
Uzun zaman oldu değil mi canlarım? Yeni sezonla, ikinci kitapla karşınızdayım. Umarım beğenirsiniz, sizi seviyorum.
Hasret...
Bana yabancı değildi. Sadece, bu sefer daha farklıydı. Daha can yakıcı.
Bu sefer içimde özlem olarak değil, sadece ve sadece yakıcı bir hasretle yüreğimin ortasında oturuyordu.
Pencere kenarında, neyi beklediğimi bilmeden... Öylece. Akıp giden zamanı izliyordum.
...
Basın, meraklı bir kaç kişi ve kocaman bir kalabalık...
Karanlık salon boğuk olmasının yanı sıra nefesimi de kesiyordu. Ama bunun ne Koyu tavan ve duvarlarla ne de kalabalıkla alakası yoktu. O bana kürsüde öyle bakarken nasıl nefes alınacağını unutuyordum.
Baybars sanık sandalyesinde suskun, gözlerini bir saniye benden çekmezken bana değen bakışları tüm bedenimi yakıyordu. Ellerimin titremesini durduramazken avukatın söylediklerini duyamıyordum. Bir fısıltı halinde gidip geliyordu.
Hakim, kır saçlarının verdiği ağırlıkla her iki tarafa da şöyle bir bakıp gözlüğünü düzeltti. Önünde ona uzatılan dosyayı alıp açtı.
"Sanık Baybars Turan, hakkınızdaki iddianameye göre, bir şahsı kasten öldürmekle ve delilleri gizlemekle suçlanıyorsunuz. Suçlamaları kabul ediyor musun?"
Bakışlarının altında ezilirken Hakime cevap vermek için gözlerini benden çekti. Başını ne olursa olsun önüne düşürmüyor, kürsüde, avukatının yanında, elleri önündeki masada kenetlenmiş cevap veriyordu.
"Hayır, kabul etmiyorum."
Savcı ayağa kalkıp üzerindeki ceketin önünü düzeltti. Ellerini önünde birleştirip saygıyla Hakime döndü.
"Sayın Hakim, olay yerinde bulunan mermi kovanları sanığa ait tabancayla uyuşmaktadır. Ayrıca bir görgü tanığı, sanığı olay gecesi olay yerinde gördüğünü beyan etmiştir. Bu veriler göz önünde bulundurulduğunda, sanığın cinayeti işlediği yönünde kuvvetli şüphe vardır."
Bunlar karşı taraftaki avukatın sinirini bozmuş gibi kafasını eğip tebessüm etti. Hakim'in söz vermesi üzerine ayağa kalkıp elindeki dosyayı savcıya doğrulttu.
"Sayın Hakim, savcılığın sunduğu iddialar varsayımdan ibarettir. Öncelikle; söz konusu tabanca olay günü sanığın üzerinde bulunmamıştır. Kovanların teknik incelemesi ise henüz kesin bir sonuç vermemiştir. Ayrıca tanık beyanı, olayın gecesinde yaşanan panik ve karanlık göz önüne alındığında güvenilir değildir."
Hiçbir şey söylemedim. Konuşacak halimde yoktu zaten. Tek yaptığım yığılmış gibi oturduğum koltuğa sığınmaktı. Bir korkak gibi.
Hakim kaşlarını çatmış, "Savcı, avukatın belirttiği hususlara karşı bir diyeceğiniz var mıdır?"
"Tanığın ifadesi açık ve nettir. Sanığı gördüğünü beyan etmiştir. Ayrıca maktulün kan örnekleri sanığın gömleğinde bulunmuştur. Bu durum, sanığın olayla bağlantısını doğrulamaktadır."
Avukat tekrardan ayağa kalktı. Ortam gerilmişti.
"Sayın Hakim, müvekkilim olay sırasında kendisi de yaralanmıştır. Kan lekesinin sebebi budur. Henüz kriminal rapor tamamlanmamışken kesin suç isnadı yapılamaz. Müvekkilim masumiyet karinesine sahiptir. Deliller yetersizdir." Kafamı kaldırdım. O da mı yaralanmıştı? Vurulmuş muydu? Ben bunu nasıl fark edememiştim.
Hak etmemiştin!
Kafamı önüme eğdim ve vicdanımın beni yargılamasına izin verdim. Doğruydu. Tek sözüm yoktu. Doğru bildiğim şeyin acısını iliklerime kadar yaşıyordum.
En az onun kadar sende suçlusun!
Sustum.
Belki silahla değil ama, sende onu sözlerinle öldürmedin mi Piraye?
Dolan gözlerimin saklanması için kafamı neredeyse yere kadar gömdüm.
Sende onu ailesi gibi tek bırakmadın mı? Onu öldürüp öylece ortada bırakmadın mı? Ailesi tarafından dışlandı diye üzülürken sende onu ulu orta bırakmadın mı, sende onu kapının dışında bırakmadın mı söylesene?
Elimi yüzüme kapatıp susturamadığım vicdanıma yalvardım. Sus! Yalvarırım sus! Dayanamıyorum!
Beni kendi savaşımdan kurtarıp gerçeğe dönmemi sağlayan şey Hakim'in gür sesiydi.
"Dosyada henüz hükme varacak kuvvette bir kanıt bulunmamakla birlikte, mevcut şüphelerin ağırlığı ve kamu düzeni gereği sanığın tutukluluk hâlinin 3 ay devamına karar verilmiştir." Hakim son sözünü söyleyip tokmağını vururken anında kalabalıktan bir kaç itiraz çıktı.
O çevirdiği gözleriyle bana bakarken hazırlıksızdım, üşüyordum, titriyordum ama direniyordum. Etrafımızı büyük bir uğultu kaplarken her şey bir kabus gibiydi. Süheyl Hanım'ın sesi ağlamasına karışıyor ellerimi kulaklarıma kapatma isteği uyandırıyordu. Öyle bir ağlıyordu ki ölmeyi diledim.
Kapının yanındaki silahlı iki asker ve bir kaç tane polis onun yanına gelince ayağa kalkmasını beklediler. Ama o, sadece bana bakıyordu. Gözlerimde bir şeyler arıyordu. Acı? pişmanlık? üzüntü? hepsi vardı. Ama o bunu göremezdi, ben onları halının altına süpürmüştüm. Benim ondan ettiğim nefreti o da bana karşı hissetsin istiyordum. Ancak bu şekilde yaptığım şeyden pişman olmazdım. İşte! derdim, onun gerçek yüzü bu! Yaptıklarımda haklıymışım!
Ama hiçbir şey olmadı. Tek kötü söz etmedi. Kimseye zorluk çıkarmadan ayağa kalkıp elini uzattı. Süheyl Hanım çığlık çığlığa ağlarken olduğum yerden kıpırdayamadım. Bir santim bile.
Bileklerine geçirilen metal kelepçeyle içimde tuttuğum bir şeyi artık tutamadım. Gözlerimin dolup akmasına engel olamayacak kadar yorgundum. Akmasın demiyordum, lakin bu kadarı beni yaralardı.
Olduğum yere çakıldım. Göğsüm olanların ağırlığını kaldıramadı. Bileklerine kelepçe takılırken de çekmedi gözlerini, bende artık çekmek için bir sebep görmedim. Kollarına girip onu götürmek için hareketlendiklerinde de durum aynıydı.
Durdu.
Çılgınca konuşan basını, Süheyl Hanım'ın ağlamalarını görmezden geldi. Üzerindeki gömleği yine boştu, yine kravat takmamıştı. Gözlerindeki beni yakından görmeye tahammülüm de yoktu gücüm de. Bakamazdım. Yapamazdım.
Bir elini sakince koluma sardı. Baş parmağı beyaz bluzumun üzerinden tenimi okşarken elinin soğukluğu, gözleri gibi dağladı içimi. Bana bakarken ilk defa onu bu kadar boş gördüm. Sinirli değildi. Sadece... Tiksiniyordu. Buydu işte. Boş olan kısmı bununla doldurmak en iyisiydi sanırım. Benden tiksiniyordu. Ötesi yoktu.
"Parmağındaki alyans senin için ne ifade ediyor?" Elime damlayan göz yaşımı hızlıca sildim. Eğdiğim kafam gözlerimi görmesine engel oluyordu. Ama o, bu sefer onları görmek için kafasını eğmedi. Bluzumu tuttuğu elini geri çekti
"Bu kadar zor bir soruysa, senin için cevaplayayım mı?" Salondaki tüm sesler nabzımı hızlandırıyordu. Herkesin bize baktığını bilirken, hem de onu ihbar edenin ben olduğumu bilirken!
"Hiçbir şey. O yüzden çıkar at o yüzüğü." Elim hemen alyansımın olduğu parmağıma gitti, alelacele üzerini kapattım. Yavaşça kaldırdım kafamı. Yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Titreyen çenem ve akmak için benden izin almayan gözlerim ona bakmayı zorlaştırıyordu. Ondan geri çekileceğim zaman bileğimi tuttu. Beni kendine daha çok yaklaştırınca askerler tekrardan koluna girdi. O buna direnirken korkuyla ağlıyordum.
"Bırak lan!" Çenemi tutup bana hayatım boyunca unutamayacağım sözler sarf etti. Öyle ki, yüreğimin atmayı bıraktığı, nefeslerin ciğerimden tek tek dışarı süzüldüğünü görebildim. Sicim gibi akan yaşlarım durmuş, gelen tüm sesler aramızda eriyip gitmişti.
"Buna sen kendin pişman olacaksın Piraye. Ve ben sadece beni tıktığın dört duvar arasında arsızca yanıma dönmeni bekleyeceğim. Beni öldürsen de, ihanetin sırtımdaki tüm bıçakları aratsa da... Sen yapması gerekeni yaptın. Katili öldürdün. Senin ihanetin bana, benim sadakatim sana. Varsın utanması gereken utansın." Onu zorla karşımdan aldıklarında burnuma gelen kokusuyla dizlerimin bağı çözüldü, birileri beni tutarken arkasından bakmaya bile cesareti olmayan bir korkaktım ben.
Her ne kadar yanlış bir şey yapmadığımı söylesem de artık onlardan ne farkım kalmıştı? Nefes alamıyordum, içimde biriktirdiğim ne varsa boğazıma doluyor, nefesimi kesiyordu. Gözlerimdeki yaşlar görmemi engellerken aldığım biraz nefeste de onun adı vardı.
"Baybars"
...
Sonraki günleri hatırlamıyordum. Doktorların verdiği ilaçlarla ayakta kalıyordum. Yemek yemek istemiyordum. Eskiden yarım yamalak uyuduğum uykularımı bile arar olmuştum. Gecenin bir vaktine kadar verilen sakinleştiricilerle uyuyup yine bir kaç saatlik uykuyla iki gün bekliyordum. Uyku gelmiyordu, bende gelsin diye uğraşmıyordum.
Uyuduğumda rüyalarıma giren adamla tüm dengem alt üst oluyor, etrafta ne var yok kırıyordum. İğnelerin bedenimde bıraktığı izler artık canımı acıtıyordu.
Abim ve Lale yanımdan hiç ayrılmasa da kimseyi görmek istemiyordum. Hülya yanıma gelip gidiyor, o da gelişini merakla beklediğimi görse bile Baybars hakkında bir şey bilmediğini söyleyip başka şeylerden konuşmaya çalışıyordu. Ama ben ondan başka ne konuşulur bilmiyordum. Şu an konunun o olması gerekmez miydi? Neden kimse tek kelime etmiyordu?
"Herkes sizi konuşuyor, ama bu bir sorun değil. Biz avukat arkadaşlarımla her şeyi hallettik. Senin ihbarını ifşa edeni de bulduk merak etme. Her şey iyi olacak." Yatağın üzerinde bacaklarımı kendime çekmiş Hülya'yı dinliyordum. Ya da öyle sanıyordum. Buraya geleli iki saat olmuştu ama tek dikkatimi çeken sözleri bunlar olmuştu.
İhbar eden kişi tüm gizliliği mahvetmişti. O gecenin ardından tüm Turanlar ihbarı benim yaptığımı öğrenmiş, Süheyl Hanım hiçbir tepki vermezken Orhan Bey deliye dönmüştü. Baybars'ın böyle bir şey yapmadığını söyleyip durmuştu. En sonunda beni evden sürükleyerek çıkardığında Ceren ve İpek yanıma gelmişti.
Böyle olmasını istemediğimi söylemiştim ama ne kadar inandıkları şahibeliydi. Beni eve bırakması için Ayhan gelirken arabada sessizdim. Ağlamalarım sessiz iç çekişlere dönüşmüş, yol boyunca sadece göz yaşı dökmüştüm.
Ağlıyordum çünkü Süheyl Hanım'ın gözlerinde gördüğüm hayal kırıklığı yüklerimin en büyüğü olup çıkmıştı. İpek ve Ceren bir kenara geçmiş ağlarken Ayhan, Doğan, Ömer ve Demir de diğerlerini sakinleştirmeye çalışıyor, Pusat Bey öylece duruyordu. Ayhan ne kadar sakin kalmışsa kardeşi Doğan da sürekli neden diye sormuştu. Süheyl Hanım yığıldığı koltukta bana bakarken gözlerimi ondan kaçırdım.
Aklıma gelenler tekrardan başımı ağrıtıp gözlerimi doldursa da ısrarla benimle konuşan Hülya'ya döndüm. O da onu dinleyemediğimi fark ederek derin bir nefes verdi. Dizleri üzerindeki ellerini kaldırıp ellerimin üzerine koydu. İrkilip ona döndüm. Kolum serumdan dolayı geçmeyen bir morluk kazanmıştı. Ama artık ne acı ne de diğer şeyler şeyler umurumda değildi. Ondan haber almak istiyordum. İtiraf edemesem de ne halde olduğunu bilip öğrenmek susturamadığım bir isteğe dönüşmüştü.
"Canım, benim güzel kardeşim. Neden böyle yapıyorsun? O olması gerektiği yerde. Dava hâlâ sonuçlanmadı ama az çok belli. Bunun için az mı göz yaşı döktün de bir de bu yüzden döküyorsun? he?" Dışarıya bakıyordum. Açık olan pencereden içeri süzülen rüzgar yüzümü serinletirken onu dinleyemiyordum.
"Karun abinin, Lale ablanın ne kadar üzüldüğünü göremiyor musun? Onlar duyduklarında, koşup geldiklerinde ne kadar şaşkınlardı görmedin mi? Kafanı kaldırıp baksaydın fark ederdin, görürdün ne kadar üzgün ve şaşkın olduklarını." Parmağımda mesken tutmuş alyansla oynadım. Ama sonra bir şey fark ettim.
Gözlerimi kısıp etrafa bakındım. Bir takvim, telefon bir şey yok muydu? Hülya ne aradığımı anlamamış bana endişeyle bakıyordu.
"Ne arıyorsun Piraye?"
"Hülya bugün günlerden ne?" Cebindeki telefonu çıkarıp bana gösterdi.
"Temmuz on altı. Neden sordun?" Ben ne zamandır buradaydım? Bir parça endişeyle Hülya'nın ellerine tutundum.
"Hülya, ben ne zamandır buradayım? Nişanın olduğu gün ayın kaçıydı?" Hülya bana korkuyla bakarken endişelenmemek elde değildi. Ne kadar olmuştu?
Yutkunup ellerimi daha sıkı tuttu. "Piraye, nişanın olduğu gün Haziran 29'du. Böyle yapma ne olur korkutuyorsun beni." Yalvarır gibi çıkan sesini umursamadım. On yedi gün olmuştu, on yedi koca gün!
"Ben on yedi gün ne yaptım? Hülya, ben hiçbir şey hatırlamıyorum." Elimi saçlarımın arasına götürüp çekiştirmeye başladım. Nasıl olurda hatırlamazdım? On yedi gün boyunca ne yapmıştım aklım almıyordu.
Hülya ellerimi çekmem için zorlayıp bir şeyler söylese de aklımı oradan çekemiyordum. Mahkeme gününden sonra Süheyl Hanım beni eve götürmek istemişti. Tüm Turanlar oradaydı. Karşımda oturan Pusat Bey kulağındaki telefonu kapatıp bana baktı. Eve girince de bombayı ortaya bırakmıştı. Yaşananları hatırlıyordum ama o kadar. Sonra Ayhan'ın beni eve götürdüğünü biliyordum o kadar. Sonra ne olmuştu?
"Piraye lütfen çek ellerini saçından, canın yanacak!" Allah'ım aklımı kaçıracaktım!
"Karun abi! Doktor yok mu? yardım edin!" Hülya'nın bağırması kulağıma o kadar cılız geliyordu ki ellerimi kulaklarıma koyup durdum.
Ne oluyordu? Neyi yanlış yapmıştım?
"Piraye?" Odaya abim girince Lale yengem de peşinden koşarak içeri girdi. Ağlamaktan kızaran gözlerinde yine yaşlar birikirken konuşmaya çalışıyordu.
"Piraye ne oldu canım? He?" Lale'nin yanakları yaşlarla dolarken ellerimi saçlarımdan çekmeye çalışıyordu. Hülya bir yerden yengem bir yerden uğraşırken parmaklarımın uçları karıncalanıyordu.
"Açılın!" İçeri doktorun girdiğini göz ucuyla görmüştüm. İçimde bir şeylerin patlayıp un ufak oluşu bilincimi darmaduman ediyordu. Doktorun yanındaki hemşire ellerimi ovalayıp saçımdan çekmeye çalışıyordu. Deli gibi bağırıp oraya buraya saldırıyordum. Beni anlamamaları öfkelenmeme neden oluyordu. Ama bunları yapmak istemiyordum, kendimi kontrol edemiyordum.
"Ayşe Hemşire" Hemşire Doktora dönüp başını salladı. Tepsiden aldığı iğneyi seruma taktı.
"Bu sizi rahatlatacak. Sakinleşin Piraye Hanım." Ağlamaktan yanan gözlerimle doktora döndüm.
"Böyle olsun istemiyorum, üzgünüm." Yanıma yaklaşıp içtenlikle gülümsedi.
"Biliyoruz, buradaki herkes bunları bile isteye yapmadığınızı biliyor. Arada sinir krizleri, öfke patlamaları yaşıyorsunuz, bu çok normal. Biz sizin için buradayız." Abim yanıma gelip de elimi tutana kadar ne kadar üzgün oluğunu, ne kadar mahvolmuş olduklarını ancak görebildim.
"Geçecek Piraye'm, biz buradayız, hepsi geçecek." Ağlamamak için sıktığı dişlerini, alnının ortasında atan damarı görüyor ve kendimi suçlamaktan geri duramıyordum. Onları hiç hak etmedikleri bir şeyin tam ortasında bırakmıştım.
"Abi, özür dilerim, çok özür dilerim." İlaçla beraber gevşeyen bedenim kendini yatağa bıraktı. Ve ben yine günlerden hangisi olduğunu bilmediğim bir sabaha uyandım.
...
En alttaki ranzasına oturmuş, başını iki elinin arasına almış düşünüyordu. Nerede bir hata yaptığını, Piraye'nin onu ne zamana kadar kandırdığını düşünüyordu. Bir yerde bir şeyler patlaklık vermiş olmalıydı, o kadın mı ulaşmıştı ona? Yoksa Piraye kendisi mi bulmuştu?
O eve girdiğinde bir şeylerin yanlış olduğunu içten içe hissetmiş ama görmezlikten gelmişti. O kadını tanıyordu, Nazife Hanım ondan eşini işten çıkarmamasını istemişti. Ama durum ortadaydı, şirkete hademe olarak gelip çalışanların eşya ve paralarını çalıyordu. Sadece üç kere geldiği şirkette bir şey almadan çıkmıyordu. Kısa sürede bir şeyler ortaya çıkınca doğal olarak onu kovmuştu.
Nazife Hanım'ı da o zaman görmüş kadının yalvarmalarının boşuna olduğunu söyleyip onu göndermişti.
Hasan'ı bulduğu zaman ormanda neden diye sormuştu, neden? Ailesiyle beraber çıktıkları tatilde evi kundaklayan oydu. Ama tek başına yapma ihtimali yoktu, birilerinden emir aldığı, kaçak verdiği cevaplardan ve neyin ne olduğunu bilmeyişinden fazlasıyla belliydi.
Kim olduğunu sordu. Kimden emir aldığını. Orta yaşlardaki adam ağlayarak cevap vereceği sırada-
Gelen saz sesiyle başını düşüncelerinden kaldırdı. Genç bir adam elindeki sazı çalmaya başladığında ranzalarında oturanlar aşağı inip masanın etrafına birer birer toplandılar. Baybars oturmaya devam etti. İçindeki ağrı yerini neye bırakacağını şaşırmıştı.
Telli turnam selâm götür
Sevdiğimin diyarına
Üzülmesin ağlamasın
Belki gelirim yarına cananıma
Hasret kimseye kalmasın
Sevdalılar ayrılmasın
Ben yandım eller yanmasın
Sevdanın âşkın nâr'ına cananıma
Gönüle hasret yazıldı
Sevgiye mezar kazıldı
İki damla yaş süzüldü
Gözlerimin kenarına
Yumruk yaptığı ellerindeki kemikler kendini hemen belli etti. Canı o kadar yanıyordu ki... Bunu nasıl gizleyecekti bilmiyordu. O olması gerekeni yapmıştı, kendini böyle avutuyordu.
Piraye olması gerekeni yapmıştı!
Ellerini dizlerine vurup ranzasından kalktı. Herkes türküyü dinlerken Baybars'ın hareketiyle gözler ona döndü, kimseden çıt çıkmadı. İlaç aldığını gören herkes onun deli olduğunu düşünüyordu, hatta öyle ki söylentiler koğuş içinde yayılmıştı bile. İçlerinde en yaşlısı Rasim amca koğuştaki adamları sustursa da fısır fısır konuşmalarına engel olamıyordu.
Neredeyse iki haftadır burada olan adamı arada bir gözetliyor, kontroller dahilinde aldığı ilaçların ne olduğunu soruyordu. Ama her seferinde Baybars tarafından işine bakması gerektiği söylenip geri yollanıyordu. Geldiğinden beri kimseyle iki çift laf etmemişti zaten. Sadece ısrarla yanına gelen bu yaşlı adamla, onun zorlamasıyla iki kelam edip yanından kalkıyordu.
Tek düşünebildiği Piraye'ydi. Gece Piraye, gündüz Piraye...
"Baybars," Eliyle gel işareti yapan Rasim amca çatık kaşlarının ardından varla yok arasında tebessüm etti. O da diğerleri gibi onun sinirlendiğini fark edip sakinleştirmeye çalışıyordu. Saz çalan adam sazı kılıfına koyarken kalabalık da masa başından kalmıştı bile. Baybars'ın en son sinirlendiğinde neler yaptığını görmüşler ve akıllarındaki deli damgasını alnına yapıştırmışlardı. Baybars onların ne düşündüğünü biliyordu. Ama kendini açıklayacak ne takati ne de onun için önemi vardı.
"Hadi oğlum, gel." Rasim amca yanındaki yere vurup onun gelmesini bekledi. Ufak hareketlerle yanına gidip pat diye oturdu.
"Ne oldu oğlum? Bir şey canını mı sıktı?" Hiç bir harekette bulunmadı. Eliyle yüzünü sıvazlayıp hararetli bir nefes koyverdi. Neyi düşüneceğini, hangi sorunu çözeceğini şaşırmıştı. Aynaya bakamıyor, yüzünün halini görmek istemiyordu.
Rasim amca babacan bir tavırla omzunu tutup sıktı.
"Geldiğinden beri kafan yerden kalkmadı. Gece gündüz düşünüyorsun, tek kelime ettiğin yok. Ne oldu sana be evlat, kim harabeye çevirdi seni? Kim aldı da yüreğini, aklında bile düşünemez oldun?" Omuzları iyice çöktü. Yıkılmıştı. Ayakta kalacak gücü yoktu. Ne uyuyabiliyordu ne de yemek yiyebiliyordu. Tek yaptığı şey düşünmekti.
"Sen de iyice taktın bana, gözümden kaçıyor zannetme." Gülerek söyledikleri yaşlı adamı da güldürmüştü. Gülümsemesi yorgun bir hal alınca Rasim amca nefeslenip sözü devraldı.
"Oğlum sen niye buradasın bakayım?" Kafasını çevirip yaşlanmış yüzüne baktı.
"Kader mahkumu diyelim."
"Bir de dalgaya vuruyor, eşek herif." Baybars gülümseyip kafasını kaldırdı. Üzerindeki gömlek kırışmıştı. Sakalları hiç olmadığı kadar uzamış, yüzünde tok duruyordu. Her zaman hafif kirli bıraktığı sakallarını kendi haline bırakmıştı.
Gömleğini düzeltip yaşlı adama dikti bakışlarını.
"Hakettiğimizi bulduk. Sevsen de bir şey değişmiyormuş demek ki, biz de düşe kalka öğrendik. Ben onu sevdiğimde o da beni sever sandım ama hiçbir zaman öyle bir ümit içinde de olmadım. Hep hatırlattım kendime, o seni sevebilir mi lan dedim. Allah biliyor ya bazen bana öyle bir bakıyordu ki ümitlenmeden edemedim. Yanlış olduğunu bile bile. İçten içe bir kez bana bakıp gülsün istedim. Başkasına bakarken gülen gözlerinde ben hep nefretinin hedefi oldum. Nasip dedim, şu an seni sevemez dedim. Ama bunu yapacağı da aklımın ucundan geçmemişti. Beni gözlerimin içine baka baka uçuruma iteceğine inanmamıştım. Düşünce de kendime gelemedim." Parmaklarını birbirine geçirmiş dilinden geçenleri olduğu gibi söylemişti. Fakat rahatlamak yerine yüreğine çöreklenen ağrıyla gözlerini başka yöne çevirdi.
Rasim amca kafasını salladı. Deli falan değildi bu oğlan.
Aşıktı.
"Sonra ne oldu? Sevdi mi seni bari?" Kafasını salladı. Hayatındaki en acı kabullenişti bu.
"Sevmedi ihtiyar, sevmeyecek." Koğuş kapısının açılmasıyla herkes kapıya baktı. Gardiyan onun adını söylediğinde revire gitmesini söylediler. Rasim amca ona bakıp gitmesi için sırtına vurdu.
Ayağa kalktı. Arkasını döndü.
"Olmaz dediklerin olur, emin olduklarından vazgeçersin. Hayat bu evlat." Baybars duysa da geriye dönmedi. Gardiyanlar koğuşun kapısını açarken şimdiden ezberlediği yollarda yürüdü.
...
Hastanedeki son günümdü. Aradan iki ay geçmişti. Tek bir haber, ses soluk yoktu. Sadece sessizlik...
Üzerimdeki hırkanın kollarını çekiştirip yatakta topladığım bacaklarımı aşağı sarkıttım.
"E hadi bakalım gözümüz aydın. Evimize gidiyoruz!" Günler sonra abim'in yüzünde güller açıyordu. Onu öyle görünce gülüşünü söndürmek istemedim. Bende gülümseyip komodinin yanındaki çantamı aldım. Abim odanın kapısını sonuna kadar açıp yanıma geldi ve yerdeki büyük çantayı eline aldı.
"Hadi bir tanem. Tutun abine." Uzattığı kolunu tutup hastaneden çıkış yaptık. İlk başta yüzüme vuran güneş yanımı yaksa da sonrasında sıcacık olan tenim biraz olsun rahatlamıştı. Arka koltuğa binip abimin kapımı kapatmasını izledim. Gözlerinde gördüğüm şey canımı yakmıyordu ve ya düşüncelerime yön vermiyordu. Zamanı geldiğinde bana anlatacağına emindim.
"Bak eve gidelim sana istediğin tüm yemekleri yapacağım. Tatlı da dahil, bu sefer baklava istemene söz etmeyeceğim hatta böyle incecik açacağım." Lale ön tarafta benimle konuşuyordu ama söylediklerini bir müddet sonra duyabilmiştim. Dışarıda koşuşturan insanları izlemek dikkatimi hemen dağıtmıştı.
"Bende bu sefer işim var demeyeceğim, nereye gitmek istersen söyle gülüm."
"Eve gitmek istiyorum abim."
"Tamam gülüm. Gidelim evimize."
Yol boyunca abimle yengem konuştuysa da ben konuşmadım. Düşündüğüm bu kadar çok şey varken konuşmak akıllıca olmazdı. Her an ne söylerdim bilemiyorum. Eve geldiğimizde abim arabadan inip bagajdan eşyalarımı aldı. Lale yanıma gelip kapıyı açınca irkildim ama hemen dışarı çıkıp derin bir nefes aldım. O bile aynı değildi sanki. O bile eksik gibiydi.
"Hadi hadi öyle durma da içeri geç." Lale gülerek beni merdivenlerden, oradan da kapıdan içeri ittirdi. Dengemi sağlayıp ona ayak uydurduğumda ise yanımda bitip kocaman beklenti dolu gözlerle bana baktı.
"Odana gir, bak bakalım ne varmış." O böyle otuz iki diş sırıtınca ister istemez merak etmiştim. Kapıyı açıp yavaşça yatağımın üzerinde uyuyan köpeğe baktım. Minicik bembeyaz tüyleri olan bir şeydi. Abim de gelince beraber göstereceklerini söyleyip yengeme sitem etmişti ama sonrasında bir tepki vermem için bana baktı.
"Bu nereden çıktı?" Elimle yatağın üzerindekini gösterdim.
"Hep çok istiyordun ya, doktor da tavsiye edince ertelemek istemedik." İçimdeki duyguyu bastırıp kafamı iki yana salladım.
"Ben şuan ona bakamam, çok iyi düşünmüşsünüz ama ben şimdilik onun sorumluluğunu alamam. Götürün abi." Odamın kapısını sessizce kapatıp onun orada uyumasına izin verdim. İkisi bana bakarken onlara bakmıyordum. Aralarından geçip kapının önünden rasgele terlik giyinip bahçeye çıktım. Ellerimi sakince ağrıyan başıma koyup soluklandım.
Canımın bu kadar yandığını kabul etmek benim için hiç kolay değildi ama yanıyordu işte. Ne yapacaktım sanki? Elimden gelen her şeyi yapmıştım zaten. Hatta onu hapse attırmak bile...
Çözüm değildi. İnkar etsem de onu merak ediyordum. Ne halde? Ne yapıyor? Orada iyi mi? Soğuk mu? Sorular beynimde ur misaliydi. Abimler de onu benim ihbar ettiğimi biliyordu, sadece aramızdaki şeyden haberleri yoktu. Bunu da asla öğrenmeyeceklerdi.
Böyle bir şeyi ne abime ne de yengeme yapabilirdim.
Bir adım atıp bahçenin ortasına geldim. Etraf aynı değildi. O günki gibi değildi yani. Renkleri solmuştu. Her yerin. Sanki renkler bile terk etmişti gözlerimi.
Kendisi nasıl gittiyse, nasıl gitmesine göz yumduysam, tıpkı etin bedenden çekilmesi gibi onunla beraber hayatımda olan biten ne varsa onunla beraber dört duvar arsına tıkılmış, beni bırakmışlardı.
Ellerim iki yanıma düşünce kirpiklerimin ucundaki yaşlar pes etmiş, bu yıkılışa teslim olmuşlardı.
...
Okey taşları, küfür eden erkek sesleri ve daha nicesi.
Aklımı kaçırmama ramak kalmıştı ama aklımı onunla meşgul edersem daha kötü olacağımı da biliyordum. Şu an her şey onu düşünmekten çok daha iyi geliyordu. Yattığım yatak diken olup batıyor, yediğim yemek zehir zembelek oluyordu. Bazı günler olur olmadık zamanlarda insanlara bilerek sataşıyordum. Biri çıksa, ağzımı yüzümü dağıtsa da kendime gelsem diye bekliyordum ama yok. Kimse bırak karşılık vermeyi tek kelime etmiyordu. Bugün tam bir ay olmuştu.
Bir aydır ses seda yoktu. Gelenler de onun hakkında konuşmuyor, konuşmama da izin vermiyordu.
Geçen gün gelen halama sormaya çalıştıysam da lafları ağzıma tıkamıştı. Onun hakkında bir şey sormama tahammül edemiyor gibiydi ama sormak zorundaydım, ne halde öğrenmek zorundaydım.
Kafamı eğip gözlerini yakalamaya çalıştım. Elinde mendil gözlerini bilerek benden kaçırıyordu.
"Hala yapma şöyle."
"Asıl sen yapma Baybars, sorma oğlum, sorma." Delirecektim. Elimle çıkan sakallarımı sıvazlayıp sakinleşmeye çalıştım.
"Bir haltlar dönüyor ve bana söylemiyorsunuz." Ayhan hemen halamın yanında otururken elleri masanın üzerindeydi. O bile yerinde duramıyor, rahatsız olduğunu, bir şey söylemek isteyip kararsız kaldığını görüyordum.
"Ayhan sen bari söyle. Kıpırdanıp durma çıkar ağzındaki baklayı." Ellerini masadan çekip yerinde geriye gitti. Ceketinin önünü düzeltti. Halama bakıp durdu ama cesaretinbi toplayıp öne atıldı.
"Baybars-"
"Lafı dolandırma Ayhan. Adam gibi söyle. Tamam mı?" Kafasını salladı. Halam itiraz ederken elimi kaldırıp durmasını istedim.
"Baybars, Piraye o. O hiç iyi değil kardeşim." Tam göğsümün ortasında bir yer acıdı. Nefesimi kesti.
"O akşamdan sonra ihbar edenin o olduğunu bilmeden onu evimize götürdük. Biraz destek oluruz dedik. Sonra dedeme bir telefon geldi, deliye döndü resmen. Piraye'ye bağırmaya başladı. İlk başta ne olduğunu anlamadık, dedem anlatınca da Piraye'ye sordum. Hiç itiraz etmeden kabul etti. Ben yaptım dedi. Sonra da." Kafasını eğip sustu. Halam sanki o anı bir daha yaşıyormuş gibiydi. Yüzü acıyla kasıldı.
"Devam et Ayhan."
"Dedem onu kovdu Baybars. Kolundan tuttuğu gibi dışarı çıkardı Piraye'yi. Kızlar yanına gitse de evin önünden ayrılmadı. Ben en sonunda onu evine bıraktım ama o gece Piraye'yi hastaneye kaldırmışlar." Kulağım çınlarken arkamdaki sandalyeyi devirip ayağa kalktım.
"Ne diyorsun lan sen! Ne demek hastaneye kaldırmışlar? Siz ne boka yarıyorsunuz!" Kolumdan tutup beni oturtmaya çalıştı ama nafile. Daha nasıl sakinleşirdim?
"Baybars sakin ol!"
"Onu hastaneye kaldırırlarken o kadar adam ne halt ediyordunuz Ayhan! Size hiçbir şey emanet edilmez. Ben sana onu koru dedim! Yavuz değilse Turgut, Turgut değilse sen! Ben hepinize demedim mi onu yalnız bırakmayın diye?" Yerimde duramıyordum. Aklımdan geçen binlerce ihtimal bir diğerinden daha kötüydü. Ve ben hangisinin doğru olduğunu bilmiyordum.
Gardiyanlar gelip iki kolumdan da tuttular.
"Lan bırak! Anlat Ayhan, O nasıl?" Ayhan'ın ağzından çıkacak tek bir söze muhtaçtım.
"Görüş bitti!" Beni çekiştirip götürmeye çalıştıklarında izin vermedim. Öğrenmeye ihtiyacım vardı. "Söyle Ayhan! İyi mi?" Bir kaç asker daha gelirken onlara da karşı koyuyordum. Öğrenmeden adım atmazdım. Bu hafta dışarı çıkmayacağımı bilsem de adım atmazdım.
Ayhan yutkunup kafasını salladı. Halam bir köşede ağlarken Ayhan bana bakıyordu. "İyi olacak kardeşim. Yanında olacağız, söz."
Bileklerimi arkadan kelepçe taktıklarında bile daha iyiydim. Öğrendiğim şey bana yeterdi. Yüzünü görmesem de olurdu.
...
Bugün tam bir buçuk ay oldu. Abim gitmeme izin vermiyor. Onun hakkında tek bir laf edemiyorum. Yengem halimi görüyor ama abimin fikrini değiştiremeyeceğini bildiğinden sızlanmaktan başka bir şey yapamıyordu. Hülya akşama doğru yengemi arayıp da çardakta oturmayı teklif etse de buna hiç dermanım yoktu.
"Kız kalk! Allah Allah. Ölü gibi bütün gün pencere kenarında pinekliyorsun. Biraz hareket et." Ağrıyan gözlerimi ovuşturup esnedim. Tüm kemiklerim sızlıyordu.
"Sen git yenge. Selam söyle kızlara da."
"Selamını kendin söylersin." Kolumdan tuttuğu gibi kapıya sürüklerken onu durdurmaya çalışmadım. Sözümü dinlemeyecekti.
"Giy şu terlikleri." Ayakkabılıktan benim için de bir çift terlik alıp giymemi bekledi. Terlikleri hızlıca ayağıma geçirip üzerimdeki hırkaya daha fazla sarıldım. Havalar soğumaya başlamıştı.
"Kız yürüsene. Ne dikiliyorsun öyle?" Hırkanın uzun kollarını ellerimin üzerine kadar çekip yengemin peşinden ilerledim. Merdivenleri çıkıp hemen yan evin bahçesine girdik. Tahta kapıyı açıp bahçeden ilerlerken kızlar bahçenin ortasındaki çardakta evden taşıdıkları malzemeleri yerleştiriyordu. Havalar soğumaya başladığında hep getirdiğimiz ısıtıcı yine tam ortada duruyordu.
Hülya geldiğimizi görünce elindeki çerez tabağını hemen masanın üzerine bırakıp koşarak yanımıza geldi. Hızını son dakika ayarlamış olacak ki sarılmaktan çok düşmemek için tutunuyor gibiydi.
"Kız yavaş!" Gülerek kendini geri çekti ama sonrasında yine sıkıca sarıldı.
"Yüzünün güldüğünü gördüm ya." Dışarı çıkmadığım bu günlerde onu bende çok özlemiştim. Sadece bir iki lokma yiyor ve ilaç alıp yatıyordum. Yengem zorlamasa belki de böyle devam ederdi.
Hülya benim kardeşimdi. Anne ve babaları öldüğünde hem o hem de Pınar abla on yıl teyzelerinde yaşamak zorunda kaldılar. Ama her bayram, her özel günde buraya gelirlerdi. Pınar abla yirmi yaşına geldiğinde hem tıp okuyor hem de çalışıyordu. Pınar abla ne kadar istemese de abim Pınar ablalara destek oluyordu. Biz kardeşiz Pınar diyordu. Onca yıl sonra tekrardan buraya taşındıklarında maddi manevi birbirimize destek olduk. Tüm mahalleli onları kızları bildi. Her gece birinde toplanır olduk, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmedi. Hâlâ da öyledir. Abim benim için neyse Hülya da o dur. Lale her ne kadar benimle yaşıt olsa da o ve Pınar abla benim arkamdaki dağdır. Ablalarımdır.
Onlar benim sahip olamadığım ailem. Hülyadan bu yüzden hiçbir şey gizleyemem. Bu yüzdendir onları incitmek istemeyişim. Arkalarından iş çevirdiğimi öğrendikleri zaman bana sırt çevirirler, onlara en ufak zarar gelir diye ödüm kopuyor. Yapmak istemiyordum. Ama korktuğun şey senin imtihanın olur demişler. Ve ben o imtihanın tam ortasındaydım.
Pınar ablanın elleri dolu evden çıkışından sonra hepimiz yan yana çardağa oturmuş battaniyelere sarılmıştık.
"Havada gittikçe soğuk oluyor, önümüzdeki ay daha soğuk olacakmış. Kalın giyinin." Pınar abla çayları doldurup tek tek bardakları bize uzattı.
Aklımdaki sorular beni ortamdan uzaklaştırırken düşünmeden edemedim. Cevap alamayacağımı bile bile, kendime sormaktan kaçamadım.
O da üşür müydü? Üşüdüğünü fark etmezdi genelde. Hep hasta olur ama dirençli olmaya çalışırdı. O halde eve gittiğinde ne yaptığını merak ederdim. Çay yapmayı bilmezdi. Çorba yapmayı da. Aklına gelirse ilaç alır yatardı. Canı sıkılınca kalkar öyle bir sigara içerdi. Bunları kendim gözlemlemiştim. Bir gece ansızın Süheyl Hanım arayınca onun çok hasta gözüktüğünü söyledi. Kontrol etmemi rica ettiğinde yapmazsam çok absürt gözükeceği için kabul etmiştim. O zaman Süheyl Hanım yurtdışına çıkmıştı.
Yengemi kaldırıp Hülya'nın rahatsızlandığını orada kalmam gerektiğini söyledim. Yengem ikna olmamıştı tabii, ama yine de kabul etti. Beni her zaman idare etmişti.
Taksi bulup yanına gittiğimde yine kapıyı çok geç açmıştı. O soğuk havada üzerinde sadece siyah kısa kollu tişörtü ve eşofmanı vardı. Yanakları hafif kızarmış, göz altları çökmüştü.
"Hayırdır gece rüyanda mı gördün? Ayrıca bu saatte kim getirdi seni?" Bir kaç adım atıp kafasını dışarı çıkardı.
"Taksiyle geldim tabi ki. Süheyl Halan aradı. Seni merak etmiş kadın ve haklı. Şu haline bak." Elimle yüzünü gösterdim. Hemen yerinde dikleşip cebine soktuğu elini çıkardı.
"Ne varmış halimde?" Daha fazla konuşmak istemediğim için onu kenara itip içeri girdim. Ev yine buz gibiydi. Arkamdan salona gelince bende ondan uzak bir koltuğa oturup çantamı çıkardım.
"Ev yine morg gibi. Büyük olduğu için ısınmıyor tabii." Abim büyük evin derdi de ısınması da çok olur derdi. Haklıymış, şu evin sıcak olduğu bir gün görmemiştim. Yaz günü bile soğuk olurdu.
Hemen karşımdaki tekli koltuğa oturup elini alnına dayadı. "Söylenmeye geldiysen hiç sırası değil Piraye. Seansını sabah yaparsın olur mu?"
"Süheyl Hanım aradı diyorum. Anlayabiliyor musun beni? Kadın seni merak etmiş, bir haber versen ölür müydün?"
"Halamı bahane etme. Sen istemesen buraya adım bile atmazsın." Öksürüp ayağa kalktı. Baygın bakan gözleri gözlerimi bulduğunda dikkatlice ona baktım. Ayakta nasıl durduğunu anlamıyordum. Çok kötü gözüküyordu.
"Evine git Piraye." Cevap versem bile beni duyar mıydı emin değildim. Yukarı çıkıp kapısını kapattı.
O zamanlar daha sivri dilliydim. En az onun kadar acımazsız. Ve daha aciz...
Gecenin ilerleyen saatlerinde evime gitmek yerine bir koltuğa çökmüş Süheyl Hanımla konuşuyordum. Baybars'ın daha iyi olduğunu söylüyordum ama gerçekte ne halde olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Süheyl Hanım çay yaparsam kesinlikle içeceğini söylemişti. Yapacağımı söyleyip ayağa kalktım ama, yapmadım.
Çantamı alıp salondan girişe çıktım. Tam kapıyı açacağım zaman üst taraftan ses geldi. Odadan çıktığını anlamıştım ve bu yüzden ses çıkarmadan kapının ağzında bekledim. Biraz sonra merdivenlerin başında göründü. Bir eliyle yüzünü ovalarken halsizce aşağı indi. Diğer elindeki sigara ve zippoyla mutfaktaki cam kapıyı ittirip bahçeye çıktı. Bu halde bile sigara içmesine o zaman çok şaşırmıştım. Her ne kadar uzun zamandan beri tek yaşıyor olsa da ne yapılır bilmiyordu o. Bir ev nasıl olur bilmiyordu. Ev ne demek bilmiyordu.
Ben o zaman da geri dönmedim.
Kapıyı açıp gittim.
O yine iyileşti. Tek başına. Nasıl olduğunu bilmeden. Öylesine, iyi taklidi yaptı belki de.
Bir çayı bile fazla görerek onu yine ardımda bıraktım ben. Onu gölgemde kül etmiştim.
...
Elimdeki çay tüm parmaklarımı yakarken gözlerimden ardı ardına düşen yaşları izledim. Elim yanıyordu, çok yanıyordu. Bırakamıyordum.
"Piraye?" Bana seslenen yengeme döndüm. Gülen yüzü anında solarken diğerleri de bana döndü. Elimdeki çayı daha sıkı tuttum. Acımı diri tutmaya ihtiyacım vardı.
"Pınar bir şey yap." Pınar abla battaniyeyi ittirip bir iki adımda yanıma geldi ve elimdeki çayı tuttu. "Piraye, kuzum hadi bırak bardağı. Soğumuştur o. Ben sana yenisini doldururum." Hülya da elimi tutunca kafamı kaldırıp ondan yardım diledim. Can simidi gibi tuttum ellerini.
"Hülya ben, ben yapamıyorum. Olmuyor. Unutamıyorum. Nasıl yapılır bilmiyorum ben. Söylemez o. Şimdiye çoktan hasta olmuştur. Havalarda soğudu. Onunla geçen zamanda hakkında hiçbir şey bilmiyorum sanırdım, biliyormuşum. Ben onun hakkında bir şeyler biliyorum Hülya. Ne olur, yardım et bana. İkna et beni! Yanlış yapıyorsun desene yine! O adam iyi biri değil, birini öldürdü o desene Hülya! Yalvarırım," Hepsi başıma toplanıp beni durdurmaya çalışıyorlardı ama bende kayışlar kopmuştu, hissediyordum. Elimdeki keskin acı canımın feryadını susturacak kadar yüksek değildi.
Bağırıp ağlıyor ama içimdeki yüklerin her bağırmamda azaldığını, hafiflediğini görünce kendimi tutmak istemiyordum.
"Karun abiyi ara Lale!" Yengem ağlayarak abimi aradı. Hülya başımı öpüp sakinleştirmeye çabalasa da yaptığı şey boşa kürek çekmekti. Ben biliyordum ki sakinleşemezdim. Onu da unutmuştum.
Sonraki saatler etrafımda olan bitenler kesilen bir film şeridi gibiydi. Bağırdığımı hatta bu yüzden boğazımın acıdığını, sesimin kısıldığını hayal meyal hatırlıyordum. Dıştan bir acım yoktu. Ama içimin kan ağladığı gerçeğini kimse değiştiremezdi. Ben bile.
...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |