16. Bölüm

-VİRANE-

Özge
malihulya_

 

"Geleceğim."

...

Kararlıydım. Gidecektim,

Görecektim onu. Aklımı karıştıran sorulara cevap bulacaktım.

Kapının önündeki adamların bir şey demesine izin vermeden kapıyı öylece bırakarak koşarak içeri, odama girdim. Amacım sadece telefonumla cüzdanımı almaktı ama kapağı açık olan dolabım aklıma bir şey getirdi. Aldığım nefes boğazımda kalırken asılı kıyafetlerin altındaki ahşap kutu gözüme ilişti. Orada almam ve sahibine vermem gereken bir şey, bir emanet vardı. Benim yanımda olmaması gereken çok önemli şeyler.

Elimdekileri masanın üzerine bırakıp kutuyu almak için dizlerimin üzerine çöktüm. Kutuya uzanan ellerim beklentiyle yanıyordu. Uzandığım şey, ona geri vereceğim şey aramızdaki son şeydi. Oraya bıraktıktan sonra ortada hiçbir şey kalmayacaktı. Hatta o çok yakındığım küller bile.

İçindeki işlenmiş mendilleri alıp dikkatlice eteğimin cebine sıkıştırdım. Ayağa kalkıp masanın üzerindeki eşyalarımı aldım ve sanki beni beklemiyorlarmış gibi yine koşar adım dışarı çıktım. Yandaki dolaptan spor ayakkabılarımı aldığım gibi hızlıca ayağıma geçirip dağılan saçlarımı yüzümden çektim.

"Hadi gidelim, beklemeyelim." Hepsinden önce merdivenleri çıkıp arabanın yanına geldim. Yavuz merdivenleri çıkarken arkadan, "Bu kadar istediğini söyleseydi götürürdük." Dediğini duydum. Götüremeyeceklerini biliyordum bu yüzden bunun üzerinde çok durmadan, "Ayhan kapıları açar mısın?" Dedim.

Ayhan beni duyar duymaz ceketinin cebindeki anahtarı çıkarıp düğmesine bastı. Kapıların kilitleri açılınca ön koltuğa oturup diğerlerinin gelmesini bekledim. Hepsinin yüzündeki şaşkınlık o kadar barizdi ki hal ve hareketlerimi sorguladım. Tuhaf gözüküyor olmalıydım. Yani dışarıdan bakan biri nişanlısını ihbar eden biri değil de, onun çıkışını dört gözle bekleyen biri gibi görebilirdi. Oysaki bu durumda payım büyüktü. Göz ardı edilemeyecek kadar hem de.

Turgut ve Yavuz arka koltuğa otururken, Ayhan şoför koltuğuna geçmiş ivedilikle arabayı çalıştırmıştı. Kimseden ses çıkmazken pencereden dışarıyı izliyordum.

"Şu an resmen seni kaçırdık Piraye. Karun'a yakalanmayacağız diye sabahtan beri kapının önünde pusuya yattık." Yavuz koltuğun başına asılmış gülerken bu durumda nasıl gülebildiğini anlamıyordum. Elimi çenemden çekerken, Turgut'ta benim gibi düşünmüş olacak ki yandan yandan Yavuz'a baktı.

"Kızı zar zor alabilmişiz, az daha tüm plan arkamızda patlıyordu ve sen hâlâ gülüyorsun. Gamsız mısın oğlum sen?" Yavuz lafların altında kalmazken kendini üste çıkaracak bir şey bulmayı başarıyordu.

"Bizim planımız eğer Piraye gelmek istemese bozulacaktı. O zaman arkanda değil ağzının ortasında bile patlardı." Yavuz tekrardan koltuğun başına asılıp kulağıma doğru kısık olduğunu zannnettiği sesiyle konuştu.

"Daha yeni boşandı ya, sinirli biraz." Ben ikisini de duymazlıktan gelirken Ayhan yanımda gergin gibiydi. Durmadan aynadan yola bakıyor, sıkıntıyla yüzünü ovuyordu. İlk başta umursamasam da hareketleri gittikçe çoğalmış, yanımda kıpırdamadan duramaz olmuştu. Yavuz ve Turgut laf dalaşına girmişken onlar Ayhan'ın hareketlerini fark etmiyor gibiydi. Daha fazla dayanamadan Ayhan'a, "Bir sorun mu var?" Diye sordum.

Konuşmam onu daha çok germiş gibi kaşlarını çatarken anlamam da onu şaşırtmışa benziyordu. Soruma bir cevap vermezken bir dakika kadar sonra hareketlerinin abartılığını görerek sesli bir nefes koyverdi. Elleri sürekli direksiyonu sıkıyordu. Bir şeyler vardı. "Bir şey yok, sadece dikkat ediyorum o kadar, sen bakma bana." Üzerinde durmadan peki deyip önüme dönsem de bu hallere aşinaydım, kesin bir şey vardı.

Akıp giden yol aramızdaki mesafelerin çoğunluğunu gözler önüne sererken heyecandan ellerimi sıkıp duruyordum. Beni görünce ne derdi? Kovar mıydı? Yoksa nefretini kusmaktan artık çekinmez miydi? Bunun için onu suçlayabilir miydim? Hayır. Yanına gitmekte bir yüzsüz gibi görüneceğimi biliyordum ama bu sefer gururumu bir kenara bırakmam gerekiyordu. Bir şeyleri anlamak için bu sefer gururumu bırakmalıydım. Önümdeki engel buydu. Fazla gurur.

Sorular aklımı oyalamama yardımcı olurken ilk defa ne yapacağımı bilemiyor, ilk defa onu göreceğim için heyecanlanıyordum. Üşümeyen, titremeyen tek bir hücrem yoktu. Hapishanenin önüne geldiğimizde Ayhan sağa park edip sıkıntıyla soluklandı. Önümdeki gri, lacivert kocaman binaya bakarken buranın kapalı cezaevi olduğunu gördüm. Ellerimin titremesini saklamak için sürekli yüzüğümle oynuyordum ama o da parmağımı sıktığı için her döndürmemde canımı yakıyordu. Ayhan bu hallerimi fark etti mi bilemem. Yüzünde garip bir ifadeyle bana bakıp eliyle ilerdeki güvenlik girişini gösterdi.

"Kimliğini verip geçeceksin Piraye, biz adını ziyaret listesine yazdırdık. Sonrasında zaten seni yönlendirecekler. Baybars'ın haberi yok, şaşırırsa hazırlıksız yakalanma yani." Duyduklarımla, "Ne demek haberi yok? Ya beni görmek istemezse?" diye sordum. Beni gerçekten de görmek istemeyebilirdi, ona bir şey diyemezdim. Geldiğimle ve beni görmek istemediğini öğrenmekle kalırdım. Bu bile yeterdi aslında, yani beni görmek istemeyecek kadar nefretini diri tutabilmiş derdim. Ama beni bu durumdan haberdar edebilirlerdi.

"Bu kadar stres olma, Baybars'tan bahsediyoruz. Seni görmek isteyecektir." Bu sefer Yavuz'a katılmıyordum. Ben bile buna hazır değilken ondan nasıl hazır olmasını bekleyebilirdim ki?

"O iş öyle olmuyor Yavuz. Bilmiyorum farkında mısın ama ben onu ihbar ettim. Unutmuş olabilirsiniz ama ben bu yola onunla isteyerek çıkmadım. İhbarım doğruydu tabii ki ama rahat değilim işte." Bu basit bir itiraf gibi gözükebilirdi ama şu bir kaç kelimelik şeyi söylemek için bile çok çaba sarf etmem gerekmişti. Bazı gerçeklerin yüzüme tokat gibi çarpması gerekmişti.

Turgut bağladığı kollarını çözüp kendi tarafındaki camı açtı. Kapının yanındaki paketten dal alıp yakarken, "Sen ne düşünürsün bilemem Piraye ama Baybars senin sandığından çok daha fazlası. Doğruları söylemek gerekirse senden böyle bir şey beklemediğimizi söyleyemem. Bir gün bir hamle yapacağını biliyorduk. Ama bu kadar büyük bir şey yapacağın aklımızın ucundan geçmezdi yalan yok. Belki bir hafta sürer, ya da mahkeme delilleri yetersiz sayıp aynı gün salar sandık, seni fazla hafife almışız. Sen ondan nefret ediyor olabilirsin ama ona kendini anlatması için bir kez olsun fırsat verdin mi? O senin aksine senden nefret etmiyor ya da seni öldürmek istemiyor. Bunlar senin çıkarımların. En başından beri kendi gördüklerine inandın, yalan mı?" Söyledikleriyle resmen yüzüm yandı. Bunca yaşanana rağmen benimle konuşmaları bile beklenmedikti. Yüzümü eğmekten başka ne yapardım bilemiyorum. Evet doğruydu, bunu inkar etmiyordum. Ama bu bir katil için, bir suçlu için doğru olan şeylerdi. Baybars gerçekten bir katil miydi ki?

Ben hata etmiştim.

Ben yanılmıştım.

Ve bu beklenmedik değildi.

Nişan günü bile bir şeyler yapacağımı anlamış ve yapma demişti. Ama ben, bana yapma diyen adama kulaklarımı kapatıp gerçek bildiğim şeyin peşinden gitmiştim. O zaman da tek kelime etmeden olacakları izlemişti. Çünkü yapacağım şeyin büyüklüğünü o bile tahmin edememişti.

Hepsini arabada bırakırken daha fazla durmanın bir anlamı yoktu. Telefonumun arkasındaki kimliğimi çıkarıp sıraya girdim. Kalbim tüm gürültüsüyle atarken onu durdurmak gittikçe zorlaşıyordu. Arkama bakmıyor, omuzlarımı düşürmüyordum. Sıra her bir adım ilerlediğinde nefesim de aynı oranda azalıyordu. Dışarıdaki gardiyana kimliğimi verdiğimde listeye göz gezdirip kısa ve net cevaplar verdi.

"Adınız?"

"Piraye Karataş" Listede adımı bulunca kafa sallayıp diğer gardiyana yönlendirdi.

"Takip edin." Telefonumu ve anahtarımı emanete bırakıp X-ray cihazından geçtim. Orada bulunan kadın gardiyan yanıma gelip başıyla eteğimi işaret etti.

"Eteğinin cebinde ne var?" Elim eteğimin cebine giderken mendilleri yavaşça çıkarıp aldım.

"Mendil" Gardiyan kafasını sallayıp sorun olmadığını belirtircesine diğerlerine baktı. Geçişim için izin verildiğinde artık içerideydim. O gri beton duvarların arasından geçerken kendimi öyle kötü hissettim ki mendiller hep avucumun içinde asılı kaldı.

Artık bu duvarlar kadar mesafe vardı aramızda. Görünmez uçurumlar, yerini bu soğuk, kusurlu griliklere bırakmıştı. Sen beni mumla arayacaksın diyordu sanki. Öylece, yüzüme yüzüme vuruyordu tüm gerçekleri. Canımın yanması hoşuna gidiyormuş gibi biraz daha karardı, biraz daha soldu renkleri. Gri şimdi saf bir siyahtı. O koridorlar sevdiklerini bekleyen insanlarla doluyken benim donukluğum kimsenin umurunda değildi. Onunda olmayacaktı.

Ayakta durmak her geçen saniye biraz daha zorlaşıyordu. Verdiğim kilolar gücümden güç koparmıştı. Süheyl Hanım'ın da dediği gibi kemiklerim sayılacak hale gelmişti. Yüzüm çökmüş, geçmeyen bir morluk göz altlarımı mesken tutmuştu. Kendine ev bellemişti parmağımdaki yüzük. Canımı yakıyor ama onu oradan çekip çıkaramayacağımı biliyordu.

"Geçin." Gardiyan demir bir kapıyı açıp içeri girmemi beklerken buranın küçük, camla ayrılmış bir oda olduğunu gördüm. Arkamı dönüp gardiyana baktım. "Burada mı görüşeceğiz?"

Elindeki silahı asla kıpırdatmadan yukarıdan bana bakmaya başladı. "Kapalı görüş olacak."

"Neden?" Soruma bir cevap vermezken hazır ol da bekliyordu. Pes edip eteğimi düzelterek çektiğim sandalyeye oturdum. Hemen önümde masa ve telefon vardı. Aynı şekilde karşı tarafta da masa ve sandalye vardı ama oranın ışığı biraz daha sönüktü. Tavandaki floresan ışık titreyip ses çıkarırken duvarlarda demir kapının gıcırtısı yankılandı. Diğer tarafın kapısı gelenin habercisi olup çığlık ata ata açılırken kendime mukayet olmak artık her zamankinden daha zordu. Avucumdaki mendiller tırnaklarımın etime batmasını engellerken kapıdan önce gardiyan ardından da elleri kelepçeli o çıktı.

Baybars.

Kafasını asla düşürmezken omuzları dağ taşımış misali çökmüştü. Gözleri gözlerime bağlandığında beni görmeyi beklemiyor gibi kocaman olup donuklaştı. Bedenini hareket ettirmedi. Gardiyan ellerindeki kelepçeleri açmak için uzanıp hemen odadan çıktı ama o tek bir harekette bulunmadı. Bedeni hâlâ önümde duruyor, duvarlara meydan okuyordu. Şimdi söyleyecekti, git diyecekti. Bir daha karşıma çıkma diyecekti ve ben bu dediklerini yapacaktım. O gözlerde öyle şeyler vardı ki, öyle bir hırçınlık, öyle bir zaptedilmezlik... Kalbim acıyla kasıldı ve beni bir soluk nefesle bıraktı.

Gözlerini gözlerimden çekmekten imtina ederek ellerini masaya dayayıp sandalyeye kuruldu. Oturmasıyla oda gözümde daha da küçülürken yüzü ifadesizdi. Sessizlik bizim için normal olandı, ama bu sefer canı sıkılan bendim, o değil. Konuşsun istiyordum. Buraya gelirken azla yetineceğimi defaatle kendime söylerken, o camın öte yanında dururken artık daha fazlasını istiyordum. Ayaklarımın bastığı yer bile soğuktu. Artık arsızca sesini de duymak istiyordum. Hakkım olmadığını bile bile bunu istiyordum.

Benim gözlerim ona değmekten korkarken onun gözleri yüzümü tarıyordu. Her bir ayrıntıda siyah kaşları daha da çatılıyor, alnının ortasındaki o damar derisinin altında kalp gibi atıyordu. Saçları ve sakalları onda hiç görmediğim kadar uzamıştı. Yüzündeki olgunluk kendini iyice belli ederken, sanki içerisi onu yormuş, yaşlandırmış gibiydi. Yüzümde günah arayan gözleri kısılmış, asıl günahın nerede olduğunu biliyor gibi ellerime kitlenmişti. Mendilleri ona vermeliydim. Bu yüzden bu suskunluğa son vermek için masanın üzerindeki telefona uzanıp kulağıma götürdüm. Bu anı bekler gibi onun da eli yavaşça telefona gitti ama kulağına yaklaştırmadı. Sanki söyleyeceklerimi biliyormuş da, artık bunu duymaya tahammül edemiyormuş gibi.

Yine de kuruyan dudaklarımı dilimle ıslatıp ortamdaki soğuk suskunluğu içime çektim. "Ben-"

"Zayıflamışsın." Sözüm dilimde asılı kaldı. Boğazıma bir zehir gibi aktı ve beni bitirdi. Elimin altındaki telefona işkence eder gibi didikliyordum. Daha başlamadık diyordu ses, daha seni öldürmeye başlamadı.

Bunu fark etmesini beklemesem de sözüne kafamı salladım ama iç çekmeden edemedim. Boğazım acıyordu, yumru konuşmamı engelliyordu ve gözlerim bana ihanet edeceğini belirtircesine sızlıyordu. "İlaçlar öyle yapıyor. Ama iyiyim." Değildim desem onun benden daha kötü olduğunu gözümle görmüşken bu bencillik olurdu. Bir eliyle sakallarını sıvazlarken öyle bir soluklandı ki, içindeki söylenmemiş ahlar yerini buldu.

"Gelmezsin sanıyordum. Mahkemede söylediğim söz sende hırs yaratır, ölsem de gelmezsin gururundan diye düşündüm. Ama sen beni yine ve yine yanılttın." Bu bir tebrik değildi. Söyleyemediği kelimeleri eğip büküp yumuşatıyor, sonrasında önüme koyuyordu. Kısaca al bununla başa çık diyordu, çıkamayacağımı bile bile.

Telefonu sıkıca saran parmak boğumları bembeyaz olurken, yüzündeki o ifadeyi aklıma kazıdım. Benden ilk defa tiksiniyordu, hem de mahkemede olduğundan daha da fazla. İçinde bir şeyleri halletmeye çalışıyor da zorlanıyormuş gibi kafasını yana eğip gözlerini kapattı. Ama ne yazık ki ağzından çıkanlara engel olamayacağını o da bende biliyorduk. Biz konuşmanın da başka türlüsünü bilmiyorduk. Kırıp dökmekten başka bir şey bildiğimiz de yoktu. Buna rağmen aynı noktadaydık işte, aynı sıfırda, aynı sisin içinde yönümüzü bulmaya çalışıyorduk.

Gözlerini açarken bana bakmadan kafasıyla kapıyı gösterdi.

"Rüyalarımda bile şu kapıdan içeri girmedin. Nefretini artık nereye kusuyorsun söylesene?" Yüzüme düşen saçımı titreyen elimle kavrayıp söker gibi kenara çektim. Derdi canımı yakmak falan değildi, sözlerimi sakınmamamı istiyordu. Suskunluğumu kendine yedirememişti. Onu kırıp dökeyim istiyordu, ama artık ne kırıp dökebilirdim ne de gözlerine bakıp konuşabilirdim. Yorulmuştuk. Benim konuşacak halim, onunda duyacak sabrı kalmamıştı.

Gözlerim ellerimdeki mendillerdeyken, "Bir nefret kalmadı içimde. O yüzden bir yer aramıyorum." dedim. Dilim bana lanetler ederken susması için yalvarmaya hazırdım. Alaylı bir ses çıkarıp geriye yaslandı. Telefon elinde rahat bir haldeyken ben avuçlarımın kızardığına emindim.

"Tüm nefretin banaydı yani? Tebrik ederim o zaman. Artık nefret edebileceğin bir şey kalmadı, sen başardın." Aksine. Kaybetmiştim, ama o bunu bilmiyordu. Burnumu dikleştirip geri adım atmadım. Arkam uçurumdu, atamazdım.

"Bir şey vermek için geldim. Emanetin bende durmasın istedim. Sende istemezsin zaten o yüzden son gün getireyim dedim." Ellerimle bütün olmuş mendilleri gün yüzüne çıkarıp masanın ortasına onun da görebileceği şekilde düzgünce yerleştirdim. Bedenimde titremeyen tek bir nokta yoktu. Sözlerime tezat bedenim beni hemen ele veriyordu.

Telefonun cızırtılı sesi kulağımı acıtırken, "O gün kafede buluştuğumuzda Süheyl Hanım bunları bana vermişti. O zaman beni sevip gelini olarak görüyordu ama artık bunun için bir sebep yok, herkes her şeyi biliyor. Şart koştuklarımız dışında her şeyi." İçim öyle bir yanıyordu ki bu kelimeler artık kendi istekleriyle değil, benim öyle birisi olduğumu bildikleri için çıkıyordu.

Nefesini tuttuğunu gördüm. Telefondan gelen nefesi silikleşmişti. Sabrı tükenmek üzereydi. "Ben istediğim için verdi. Ama sende taşıyacak yürek, bende de getirecek derman olmadığı için." İleriye atılıp dirseğini masaya yasladı. Alay kokan nefesi bile canımı yakmıyor, aksine benimle konuştuğu için aciz bedenim mutlu olmak için neden arıyordu. Beni ne hale getirmişti?

"Söylesene gerçekten bunları vermek için mi geldin, yoksa sadece merakını gidermek için mi? Bir katilin yüzünü görmek kolay değildir senin için. Öyle söylemiştin bana değil mi?" Boğazımda düğümlenen kelimeleri yutkundum. İlk zamanlar söylediğim şeyleri bile unutmayışı göğsüme bir darbe daha indirdi.

Yarım yamalak aldığım nefesin arasında "Ben sadece, doğru olanı-" diyecekken kahkahası gözlerimi yummama sebep oldu.

Sustum. Onun da biriktirdiği ne varsa ortaya dökmesini izledim ama o asla bunu yapmazdı. Güvenmezdi, ve bende haklı olduğunu inkar edemezdim. Nefretini bile güvenmediğinden göstermeyen bir adamı daha nasıl yaralardım inanın bilmiyorum.

Gözleri kısılmış, "Kendini böyle mi avutuyorsun? Vicdan azabını hafifletmek için bu yalanı mı buldun? Yoksa dışarıda bana inanan tek bir insan bile kalmadığını göstermek için doğru diye bunu mu ortaya atıyorsun?" Elini cama geçirdiğinde sıçrasam da gözlerimi gözlerinden çekmedim. Beni uzaklaştırmaya çalışıyordu. Ama anlaşılmak için yalvaran gözlerine ne diyecek, nasıl hesap verecektim?

"Onca insanın canı cehenneme! Bir tek sen inan diye, bana baktığında bir kez daha korkun nefrete, nefretin tiksintiye dönüşmesini görmeyeyim diye kaç kere indirdim gözlerimi! Kaç kere, sesime bile tahammül edemediğin için söyleyeceğim ne varsa hepsini yutmak zorunda kaldım, haberin var mı? Söylesene Piraye, konuşsana yine. Suçlasana beni!" Elini cama değil art arda masaya geçiriyordu. Her bir darbede biraz daha kan akıtıyor, biraz daha et parçalanıyordu. Yanaklarımın ıslanmasına engel olamıyordum. Durmasını söylediğim sözler camda takılı kalıyor, ona ulaşmıyordu.

"Bu dört duvar arasında bana geleceğin günü bekleyeceğim demiştim hatırlıyor musun? Kendi ayaklarınla, kendi iradenle bana geleceğini görmek için bile yıllarca yatardım şu betonda. Yıllarca gözlerdim kapıyı. Ama sen son gün gelerek benim sabrımı mı ölçüyorsun? Gördün mü sabrı? Sana karşı içimde biriktirdiğim sabrı gördün mü Piraye?"

"Sus artık." Sesim çıkabildiğinde benden geldiği bile şüpheliydi. Telefon elimden kaymaya başladığında titreyerek kucağıma bıraktım. Bir süre sakinleşmeyi, sakinleşmesini bekledim. Nefeslerimin düzene girmesini bekleyecek lükste değildim şu an. Zamanımız kısıtlı, sözlerimiz çoktu.

Telefonu tutmaya çalışıp kulağıma yaklaştırdığımda hızlıca bir nefes alıp ıslanan yanaklarımı ulu orta bıraktım. Bir kez daha cüretkârlığımı göstererek dilimdeki kilidi kırdım.

"Hiçbir şeyden haberi olmayan sadece ben miyim sanıyorsun? Eşitlendik artık." Gülüşü yüzünde büyürken söylediklerim çok komikmiş gibi sırıttı, kafasını eğip gözlerimi yakalamaya çalıştı.

"Benim bildiklerimle başa çıkabileceğini mi sanıyorsun? Piraye, benim bildiklerim seni bile değiştirir. Seni beklediğim her bir an işkence gibiydi. Saatler günlere, günler haftalara, haftalar aylara döküldü. Sen karşıma çıkıp ben bir şeyler biliyorum desen umurumda olur mu sandın? Ben seni bekledim, öğrendiğin şeyleri duymak için değil. O dudaklarından bir kaç söz duyabilmek için. İyi ya da kötü. Bir şey duymak için bekledim. Ama sen sadece şu mendilleri vermek için mi geldin? Ben salak bir adam değilim Piraye, senin aksine ben, senin gözlerine bakınca iyi olmadığını görebiliyorum. Sesindeki titremelerden neyi doğru neyi yalan söylediğini de. Ellerini sıktığını da. Hatta parmağını sıkan yüzüğü bile." Onca göz yaşım arasında korkuyla elimi saklamaya çalıştım. Sanki yasak ve günah bir şey gibi...

"Sana çıkar at demiştim. Neden atmadın?" Sesi sakindi. Gerçekten soruyordu. Merak ediyor, ama yanılmak istemiyordu.

Ne diyeceğimi bilemediğim sorusuyla köşeye sıkışmışken gardiyan bağırdı. Ve sabrı tam o an son buldu.

"Görüş bitti!" O hâlâ sabırla benden bir cevap beklerken ben arkamdaki sandalyeyi devirmeden bir hışımla ayağa kalktım. Telefonu kulağımdan çekip yerine bırakırken o gözlerimin içine bakıyordu. Aradaki cama rağmen öylesine çok bağırıyordu ki sesini tüm berraklığıyla duyuyordum.

"Piraye! Cevap ver, neden çıkarmadın yüzüğü?" Ben ona arkamı dönmüşken bağırıyordu. Gardiyanların içeri girip onu almaya çalıştıklarını duyuyordum. Elimi ağzıma kapatıp bekledim.

"Bana şu arkanı dönme!" Ağlamalarım sıklaşmış ama kahretsin ki şu kapıyı çarpıp çıkamıyordum! Gidersem bir çok şeyi burada bırakırdım. Ruhumu, aklımı, kalbimi...

Hıçkırıklarım durmak nedir bilmediği için artık bırakmıştım. Onun bağırışları benim ağlamalarıma bulanmıştı ve her bir haykırışında farkında olsun olmasın, beni o uçurumun kenarına iteliyordu. Benim ona hep yaptığım şeyi o bana yapınca zoruma gitmişti. Hak ettiğim halde! Ne kadar arsız olduğumu bana fısıldayan sese rağmen yine de özür diledim. Affedilmeyeceğimi bile bile! Yüzsüz olduğum söylenecek olsa bile!

"Özür dilerim." Saçlarım yüzümü gizlerken bağırdı ve o an benim için zaman sadece bir kelimeden ibaret kaldı. Bu bağırışı herkes duydu, benim ona sağır olan kulaklarım dahil herkes.

"Özürlerin bana özgürlük getirmiyor! Seni sevdiğimi sende biliyorsun! Sana aşık olduğumu, her bir haltı biliyorsun!"

Dizlerimin bağı anında çözüldü. Bedenim o kadar çok titriyordu ki ellerimi kollarıma sarıp durdurmaya çalışıyordum. O camın ardında bağırmaya devam ederken gardiyan içeri girdi. Betona çakılı ayaklarım bir el yardımıyla yolunu bulup beni dışarı çıkardı.

Gözlerimden yaşlar boşalırken hıçkırıklarım göğsümü dövüyordu. Duvar kenarında, hemen kapının ağzına çöküp kalmışken kalkmak gelmiyordu içimden. Burada durup ağlamak ve bağırıp çağırmak istiyordum. Uzunca bir müddet öylece yerde kaldım. Soğuk artık tüm bedenime sirayet etmişken başımın dönmesiyle soğuk duvarlara tutunarak çıkışa yöneldim. Başımın üzerinde yanan, cızırdayan lambalar önümdeki yolu daha da daraltıyordu. Kafamda dönen cümleyi susturamıyordum!

Emanetin yanına geldiğimde orada oturan insanlar halime bakıp fısıldaşsalar da benim şu an gözüm kimseyi görmüyordu. Bana uzatılan telefon ve cüzdanımı zar zor alabildim. Eşyayı uzatan görevli bir müddet yüzüme bakıp "Hanımefendi, iyi misiniz?" diye sordu. Bu soru öylesine havada asılı kaldı ki bir an nerede olduğumu kavrayamadım. Beynim bir kaç saniyeliğine durup bana nerede olduğumu unutturdu. Dünya dönerken beni de içine aldı ve ben gelen bir kaç uğultuyla bir başıma kaldım.

Elimi boğazıma götürüp yırtarcasına nefes almaya çalıştığımda gözümün önü buğulanıp kulaklarım o sözler dışında her şeye sağır kesildi. Beynim sürekli aynı şeyi tekrar ederken yanımda bir kaç insanın belirdiğini görüyordum. Bir kaç tanesi eğilip boynuma ve göğsüme vurup durduğum elime baktı.

Seni sevdiğimi sende biliyorsun! Sana aşık olduğumu!

Bilmiyordum!

Nasıl bilebilirdim!

Benden nefret ettiğini düşünürken nereden bilecektim!

Bunca şeyin olacağını nereden bilecektim!

Bilemezdim...

"Açılın!" Uzaklardan bir sesin gelmesiyle diğerlerinin yanımda bitmesi bir oldu. Bacaklarım beni taşıyamıyordu. Elimi duvara yaslamasam muhtemelen yeri boylardım. Hepsi farklı bir şey söylerken benim aklım sadece tek bir yerdeydi. Kulaklarım sadece onun sözlerini duyuyor, ne ara böyle olduğumu anlayamayan mantığım kenarda beni izliyordu.

"Piraye ne yapmamız gerekiyor? İlacın falan var mı?" Kafamı hayır anlamında sallayıp onların arasından sıyrıldığım gibi arabaya doğru yürüdüm. Tabii buna yürümek denseydi. Bir oraya bir buraya savrulurken ayaklarım yere tam basmıyordu. O demir gibi betona adım attığım an ruhum orada kalmıştı.

"İçerde ne oldu Piraye? Bu halin ne?" Beni tutmaya çalışsalar da onlara izin vermedim. O sıra Yavuz'un sorusunu yarım yamalak anladım. Diğerlerinin ona kızdığını duyuyor ama bir şey diyemiyordum. Artık o kadar çok susup verecek bir cevabım olmadığını söylemiştim ki, gerçekten verebilecek bir cevabım olsa bile susuyordum. Dilim varmıyor, kelimeler ağzımdan çıkmak istemiyordu. Sonumun geleceğini bilsem de susuyordum.

Arabanın kapısını açıp ön koltuğa oturdum. Ellerim yine ve yine çok üşümüştü. Bir an keşke dedim. Keşke o duvarların soğukluğunu alabilsem. Keşke o bakışları geri alabilsem, o sözleri... hepsini. Ne varsa. Geriye tek bir anı kalmayana kadar hepsini.

Araba çalışıp da yola çıktığımızda kısık kısık ağlamalarım arabayı doldurmuştu. Her ne kadar onların yanında ağlamak istemsem de düşüncelerim o kadar sesli bir hale gelmişti ki başım çatladı çatlayacaktı. Eve kadar dayanamayan gözlerim kendini bırakınca iç çekişlerim ağlamalara dönmüştü. Elimi ağzıma kapatıp sesimi kısmaya çalışıyordum ama herkesin duyduğuna emindim. Buna rağmen kimseden çıt çıkmıyordu.

Ayhan'ın uzattığı peçeteyle gözlerimi silerken, koltuğun ardından Turgut'un elini omuzumda hissettim. Bir abi şevkatiyle omzuma vurup geri çekildi. Herkes bir şeyler olduğunu biliyor, ama kimse ne olduğunu sormaya cesaret edemiyordu. Çünkü benden öğrenemezlerse Baybars'tan öğrenemeyeceklerini biliyorlardı. Asla ağzını açıp da ben şunu şunu söyledim demezdi.

Eve dönüş yolu öyle hızlı geçmişti ki ne ara ağlamalarım durmuş, ne ara göz yaşlarım kurumuştu bilmiyorum. Sadece eskisinden de yorgun olduğumu biliyordum.

Evden bir sokak ötede durduğumuzda hava almak için açtığım pencereyi kapatıp cüzdanımı ve telefonumu elime aldım. Kapıyı açmadan önce içimdeki bir diğer sıkıntıyı çözmek istedim. "Baybars bana artık tek kelime etmez ama siz söyleyebilirsiniz." Üçünün yüzündeki korku oldukça barizdi. Ama bende bunu sormak zorundaydım.

"O akşam neler olduğunu bildiğinizi biliyorum. Ben hatırlayamasam da biliyorum. Şimdi bunları sadece size sorabilirim. O gece neler oldu? Gerçekleri anlatın, bir yalan daha kaldıracak gücüm yok benim." Turgut ve Yavuz'un suratından öyle bir ifade geçti ki o an anladım. Bu daha başlangıçtı. Kimse itiraf edemese de herkes bunun daha başlangıç olduğunu biliyor, ama söylemekten imtina ediyorlardı.

Yol boyunca suskun olan Yavuz ellerini aşağı indirip yüzüme bakmadı.

"Biz sana bunları anlatamayız Piraye, kusura bakma." Ellerimi tırnaklarımla oyuyordum. İyi bir cevap alamayacağım aşikârdı zaten. Diğerleri de konuşmaya pek hevesli olmadıklarından onlarında aynı fikirde olduğunu anlamıştım. Yine de bugün için minnettardım.

"Bugün benim için yaptıklarınıza minnettarım," Cevap beklemeden dışarı çıktım. Serin hava tüm keskinliğiyle yüzümü keserken hırkama daha çok sarılıp merdivenlerden aşağı indim, bedenim sanki bana ağır geliyor da, bacaklarım onu taşıyamıyor gibiydi. Havadaki bulutlar üstüme doğru çöreklenirken bu sefer eve girmek yerine bahçeye girdim. O gün yemyeşil ve beyazlarla bezeli olan bahçeye. Orada oturduğumuzu görebiliyordum.

Elinde kocaman bir buketle girdiğini de.

Yanıma yaklaşırken kravatını gevşetmeye çalıştığını, ama her bana baktığında bundan vazgeçtiğini görüyordum.

Sandalyemi yanına çekerken gözlerindeki munzur parıltıları, gülen yüzünü, koyu yeşil gözlerini, siyah saçlarını ve ellesem yanacakmışım gibi duran sakallarını, her şeyi görüyordum.

Çimlerin ortasına, dizlerimin üzerine oturdum. Bacaklarım sonunda yerle buluşmanın verdiği rahatlığa kavuşurken, yüreğim sönmeyi bekliyordu. Avuç içimde çırpınan kalbim daha ne kadar bekleyeceğim der gibiydi. Çok diyemedim. Daha çok beklemelisin, kül olmayı, ateşin kalmayana kadar yanmayı beklemelisin.

Dilim bu sefer çıkaramadı sözcükleri. O bile sustu. O bile çok var demek istemedi.

Bana şu arkanı dönme!

Yüreğimden bir damla yaş çimenlerin arasına düşerken gözlerimi kapatıp yüzümü göğe kaldırdım. Ellerimin ayası acıyordu. Çimenler ellerimi yalayıp geçerken rüzgar sırtımdaki saçlarımı yakıyordu. Artık ağlayıp ağlayamadığımı anlayamayacak kadar çok ağlamıştım. Acıyan pınarlarımdan ardı ardına yaş gelirken en büyük çığlığım sustuklarımdı.

En büyük itirafım, ona bakarken bana ihanet edip parlayan gözlerim, atan kalbimdi.

Bu farkındalık beni yakardı.

Bu acı bana yeterde artardı.

...

Her fırsatta kalbimdeki nefrete tutundum.

Beni ayakta tutanın o olduğunu sandım. Onun nefretinden başka ne varsa hepsine kör ettim gözlerimi. İçimi yakması, gözlerimi hüzünle doldurması, bana bakışı... hepsini ona duyduğum öfke sandığımda ne kadar da aptaldım.

Aslında arkamı dönsem onu gitme diye bağıran bir adam değil de, gitmemem için gözlerime bakıp yalvaran, adam görünümlü bir çocuk olduğunu görürdüm. Ama dönmedim. Yine! Yine onu dizleri üzerinde yapayalnız bıraktım. Onu ailesinden daha çok kimsesiz bıraktım. Ona herkesin vurduğundan çok daha sert vurdum! Sevmekten değil de ona dayanabilme ihtimalimden deli gibi korktum.

Oysa esen rüzgarda, sessizlikte, yaprağın kıpırtısında, bir fırtınalı gece de bile o vardı. Onun sesi vardı kulaklarımda. O kadar ona bulanmışken yine ondan kurtulmaya çalıştım. Üzerimdeki gölgesini bile kendimden kilometrelerce uzağa ittim.

Sesini, kokusunu, hepsini. Hepsini ittim.

Ve en sonunda onsuz kaldım. Karanlıkta, bir başıma.

Arsızca çağırdığımda bile elini uzattı. Ona yaptığım gibi bana sırtını dönüp gitmedi. Şimdi keşke öyle yapsaymış diyorum. Keşke arkasına bile bakmadan benden uzaklaşsaymış. Sesimi rüzgarın bile taşıyamayacağı yerlere kaçsaymış.

Dimdik durmak yerine biraz yıkılsaymış. Biraz darılsaymış. Yüzüme bakmasaymış. Yaptıklarımı o gün kapısına vardığımdaki gibi bir bir yüzüme çarpsaymış. Onu kapı ardında bıraktığım gibi, kalbimin ardında da bırakabilseydim.

Ama o yine ne yapar eder içeri süzülürdü. Onu durdurmaya gücüm yeter miydi emin değilim. Ya da yetseydi de yapar mıydım bilemiyorum.

Bildiğim bir şey varsa, her yer duman altı olsa dahi beni çekip alır, kendine katardı.

 

                                                                                                                               ....

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 30.10.2025 18:41 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...