuş gibi. Sanki orada ona söylememi beklediği başka bir şey varmış gibi. Ama yoktu. Olmayacaktı. Olduğu zaman da ya onun, ya da benim ömrüm yetmeyecekti. " 'Ölsen bir bardak su vermem ben sana Baybars' ya da 'Bana ihtiyacın olacak tek an mezarına atılacak toprakta olur' dememiş miydin? Sözler Piraye, yeminler. Onları asla unutma." Biraz daha yaklaşıp kulağımın dibinde durdu. "Çünkü onlar senin sorumluluğunda" Geri çekildi ve beni orada öylece bırakıp içeri girdi. Kapıyı da ne kapatmış ne de açık bırakmıştı. Boğazıma oturan yumruyla mıh gibi çakılmıştım yerime. Sonra bir şeyler fısıldadı ruhum, hep sen mi bırakacaktın? Doğru hep ben bırakmıştım onu kapının önünde. Her geldiğinde kapıyı hep yüzüne çarpıp öylece bırakmıştım. Şu an durduğum kapı aralıktı...
...
Bir adım attım içeriye. Evin kapısı da aralıktı. Yutkundum. O iğrenç yumrudan kurtulmaya çalıştım. Geçmek bilmedi. Bende onunla beraber girdim içeri. Evde her yer her yerdeydi, sağlam tek bir eşya yoktu. Koltukların ayakları kırılmış, cam masa tuzla buz olmuştu. Hatta bahçeye çıkan sürgülü kapılardan bir tanesi çatlaktı. Televizyon kırık.
Ben bu eve ne yapabilirdim ki? Kırık eşyaları taşısam taşıyamam, temizlesem bu halde temizleyemezdim. Turgut'u arayıp bir temizlik şirketi çağırmasını rica ettim. O da zaten çoktan aramıştı. On dakikaya burada olacaklarını söylemişti ki kapı çaldı. Temizlik şirketinden önce bir nakliye aracı gelmiş, Beş kişi evde ne kadar kırk eşya varsa parçalar halinde kamyona yüklemişlerdi. Tam onların gittiği zaman da temizlik şirketinden gelmişlerdi. Tüm çöpler ve eşyalardan kalan parçalar temizlenmişti. Koca ev kısa sürede ıssız kalmıştı. Bende mutfağa girip tıka basa dolu olan dolaptan bir kaç şey çıkarıp çorba yapmıştım. Hiç mutfakta yemek yapmamış mıydı? Her şey yerli yerinde duruyordu. Dolabın kapağını kapatıp çorba için kollarımı sıvamıştım. Bir kaç saatimi de öyle öldürdükten sonra akşama doğru da iki camcı gelip sürgülü kapının camını değiştirip gitmişlerdi. Şimdi evde her şey daha iyiydi. En azından artık harabeye benzemiyordu. Mutfaktan çıkıp boş olan oturma odasına girecektim ama merdivenlerin başında durdum. Onca saat bir kez bile dışarı çıkmamıştı. Ne yaptığını merak ediyordum ama yanına gidecek cesaretim yoktu. Bu yüzden bir bahanem olması için bir kaseye yaptığım çorbadan doldurup tepsiyle yukarı çıkardım.
Onu bir kere hasta görmüştüm. Süheyl Hanım istemişti, kendisi yurdışında olduğu için bakmamı rica etmişti ama... Ben hiç umursamamıştım. Yanına gitmiş, halini görüp geri gelmiştim. Sonra...
Koridorun sonuna geldiğimde aklımdaki anıyı hafızamın derinliklerine süpürdüm. Onun odasına geldiğimde bir elimi tepsiden çekip kapıyı çaldım. Ses gelmeyince bir kaç kere daha çaldım ama cevap yoktu. En son pes edip tepsiyi kapının önüne bıraktım. "Çorbanı kapının önüne bıraktım" bir cevap gelmesini beklemeden arkamı dönüp geldiğim koridoru geçtim ve aşağı indim.
Oturma odasına geçip etrafa bakındım. Oturacak tek bir koltuk olmasına rağmen oraya oturmadım. Ev soğuktu ama şimdilik bana şömine yeterdi.
Şöminenin önüne geçip yakmaya çalıştım. İçinde zaten odunlar vardı ama yakmak için ne bir çakmak ne de kibrit bulamadım. Yerden kalkıp soğuyan evde kabanıma daha çok sarıldım, ev çok soğuktu. Yerini bildiğim mutfağa girip çekmecelerde çakmak aramaya başladım. Adaya baktım, dolapları açıp tüm raflara baktım, çekmeceleri karıştırdım ama yoktu. Ellerimi kabanımın ceplerine sokup nefes verdim. Eğer biraz daha yakmazsam donacaktım. Mutfaktan çıkıp Koridordan geçerken gözüme Baybars'ın kabanı takıldı.
O sigara içerdi. Yani çakmağı da vardı. Kafamı yukarı uzatıp gelip gelmediğine baktım. Ses gelmiyordu. Elimi uzatıp kabanın ceplerine bakmaya başladım. Bu yapacağım son şey bile değildi ama donmuştum. Mecburdum.
Ceplerinde bir şey bulamayınca bir de iç ceplerine baktım. Sağ tarafındaki cebine elimi uzattığım gibi elimin soğuk metale değmesi bir olmuştu. Gülümseyip hızla aldım zippoyu. Oturma odasına koşar adım gidip şöminenin önüne oturdum. Zippoyu açarak ateşi yaktım ve odunların içindeki çıraya yaklaştırarak ateş almasını sağladım. Kısa sürede yanan çıradan tüm odunlar tutuşurken ellerimi ateşe uzatarak ısınmaya çalıştım.
Ateşe yakın olan ellerim ısınmaya başlarken kollarıma sürterek ayağa kalktım. Hava kararmıştı. Yengeme haber vermemiştim, abim zaten bilmiyordu. Odada bulunan tek koltuğu ittire kaktıra şöminenin yanına getirdim. Oturup telefonumu çıkardım, ayaklarımı da altımda toplayıp dertop oldum iyice. Üzerime çöken uykuya direnip telefonumu açıp aramalara girdim. Gözlerim gidip geliyordu. İki gündür toplasam beş saat uyumuştum. Şömineden yayılan sıcaklığa ve koltuğun rahatına daha fazla dayanamadan kapattım gözlerimi.
...
Hala oradaydı. Bir saattir kapının önünden gitmemişti. Soğuk kaldırıma oturmuş bekliyordu. İyi de neyi? Daha fazla dayanamadan perdeyi çektiğim gibi odadan çıktım. Merdivenlerden inip kendimi bahçeye attım. Soğuk beni anında yakalarken biraz hızlı davranarak bahçe kapısının şifresini girip açtım. İnatçı bir kadındı. Hava soğuktu.
Kapı açılır açılmaz ayağa kalkmış bana bakıyordu. Öyle baktığında tamam diyorum. Tamam ya. Hiçbir şeyin önemi yok. Ama ne yapıp ne edip yaraları kanatmaya başlıyordu. Bir yaramı görsün, kabuk tutmasına izin vermeden kanatıyordu. Defalarca. Bana da susmak kalıyordu. Yine konuyu evirip çevirmiş bana getirmişti. Arkamı dönüp giderken kapıyı aralık bıraktım. O bırakmasa da olurdu.
Bahçeden geçerken de evin kapısını açık bıraktım. Girerdi. Girdiği zaman kapalı tutmak olmazdı. ,
Ben üst kata çıkıp odama girdiğimde artık gelip gelmemek ona kalmıştı.
Duşa girmem yasaktı ama hastane kokusu üzerime sinmişti. Yani mecbur duşa girmem gerekiyordu. Ellerime dikkat ederek zor da olsa kısa bir duşun ardından belime havlu bağlayıp banyodan çıktım. Altıma siyah bir eşofman giyinip camın önündeki uzun koltuğa oturdum. Gözlerim yer yer çoğalan ağaçlarda gezerken aklım ondaydı.
Onun ki de nefret için bile olsa bendeydi. İster öldürmek için ister yaşatmak için olsun fark etmezdi. Bu yaşadığım bana yeterdi. Bir yıl bir yıldı. Nefretle de olsa bana fark etmezdi. Bir ara odanın önüne gelmiş çorba bırakıp gitmişti. Ondan beklemediğim bir hareketti bu.
İçeride uyuduğumu sanıp gittiğinde çorbayı almak için kapıyı açıp yavaşça geri kapattım. Ellerim çorbadan dolayı değil de dikişlerden dolayı acıyıp sızlarken sıcacık çorbaya bakıp masanın üzerine koydum. Yavuz ve Turgut arayıp nasıl olduğumu sorarlarken bir kaç kaşık alıp yemeği bitirmiştim bile.
Telefonu kapattığımda bir kaç saat hiçbir şey yapmadan sadece koltuğa oturup düşündüm. Ne yaparsam yapayım parçaların birleşmemesi sinirlerimi bozuyordu. Bir yerde muhakkak bir yanlış yapıyordum ama nerede? Yapboz'un parçaları bir yerde yetersiz ve noksan kalıyordu.
Başımın ağrıması hafiften gözlerime vurunca bunun ilaçlardan olduğunu artık iyi biliyordum. Dinlenmek için gözlerimi kapatıp kafamı arkaya yasladım ama aşağıdan uzun süre ses çıkmayınca merak ettim. Eve gitmişti büyük ihtimal. Bu saate kadar durması bile Piraye için fazlaydı. Hele bu saatte bağlasan durmazdı.
Oturduğum yerden başımı tutarak kalkıp dolaptan bir şeyler aldığım gibi üzerime geçirdim. Odadan çıkıp aşağıya indim. Ev dağınık değildi. Nakliyeden bana mesaj gelmişti zaten. Turgut'u arayıp evdeki her şeyi atmalarını istemiştim. Bu yüzden ev bomboş ve soğuktu.
Hiçbir yere sapmadan merdivenlerden indiğim gibi mutfağa geçip sıcaklık ayarını yükselttim. Elimdeki sargıları azaltmıştım bu yüzden ellerimi daha rahat kullanıyordum. On senede başıma ilk defa gelmiyordu sonuçta. Her defasında bir kolaylık bulmuştum. Duşa girmem yasak olduğunda bile bunu kendim için kolaylaştırmıştım. İlk zamanlar kendi kendimi hastaneye götürmüşlüğüm bile vardı. Anladığım an arabaya biniyordum ama bu sefer anlamadan bir hafta geçip gitmişti bile.
Kafamı sallayıp mutfaktaki sürgülü kapıyı açtım ve bahçeye çıktım. Sigara için elimi cebime attığım an orada olmadığını hatırladım. İçimden kendime söylenirken koridora çıkıp kabanımı buldum ve ilk cepten paketi alıp, zippo için sağ taraftaki iç cebime baktım ama bulamadım. Yanlış hatırlayabileceğimi düşünüp diğer ceplere de baktım ama yoktu. Eğer Yavuz almadıysa burada olması gerekiyordu. Sigarayı dudaklarımın arasına alıp oturma odasındaki sese kulak verdim. Şömine mi yanıyordu? Dikkatli ve yavaş adımlarla oturma odasına girdim. Gözlerim tekli koltukta yatan kadını görünce ağzımdaki sigarayı dudaklarımın arasından çekip parmaklarımın arasına aldım.
Gitmemişti. Oysa bu saate kadar durmaz sanıyordum.
Ayarı yükseltmiştim ama ev çabuk ısınmıyordu. Merdivenleri çıkıp odama girdim ve elime gelen en kalın battaniyeyi alıp aşağı indim. Elim keskin bir acıyla zonklasa bile şu an onu umursayamazdım. Oturma odasına girip, bir büklüm olan kadına baktım. Battaniyeyi açıp üzerine örtüğümde kafasını da hafif kaldırarak koltuğun yastığını da başının altına koydum. Şu an biraz daha rahattır.
Elimde tuttuğum sigaraya baktım. Şöminenin başına oturup sigarayı içine attım. Ona gerek kalmamıştı.
...
Sıcak. Hava çok sıcaktı. Üzerimde ne varsa onu biraz ittirip gözlerimi açtığım gibi ellerimle ovalayıp etrafa bakındım. Allah kahretsin, Uyuyakalmıştım! üzerimdeki battaniyeyi tamamen kaldırıp yerdeki Baybars'ı son anda fark edebildim. Çığlığımı son an durdurup elimi korkuyla kalbimin üzerine koydum. Ne ara gelmişti? saat kaçtı ama en önemlisi yengeme haber vermemiştim. Endişelenmiştir kesin. Abim de deliye dönmüştür.
Koltuktan kalktığım gibi çantamı alıp dışarı yürüdüm. "Nereye gidiyorsun?" Atkımı bulmaya çalışıyordum. Bomboş evde atkımı kaybetmiştim. " Evime gidiyorum tabii ki. Abim deliye dönmüştür."
"Ben yengene haber verdim. Bu saatte gidemezsin. Yarın gidersin." Arkamı dönüp şöminenin başında oturan Baybars'a baktım. " Haber verdim derken?" Elindeki demir çubuğu ateşe tutup bir odun daha attı.
"Telefonun açıktı, bende endişelenmesinler diye mesaj attım. Bu akşam Hülya'nın yanında kalacağını söyledim. Haber almaması daha mı iyiydi?" Elime aldığım atkımı koluma koydum ve şöminenin ününe, ondan uzak tarafa oturdum. Atkımı üzerime alıp arkamı döndüğümde koltuğun üzerindeki battaniyeyi çekip aldım. Ona bakmadan battaniyeyi uzatıp atkıya daha çok sarıldım.
Kafasını ateşten çekip kısa bir an bana baktı ve yavaşça üzerimdeki atkıyı alıp elimdeki battaniyeyi benim üzerime örttü. Kafam karışık ona bakarken elindeki atkıyı da boynuma sarıp ellerini göğsünde kavuşturdu ve öylece önündeki ateşi izlemeye başladı. Ağzımı bir şey söylemek için açmıştım ama ne söyleyeceğimi bilemeden geri kapattım. ''Ellerinin üzerine ört diye verdim. Benim üzerime ört diye değil.'' Hiçbir şey söylemeden şöminenin ateşini izlemeye devam etti. Yüzüne vuran ateşin ışığı, hafif kirli sakallarının arasına karışıyordu. Koyu yeşil gözleri daha belirgindi ve yüzündeki sertliğe gölgeler sağlıyordu. Bende kafamı onun gibi şömineye çevirip ellerimi kucağımda birleştirdim. Yine susuyorduk. Konuşacak çok şeyimiz vardı ama sıra hangisindeydi bilinmez. Konuşarak da sonuca varamayacağımız şeyler hakkında konuşmayı bırakalı çok oluyordu, birbirimizi anlamayı bırakalı çok oluyordu, birbirimizi duymayalı çok oluyordu... Çünkü ben, tüm bunların önüne bir set çekmiştim.
''Bir insan, bir insanın içinde ne zaman ölür biliyor musun?'' Baybars birden konuşmaya başlayınca uzun zamandır bana bakarak ettiği tek cümleydi. Kısa bir yutkunmadan sonra kafamı salladım. Bilmiyordum. ''Sevgisizlik insanı öldürür, eyvallah. Ama ondan daha beter bir şey varsa o da inanılmamak. Eğer sen, sana inanmayan ve asla inanmayacak birine verirsen sevdanı, o bu sevdaya dahi inanamaz. Ve onun içindeki bu savaş seni yavaş yavaş, süründüre süründüre öldürür.'' Ellerindeki sargılara bakıp avucunu sıktı
''Baybars'' Adı dudaklarımdan feryat misali çıktı ve tam ortamıza düştü.
''Ama sen, sana ilk baştan beri inanmayan birine sevdanı bile veremezsin. Çünkü onun için zaten ölüsündür. Ölen birisini ise acıtamazsın Piraye.'' Yutkunamadım. Nereye bakacağımı bilemedim. Gözlerimi yumdum sessizce.
''İnanılmayacak, güvenilmeyecek bir insana gözün kapalı güvenemezsin Baybars. Kimse bile isteye ateşe atlamak istemez.'' Gülüşünü hissedebiliyordum. Biraz öylece kaldık. Ardından, ''haklısın'' Deyiverdi. ''Sevgi nimet ne de olsa. Ama güven ve sevilmek nasip. Herkes payına düşeni alır.'' Ayağa kalkıp elini uzattı. ''Nefret de benim payıma düştü.'' Gözlerimi ondan saklamak için uzattığı eli görmezden gelerek kafamı aşağı eğdim. Bunu bana yapamazdı. Her şey onun suçuyken bana vicdan azabı çektirmeye ne hakkı vardı? Orada ne kadar kaldım bilmiyorum ama Baybars gitmişti. Zaten sonrasında ne kafamı kaldırabildim ne de kafamdakileri.
...
Sabah Baybars'a görünmeden evden çıkmıştım, zira yüz yüze gelmek istemiyordum. Elime bana ait ne geçtiyse çantama tıkıştırıp çabucak çıkmıştım evden. Biraz yürüdükten sonra yoldan bir taksi çevirip evime gitmiştim. Abim işte olduğu için onu görmeyecektim ve bu benim için iyi bir şeydi. Yoksa eve girdiğim gibi beni önüne alıp bir ton soru sorardı. Yol çok uzun sürmedi. Taksiden inip ücreti ödediğim gibi bahçenin merdivenlerinden inip çantamdaki anahtarı bulmaya çalıştım. Yan cepteki anahtar son anda aklıma gelmişken kapı hızlıca açıldı. Lale yengem tüm endişe ve siniriyle kapı önünde bana bakarken yüzündeki endişe beni görmesiyle beraber hızlıca yok oldu.
Elini kalbinin üzerine koyup derin bir nefes verdi. Ben ayakkabılarımı çıkarıp eve girerken arkamdan geldi. ''Pireye, Neden Hülyalarda kalacağını daha önce söylemiyorsun? Abini zor ikna ettim. Ayrıca Hülyalarda kalıyorum yalanını da yemedim ne oluyor çabu-'' Yengeme beni kendine çekince yüzüme baktı. "Piraye neden ağlıyorsun?" Boğazıma sarılan yumruyu bu sefer yutkunamadım.
Yengem bir tepki vermezken ben hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Bu çok fazlaydı. Yengem şaşırsa da bana sarılıp sırtımı sıvazladı.
''Piraye ne oldu? Korkutma beni. Baybars, O mu bir şey yaptı?'' Daha çok ağlamaya başladım. Evet. O yaptı. Tüm bunların sebebi silahından çıkan bir kurşun demek istedim ama onun yerine sadece bir yaş daha akıttım. Yapamazdı. Her şeyin sebebi oyken olmazdı. Hak ettiği ne ise o olacaktı. Daha fazlası, daha azı değil. Ve onun hak ettiği ise çoktan gitmesi gereken demir parmaklıkların ardıydı.
Lale Yengemin omzundan kafamı kaldırıp acıyan gözlerimi kolumun tersiyle sildim. ''Yenge ben düğünü ertelemek istiyorum. Abim, ya da onlardan biri ne derse desin. Ben, hazır değilim.'' Lale yengem benden sadece bir yaş büyüktü. Beni en iyi o anlardı. Hep o anlamıştı. Şimdi ise bana anlamaz gözlerle bakıyordu. Elimden tutup beni koltuğa çekiştirdi. Bedenim bunu bekliyormuş gibi koltuğa çökerken yengem bana bakıyordu. ''Piraye, bu zamana kadar birbirimizi hiç gelin görümce gibi görmedik değil mi? Sen benim hep arkadaşımdın. Şimdi de arkadaşımsın, şimdi bana anlat bakalım. Ne oluyor?'' Ona her şeyi tüm çıplaklığıyla anlatamazdım. Bu imkansızdı. Baybars bunu kesin öğrenirdi. Bir sonraki kurşun benim aileme gelebilirdi. Bir yapan bir daha yapardı ve ben bunu göze alamazdım. Olmazdı.
Beni ailemle tehdit etmemiş olması yapmayacağı anlamına gelmezdi. Baybars'ın sağı solu belli olmazdı bir kere. Yapacağım bir hatanın ucu muhakkak aileme dokunurdu. Benim bir abim bir de yengem vardı, onları da benimle beraber bu işe sürükleyemezdim.
Yengem benden bir cevap beklerken ben sadece gözlerimi kaçırdım. Bir şeyler söylemem lazımdı yoksa Lale yengem hayatta inanmazdı. ''Yenge, ben sadece hazır değilim. Hem onların tarafından kimse de baskı yapmıyor. O yüzden ertelemek istiyorum. En azından bir sene kadar.'' O zamana kadar illaki bana bir açıklık verecektin Baybars. Şu an tek ihtiyacım zamandı. Onu da hallederdim.
Yengem ellerimi tutup bana gülümserken, ''Piraye biz seni evlendirmeye çalışıyor değiliz biliyorsun değil mi? Sen bizim karşımıza çıkıp ne dedin? Ben Baybars'la evleneceğim dedin. Abin bile zar zor ikna oldu, O da hiç sevemedi Baybars'ı ya da ailesini.'' Kumral saçlarını arkaya atıp elimi tuttu. ''Ama Süheyl Hanım bize o zaman güvence verdi. Ben Süheyl Hanım'a güveniyorum Piraye. Sende güveniyorsun bunu kendi ağzınla söyledin. Eğer evlenmek istemezsen söyle, ne diye Baybars'ı her gördüğünde kafanı çeviriyorsun be kuzum? Madem kafanı çeviriyorsun o zaman ne diye heyecanlanıyorsun?'' Kafamı kaldırıp korkuyla yengeme baktım. ''Yok yenge, Heyecanlanmıyorum. Nerden çıktı?'' Lale yengem elbisesinin eteklerini düzeltip gülümseyerek bana baktı. ''Ben senin gözlerinde görmesem bile hareketlerin belli ediyor. İçinde ne yaşarsın bilemem ama bir yerlerde efganlar duyulur Piraye. Ve sen onu illaki fark edersin. Duyuyorsan değil, Duymuyorsan sorundur Piraye'm.'' Yengem bir elini uzatıp yanağımı okşadı. ''İkimiz de anne sevgisinden mahrum büyümüş olabiliriz. Ama benim yanımda abin vardı Piraye. Sen kimseyi istemiyorsun. Bırak, bırak senin yanında da Baybars olsun. Senin gözlerine nazaran onun gözlerinde ölü denizler çağlıyor. Bunu kime sorsan söyler. Ama sen kendini kör etmişsen buna kimse bir şey yapamaz, bu senin onu ne yerine koyduğunla alakalı.''
Benim nezdimde onun yeri belliydi. Bu yere kendini o koymuştu. Hayatımın orta yerine de kendini o koymuştu ben değil. Madem bana sormadan kendi yerini kendisi hazırlamıştı o zaman bana da korumak düşmüştü.
Bende yeminimi tutacaktım.
...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |