40. Bölüm

🎭 10 SAVAŞIN YARISI

HELEN MAVİ
mavimsu_

 

 

 

 

 

 

 

 

Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın.

 

 

 

 

 

 

 

 

Keyifli okumalar dilerim.

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Sözü

 

 

 

 

 

 

 

 

Ruhunda sızı olan her insan gibiyim. Biraz yaralı ve fazlasıyla acınası. Lakin bu tür insanlar, acıdığı kadar acıtmalı.

 

H. G. 

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

 

Son iki saat. İki saat sonra orada olmamız gerekiyordu. İki saat sonra içeride olacak olanları yönetmem, olmasını istemediklerimi yok etmem gerekiyordu. Ekip beni bekliyordu. Benim ekibim aşağıda beni bekliyordu. Peki ben neyi bekliyordum? İki tane aptal adamı. Doğu ve Batı'yı.

 

 

On günlük süren hazırlığın sonucunda TİM-4 ve VELİAHTLAR olarak Güney Kore'nin güneydoğu kıyılarında yer alan Busan'a gelmiştik. Velihatlar ile aynı yerde kalmak istemediğimiz için, karşılıklı olan villalarda ayrı ayrı bu geceki baronlar buluşmasına hazırlık yapıyorduk. Veliahtlar gece boyunca sadece izleyici olmak için vardı. Onlara kendimin ve ekibimin yeterince iyi olduğunu ispatlar ve görevi sorunsuz şekilde tamamlarsam, onların gece boyunca tutacağı raporlar; büyük patronlara yani Ulu'lara iletilecekti. Bu da benim artık veliaht olduğum anlamına geliyordu. Buraya kadar her şey sorunsuz ilerlemişti. Tabii eğer o iki aptala: yüzlerini görmek istemediğimi defalarca kez söylediğim hâlde inatla benimle görüşmek istedikleri için, beş dakika gibi kısa vadeli süre tanımamış olsaydım.

 

 

Onlara verdiğim beş dakika, yarım saat iki dakikaya dönmüştü. Önüme bilgisayar koymuşlardı. Ekranda bensiz geçen her günlerini kayda aldıkları video günlükler vardı. Her günleri ekran başında beni aramakla geçen, pişmanlıktan ölmüş iki üvey evlattı onlar Hera için. Benim içinse durum farklıydı. İki sarı çocuk da dâhil olmak üzere Dünya üstünde bana ait kimse yoktu. Önemsediğim kimse yoktu. Sevdiğim kimse yoktu. Acıyacağım kimse olmadığı gibi acımayacağım kimsede yoktu. Ben beni bilirdim. Ben beni severdim. Gerisi önemsizdi. Gerisi intikamdı. İntikam onlardan önemliydi.

 

 

Derince aldığım nefesi tekrar bırakmıştım. Ara ara kameraya bakıp, beni nasıl özlediklerini söyleyip, dolu dolu gözleriyle bana bakıyorlardı. O gün, günlerinin nasıl geçtiği sanki çok umrumda olacakmış gibi bir de onu anlatıyorlardı. Oyunculukta üstlerine yoktu.

 

 

Eskiden olsa, onların tek gözyaşları için kıyametleri koparacak bir Hera vardı. Bugün o yoktu. Onların ağladığını görmek beni etkilemiyordu. Aksine ağlayan insanlar zayıf insanlardı. Herkes ağlardı. Bununla sorunum yoktu. Fakat ağladığınız an sizin en zayıf olduğunuz andı. İşte o anda kıytı köşede kendi zavallılığınızı kendiniz çözmeliydiniz. Biri veya birilerinin gözünün içine baka baka ağlamak kadar aciz, bir başka durum olduğunu sanmıyordum.

 

 

Doğu ve Batı olacak iki çocuk, henüz Türkeş'in ne demek olduğunu bilmiyorlardı. Eğer bilselerdi gözleri yaşla dolmuş insanlardan nefret ettiğimi ve de kendilerini affettirmek için uğraşırken aslında zavallı olduklarını düşünmeme neden olduklarını da bilirlerdi. Bilmemek ayıp değildi! Öğrenmemek ayıptı. Öğrenmeyi bu kadar çok istiyorlarsa eli boş gitmeyeceklerdi.

 

 

"Bu kadar yeterli. Daha fazla tahammülüm kalmadı."

 

 

Batı ve Doğu ikinci kattaki odama tırmanmış, içeri balkondan girmişlerdi. O sırada gece için ayna başında hazırlık yapan ben, sadece içeri girecekleri zamanı bekliyordum. Şayet kesinlikle sessiz olmayı becerememişlerdi. Ya da onlar sessiz olmayı becerse de ben duymak konusunda oldukça iyiydim. Her iki türlü de bana yakalanmışlardı. İçeriye girdiklerinde onları buna pişman edebilir, hatta kafalarına dahi sıkabilirdim. Onların yaptığı alenen haneye tecavüzdü. Yapmamıştım.

 

 

Bu konuda sakinliğimi korumuştum. İki çocuktan bana zarar gelmeyeceği çok açıktı. Planlarımı onlar yüzünden bozamaz, erteleyemezdim. Sakince ne istediklerini sormuştum. İlk başta karşımda kekelemeye başlamış olmaları muhtemelen heyecandandı. Uzun zaman sonra ilk kez onlarla konuşmuştum. Şimdi ise yine kekelemişlerdi. Fakat bu kez heyecandan değil, korkudan kekelemişlerdi. Sanırım Türkeş'de olsa Hera bize kıyamaz sanmışlardı. Muhtemelen bu sebeple karşıma çıkmışlardı. Artık durum değişmişti. Onlar değişmiş olan durumu yeni idrak etmişlerdi. Beni kaybetmenin korkusuydu onların gözündeki.

 

 

Boşa uğraşıyorlardı. Birileri benim için artık uğraşsa bile boşa uğraşıyordu. Düzen kaostan sonra gelirdi. Ben düzeni getirmek için kaosu getirecektim. Kaos bittiğinde herkesi bitirmiş olacaktım. Buna bu iki zavallı çocuk da dâhildi.

 

 

Mavi gözlerini kırpıştıra kırpıştıra konuşmuştu Batı. Sevimli olmaya mı çalışıyordu? Yoksa zaten sevimli miydi? Bunu bilemezdim. Bu pek umrumda da değildi zaten. "Neden öyle bakıyorsun bize Hera?" Gözlerimi gözlerine dikmiştim.

 

 

"Nasıl bakıyorum?"

 

 

"Hissiz gibi. Hiçbir şey hissetmiyor gibi. Oysaki sen hislere çok önem verirdin. Şimdi... Şimdi sen-...sen değilsin gibi."

 

 

Küçük bir çocuktu Batı. Gözleri gözlerimi hedef almıştı. Etrafına bakmıyor, sadece gözlerime bakıyordu. Doğu ise daha çok benden başka her şeyle ilgileniyordu. Benden utanıyor olmalıydı. Ya da bana yaşattıklarından utanıyordu. Batı gözlerini ayırmazken, Doğu gözlerini sürekli etrafta gezdiriyordu. Benden ne istiyorlardı? Onları affetmem gerekti onlara göre çünkü özlemişlerdi. Onlar özlemişlerdi ve özledikleri için onları affetmem gerekirdi. Onlara göre böyle olmalıydı. O kadar basit miydi ya? Bana yaşattıkları o kadar basit miydi?

 

 

Benim canım çok yanmıştı. Hera'nın canı çok yanmıştı. Kimsenin umurunda olmamıştı. Kalbimin acıdığı her bir santimin hesabını sormayı, bana hak olarak görmüyorlardı. Aksine onlara göre aramıza mesafe girmemeliydi. Belki de tekrar göğsümde uyumak istediklerinde buna izin vermeliydim. Çünkü onların buna ihtiyacı vardı. Peki ben? Benim ihtiyacım yok muydu? Benim, birilerinin benim yanımda olmasına ihtiyacım yok muydu? Benim de canım acımıştı. Ben de çok ağlamıştım. Ben de ölmüştüm. Üzerime toprak atmışlardı. Etrafıma dönüp bakmıştım ancak kimseyi görememiştim.

 

 

Sonra kim benim üzerime toprak atıyor diye araştırdığımda avuçları toprak dolu onları görmüştüm. Üzerime atılan tüm o kara toprakları bana onlar atmıştı. Bunun intikamını alabilirdim onlardan. Bunun acısını çıkartabilirdim. Bunu yapacaktım. Buna hakkım vardı. Yine de gözlerime öyle bir bakıyorlardı ki sanki - sanki bu benim hakkım değilmiş gibi. Sanki bu kadarı fazlaymış gibi. Sanki bu kadar ayrılık, bu kadar özlem yeterliymiş gibi. Seviyorlarmış gibi. Hiçbir şey oyun değilmiş gibi. Ben gerçek bir insanmışım gibi. Benim duygularımı önemsemişler gibi.

 

 

Her şey yalandı ve her şeyin yalan olduğunu öğrendiğim şu günlerde, bunun hesabını sormak isterken iki aptal sarışın, çocuk gibi gözlerini kırpıştırarak bana bakıyordu. O gözler bana şunu diyordu: 'senin bizim canımızı yakmaya hakkın yok! Çünkü biz seni özledik...'

 

 

Özlem yeterli miydi? İnsan özleme ihtimali olan birini kırar mıydı? Bir insan birinin canını acıttığında ve bunu bile isteye yaptığında o kişiden bir adım isteyemez, bir adım bekleyemez, onu sevmesini, ona olan sevgisinin hiç bitmemesini dileyemezdi. Bir insanın kalbini kırdıktan sonra o insandan eskisi gibi olmasını bekleyemezdiniz.

 

 

İkizler bunu yapmıyordu. İkizler benden eskisi gibi olmamı istiyordu. Onlara eski Hera gibi davranmamı istiyordu. Ben Hera değildim. Ben Türkeş'tim. Türkeş eskide değildi. Bugündeydi. Bugünün yarını olamazdı. Şayet yarın olduğunda Türkeş baş üstünde baş, taş üstünde taş bırakmayacaktı. Bugünün yarınına, Türkeş'ten başka kimse uyanamazdı.

 

 

"Benden kastın Hera ise evet ben, ben değilim. Ne o yoksa bunun için beni suçlayacak mısınız?"

 

 

"Bunu hak ettik. Seni bunun için suçlamak gibi bir derdimiz yok. Biz sadece sana olan sevgimizin gerçek olduğuna inan istiyoruz. Bunun için çabalıyoruz. Başka amacımız yok."

 

 

Batı ve onda nadir sıklıkta ortaya çıkan ciddiyeti. Eğer Batı Özkurt ciddiyse durum onun için önemlidir demekti.

 

 

"Sevginiz öyle mi?"

 

 

Gözlerinin içine bakmıştım. Oturduğum koltuktan kalkıp tam karşısına dikilmiştim. Aramızda bir adım kadar kısa mesafe kalınca durmuştum. Kollarımı önümde birleştirip, gözlerimi gözlerine dikmiştim. Doğu hareketlenir gibi olmuştu. Tetikteydi. İkizi Batı ise bana, benim baktığımın aynısı olarak karşılık veriyordu.

 

 

"Hani şu karşılıklı olarak benim size verdiğim, sizin de bana verdiğinizi sandığım o sevgiden mi bahsediyorsun?"

 

 

Kafasını aşağı yukarı sallayarak beni onaylamıştı.

 

 

"Benim sevgim senin canını hiç acıttı mı Batı?" Yutkunmuştu. Gözleri buğulanmıştı, oysaki söylediklerim daha hiçbir şeydi. Kafasını hayır anlamında iki yana doğru sallamıştı.

 

 

"Sizin sevginiz beni öldürdü ama."

 

 

Görün işte görün. Bana yaptıklarınızı görün. Hera'yı siz öldürdünüz. Bir de yüzsüz gibi onu geri istiyorsunuz.

 

 

"Bizi sevdiğin için pişman mısın?"

 

 

Son bir umuttu onunkisi. Bilmek istiyordu. Canı yansa da bilmek istiyordu. Pişman olup olmadığımı bilmek, görmek istiyordu. Çünkü özünde o istemiyordu. Pişman olduğumu söylememi istemiyordu. Ona acımayacaktım.

 

 

"Değilim..."

 

 

Gözlerindeki o umut ışıklarını görebiliyordum. Mutlu olmuştu. Tek bir kelimem onu mutlu etmişti. Fakat benim amacım başkaydı. Ben istiyordum ki hevesi kursağında kalsın. Ben istiyordum ki önce mutluluğu tatsın, sonra yere çakılsın. Ben istiyordum ki bana ne yaşattıysa aynısını yaşasın.

 

 

"Sizin nasıl göründüğünüzden haberiniz yok sanırım? Madem öyle o zaman bunu ben size söyleyeyim." Önümde birleştirdiğim kollarımı tekrar açmıştım. Başımı dik tutup, kaşlarımı çatarak Batı'nın gözlerinin içine bakmıştım. Bir adım ileri doğru atarak aramızdaki mesafeyi çok daha aza indirmiştim. Gözlerini kırpmadan bana bakıyordu.

 

"İki tane zavallı gibi görünüyordunuz. Sevgiye aç, ilgiye muhtaç iki zavallı. İşte bu yüzden size verdiğim sevgiden pişman değilim. Buna fazlasıyla ihtiyacınız vardı."

 

 

İki koca adam yerinde âdeta sendelemişti. Böyle bir tepkiyi beklemiyor olmalıydılar. Böylesine acımasız olacağıma ihtimal vermemişlerdi. Kalpleri kırılmıştı. Canları yanmıştı. Gözlerimi ikisinin üzerinde gezdirdiğimde her iki adamın da gözlerinin dolu dolu olduğunu görmüştüm. Hatta hemen karşımdaki adam çoktan ağlamıştı. Gözyaşları olağanca hızlarıyla çenesinden aşağıya doğru iniyordu. Onlara karşı fazlasıyla hissiz olduğumun bir kanıtı da buydu. Onların canını yaktığım için mutluydum. Onların canını yaktığım için üzgün değildim. Pişman değildim. Şayet ben artık onların sevdiği ve anneleri yerine koyduğu o kadın hiç değildim.

 

 

"Canım yandı benim. Canım çok yandı."

 

 

Kulaklarıma önce Batı'nın isyanı sonra Batı'nın hıçkırık sesi doluşmuştu. Gözyaşları gözlerinden sicim gibi iniyordu. Omuzları ağlamaktan sarsılıyordu. O bu kadar çökmüşken, Doğu daha fazla dayanamamış ve kardeşini kollarının arasına almıştı. İki kardeş gözümün önünde birbirlerine sarılarak beni kaybettiklerine ağlıyorlardı. Gözlerimin gördüğü sahne beni hiç etkilememişti. Ne vardı ki gözlerimin gördüğü sahne geçmişte olsaydı ve Hera hiç gitmemiş olsaydı, ikizleri bu denli üzen kendisi bile olsa gerekeni yapardı.

 

 

"Duydun mu Doğu? Bitti diyor. Ben gittim diyor. Benim için artık yoksunuz diyor. Bizi istemiyor."

 

 

Bir zamanlar bir kadın vardı. Adı bir tanrıçanın adıydı. O kadın onlar için doğurmadan doğurduklarım derdi. Ben anneyim onlar da benim iki aptal sarışın evladımdır derdi. Adı üstünde o kadın bir zamanlar vardı. Şimdi yoktu. Bunun da sebebi ben değildim, yine onlardı.

 

 

"Biz bunu hak ettik kardeşim. Onun nefretini de kinini de biliyorduk. O bize en nefret ettiği, en kötü yanlarını anlatmıştı. Hera..." Doğu gözlerini bana çevirmişti. Ruhsuzca onları izlediğimi görünce kafasını iki yanına doğru sallamıştı. Umut artık hiç yoktu.

 

"Hera af dileyenleri sevmez. Hata yapan kaybeder onun kitabında. Ya onu kaybeder ya da kendini. Biz onu kaybettik kaybetmesine ama o kendimizi kaybetmeyene kadar kinini kaybetmeyecek."

 

 

Doğu, her zaman olduğu gibi yine kardeşine nazaran daha olgun yaklaşmıştı. En azından artık kim olduğumu ve onları affetmeyeceğimi, af dileyen insanları sevmediğimi ve benim için artık bir önem arz etmediklerini bilecek kadar olgundu. Kardeşinin sırtını sıvazlarken dudaklarından çıkan her bir kelime, Batı'nın canını daha çok yakıyordu. Buna rağmen Batı, kardeşi konuştukça kafasını aşağı yukarı sallıyordu. Bu onun dilinde "seni anlıyorum, anladıklarım benim canımı yakıyor ama ben yine de anlıyorum" demekti.

 

 

"Birbirinizi teselliniz bittiyse eğer şimdi çıkın gidin odamdan."

 

 

Her ikisinin de gözleri tekrar beni bulmuştu. Ben hâlâ onlara bir duvara bakarcasına bakıyordum. Onlar ise canları acıyan iki küçük çocuk gibi bana bakıyordu. Kafalarını aşağı yukarı sallayarak beni onaylamışlardı. Nihayet ikisinin de yüzünü görmekten kurtulacaktım.

 

 

Gözlerim tekrar Batı'yla kesiştiğinde onun bana değil de arkamdaki noktaya baktığını görmüştüm. Kafamı omzumun üzerinden geriye attığımda onun baktığı şeyin, yatağımın üstünde duran; küçük, mavi etekli, pembe şapkalı oyuncak bebeğim olduğunu görmüştüm. Babamın bana aldığı ilk ve tek oyuncağım olan Bayan Misket...

 

 

Tekrar gözlerim Batı'yı bulduğunda gözlerindeki umut ışığını görmüştüm. Küçük bir bebek ve her ne olursa olsun, her ne kadar değişmiş olursa olsun ondan asla vazgeçmeyen ben. Batı'yı anlıyordum. Hera bu oyuncaktan asla vazgeçmezdi. Türkeş onun emanetine ihanet etmemişti. Batı şimdi aynı şeyi istiyordu. Hera, Batı'dan da asla vazgeçmezdi. Batı şimdi Türkeş'in de Hera'nın Batı'sından vazgeçmemesini istiyordu. Peki Batı, Hera için bir Misket eder miydi? Attila Tuğrul Türkeş bu dünyanın en iyi babasıydı. Ondan geriye kalan bir taş parçası bile olsa, bütün dünyadan daha değerli olurdu.

 

 

Gözlerim bebeğime kayınca aklıma babam gelmişti. Aklım yine Attila Tuğrul Türkeş ile dolmuştu. Ona olan özlemimi ertelemeye çalıştıkça, birileri ya da bir şeyler bana sürekli onu hatırlatıyordu. O bebeği bana ilk aldığı zamanı hatırlıyordum. Henüz sekiz yaşında vardım ya da yoktum.

 

 

 

 

 

 

 

 

*Geçmişten bir kesit*

 

 

 

 

 

 

 

Dünya'nın en güzel babası

 

 

 

 

 

 

 

ve onun kızı.

 

 

 

 

 

 

 

Kim ne derse desin o, onun kızı...

 

 

Attila Tuğrul işleri gereği biricik kızı Hera'sına yeteri kadar vakit ayıramıyordu. Çoğu zaman evlat özlemi içinde öyle derin sızılara neden oluyordu ki, çıktığı görev boyunca küçük ukala kızı aklını işgal ediyordu. Hera onun öz kızı değildi. Lakin Hera onun kızıydı. Bütün Dünya bunu böyle bilecekti.

 

 

Zorlu ve uzun süren görevin ardından tekrar Türkiye sınırları içerisine girmişlerdi. İzin zamanı artık başlamıştı. Görevin zorluğu sebebiyle oldukça uzun bir tatili hak etmişlerdi. Attila Tuğrul'un gözü tatilde ya da dinlenmekte değildi. Attila Tuğrul bir babaydı. Kızını özlemiş bir baba. Evet, onunla yan yanayken oldukça sert biriydi. Onunla oyunlar oynamak yerine daha çok onun, oyunlar oynamasını izliyordu. Bu aslında mesleki deformasyondu.

 

 

Asker olması sebebiyle oldukça disiplinli bir baba olan Attila Bey, kızını izlerken seviyordu. Bütün yorgunluğunu onu izlerken atıyordu. Kızı sabahtan akşama kadar konuşuyordu. Çoğu zaman hayret ediyordu. Nasıl olur da bir insan durmaksızın saatlerce konuşabilirdi diye. Buna rağmen onu dinlemekten hiç bıkmıyordu. Aksine bu onu fazlasıyla mutlu ediyordu. Kızı konuşurken yorum yapmıyor, herhangi bir şey anlatmıyordu. O kızını sadece dinliyordu.

 

 

Attila Tuğrul Türkeş eve gitmeden önce küçük kızına hediye almak istemişti. Küçük kızlar oyuncak bebekleri severlerdi. Kızı oynasın diye ona lacivert etekli, pembe şapkalı, pembe saçlı oldukça tatlı bir oyuncak bebek almıştı. Aslında onun amacı daha çok kızına oynasın diye oyuncak almak değil, kızı oynarken onu izleyeceği şeylerin sayısının artmasını sağlamaktı.

 

 

Küçük kız babasının ona aldığı oyuncak ile âdeta havalara uçmuştu. Oyuncaklara bayılırdı. Hediyelere bayılırdı. Babasının aldığı oyuncak hediyelere ise tam anlamıyla bayılırdı. Oyuncağı gören gözleri günlerdir özlemini çektiği babasını ona unutturmaya yetmişti. Oysaki oldukça uzun bir süredir dadısının âdeta beynini yemişti: 'babamı özledim' diye. Şimdi ise yeni oyuncağını diğer oyuncakları ile tanıştırmak için babasını çoktan boş vermişti. Misket, bebeğine

 

verdiği o yaratıcılık akan isimdi.

 

 

Küçük Hera'nın günleri oyuncakları varken daha iyi geçiyordu. Ta ki yaramazlık yapıncaya kadar. Babasının odasında işleriyle meşgul olduğu bir zamanda, dadısı ise akşam yemeği hazırlarken, televizyonda çizgi dizi izlemek yerine; başka şeyler izlemişti. Sağında Misket solundaysa Satılmış vardı. Kesinlikle bu suçu beraber işlemişlerdi. Hiçbir şekilde sorumluluk almıyordu.

 

 

Katil Bebek Chucky...

 

 

Küçük bir kız çocuğu için korku filminin her türlü versiyonu dehşet içeriklidir. Kesinlikle buna izin verilmemelidir. Aksi takdirde sonuçları iyi olmuyordu. Ah bu kesinlikle denenmişti ve de onaylanmıştı.

 

 

Küçük kızın izlediği o korku dolu sahnelerden sonra iki bebeğine olan bakış açısı adeta değişmişti. Onlara şüpheyle bakıyordu. Acaba diyordu gerçek olabilir miydi? Bebekleri aslında birer katil olabilir miydi? Henüz hava aydınlıktı. Zaten gece olsa televizyon izleyemezdi. korku filmini Sabah saatlerinde izlemiş olsa bile oldukça korkmuştu. Gece olmadan öğrenmesi gereken gerçekler vardı. Mesela katilleri bulmak gibi.

 

 

Ortalıkta kimselerin olmamasını fırsat bulan küçük kız, yanına en sevdiği bebeğini almıştı. Yani Misket'i. Her ne kadar Satılmış'ı satmış olsa da bundan pişman değildi. Şayet adı üstünde o çoktan satılmıştı.

 

 

İki katlı evin salonundan çıkıp, üst katında olan odasına doğru yol almıştı. Kucağında katil olduğundan şüphelendiği o şüpheli ile beraber adımlıyordu. Onu sorguya alacaktı. Ona sorması gereken hesaplar vardı. Hayatının hiçbir döneminde bir katil olmayacaktı küçük kız. Eğer bebeği katilse onu bu yoldan döndürmeliydi. Bir şekilde bunun güzel bir şey olmadığını ona öğretmeliydi. Ardından onu babasına verecekti. Babası onu tutuklayacaktı. Bebeğinin bunun için üzülmesine gerek yoktu. Hera ondan hiçbir zaman vazgeçmeyecekti. Mutlaka ziyaretine gidecekti.

 

 

Bebeğini çalışma sandalyesinin üzerine oturtmuştu. Kaçmaması için atlama ipi ile onu sandalyesine bir güzel bağlamıştı. Hemen ardından başlamıştı hesap sormaya.

 

 

"Olay saatinde nerdeydin?"

 

 

"Hangi olay saatinde?"

 

 

"Cinayetten önceki olay saatinde."

 

 

"Cinayet mi olmuş?"

 

 

"Bilmem olmuş mu?"

 

 

"Sen sordun cinayet saati diye."

 

 

"Ha öyle mi?... Dur bir dakika burada soruları ben sorarım."

 

 

"Sorduğunuz soruların cevabını bilseniz iyi olacak aslında."

 

 

"Sen bana laf mı soktun?"

 

 

"Sadece öneride bulundum."

 

 

"Burada öneride de sadece ben bulunabilirim."

 

 

Aslına bakılırsa biraz yorucu olmuştu. Şayet bir kendi adına bir bebeği adına soruları cevaplamaya çalıştığından, kafası çorbaya dönmüştü. Başka çözüm yolu bulması gerekiyordu. Eğer sorgu işe yaramıyorsa tehdit muhakkak işe yarardı. Bunun için vicdanı biraz da olsa sızlayabilirdi. Neticede kimse bebeğini bu şekilde tehdit etmek istemezdi.

 

*

 

 

"Konuş diyorum sana konuş! Bak vallahi atarım seni aşağı. Acımam yoktur. Hem ben biliyorum seni, sen kesin katilsin. Bir kere ben senden hiç haz etmedim. Satılmış seni çok sevdi diye sesimi çıkarmadım sadece. Şimdi ya konuşursun ya da seni bu balkondan aşağı atarım."

 

 

Küçük bir kız çocuğu düşünülsün ki, iki bacağından tuttuğu bebeğini balkon demirliklerinden aşağıya sarkıtıp, konuşması için tehdit etsin. Gerçekten televizyon yasaklanmalıydı. Hele ki hayatının her yerinde hayal gücü böylesine geniş olan çocuklar için televizyon kesinlikle yasaklanmalıydı.

 

 

Bebeği konuşmamıştı. İnatçı bebek, konuşabildiği hâlde konuşmayı reddediyordu. Hera bunun gayet farkındaydı. Ve kesinlikle o dediğini yapardı. Bebeği onunla deyim yerindeyse dalga geçiyordu. Hera'nın ona kıyamayacağını düşünüyor olmalıydı. Bu düşünce Hera'yı sinirlendirmişti. Hera'ya bir şey yapamaz deyin ve sonra da oturup izleyin.

 

 

Bebeğini balkondan aşağı, boşluğa bırakıvermişti. Misket onu dinlemeliydi. Eğer suçunu itiraf etseydi Hera böyle bir işe kalkışmayacak ve onu aşağı atmayacaktı. Tanrım resmen katil olmuştu. Ah bir dakika durun! Hera Türkeş katil olmuştu. Küçük kızın kalbi ağzında atmaya başlamıştı. Korku ve hemen peşinden gelen pişmanlık tüm bedenini sarmalamıştı.

 

 

Hapiste yaşayamazdı ki o. Ne yapacaktı? Ceset... Evet evet ceset! Ortada bir ceset vardı. Ve eğer katil olduğu bilinsin istemiyorsa, Hera o cesedi ortadan kaldırmalıydı.

 

 

Gizli yollardan...Daha doğrusu sürüne sürüne geçtiği yolların sonunda bebeği attığı balkonun altına gelmeyi başaran Hera, eski hâliyle arasında hiçbir fark olmayan bebeğini gördüğünde irkilmişti. Onun hayal aleminde o artık ölü bir cesetti. Hera bütün hayatı boyunca ilk kez bir cesetle karşı karşıya gelmişti. Bu çok korkutucuydu. Şu an ellerinin arasında öldürdüğü o oyuncak vardı. Kesinlikle onu ortadan kaldırmalıydı. Katil olduğunu babası öğrenirse çok üzülürdü. Bunu kimsenin öğrenmemesi gerekiyordu. Karar vermişti. Bebeğini arka bahçeye gömecekti.

 

 

Belki biraz uğraştırıcı olmuştu. Belki biraz yorucu olmuştu. Öyle ya da böyle olmuştu. Sonunda cesetten kurtulmuştu. Kendi odasının, penceresini hemen karşısında duran ağacın altına, ölmüş bebeğin boyutlarında bir çukur kazmış ve kimsenin onu izlemediğinden emin olduktan sonra bebeği oraya gömmüştü. Biraz vicdan azabı çektiği doğruydu. Asıl sorun bunu Satılmış'a nasıl anlatacağıydı. Kahretsin! Satılmış Misket'i çok sevmişti. Misket'in onları bırakıp gittiğine bir şekilde Satılmış'ı inandırması gerekiyordu.

 

 

Mezarın başından ayrılmadan önce filmlerden gördüğü kadarıyla aklında yer edinen bir sahneyi canlandırmak istemişti. Yüksek sesle konuşmuştu. "Rahmetliyi nasıl bilirdiniz?" sonra yine kendi sorusuna kendisi cevap vermişti. "Katil bilirdik efendim. Katil..." Sesinin tonu buzdan oluşmaydı.

 

 

Satılmış'la geçen yorucu konuşmanın ardından, sonunda onu Misket'in zengin kocaya kaçtığına inandırmıştı.

 

Artık uyku saatinin geldiği o dakikalara giriş yapmıştı. Buraya kadar aslında her şey oldukça iyi gitmişti. Tabii gece olduktan sonra aklına gündüz izlediği o korku filmi gelmeseydi. Korku filmleri korkutucuydu. Korku filmleri çocuklar için çok daha korkutucuydu.

 

 

Yatağında uzanmış ve uykunun ona uğramasını bekliyordu.

 

 

Fazlasıyla korkuyordu. Odasında tek başınaydı. Korku vücudunu ele geçirmişti. Gerçekten oyuncak bebekler katil olabilir miydi? Oyuncaklar canlı olabilir miydi? Satılmış'ı alt katta bıraktığı ve odasına almadığı için kendiyle gurur duyuyordu. Onunla aynı odada uyuyamazdı. Şu an korkuyu iliklerine kadar hissettiği için babasının yanına gitmek ve onunla beraber uyumak istesede bunu yapamazdı. Muhtemelen babası buna kızardı. Babasının ona kızması mı, yoksa korku dolu anlarla sabahı etmek mi? Ah kesinlikle sabahı etmek.

 

 

Uyku yavaş yavaş bütün korkularına rağmen onu kendisine esir ettiğinde, kendinden geçmek üzereyken bir ses duymuştu. Ağlama sesi...

 

 

İnleme sesi de olabilirdi tam olarak emin değildi. Ancak yine de o sesi duymuştu. Ve ses tam olarak dışarıdan geliyordu. Tamam! İşte şimdi işler garip bir hâl almaya başlamıştı. Bu sabah, sesin geldiği yere oyuncak bebeğini gömdüğünü düşünecek olursa, hikayenin devamını düşünmek oldukça korkutucuydu. Oyuncak bebekler gerçekti. Ve o, onlardan birinin canını yakmıştı. Kesinlikle bebek ondan intikam alacaktı. Muhtemelen şu an canı yandığı için ağlıyor olmalıydı. Kendini toparladığı ilk an Hera'ya saldırdığı o an olacaktı.

 

 

Bildiğiniz bütün duaları okumamız gerekirdi bu tür anlarda. Eğer dua okumayı bilmiyorsanız o zaman ne olacaktı? Tabii ki sallayacaktınız. Tabii ki yalvaracaktınız. Belki biraz rüşvet de verebilirdiniz. Her şey yaşamak içindi. Burada ölmek vardı... Ah hayır hayır, ölmek olmamalıydı.

 

 

"Sevgili Allah'ım! Eğer oyuncak bebek tarafından öldürülmeme izin vermezsen bundan sonraki hayatımda çok iyi bir çocuk olacağıma söz veriyorum. Mesela artık okulda kimseyi dövmeyeceğim. Ayşe'nin saçına sakız yapıştırmayacağım. Ahmet'in kalemini kırmayacağım. İğneden korktuğum için aşı günü geldiğinde bütün sınıfı örgütleyip okuldan kaçmayacağız. Öğretmenim her ne kadar beslenme saatinde abur cubur yememi söylesede ondan gizlice abur cubur yemeyeceğim. Oldukça iyi bir kul olacağıma söz veriyorum. Karşılığında da artık bir iyilik yaparsın diye umut ediyorum. Ne bileyim mesela oyuncak bebekler beni öldüremezsin. Bence çok da büyük bir istek değil. En azından verdiklerim aldıklarımdan daha büyük."

 

 

Küçük kız dua ederken ağlama ve inleme karışık şekilde yükselen ses kulaklarına dolaşıyor ve onu fazlasıyla korkutuyordu. Buna rağmen pes etmiyor, dua etmeye devam ediyordu. Sabaha kadar bu böyle sürmüştü. Camdan dışarıya bakmaya cesaret edemiyordu. Yatağından çıkmaya bile cesareti yoktu. Oturduğu yerde yorgunluktan bayılıp uyuyuncaya kadar bu böyle devam etmişti.

 

 

Sabah havanın aydınlanmasıyla uyanan küçük kız, başucunda babasını görünce derin bir nefesi içine çekmişti. Bu nefes şey nefesiydi: Bugün de ölmedik, çok şükür.

 

 

Attila Tuğrul, kızının saçlarıyla oynamış, o uyanana kadar onu seyretmişti. Kızı uykudayken onu seven babası, kızı uyandıktan sonra kaşlarını çatmış ve elini onun saçlarından ayırmıştı. Attila Tuğrul Türkeş'e göre kızı sadece uyuyorken sevilebilinirdi. En azından Hera artık böyle olduğunu düşünüyordu.

 

 

Attila Tuğrul Türkeş, Hera'nın uyandığını gördükten sonra oldukça rahat bir şekilde kızına bakarak konuşmuştu: "Dün gece bahçeden gelen sesleri duydun mu?" Küçük kız dün geceyi hatırlayınca içini yine bir korku almıştı. Babasının kafası ile onaylamış ve konuşmasına devam etmesi için onu dinlemeye devam etmişti.

 

 

"Çavuş'u hatırlıyor musun?" Hera Çavuş'u tabii ki hatırlıyordu. O bu lojmanın sevimli yaşlı köpeğiydi. Uzun zamandır ortalıklarda görünmüyordu. Konunun Çavuş'la ne alakası olduğunu anlamasa da babasını onaylamak için kafasını aşağı yukarı sallamıştı.

 

 

"Dün gece arka bahçedeki ağacın altında son nefesini vermiş. Zaten çok hasta ve çok da yaşlıydı. Duyduğumuz inleme sesleri ondan gelmiş olmalı. Onun için yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Veteriner çok uzun bir ömrünün olmayacağını söylemişti."

 

 

Normal şartlarda bunun için üzülürdü. Üzülmüştü de aslında. O sarı köpeği severdi. Ne vardı ki şu an normal şartlar içinde değildi. Dün gece bebeğinin bir katil olma ihtimali ile yüzleşmişti. Aynı bebeği öldürdüğü için kendisini katil zannettiği o kısmı es geçiyordu. Ah bazen küçük çocuklar da yanılabiliyordu işte. Babası anlamasın diye üzülmüş gibi yapsa da Attila kızını iyi tanırdı: Kim bilir kafasında yine ne var da üzülmek yerine sevinçten dört köşe oldu, demişti.

 

 

Günün sonunda tekrar bahçeye çıkan Hera bu kez oyuncak bebeğini gömdüğü yerden çıkarmıştı. Misket'en özür dilememişti. Ona göre Misket onu gördüğü an onu zaten affetmişti. Hera o günden sonra Misket'i bir daha yanından hiç ayırmamıştı. Şimdilerde ise bu bebek yine yanındaydı. Yaşıyordu. Ancak o bebeği ona alan babası ölmüştü. Üstelik babasının katili ortalarda yoktu. Babasından geriye kalan tek şey de bebeğiydi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gözlerimi bebeğimden çekmiştim. Kafamı tekrar önüme döndüğümde Doğu ve Batı'nın gitmiş olduğunu fark etmiştim. Düşler âlemine veda etmem gerekiyordu. Babamı özlemeyi bırakmam gerekiyordu. Artık bu kadar oyalanma yeterliydi. Gecikmeyi sevmezdim, başlasak iyi olacaktı. Görev bizi beklerdi.

 

 

Üzerimde siyah mini gece elbisesi vardı. Elbisenin üst kısmı çok olmayacak şekilde taşlardan oluşuyordu. Askılık yerleri de yine aynı şekilde olan dizili taşlar sayesinde elbiseye ahenk katıyordu. Vücuduma sıkı sıkı yapışan kumaşına rağmen içinde kendimi rahat hissediyorum. Gece için fazlasıyla hazırdım. Birilerine kendimi kanıtlayacağım gecede her şey plana uygun gidecekti. Aksi mümkün değildi. Aksi olamazdı.

 

 

 

 

Aşağı kata indiğimde tim-4'ü hazır bir şekilde bulmuştum. Ekibim hazırdı ve beni bekliyorlardı. Yüzlerindeki sorgulayan ifadeyi gördüğümde Batı ve Doğu'yu gördüklerini anlamıştım. Bacadan giren ikizler çıkmak için kapıyı tercih ettiklerinden, herkes bunu sorguluyor olmalıydı. Onlara açıklama yapacak vaktim yoktu. Vaktim olsa bile açıklama yapasım yoktu.

 

 

Herkesin üzerinde bakışlarımı tek tek gezdirmiştim. Genel itibarıyla çok konuşmazdım. Onlar bu hâllerime zaten alışıklardı. Ya da en azından geçtiğimiz süre içerisinde alışmak zorunda kalmışlardı. Ben sessizdim. Onlar da benim sessizliğimin üzerine geçip giden süre sonrasında itaatkar olmuşlardı.

 

 

Bu gece oldukça büyük bir toplantı olacaktı. Gizli bir toplantı... Uyuşturucu kartelleri ve silah baronları bu gece bir araya geleceklerdi. Toplam on farklı bölgenin on farklı lideri buluşacaktı. Ulular ve veliahtlar yapılandırması en güçlü yapılanma olabilirdi ancak tek yapılandırma onlar değildi. Baskın yapacaklarımız gibi farklı yapılandırmalar da olabiliyordu. Yeni yapılandırmaların amacı, güçlerini bir araya getirerek en büyük yapılandırmaya baş kaldırmaktı. Veliahtlar ve ulular yapılandırmasına nedenli hafife aldıkları böyle bir işe kalkışmalarından bile belliydi. Şayet onlar işi gizli yürüttüklerini zannetseler de aslında veliahtlar bundan çoktan haberdar olmuştu.

 

 

On güçlü bölgenin on güçlü lideri sırasıyla şu şekildeydi:

 

 

Birinci Bölge: Jamaika Mafyası

 

 

İkinci Bölge: Arnavut Mafyası

 

 

Üçüncü Bölge: Sırp Mafyası

 

 

Dördüncü Bölge: Yahudi Mafyası

 

 

Beşinci Bölge: Meksika Kartelleri

 

 

Altıncı Bölge: Volzak (Japon Mafyası)

 

 

Yedinci Bölge: Çin Mafyası

 

 

Sekizinci Bölge: Kolombiya Kartelleri

 

 

Dokuzuncu Bölge: İtalyan Mafyası

 

 

Onuncu Bölge: Rus Mafyası!

 

 

Her bölgenin yönetimini sağlayan ve o bölgenin lideri olarak tanımlanan adamlar, bugün gideceğimiz yerde olacaktı. Kimisi 20'li yaşların sonundayken kimisi yaşlı başlı olan, on bölge lideri. Amaçları düzene baş kaldırmaktı. Amaçları gizli işler çevirerek mevcut güçten daha büyük bir güce sahip olmak ya da mevcut gücü sarsabilecek otoriteye hakim olmaktı. Kısacası kendileri ulular ve veliahtlar yapılandırmasına yeter diyordu. Yeni dünya düzeninde artık biz de söz sahibiyiz, sizden korkumuz yok demeye getiriyorlardı.

 

 

Ulular ve veliahtlar yapılandırmasının bilinen en büyük özelliği saltanatı daima ellerinde tutmalarıydı. İktidar her zaman onlar olurdu. Bir yerde ayaklanma olması, çatışmalar olması, baş kaldıran güçler olması onların hoşuna gitmezdi. Ve onların hoşuna gitmeyen hiçbir şey varlığını devam ettiremezdi.

 

 

Maalesef ki bu on bölge lideri ya bundan habersizdi ya da gerçekten cesur insanlardılar. Aksi onları bilenler için farklı sonuçlar doğuruyordu.

 

 

Her şey yolunda gözüküyordu. Yine de son bir kontrol yapmakta fayda vardı. İşini daima sağlama alan biriydim.

 

Bakışlarım Tim-4'ün üzerinde gezerken gözlerim, hedefine Afra'yı almıştı. Onunla göz göze geldiğim an kendisine soru soracağımı anlayan Afra, omuzlarını dikleştirip adeta bana gönder gelsin izlenimi vermişti.

 

 

"Birinci bölge, ikinci bölge, üçüncü bölge liderleri için analiz yap, hemen!" Kafasını aşağı yukarı sallayan kız konuşmak için ağzını açmıştı.

 

 

"Birinci bölge Jamaika Mafyasına aittir. Karayipler'in üçüncü büyük adasının yöneticisi Abram Abel'dir. Yaş 48, Yapılandırma genel olarak çetelerden oluşur. Kendilerine Jahra adını veren bu çeteler arasında uyuşturucu ile uğraşanlar ve silah kaçakçılığı yapanlar olarak ikiye ayrılır.

 

 

İkinci Bölge Arnavut Mafyası. Yöneticileri Eduart Pejer. Yaş 52, Arnavut mafyası uyuşturucu kaçakçılığı, silah, insan ticareti ve organ kaçakçılığı da dahil olmak üzere çok çeşitli suç girişimlerine bulunmaktadır.

 

 

Üçüncü Bölge Sırplar... Yöneticisi Dragan Kovačević. Yaş 32, uyuşturucu ve insan kaçırmanın yanı sıra dünyanın çeşitli yerlerinde kumarhaneleri de vardır."

 

 

Afra konuşmasını bitirdiğinde onu başımla onaylamıştım. Dersine oldukça iyi çalışmıştı. Hatâ yapana tahammül göstermeyeceğim için iyiydi. Kafamı, Kamer'lerden birine çevirmiştim. Erkek olana, Lerzan Soykamer'e. Göz göze geldiğimizde sıranın onda olduğunu anlamıştı.

 

 

"Dördüncü bölge ve beşinci bölge liderlerini tanımla!" Beni kafasıyla onayladıktan sonra hemen konuya giriş yapmıştı.

 

 

"Dördüncü Bölge Yahudi Mafyası.

 

Yöneticisi Gavrial Michael.

 

Yaş 30, 21. Yüzyılın en şiddetli çetelerinden biridir ve kumarbaz gangster Herman Rosenthal'ın öldürülmesiyle ünlenmişlerdir. Uğraşım alanları büyük yoğunlukta silah sektörüdür.

 

 

Beşinci Bölge Meksika Kartelleri.

 

Yöneticileri Jasiel İsai.

 

Yaş 37, üye sayısı üç yüz bin küsür. Analistlerin tahminine göre karteller yıllık 32.6 ila 59.4 milyar dolar arasında gelir elde etmektedir. Elde edilen gelirin tüm kaynağı kadın ticareti ve uyuşturucu sayesindedir."

 

 

Lerzan'ı başımla onaylamıştım. Geçirdiğimiz süre zarfında tim-4 beni yakından tanımıştı. Ben ekibin lideriydim. Ve benim emrimde çalışanlara bile tahammülüm yokken, yanlış yapana zerre tamahım yoktu.

 

Ekibim yanlış yapmamakta gayet iyiydi.

 

 

Gözlerim ekip üyelerinden Soykamer'lerin bir diğer ismine kaymıştı: Almina Soykamer. Göz göze geldiğimizde, omuzlarını dikleştirip başını kaldırmış ve çoktan hazır olduğunu göstermişti.

 

 

"Altı ve yedi sen de Almina."

 

 

"Altıncı Bölge Volzak (Japon Mafyası).

 

Daha doğrusu çetesi.

 

Liderleri Haruta Fuji.

 

Yaş 39, üye sayısı en fazla olan çetedir. Toplamda 400.000'den fazla üyesi olduğuna inanılmaktadır. Acımasızlığı ile bilinen bu çete, her türlü kara para ticaretinde mutlaka bulunur. Uyuşturucu, silah kaçakçılığı, silah üretimi, kadın pazarlama, adam kaçırma, organ ticareti, yasa dışı göç, kapkaççılık ve daha nicesi çeteler içinde belli başlı bölümlere ayrılarak yürütülür." Almina herkesin üzerinde gözlerini gezdirdikten sonra bakışlarını bende durdurmuştu. Kollarımı önümde birleştirmiş ve ciddi surat ifademi bozmadan onu dinliyordum.

 

 

"Yedinci bölge Çin Mafyası.

 

Liderleri Hong Sahuyan Minho.

 

Yaş 61, Japon mafyasıyla aynı ölçülerde güçlere sahip olsalar da tarih boyunca bu iki ülkenin mafyası hiçbir şekilde anlaşamamıştır. Bizi de en çok şaşırtan şeylerden biri tam olarak buydu. Ulular ve veliahtlar yapılandırmasından ne kadar nefret ediyorlarsa artık onları yok etmek için bir araya gelmeyi kabul etmişler gibi görünüyor."

 

 

Almina'yı kafamla onaylamıştım. Düşmanlar tarihte sadece daha büyük düşmanı devirmek için ortak olmuştur. Gözlerim hedefine Almina'nın sevgilisi olan Atlas'ı almıştı. Sıradakinin o olacağını tahmin eden Atlas, ben ona baktığımda zaten bana bakıyordu.

 

 

"8-9 ve 10. bölgeler hemen!"

 

Ekip üyelerime karşı her zaman soğukkanlılığımı korumuşumdur. Umursamaz tavrım hedefine Atlas'ı aldığında, herkes duruma alışık olduğundan ses tonuma aldırış etmemişti.

 

 

"Sekizinci Bölge Kolombiya Kartelleri! Liderleri Jean Paul George. Yaş 41, Pablo Emilio Escobar Gaviria tarafından kurulan ve yönetilen Kolombiya'nın Medellín şehrini üs olarak seçmiş, son derece iyi organize olmuş, Kolombiya uyuşturucu karteli ve terör örgütüdür. Genellikle ilk büyük 'uyuşturucu karteli' olarak kabul edilir. Alanları sadece uyuşturucudur."

 

 

Ulu ve veliaht yapılandırması tüm gücünü silah ticaretinden alırken, bölge mafya ve çeteleri her türlü pis işi yaparak bir yerlere gelmeyi hedefliyorlardı.

 

 

"Dokuzuncu Bölge İtalyan mafyası. Liderleri Alessandro De Luca. Yaş 32; tehdit, şantaj, uyuşturucu kaçakçılığı, cinayet, hırsızlık, tefecilik, kaçakçılık, kumar, terörizm, fuhuşa zorlama, para aklama, silah kaçakçılığı, dolandırıcılık, adam kaçırma, banka soygunu ve daha nicesiyle birebir ilgilenirler. Kendilerine mafya, çete, örgüt, terör, kartel gibi isimler vermek yerine aile demeyi tercih ederler. Bölgeler içerisinde en güçlü olan bölge onlara aittir.

 

 

Onuncu Bölge Rus Mafyası. Liderleri Ivan Savva! Yaş 28, Dünya çapında yıllık 200 milyar dolarlık cirosu olduğundan bahsedilen Rus mafyasının 1998 tarihli bir saptamada Rusya'daki özel sektörün %40'ını kontrol ettiği; Rus bankalarının ise %80'inin doğrudan veya dolaylı olarak mafyanın kontrolünde olduğu söylenmektedir. Tekil bir suç örgütü olmamalarına karşın kendilerini tanımlayan benzer yapılanma ve amaçlar bulunmaktadır."

 

 

Atlas'ı gözlerimle onaylamıştım. Gözlerimi aşağı indiğimden beri gözlerini benden alamayan ve bunu yaparken hiç çekinmeyen Yavuz, daha doğrusu Yiğit'e çevirmiştim. Sıra ondaydı. "Planı gözden geçireceğiz. Baştan aşağı kimin ne yapması gerektiğini söyle bakalım." Kim ne derse desin, Yiğit her zaman ona emir vermemden keyif almıştı. İnsanlara emirler yağdırmam onun hoşuna giderken, bizzat ona emirler yağdırmam çok daha hoşuna gidiyordu.

 

 

"Tim-4 olarak ne yazık ki bu görevde veliahtlarla ortaklaşa iş yapmak zorundayız. Ekibin bir kısmı içeride olacakken bir kısmı yine veliahtlardan da dışarıda olacak olan ekiple beraber görünmez kulaklıklar aracılığıyla bize yardımcı olacak. Almina, Atlas ve Zahir- Doğu, Batı ve Evren ile beraber; dışarıda olabilecek herhangi bir tehdide karşı önlem alacak kişiler olacak.

 

Hazar ve Evren Korkmaz'ın kız kardeşi Lara Korkmaz, içeriye evli çift olarak girecekken; nedenini anlamadığım bir şekilde Mert Aksel'in yoğun ısrarları üzerine Afra ve Mert içeri nişanlı olarak girecek."

 

 

Yiğit'in kaşla göz arası yaptığı gönderme aslında buradaki herkesin bildiği bir şeydi. Mert Aksel, Afra'dan fazlasıyla yoğun şekilde hoşlanıyordu. Ancak Afra'nın ona karşı beslediği tek bir duygu vardı, o da nefreti. Afra normal şartlarda da zaten veliahtlardan nefret eden biriydi. O Ali'yi severdi. Veliahtlar onun sevdiği adamı öldürmüşlerdi. Bu zaten onlardan nefret etmesi için yeterli bir sebepken, bir de veliahtların onun biricik arkadaşına yani Hera'ya yaşattıklarından sonra onlara karşı içinde nefretten de daha büyük bir duygu barınmıştı. Mert'in söz konusu Afra olduğunda hiçbir şekilde şansı yoktu. Onunkisi boş uğraştı.

 

 

Afra, Yiğit'e göz devirdiğinde, Yiğit beklediği tepkiyi alarak bıyık altından sırıtmış, ukala tavrını bırakmadan konuşmasına böylece devam etmişti. "Liderimiz ve ben oranın en yakışan çifti olarak içeri gireceğimiz için önce sizden bahsetmek istedim."

 

 

Genel itibarıyla içeri girecek olan kadınların, içerideki sapkın düşünceli erkeklerin çoğunluğundan dolayı yanında bir partnerinin olmasının doğru olacağına karar vermiştik. Şayet içerideki adamların büyük çoğunluğu kadın ticareti yapan pislik adamlardı.

 

 

"Çin mafyası lideri Hong Sahuyan Minho'nun kızı, Lie Mei Minho ve dördüncü bölge Yahudi mafyası yöneticisi Gavrial Michael Dünya evine giriyor. Bu aslında her ne kadar dördüncü bölge ve yedinci bölgelerin ortaklık yapması olarak gözükse de temelde davet edilen diğer sekiz bölge liderleri de işin içine katılıyor. Özetle aslında düğün töreni yapıyoruz adı altında ortaklık planlamaları yapıyorlar. İşin içine düğün katarak bunu gizli yapmaya çalışıyorlar. Ulular ve veliahtlar yapılandırmasının her yerde gözü ve kulağı olduğu için bunu pek başaramadılar. Ne var ki onlar başardım sanacaklar."

 

 

Yiğit konuştukça hepimiz dikkatle onu dinliyorduk. Sesinin otoritesini hiç bozmadan, planı en ince ayrıntısına kadar anlatıyordu.

 

 

"Veliahtları düğün törenine bu yüzden davet ettiler. Eğer sizden gizli bir şey çevirecek olsaydık sizi buraya niye davet edelim? demekti aslında onların planları. Haliyle en güçlü yapılanmanın kendilerinden şüphe etmeyeceğini düşündüler. Düğün töreni yapılacak, veliahtlar herhangi bir sorun olmadığını görecek, bunları raporlar hâlinde ululara iletecek ve düğünü terk edeceklerdi. Aslında planları bundan ibaretti."

 

 

Derin nefes alıp vermiştim. Tüm konuya hakim olsam da üstünden geçerken yine dikkatlice dinliyordum. İlk görevimdi. Öyle ki eğer başarıyla sonuçlanırsa veliaht olacaktım.

 

 

"Düğün bittikten sonra veliahtlar da dahil olmak üzere bütün bölge liderleri arabalarına atlayacak ve Güney Kore'yi hemen o gece terk edecekler ya da daha doğrusu terk etmişler gibi gösterilecekler. Veliahtlar ile yapılan anlaşma bu yönde olsa da onlar kuralları çiğnemeyi dört gözle bekliyor. Veliahtlar yıllardır bölge liderlerini sıkı yönetimi altına almışlardır. Bir veya birden fazla bölge liderinin aynı anda, aynı yerde olmasına katiyen izin vermemişlerdir. Düğün töreni sayesinde bir araya gelen bölge liderleri düğün töreni bittikten sonra yine dağılmışlar olarak gösterilecek, ancak gizli yollardan tekrar düğün alanına geri geleceklerdi. Tabii bunlar olurken planlamalarına göre veliahtlar o sırada uçaklarına binmiş ve ülkelerine geri dönüyor olacaktı."

 

 

Özünde bölge liderlerinin planı başarılıydı. Özünde olmakla kalsaydı...

 

 

"Düğünün yapıldığı yerin altında devasa bir sığınak var. Burayı toplantı salonu olarak kullanacaklarına adımız kadar eminiz. Veliahtlar tarafından her türlü işlerine karışılan bölge liderleri telefonları dinlendiği, tek başlarına ülke bile değiştiremedikleri için bir araya geldiklerinde daha sistematik bir şekilde daha güçlü planlara imza atacaklardır. Herkes kendi arasında kimin neyi alması gerektiğini, kimin neye karşı gelmesi gerektiğini, kimin nasıl hedefler dahilinde saptamalar yaparak Veliahtlara ve ululara baş kaldırması gerektiğini pay edecek ve günün sonunda en büyük yapılandırmaya karşı darbe planı bu şekilde ortaya çıkacak."

 

 

Yiğit'in de dediği gibi önce düğün alanına gidecek, orada her şey yolundaymış gibi davranacak, ardından havaalanına gidip uçağa binecektik. Tıpkı onların yaptığı gibi aslında hiç gitmeyecek, tekrar geri gelecektik.

 

 

Bölge liderlerini bu tür uğraştırıcı planlar yapmadan tek seferde ortadan kaldırabilirdik. Buna hakkımız vardı. Ancak her bölgenin oldukça fazla üyesi vardı. Her bölgenin toplamda 200.000'den fazla üyesi olduğunu hesap edecek olursak, liderlerini tek seferde elimizde herhangi bir kanıt olmadan öldürmemiz demek devasa bir kaosun ortaya çıkması demekti. Şayet adamlar eğitimlilerdi. Üyelerin genel özelliği: kapkaççı, tecavüzcü, tacizci, hırsız, adam öldüren, gasp eden insanlardı. Liderlerinin ölüm haberini alan her bir bölge, muhtemelen büyük bir iç savaş başlatacak ve yüzlerce masum insanı beraberinde katledeceklerdi. Hatta belki de birçok ülkede iç savaş çıkmasına neden olacaklardı.

 

 

Bizim amacımız tam olarak bunun önüne geçmekti. Sadece bölge liderleri değil, bölgelerin üyeleri de bilirdi ki en güçlü yapılanma yani hepsini tek elden yöneten yapılanma, ulular ve veliahtlar yapılanmasıydı. Bu yapılanmaya baş kaldırmak, arkasından iş çevirmek, darbe planlamaları içinde bulunmak, gizli işler, toplantılar yapmak hatta gizli buluşmalarda bulunmak ölüm demekti. İdam demekti. Bölge sakinleri kuralları çok iyi bilirdi. Ancak anlaşılan o ki aynı şey liderleri için geçerli değildi.

 

 

Bölge sakinlerine liderlerini neden katlettiğimizle ilgili deliller ve kanıtlar sunacak olursak ve onlara liderlerinin baş liderlerine suikast girişiminde bulunmak gibi çabalar içinde olduklarını açıklayacak olursak, kaosu engellemiş olacaktık.

 

 

Bazı ülkelerin kralları vardı. Bazı ülkelerin cumhurbaşkanları. İnsanlar zannediyor ki aslında onları yönetenler bu insanlardır. Halbuki büyük bir çoğunluğun ulular ve veliahtlar yapılanmasından haberi olsa da güçlerinin büyüklüğünden haberi yoktu. Şayet aslında bütün dünyayı yöneten onlardı...

 

*

 

 

Elimde kırmızı şarabım varken gözlerim etrafı taramaktaydı. Oldukça ihtişamlı olan düğün alanında gördüğüm yüzler kendi ekibim, öldürmeyi planladığım bölge liderleri ve yine öldürmeyi planladığım diğer söz de ekibim olacak veliahtlar şeklinde ayrılıyordu. Arem Barkın Soykamer'in gözlerinin üzerimde olduğunu, iki masa uzaklığındaki mesafeden dahi hissedebiliyordum.

 

 

Kinim o kadar büyüktü ki ona karşı aldığım eğitimler olmasa muhtemelen şu an burada onu öldürmüştüm. Fakat yine de ben en iyi olduğum konulardan birini üstlenerek onu ve ona olan kinimi görmezden geliyordum. Onu umursamıyordum. Onu takmıyordum. O ne kadar beni tanıdığını yedi düvele belli etse de ben onu tanımamazlıktan geliyordum. Bu onu kesinlikle çıldırtıyordu.

 

 

Şimdilik her şey yolunda olarak gözüküyordu. Veliahtlardan uzakta Yiğit ile beraber duruyorduk. Afra ne yazık ki biraz da Mert'en dolayı onlarla aynı yerde kalmak zorundaydı. Yine Lerzan da buradaki insanlar tarafından Arem'in kuzeni olarak tanındığı için onların masasında oturuyordu. Kesinlikle onlarla yan yana gelmememin sebepleri vardı.

 

 

Beni gördükleri yerde konuşma girişimi içinde bulunmaları bunun en büyük sebeplerinden biriydi. Mert'in sesini duymak istemiyordum. Arem'in sesini duymayı bıraktım, bana olan bakışları bile sinirlenmeme yetiyorken; onunla aynı ortamda bulunabileceğimi zannetmiyordum. Hazar Orhon'a gelecek olursak eğer dünya üzerinde kendisinden daha öfkeli birinin var olduğunu görmek istemiyorsa, ara sıra kafasını kaldırıp, sanki ben farkında olmayacakmışım gibi beni kesmelerine derhal son vermeliydi. Hele Kansu Özkurt'un alay dolu bakışlarına değinmek bile istemiyordum.

 

 

Onlardan nefret mi ediyordum? Bahsi geçen konu tartışılırdı. Ben onlardan nefret etmek, onlardan iğrenmek, onlardan tiksinmek, onları görmemekten ziyade onları yok etmek istiyordum. Parçalamak istiyordum. Yerle bir etmek istiyordum. Hakkım vardı bunlara. Ben hakkımı söke söke almak istiyordum.

 

 

Onları düşünmek beni geriyor, sinirlendiriyor, hatta öfkeden çıldırtıyordu. Sinirlenmek ve öfkelenmek çoğu zaman iyiydi, insanı genç tutuyordu. Ne vardı ki şu an sinirlerime hakim olmam gerekirdi. Veliahtları düşündükçe asıl hedeflerime odaklanamıyordum. Zihnime derhal hedef belirlemiş ve yönünü veliahtlardan alarak bölge liderlerine vermesini talep etmiştim.

 

 

Her ne kadar öldürmek istediklerim veliahtlar olsa da öldüreceklerim bölge liderleriydi. Ve benim Arem'in, Kansu'nun, Hazar'ın ve Mert'in bana olan bakışlarına daha fazla tahammülüm kalmamıştı. Veliahtlar içerisinde bir de Erdem Eraslan vardı bakışlarını benden alamayan. Ona da kızgındım, ona da öfkeliydim, ondan da nefret ediyordum. Onu da affetmeyecektim. Ancak ne vardı ki onu öldürmek istemiyordum.

 

 

Diğerlerinin aksine en başından beri bana kötü davranmasının bir sebebi vardı. Beni istemiyordu. Bunu bana defalarca kez belli etmişti. Gitmem için, arkamı dönmeden gitmem için elinden geleni yapmıştı. Ben ise onun aslında beni göndermeye çalışmalarını yanlış anlamıştım. İşi inada bindirmiştim.

 

 

O, baş veliaht ile bir anlaşma yapmıştı. 'Eğer Hera benim onu kışkırtmalarıma gitmek isteyerek karşılık verirse, sen de bunu kabul edecek ve onun gitmesine ses etmeyeceksin' demişti. Aslında en başından beri beni kurban etmek istemeyen tek veliaht oydu. Ve bugün Türkeş'in katletmek istemediği tek veliaht da yine oydu.

 

 

İçerisi bir hayli kalabalıktı. Düğün alanına gözlerimi gezdirmiştim. Beyaz renginin ağırlıkta olduğu, çember şeklinde, devasa büyüklükte bir salondu burası. İçeride yaklaşık olarak bütün davetliler ve görevlilerle beraber 1.200 kişi vardı. Lacivert ve beyaz yuvarlak masalar düğün alanına sıra sıra dizilmişti. Alanın etrafında on adet kapı vardı. Çember şeklindeki alanın etrafında on tane büyük altın varaklı kapı yerleştirilmişti. Her kapı kişiyi ayrı bir alana çıkardığı için burası gerçekten devasa büyüklükteydi.

 

 

İçeriyi süzme girişimlerim, içeridekileri süzme isteğim yüzünden son bulmuştu. Bölge liderlerinin gözleri üzerimizdeydi. Hem dikkat çekmemeye çalışıyorlardı hem de dikkat çektiğimizi bize lanse ediyorlardı. Bazılarıyla göz göze geliyor, onlar gözlerini çekmeden katiyen gözlerimi çekmiyordum. Burası kutlar sofrasıydı ve benim kimseye zayıf lokma olarak gösterilmeye niyetim yoktu.

 

 

Yine biriyle göz göze gelme oyunu oynuyorduk. Kesinlikle o gözlerini çekmeden ben gözlerimi çekmeyecektim. Bu sefer ki bölge lideri, diğerlerinin aksine biraz daha dişli çıkmıştı. Yüzünden hatırladığım kadarıyla gördüğüm kişi: Dokuzuncu Bölgenin Lideri Alessandro De Luca idi. İtalyan mafyası olan bu adam, bölge liderleri içerisinde en güçlü bölgeye liderlik eden o adamdı.

 

 

İçeri girdiğimizden beri gözlerinin üzerimde olduğunu söyleyebilirdim. Esmer ve karizmatik bir adamdı. Her İtalyan erkek gibi kendisi de oldukça yakışıklıydı. Kaslı ve fit vücudu, uzun bir boyu vardı. Onunla olan bakışma oyunumuzda gözlerimi ondan çekmeyişim muhtemelen hoşuna gitmişti. Aksi hâlde böylesine ukalaca sırıtmasının başka bir anlamı olamazdı. Onunla bakışmamıza eğer inatlaşırsam sabaha kadar devam ettirebilirdik. Tabii kulaklarıma, burada olması imkansız olan o adamın sesi doluşmasaydı. Yine ne oluyordu burada?

 

 

Sesi duyduğumuz an, ben ve yanımdaki Yiğit, hızla kafamızı sesin geldiği yöne sağ tarafımıza doğru çevirdik. Gözlerimiz devasa ekranda aradığını hızla bulmuştu. Bu adam kesinlikle şaka yapıyor olmalıydı. Şu an gözlerimin gördüğü kişi tam olarak Baş Ulu'nun ta kendisiydi.

 

 

"Herkese merhaba sevgili konuklar, özellikle de sayın bölge liderleri," demişti Vural Soykamer İngilizce konuşarak. Bölge liderleri de, en az bizim kadar ne olduğunu anlamasalar da, karşılarında büyük patronu gördükleri için hemen hazır ola geçmişlerdi.

 

 

Yerimden fırladığım gibi, yerinden fırlamış olan veliahtların yanına gitmiştim. Onlara zerre güven olmuyordu. Bunu bana bir kez daha göstermişlerdi. Kim bilir yine benden gizli ne işler çeviriyorlardı? Adımlarım beni onların yanına getirdiğinde, buz gibi çıkan sesimle hesap sormaya başlamıştım.

 

 

"Açıklama yapın! Derhâl!"

 

 

Ekrandan gözlerini alan veliahtlar, gözlerinin hedefine beni almışlardı. Masadaki herkes ayağıya kalkmıştı. Her birinin yüzünde şaşkınlık ifadesi vardı. İçlerinden ilk konuşan Erdem Eraslan olmuştu.

 

 

"İnan bana biz de ne olduğunu anlamış değiliz."

 

 

İnan bana size zerre inancım yok. Onlara kesinlikle inanmadığımı söylemek üzereydim ki Vural Soykamer'in iğrenç sesi bir kez daha kulaklarıma doluşmuştu.

 

 

"Ben zaten karşında duruyorum sevgili torunum. Neden beni aramakla uğraşıyorsun ki? Herhangi bir sorun varsa bana buradan iletebilirsin. Bizim kimseden gizlimiz saklımız yok."

 

 

Gözlerim bir ekrandaki adama bir de Arem'e bakarken, baş Veliaht'ın kulağındaki telefonu indirdiğini görmüştüm. Muhtemelen dedesini arıyordu. Arem'in yavaş yavaş sinirlendirdiğini görebiliyordum. Öfke ile kapattığı gözlerini derince nefes alarak tekrar açmıştı. Kafasını dedesinin yaptığını onaylamıyormuşcasına iki yana sallamıştı. Hayır! hayır! Kesinlikle hâlâ güven vermiyorlardı.

 

 

"Kimseden gizlimiz saklımız yok derken buraya da zaten bunun için çıktığım aklıma geldi. O hâlde en iyisi mi ben lafı fazla uzatmayayım. Sevgili bölge liderleri, arkamızdan iş çevirdiğinizden haberimiz var..."

 

 

Gözlerimi sımsıkı kapatmıştım. Ellerim yumruk hâlini almıştı. Sen ihtiyar, sen benim kim olduğumu bilmiyorsun. En ince detayına kadar düşünürüm ben her şeyi. Planlarım dâimâ vardır. Daima iki tane olmak üzere planlar kurarım. Biri zafer içinken bir diğeri zafere giden yolu bana sağlamanız içindi.

 

 

Bir elimi yüzüme doğru çıkarmıştım. Elimle burun kemiğimi sıkmış ve sabır dilenmeye başlamıştım. Bölge liderlerinin beti benzi atmıştı. Yüzlerindeki korku an itibariyle panik yapmalarına yetmişti.

 

 

"Bugün burada bizleri bitirmek için aslında planlar kurduğunuzu, bu düğünün bile planlı bir şey olduğunu biliyoruz. Damat ve gelinimizi yine de buradan, her ne kadar bir oyun uğruna evlenmiş olsalar da, tebrik ediyorum."

 

 

Sırıtmıştı. Keyfi yerinde görünüyordu. Koltuğuna yaslanmış, ekrana alayla bakıyordu. Oysa ki son gülen dâimâ iyi gülendir.

 

 

"Veliahtlar ve yanlarındaki şu diğerleri, bu gece buraya sizi denetlemek için değil, aksine sizi öldürmek için geldiler. Benim açımdan sizi yok etmelerinin hiçbir önemi yok! Neticede kim olursanız olun, ne kadar önemli olursanız olun, gidenin yeri her zaman doluyor. Sizin yerinize yenilerini getirmemiz çok da zamanımızı almayacaktır. Bunun gayet siz de farkındasınızdır diye umut ediyorum."

 

 

Bölge liderleri korkuyla birbirlerine bakmıştı. Baş Ulu, bütün eğlencemin içine etmişti.

 

 

"Ancak yine de size karşı bir haksızlık yapıldığını düşündüm ve ben kesinlikle haksızlığa gelemem. Bunu önlemek için bugün burada, sizler için ikinci şans oyunu kurdum. Şu an her bölge liderinin ve her veliaht'ın masasının altında onlar için bıraktığım silahlar duruyor. Her silahta toplam 3 adet mermi var."

 

 

Vural Soykamer'in konuşmasıyla bazı bölge liderleri, ellerine oturdukları masanın altına uzatmış ve gerçekten de onun söylediği gibi silahlar çıkartıp önlerine koymuşlardı. Yüzlerinde beş dakika öncesine kadar korku ifadesi olan adamlar, artık kendilerinden daha emin duruyorlardı. Bu emin oluş, kesinlikle Vural Soykamer'in etkisiyleydi. İçeriye hiçbir şekilde silah sokamazlardı bu yasaktı. Herhangi bir tehlike olasılığını önlemek için genellikle mafyaların ve veliahtların olduğu herhangi bir alanda kimsenin belinde silah bulunmazdı. En önemli kurallardan biriydi.

 

 

Vural'ın amacı neydi? Derdi neydi? Anlamış değildim. Her ne yapıyorsa inadına yapıyordu. Oğlu Arzem Soykamer'in inadına hepimizi harcıyordu.

 

 

"Dışarı çıkmanızı sağlayacak 10 kapı var. Ve her birinin üzerine yerleştirilmiş 10 tane bomba düzeneği var. Zaman ayarlı bombalar. 60 dakika! Bu 60 dakika içinde isterseniz bir ekip olur ve o bombaları durdurmanın yollarını ararsınız. Ya da isterseniz her birinin içinde 3 tane kurşun olan silahlarınızı birbirinize yönlendirir ve bomba sizi öldürmeden birbirinizi öldürürsünüz. Karar sizin, seçim hepinizin. Size iyi eğlenceler. Özellikle de sana, Hera Türkeş!" Adımı duyar duymaz ekrana bakmıştım. Alaylı yüz gitmiş, öfkeli yüz gelmişti. Adım başlı başına onu öfkelendirmeye yetiyordu.

 

 

"Eğer 60 dakika içinde bütün bu kaosu engellemenin bir yolunu bulursan, sana söz artık yeni bir veliahtımız var demektir."

 

 

Bomba lafını duyduktan sonra içerideki insanların çığlık sesleri benim öfkemle harmanlanıp gün yüzüne çıkmıştı. Vural Soykamer yine yapacağını yapmıştı. Bana verilen görevi, olması gerekenin çok üstüne taşıyarak, üstesinden gelemeyeceğim en zor hâline çevirip önüme bırakmıştı. Ya bu adam benim sonum olacaktı ya da ben bu adamın sonu olacaktım.

 

 

Onun ve bakışlarının öfkesiyle uğraşacak zamanım yoktu. Kapıların üzerindeki kare alan, Vural Soykamer'in sözlerinin ardından iki yana hareketle açılıp, üzerlerinde 60 dakika geriye doğru sayan; zaman ayarlı bombaların olduğu o düzenekleri ortaya çıkarmıştı. Ve benim, kendi canım da dahil olmak üzere kurtarmam gereken bin küsur can vardı. Bu canları kurtarmaya çalışırken aynı zamanda veliahtların ve bölge liderlerinin birbirlerini öldürmemeleri için ayrı bir uğraş vermem gerekiyordu.

 

 

Veliaht olmak için çıktığım ilk görev fazlasıyla muazzamdı.

 

 

Vural Soykamer henüz bir şeyin farkında değildi. Farkında olmadığı şeyin savaşını başlatmıştı. O kaybedecekti. Sayın Baş Ulu! Bilmenizi isterim ki:

 

Birinin sizi yenmesine izin vermek, savaşı kazanmanın yarısıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(🎭)

 

Bölüm : 13.10.2024 23:06 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
HELEN MAVİ / KÜLDEN ELBİSEM / 🎭 10 SAVAŞIN YARISI
HELEN MAVİ
KÜLDEN ELBİSEM

19.16k Okunma

1.58k Oy

0 Takip
67
Bölümlü Kitap
🎭GİRİŞ🎭🎭 1 İLK DÜĞÜM (BİRİNCİNİN İKİNCİSİ)🎭 2 ORMANIN DA GÖZÜ VARDIR🎭3 ZEHİR-ZEMBEREK🎭 4 TANRIÇA HERA🎭5 KAMER'DE BİR GECE🎭 6 YENİLDİYSEN BAYIL🎭 7 TANRIÇA UYKUSU🎭 8 SAHTE KAÇIŞ🎭 9 ÇİN SEDDİ GÖREN TÜRK🎭10 ALİCE🎭 11 ÇOCUK KADIN🎭 12 BİLİNMEYEN YARINLAR🎭 13 UÇAK ÜSTÜ SOHBET🎭 14 ELİMİ BIRAKMA🎭 15 İKİNCİ KEZ OLMAZ🎭16 ANAHTAR NERDE🎭 17 YILANLARIN GAZABI🎭 18 KAPLAN SAVAR ÇIĞLIK🎭 19 SEN 17'SİN🎭 20 KANLANMIŞ KALP🎭 21 ÇIKARLAR VE SAVAŞLAR🎭 22 LOTUS ÇİÇEĞİ VE TANRIÇA🎭 23 İKİ YÜZLÜ ADAM🎭 1 KESKİN KARARLAR (SOLAN ÇİÇEKLER)🎭 2 İZİ KALAN YARA🎭 3 GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE🎭 4 KATİLİN OĞLU🎭 5 CANAVAR CANAVARI TANIR🎭 6 HIZLI VE VELİAHT🎭 7 İKİ ULU BİR TANRIÇA🎭 8 KALBİN İKİLEMİ🎭 9 YENİ ÜYE🎭 10 SAVAŞIN YARISI🎭 11 TETİKLER VE TUŞLAR🎭 12 BİRİNCİ ARTIK İKİNCİ🎭 13 KAMER'İN GÖNÜL DİLİ🎭 14 EŞİM SENSİN🎭 15 RİNG ÜSTÜNDE VELİAHTLAR🎭 16 ORMAN'A YAĞMUR YAĞMIŞ🎭 17 ÖFKELİ RUH VE ALAYCI RUH🎭 18 GÜLPEMBE🎭 1 NEFES BİLE ALMADAN (ATEŞİN KÜLÜ)🎭 2 EFENDİLER KAN DÖKTÜĞÜNDE🎭 3 BABA MİRASI ŞİİR🎭 4 UÇURUM KENARINDA AŞK🎭 5 GÖREV: SEÇİMLER🎭 GÖREV: SEÇİMLER (PART 2)🎭 6 GÜL GÖRMEZ BÜLBÜL'ÜN GÖZ YAŞINI🎭 7 SON YOLCULUK🎭 8 TOPRAKLA DERTLEŞ🎭 9 HERA'NIN CANAVARI🎭 10 NEŞELİ GÜNLER🎭 11 DOĞDU GÜNEŞİM🎭 12 KAYIP ŞEHİR ATLANTİS MİSÂLİ🎭 13 KÜLDEN BEDENLERBİLGİLENDİRME YAPTIK BABACIM158. BölümFİNAL-PART 1FİNAL-PART 2FİNAL-PART 3FİNAL-PART 4FİNAL-PART 5FİNAL-PART 6FİNAL-PART 7FİNAL SON PART- 8kitapgunceesiw
Hikayeyi Paylaş
Loading...