
Hayatınız boyunca hep sevgiyle kalın, saygıyla kalın, aşkla kalın ve de kitabımı okumaya devam ederek kalın. Bölümü yıldızlamayı, bol bol yorum yapıp beni sevindirmeyi unutmayın.
Keyifli okumalar dilerim.
(🎭)
Bölüm Sözü
Oyuncular ve oyun kurucular.
Oyunu yönetenler ve oyunu oynayanlar. Öyleyse
zafer sadece oyunbazların hakkıydı.
Oyunbazlar oynamaya başladığında,
savaş kaçınılmaz olandı.

H.G.
(🎭)
Zamanı geldiğinde her öfkeden bir kıvılcım çıkacaktı. Her kıvılcım bir ormanı yakacaktı. Aldığın nefes kadar içine çektiğin dert ormanı yanacaktı. Mutlu ve huzurlu olduğun her anın ormanı yanacaktı. Aşk ormanı yanacaktı. Aile ormanı yanacaktı. Aile ormanı, kesinlikle yanacaktı.
Kimileri zamanın önüne sunduklarını ölümün tersiyle itebilirdi hayatının içinden. Ölümün tersi hayat demek ise hayatın tersi ölüm demek değildi, öldürülmekti. Şayet hayatın tersi olarak bilinen yaşamdı. Hayatı olanlar ve yaşamış olanlar olarak ikiye ayrılırdı bütün insanlık. Hayatı olanlar çok dert sahipleriydi. İşte bu yüzden hayatın tersi yaşam demekti. Hayatını yaşayamayan herkes, tersliğin içinde ters düz olmaktan düğüm düğüm olmuştu. Bugüne değin yaşamayan her canlı ruhunu yitirmişti. Ruhu katledilenlerin intikam zamanı gelmişti.
Bazı şeyler ders çıkarınca güzeldi ilkesi bu intikam ve öfke ateşinden doğmuştu. Amaçları hayat ve yaşam ormanlarını kül edip, tersliği düzlüğe çıkarmaktı. Bazı dersler sadece güzeldi. Aralarındaki fark, aklını kullananlara değil, aklını oynatanlara hitap etmekteydi. Oyun kurucular ve de oyuncular karşı karşıya geldiğinde savaş kaçınılmaz olacaktı. Her savaş her şey demek gibiydi. Bazı şeylerden ders çıkarmak güzel ise her şey demek, dersin kendisi demekti. Olmuş yahut olabilecek olan her şeyden ders çıkarmamak mümkün değildi. Çıkarmış olunan ders, sahibini olduğu yere sertçe düşürebilirdi. Pekala mümkün olanlardan biri de bundan ibaretti. Düştükçe kalkmasını bilmeliydi insan. En iyi olduğum konu düşünce kalkmak değil, düştüğüm çukura benimle beraber birini daha kolundan tutup çekmektir diyebilmeliydi. Onun üstüne basıp, onu oraya gömüp ayağı kalkmalıydı.
Bu kez düştüğüm gibi kalkacaktım. Çünkü bu kez düşmanıma, benimle beraber düştüğü yeri mezar yapacaktım.
Büyük bahçemizin içinde yer alan kamelya kısmında oturmuş, düşüncelerim arasında kafayı sıyıracak hâle gelmiştim. Atlantis ve Arem bahçenin orta yerine, kızımız için yaptırılmış olan gösterişli ve full israf olan park alanında kumdan kale yapmakla meşguldü. Daha doğrusu Arem, her kale yaptığında nerdeyse bir yaşında olmak üzere olan kızım, oyun bozan olduğu için kaleyi bozup duruyordu. Arem buna her seferinde gülüp, büyük sabırla tekrar baştan başlıyordu.
Bu parkı, kızımız için Özkurt kardeşler tasarlamıştı. Küçük bebeğimizi burada tek başına bıraksak bile tek çizik almadan güvende kalabilirdi. Bütün oyun alanı yumuşak maddelerden yapılmıştı. Kafasını çarpması ya da bedenini kesmesi gibi ihtimaller önlenmişti. Teknoloji olmadan hiçbir işi yapamayan Özkurt kardeşler, parkı yapay zeka tarafından yönetilecek şekilde tasarlamıştı. Evin içinde her işimize burnunu sokan Alice yetmezmiş gibi şimdi bir de parkın içinde yapay zekalar dolaşıyordu. Bu sayede kızım daha genç yaşında eğitici oyunlar oynayarak gelişimini adım adım takip eden yapay zeka öğretmenleri ile tanışmış olmuştu. Okul denen yerin cehhennem gibi bir yer olduğunu bildiğimden mümkün oldukça onu buradan kaçırsamda veliahtlardan biri mutlaka çıkıp, onu tekrar buraya getiriyordu.
Daha bir yaşında bile olmayan, birkaç kelimeyi peltek peltek konuşan, aşırı derecede yaramaz kız çocuğumun bunca ihtişam karşısında şımarmasını istemiyordum. Koca alanda en az on çocuğa yetecek oyun aletleri vardı. Oyuncaklarsa cabasıydı. Prenses gibi davranıldığı için gün geçtikçe şımarıyordu. Benim kızım olduğundan olmalıydı ki şımarmak bile ona çok yakışıyordu. Veliahtlar kızımın uslu, sessiz, sakin karaktere sahip bir kız çocuğu olmasına izin vermiyordu. Biraz sonra gelip onu yine kucaktan kucağa gezdirip, kahkahalara boğacaklardı.


Atlantis, benim için her şey demekti. Onun için yapamayacağım şey yoktu. Hayatını daima güvende yaşasın istiyordum. Dışarıda düşman vardı. Düşmanın hedefi dâimâ en sevdiklerimiz olmuştu. Şimdi en sevdiğimiz olan, biriciğimiz olan kızıma zarar gelirse yok olurdum. Öylesine yok olurdum ki hiç var olmamışım sayarlardı. Bedenim sağlam dursa kalbim paramparça olurdu. Kalbim parça parça olduktan sonra dik durmanın anlamı yoktu.
Olduğum yerden ayağı kalkmıştım. Kamer bölgesinde olsam bile, evim hatta bütün ormanın etrafı yüzlerce korumayla kuşatılmış olsa bile, hem havadan hem karadan 7/24 güvenliğimiz sağlansa bile içim rahat değildi. Düşman var oldukça bu böyle olacaktı. Düşman nefes aldıkça, aldığım her nefes ciğerimi yakacaktı. Kızımın üzerinden gözlerimi ayırmıyordum. Yeterli gelmiyordu. Ona bir şey olma ihtimali zihnimin içinde döndükçe her şey anlamını yitiriyordu.
Yavaş yavaş küçük ama her şeyim olan ailemin yanına adımlamıştım. Kızımla kısa bir süreliğine son günümüzdü bugün. Babası ve annesi olarak gitmemiz gerekiyordu. Bizden alınanlar, çalınanlar vardı. Kızımın hiç görmediği anneannesi Gül Türkeş'in intikamı vardı. Hiç tanımadığı dedesi Attilâ Tuğrul Türkeş'in intikamı vardı. Gülpembe diyerek anlatığımız iyi geceler masalının prensi olan amcası Hazar Orhon'un intikamı vardı. O intikamı almak için anne ve babanın yola çıkması gerekiyordu. Geri geldiğimizde artık her şey bitmiş olacaktı. Her şey çok güzel olacaktı.
Yanlarına vardığımda ikisinin de yüzünde kocaman gülümseme belirmişti.

"Anne geldi, "
femişti Arem, tepesinde babasının saçlarını çekip duran kızına yönelik. Beni gören kızım babasını rahat bırakmıştı. Anneci olduğunu söyleyemezdim. Tam olarak babacı olduğunu da söyleyemezdim. Kızım tuhaf şekilde ikimize de eşit davranıyordu. Onun yaşındakiler için neredeyse yok artık! denilecek hareketi. Kocaman gözleriyle bana bakış attığında artık oyun sırasının bana geçtiğini anlamıştım.
Onu, babasının sırtından gülerek kucağıma almıştım. İki yanağına kocaman öpücükler kondurup kokusunu içime çekebildiğim kadar çekmiştim.
"Annem benim. "
Hayatımın en uykusuz, en zorlu geçen günleri doğduğu andan itibaren başlamıştı. Oysa sorsalar ben ondan önceki hayatıma hayat bile demezdim.
"Anney geldiyy. "
Gülüşüne kurban olurum gülme öyle annem. Zaten bırakıp gideceğimi düşündükçe ağlayasım geliyordu.
Bile bile olaylar geliyordu üzerime. Yine de başaracaktık. Biz başaracaktık. Son oyunumuzu oynayıp, son golümüzü atıp yeni ve güvenli hayatımıza hoşgeldin diyecektik. Yeni hayatımız için biraz ayrı kalmamız gerekiyordu. İlk ayrılığımız olsa da aynı zamanda son ayrılığımız da olacaktı.
"Evet kızım. Anne geldiiiii. Hadi oynayalım bakalım." Gülümseyerek konuşup, kucağımdan indirmiştim onu. Uzun süreli yürüyemiyordu. Ayakta en fazla bir dakika dikili kalmayı başarıyordu. Benim için onun her başarısı gurur kaynağıydı.
"Babay! "
Uzun kirpikleri ardındaki büyük gözlerini babasına dikmişti. Ona attığı masum bakışlar benim kalbimi yerinden oynatacak kıvama getirmişken, Arem'in kızımızın masumluğu karşısında eriyip bittiğine emindim.
Oturduğu yerden hızla kalkan Arem, adımlarını bizim olduğumuz yere gelinceye kadar devam ettirmişti. Babasını hemen yanı başında gören Atlantis, küçük elini ona doğru uzatmıştı. Neredeyse iki metre olan babası için o eli uzanıp tutmak oldukça zordu. Maymundan insana doğru giden şemanın üçüncü görseli olacak şekilde konumlandırdığı bedeniyle kızının elini yana doğru eğik hâlde tutmayı başarmıştı. Onların iyi anlaşan her hâli beni gülümsetip duruyordu.
Diğer elini bana uzatan kızımı çok bekletmeden uzattığı elini hemen tutmuştum. Batı onun için; zehir gibi zekası var bunun. Diye boşuna demiyordu. Uzun süre yürümeyi beceremediğinden anlaşılan oydu ki beni ve babasını yürümesine yardımcı olabilelim diye yanında tutacaktı.
"Gerçekten çok zeki. " Sesimi duyan veliahtımın bakışları bana dönmüştü.
"Annesine çekmiştir."
Kızım kesinlikle babasına çekmişti. Atlantis, yürümek için bizi kullanmayı nasıl akıl ettiyse, Arem'de kalbimi kazanmak için beni övmeyi öyle akıl etmişti. Gülümseyerek cevap vermiştim ona. Sadece gülümsemek zorunda kalmıştım çünkü küçük kızımız gitmek istediği yere çıkacağı yolculukta bizi ayakları olarak kullandığından harekete geçmişti. Tabii onunla beraber biz de yürümeye başlamıştık.
Ona daha bu sabah giydirdiğim beyaz fırfırlı elbisesi, kumlarda yuvarlana yuvarlana oynadığı için toz toprak içinde kalmıştı. Renkli giyinmeyi çok ama çok seviyordu. Ne zaman parlak renkte elbiseler ya da etekler giyse aynadan kendini uzun uzun izlerdi. Kendini çok beğendiğini hepimiz biliyorduk. Bu huyunu kimden aldığı ise muammaydı.
Simsiyah saçları omuzlarına kadar geliyordu. Onu ilk gördüğüm zaman saçlarının benimkilere çektiğini anlamıştım. Gür, siyah ve parlak saçları kesinlikle benim küçüklüğümü andırıyordu. Mutlaka toka takardık saçlarına. Afra teyzesi gibi süslenmeyi çok seviyordu. Her sabah özenle hazırlardım onu. Her seferinde büyük mutlulukla izlerdi beni.

Ortalama 10 kilo etmeyen küçük veledim beni ve babasını gittiği yere doğru peşinden sürüklüyordu. İkimiz de hiç ses etmeden onun bizi götüreceği yere doğru düşmesin diye ellerinden sıkı sıkı tutarak gidiyorduk. Birkaç onun için büyük bizim için küçük olan adımın ardından geldiğimiz yer çok da şaşırmamın gereği olmadığı yerlerden biriydi. Kızım bizi bir kez daha kendi zevki için kullanmak istiyordu. Doğu ve Batı onun için her şeyi düşünmüştü. Oyun parkındaki bütün eğlence araçları her ay düzenli şekilde değiştiriliyordu. Her ay yavaş yavaş büyüyen kızım boyuna ve de yaşına uygun aletlerle her seferinde yeniden tanışıyordu. Atlantis Darya'ın doğum gününe az kalmıştı. Bizi peşinden sürükleyerek getirdiği yer, onun için özel tasarlanan salıncaklardan birinin önüydü.
27 Haziran 2026'da doğmuştu kızım.
Bugünün tarihi 20 Haziran 2027'ydi.
04/10/2025'ten bu yana her yerde yana yakıla Kamer aile sandığını aramıştık.
Hazar'ı kaybettiğimiz an her şeyimizi kaybetmiş kadar olmuştuk. Bizden birine daha bir şey olmasın diye Arzem Soykamer'in yok olması gerektiğinin bilincindeydik. Onu yok etmek için öncelikle onun elinde bize karşı kullandığı en büyük kozu olan Kamer aile sandığını geri almamız gerekiyordu. O adam delinin tekiydi lakin geri zekalı değildi. Sandığı sakladığı yer ayrı, sandığı koruma stili ap ayrı bilinmezlikler barındırıyordu içerisinde. Bunca zamandır bekleme nedenimiz buydu.
Kamer aile sandığı ; Arem'in büyük büyük atası günlük tutan bir adam olduğundan nesillerden nesillere aktarılmış, ilk zamanlar gelenek olsa da daha sonrasında en büyük güç olarak kullanılmış kayıtların tamamıydı. Her türlü yazılı, çizili, sesli kayıtlar dökümanlar hâlinde saklanmıştı. Uzun yıllarca sistem böyle işleyerek devam etmişti. Bütün geçmiş ve gelecek planmaları Kamer aile sandığında mevcuttu.
Kamer ailesinin Uluları, sistemin devamı için gerekli olan tüm kayıt işlemlerini veliahtlarıyla beraber yaptığından,
tüm güç dengesi Kamer ailesi tarafından korunurdu. Bu da Baş Ulu ve Baş Veliahtın neden Soykamer ailesinden çıktığının yegane cevabıydı.
İki yıl önce Japonya'daki ruh ve sinir hastalıkları hastanelerinden birinde kafayı sıyırdığım için gözetim altında tutulurken, o gelmişti. Arzem Soykamer. Hayatıma girdiğinde çoktan ulular ve veliahtlar yapılandırmasından onların en büyük gücü olan Kamer Aile sandığını çalmayı başarmıştı. Arzem'in bunu başarabilmesinin nedeni, kendisinin Soykamer ailesinin eski veliahtı olmasıydı. Şayet Kamer Ailesi gözetiminde olan o sandığın yerini bilen tek kişi sadece Soykamer Ailesi ulusu ve Soykamer ailesi veliahtıydı. O tarihlerde herkes Arzem Soykamer'in ölü olduğunu zannettiği için kendisinin Soykamer Aile sandığının yerini biliyor oluşu önem arz etmiyordu. Nasıl olsa ölüler konuşamaz diye düşünmüş olmalılardı. Arzem, zamanı geldiğinde ortaya çıkmış ve eski bir Soykamer veliahtı olmanın nimetlerinden faydalanarak Kamer aile sandığını çalmayı başarmıştı. Yerini zaten çok iyi bildiği bir şeyi eliyle koymuş gibi bulması onun adına emindim ki zor olmamıştı.
Onun çalmış olduğu sandığı nereye koyduğunu uzun ve geniş çaplı araştırmaların sonucunda bulmayı başarmıştık. Ancak yine de onun kadar şansımız yaver gitmediğinden, sandığı sakladığı adanın yakınından nasıl geçebileceğimizden, içine nasıl girebileceğimizden, anahtar görevi gören 14 yüzüğü nasıl elde edebileceğimize varıncaya kadar birçok şeyi gözden geçirmemiz gerekmişti.
Arzem için canını verebilecek olan toplam 13 adam vardı. Bu adamların parmaklarında 13 yüzük vardı. Son yüzüğün sahibi Arzem olduğundan tüm yüzüklerin toplamı 14 adet ediyordu. Toplam 14 yüzük, Okyanus üzerinde yüksek güvenlikle etrafı çember hâline alınmış adalardan birinde anahtar görevi görüyordu. Arzem her içeriye girmek istediğinde 13 adamını peşine takarak adadan içeri giriyordu. Binanın içeriği bulmacalardan farksız değildi. İçeriye giriş izni olan 13 anahtar adamın hiçbiri, alanın tamamını görmemişti. Herkesin açmakla mükellef olduğu kapısı vardı.
Biri kendi kapısını açarsa diğer kapıya giden yolu göremez, geldiği yolu geri yürüyerek yukarı çıkardı. Son kapıyı açan anahtarın sahibi tabii ki Arzem Soykamer'di.
Bizim için her şeyi zorlaştıran kısım tam olarak burasıydı. Adanın yerini çoktan bulmuştuk. Önemli olan kısım burası değildi. Önemli olan kısım adanın içine girmemizi sağlayacak olan anahtarların tamamını elde etmekti. Anahtar sahipleri varlıklarını düzenli olarak Arzem Soykamer'e ispatlamak zorundaydı. Adamların parmaklarında birer yüzük vardı. Anahtar olarak bahsedilen şey aslında bu yüzüklerin ta kendisiydi. Arzem Soykamer işini sağlama alan biriydi. Yüzüklerden biri adamlardan birinin parmağından çıkarıldığında yüzüğün sistemi bunu doğrudan kırmızı alarm vererek Arzem'e ulaştırıyordu. Bizi asıl uğraştıran kısım burasıydı.
Doğu ve Batı kelimenin tam anlamıyla dahi ikizlerdi. Onlar için zor olmuş olsa da benim onlara anlattıklarımdan yola çıkarak 14 adet çakma anahtar yüzük yapmayı başarmışlardı. Yüzüklerin varlığını ilk gördüğümde merak ettiğim ve peşine düştüğüm için kendimle her seferinde gurur duyuyordum. Hafızam kuvvetli olduğundan yüzüğü kısa süreliğine incelemiş olmam yetmişti bize. Bütün şeklini ve çalışma içeriğini, ikizlere en ince ayrıntısına kadar anlatmıştım. Yapmaları gereken tek şey 14 anahtar yüzüğün çakmasını yapmaktı.
Yüzükler tamamlandıktan sonra yapılması gerekenler sırasıyla Özkurt kardeşler öncülüğünde oluşturulmuş siber ekibin, çakma yüzüklerin parmaktan çıktığı anda Arzem'e ulaştırdığı sinyali kesmeyi başarmak ve çakma yüzükler orijinallerin yerlerine geçtiğinde, Arzem Soykamer'in kendi ekibine gönderdiği: Yüzük güvende! temalı sinyallerin devam etmesini sağlamaktı.
İşin bu kısmı oldukça riskliydi. Aldığımız risk sonucunda karlı çıkmayı başarmıştık. Plan tıkır tıkır işlemiş ve de biz 13 anahtar yüzüğün sahibine ulaşmayı başarmıştık. Her birinin yerini tespit etmek, evlerinin olduğu alanın güvenlik sistemini çökertmeyi başarmak uzun zamanımızı almıştı. Anahtar yüzüklerin sahipleri eğitimli adamlar oldukları için işimiz giderek zorlaşmıştı. Kimisinin market alışverişi yapan adamının sepetine uyku ilaçlı gıdalar yerleştirmişken, kimisinin doğrudan uyuduğu odanın altına uyku gazı sıkmıştık. Gerek öyle gerek böyle olsun her birinin evine bir gece yarısı giderek, uyudukları anda yüzüklerin yerini değiştirmeyi başarmıştık. Yüzükler parmaktan çıktığı anda Arzem'e sinyal gönderdiğinden bu sinyal bağlantısını kesmek yine ikizlerin başarısıydı. Sadece 10 saniye içerisinde iki yüzüğün yerini değiştirmemiz gerekiyordu. İkizler sinyali sadece 10 saniyeliğine kesebiliyorlardı. Dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan bu adamların izini sürmek, onları bulduktan sonra yüzükleri almak bir yılımızı almıştı.
14. Yüzüğün sahibi olan Arzem Soykamer kolay lokma değildi. Onunla bizim muhatap olmamız, imkansız olan her şeyden daha da öteydi. Bizim temasımızın oltasına gelmeyecek kadar zekiydi. Yardım isteyebileceğimiz tek kişi vardı. Bütün hayatını yok ettiği hâlde aşık olduğu karısıydı. Halam Zeynep Sevde Türkeş, onunla ilk iletişime geçtiğimde yapmış olduğum imâlardan sonra ondan istediğim ricayı anlamıştı.
Kızıma hamile olduğum dönem psikolojik olarak bunalımda olduğumu söyleyerek halamla görüşme talebinde bulunmuştum. Arzem böyle bir şeye onu satıp taraf değiştirdiğimi düşündüğünden asla izin vermeyecekti. Tabii eğer Ulu olmasaydı. Baş ulu Vural Soykamer'in istek ve taleplerini yerine getirmemek imkansızdı. Bütün istek ve talepler onun ağzından çıktığı an yerine getirilirdi. Masadaki birçok kişinin gözünde baş ulu olmak bu nedenle çok önemliydi. Emir hem babasından hem de masanın liderinden geldiği için kabul etmek zorunda kalmıştı. Buluşma yeri olarak Kamer bölgesindeki evimi seçmiştik. Arzem Soykamer, babamın akrabası olan halama en ufak zarar gelmeyeceğinin farkındaydı. Onun aksine biz aile üyelerini daima korur ve kollardık. Yine de bu demek değildi ki halamı buraya gönderirken onun üzerine bizi ve konuşmalarımızı rahat rahat dinleyebileceği ses kayıt cihazları koymasındı.
Halam, yoğun geçen günlerin üzerinde hamileliğimin ortalarındayken yanıma gelmeyi başarmıştı. Onunla havadan sudan konuşmuş, bebek ve annelik hakkında bilgiler almıştım. Aynı zamanda onu özlediğim için bizi dinleyen kişinin bu konuşmanın hasret giderme temalı olduğuna ikna olmasını sağlamıştım.
Halam gitmek üzere ayağa kalktığında ona sımsıkı sarılmıştım. Onun beni anlayacağını bildiğim şekilde konuşmuştum.
"14'lerden nefret ediyorum. Ayın 1'i gitti 2'si gitti 3'ü gitti...10'u gitti. 11'i gitti. Yarın günlerden ayın 14'ü. Bir o kaldı zaten geçip gitmeyen."
Tıpkı diğer herkes gibi halam da 14'lerin benim için travmatik lanetler olduğunu bilirdi. İlk başta travmamdan kaynaklı olarak söylediğimi zannetmişti. Bizi dinlemekle meşgul olduğunu bildiğim karşı tarafın da sözlerimi buna yorduğuna emindim. Tabii eğer halamla sarıldığım süre içerisinde parmağımdaki yüzüğün onun kazağına takılmasını sağlamasaydım. Yüzüğü İkimiz de son derece normal olduğunu düşündüğümüz yavaşlıkta kazaktan iplerini ayıracak şekilde çıkarmıştık. Bakışlarında henüz değişiklik olmamıştı. Göz göze geldiğimiz ilk an hariç. Türkeş Ailesi fertlerinin her birinin zeki olduğunu ispatlar nitelikte durumu kavramıştı. Onu tanımayan biri gözünün içine baktığında hiçlik görürdü. Ben ise onun gözünün içine baktığımda talebimin adrese ulaştığını görmüştüm.
Hiçbir şey olmamış gibi normal davranarak sarılıp, kucaklaşıp, ayrılmıştık. Halamın geleceğini bildiğimden ona babamın en sevdiği tatlılardan yapmıştım. Sütlaç tatlısını en az babam kadar seven halam, henüz hiçbir şey bilmediğinden spontane gelişmiş şekilde benden eve gidince de yemek için sütlaç istemişti. O kaselerin içinde çakma yüzüğün olduğunu ve bunun orijinali ile yer değiştirmesi gerektiğini mutlaka anlardı. Zeki ve aynı zamanda korkusuz olan halamla, o günün ardından diğer günlerde telefonla konuşmuştuk. Sütlacı gerçekten çok beğendiğini, hatta içine koyduğum ceviz tanelerinin tatlıya ayrı tat kattığını söylemişti. Bahsettiği ceviz tanelerinin yüzük olduğunu kavradığımda ona, bu fikrin sahiplerinin Doğu ve Batı olduğunu söylemiştim. Tam sütlacıyı yapacakken yanıma geldiklerini ve kapıda sadece 10 saniye durup, bana tatlının içine ceviz koymam gerektiğini söylediklerinden, beni buna ikna ettiklerini anlatmıştım. Halam, yüzük parmaktan çıktığı an sisteme uyarı gönderdiğini bildiğinden, benim bahsettiğim 10 saniyelik ceviz olayının aslında Doğu ve Batı'nın ona ayarlayacak olduğu 10 saniyelik zamanı temsil ettiğini, şifreli konuştuğumuz hâlde anlamayı başarmıştı.
Bizim için bu riski almıştı halam. Anne ve babasını hatta abisini öldüren, kendisini öldü gibi gösteren, zorla kendisiyle evlenmeye mecbur eden Arzem Soykamer'den kurtulmak için halam bize ihtiyacımız olan son şeyi ulaştırmayı başarmıştı. Gerçeğinin birebir aynısı olan yüzüğün karşısındaki kişi Arzem olsa bile yüzüğü gerçeğinden ayırt etmesi imkansızdı. Halam güvendeydi. Ve biz de amacına ulaşmış kişilerdik.
Son yüzük halam tarafından bize ulaştırıldığında yola çıkma zamanımız gelmişti. Kimsenin yaşamadığı, okyanusun ortasındaki ada; Crystal'a doğru yola çıkmamız gerekiyordu. Dünyanın en ıssız ve ulaşılması oldukça zor olan adalarından biriydi. Kendisine en yakın şehre binlerce kilometre uzakta olan bu küçük ada, Yeni Zelanda ile Peru'nun hemen hemen ortasında yer alıyordu. Arzem Soykamer, Kamer'lere ait sandığı burada tutuyordu. İstikamet orasıydı. Gidecek, bize ait olanı geri alıp dönecektik. Sonrası zaten Arzem'i yok edeceğimiz günleri kapsamaktaydı.
Kızımı bırakıp gitmeyi hiç istemiyordum. Onu dünyaya getiren bizdik. Ona mutlu ve güvenli hayat sunmaya mecburduk. Gitme sebebimiz buydu. Ailemizi korumak istiyorduk. Tehditler ortadan kalksın istiyorduk. Sadece mutlu olmak yetmiyordu, biz güvende olmak istiyorduk.
"Aney, aney, aney. "
Kedi miyavlamasına benzeyen sesi duyduğumda, uzun süredir içine gömüldüğüm düşüncelerimden tekrar arınmıştım. Kızım bana seslenmişti. Onun kocaman gözlerini üst üste kırparak bana baktığını her gördüğümde nefes almayı unutuyordum. Öyle güzel öyle mükkemmedi ki uğruna tablolar çizer, şiirler yazardım.
Dizlerimi kırıp önünde diz çökmüştüm.
Elimi yüzüne götürüp bembeyaz yanağını okşamıştım. Gıdıklandığı için kıkırdamıştı.
"Efendim annem? "
Gözleriyle gözlerime yine anlamlı anlamlı bakmaya başlamıştı. Konuşmak konusunda henüz başarılı değildi. Eliyle karşıyı göstermişti. Kafamı gösterdiği yere çevirdiğimde salıncakların önünde durduğumuzun yeni farkına varmıştım. Onu sallamamı istiyordu. Canımı istese verirdim. Az kalmıştı isteği.
Onu kucağıma alıp, yavaş yavaş ayağı kalkmıştım. Arem tebessüm ederek bizi izliyordu. Ona gülümseyerek geçmiştik yanından. Kızımı istediği gibi salıncağına koyup kemerini takmıştım. Daha şimdiden durumun çok hoşuna gittiği belliydi. Kahkaha atıp duruyordu. Sesi huzur, kokusu cennet kızımdı o benim. Arkasına geçip yavaş yavaş sallamıştım onu. Babası tam karşısında durmuştu. Salıncak ona doğru her hareket ettiğinde istese tek seferde yakalayacağı hâlde yakalamaya çalışıp, yakalayamıyormuş gibi yapıyordu. Onun hareketleri Atlantis'i kahkaha-lara boğuyordu.
İkisini böyle görmek hep görmek istediğim tek şeydi. Zamanımız daralıyordu. Kızımla ilk kez uzun süreyle ayrı kalmaya ne kadar hazırlıklıydım? Ayrı kaldığımız zaman öğrenecektim. "Babay... " Ona seslendiği her an Arem'in ona olan aşkı kabarıyordu. Orman gözlü adamın gözlerinde mutluluğunun izleri tek tek kol geziniyordu.
Babalık Arem'e çok yakışıyordu.
"Bana her baba dediğinde kalbim yerinden çıkacak gibi atıyor, tanrıça." Ne demek istediğini benden daha iyi kimse anlayamazdı. O küçük ağzından her anne kelimesi çıktığında yaşadığım heyecanı kelimelere dökemezdim.
"Kızım ve onun insanlar üzerinde oluşturduğu etkileri tartışılmaz veliaht." Ben Atlantis'i ona doğru ittiğimde o yine her seferinde yaptığı gibi yakalamaya çalışıp yakalayamamıştı. Atlantis'in, gülmekten çatladığı anların içine tekrar girmişti.
"Senin kadar eşsiz."
Gülmüştüm. Veliahtım tam olarak ne zaman bana, benim bilmediğim bir şey derdi acaba?
Salıncak bir o yana bir bu yana doğru sallanırken çocukluğuma inmemek mümkün değildi. Arem'in de benim de mutlu aile tablosuna sahip olduğumuz anılarımız olmamıştı çocukluğumuzda. Ben anneliği hiç tadamamıştım. Gül Türkeş bana çok iyi annelik yapabilirdi. Ancak ne benim onu tanımaya ne de onun bana annelik yapmaya vakti olmamıştı. Bizim Attila Türkeş ile olan ailemiz hep yarım kalmıştı. Arem'in aile fertlerinden herkes hayattaydı. Peki yaşadıkları dönemin ne kadarında onun yanında olmuşlardı? Arem 8 yaşındayken ailesi tarafından terk edilmişti. 18 yaşına gelinceye kadar da hiçbirini görememişti. Şimdilerde anne ve babasıyla kardeşlerine oranla çok daha az görüşmesinin nedeni buydu.
Onu terk edenin kardeşleri olduğunu düşünmüyordu. Elena'da tıpkı Arem gibi küçüktü. Görkem ise bebekti. Anne ve babası onu bırakıp gitmenin doğru olduğunu düşündüklerinde akılları yerindeydi. Yaşları çocuk yaptılarsa ona sahip çıkmaya yetecek yaştaydı. İki aileden yana şansız kişi olarak küçük kızımıza aile olmuştuk. Bizim gibi olmasın, bir yanı hep yarım kalmasın diye ona hep sahip çıkacaktık.
"Aman da aman amcasının prensesi kölelerini çalıştırmaya mı başlamış?"
Kansu'nun sesini her duyduğumuzda kızım, bana çekmediği tek konuyu yüzüme çarpacak hareketler yapıyordu. Nasıl olmuştu bilmesem de Atlantis, amcaları içerisinden en çok Kansu'ya düşkündü.
Diğerleri kıskançlıktan ölse de hatta sadece onlar değil, ben de kıskançlıktan ölsem de kızım Kansu'ya kelimenin tam anlamıyla aşıktı. Onun sesini duyar duymaz kafasını sesin geldiği yöne doğru çevirmişti. Heyecandan kendini salıncaktan atacağını bildiğim için koştur koştur yanında bitmiştim.
Söz konusu Kansu olmadığı sürece kızımla gurur duyan ben, Kansu her işin içine girdiğinde küçücük bebeğe: kendine gel sen Atlantis Darya Türkeş'sin aptallık etme! Dememek için zor duruyordum.
Kansu yanımıza kadar gelip, onun için kendini yerlere atmasına ramak kalan kızımı kucağına almıştı. Gözüm kızımın babasına kaydığında gözlerinin önünde yaşanan küçük aşk gösterisine iğrenerek baktığını görmüştüm. Kızım için babası çok kıymetliydi. Kansu'da en az babası kadar değerliydi. Arem'in kıskandığı nokta tam olarak burasıydı.
"Oy oy! Özledin mi sen beni?"
Sonunda istediği kucağa kendini atan kızım, zeki olduğunu belirttircesine kafasını evet anlamında hızlı hızlı sallamıştı. Aynı kızımın özlediği kişi Kansu olduğundan zeki dediğim kısım gözüme batıyordu.
"Ben de seni çok özledim çikolatam."
Kansu'nun sevgi anlayışı böyleydi. Kızıma tatlı isimleriyle sesleniyordu. Söylediğine göre onun için dünyanın en güzel tatlısı Atlantis'miş. Farklı tatlı isimleriyle seslenmek tatlılığına tatlılık katacakmış.
"Uzak dur Junior cadımdan!"
Erdem olacak puşt geldi puşt giden veliaht kızıma tek bir gün adıyla seslenmemişti. Doğduğu günden bu yana küçük cadı, Junior cadı, mini cadı, büyük cadının küçük cadısı deyip durmuştu. Tıpkı yıllardır bana adımla seslenmek yerine çirkin cadı dediği gibi.
Herkes yanımıza doğru geldiğinde küçük ailem kocaman ailem olmuştu. Doğu, Batı ve Poyraz'ın önceliği yine ben olmuştum. Önce ben sarılacağım kavgası başlamadan en yakınımda durandan başlayıp, üçüne tek tek sarılıp öpmüştüm. Üç tane oğlum bir tane kızım vardı benim.
"Neden uzak duracakmışım?"
Kansu, kızımı kucağından indirmeden Erdem'e yönelik sitem etmişti.
"Seni görünce bizi unutuyor da ondan."
Mert çok haklıydı. Kızım kesinlikle Kansu'nun olduğu yerde bize bile pas vermiyordu. Mert'in yanına gözlerim kaydığında elini tuttuğu kadını görmüştüm. Kız kardeşim. Canım Afra'm. Sonunda Mert'e bir şans vermenin ikisi için en doğru karar olduğuna karar verip ilişkiye başlamışlardı. Mert için Afra'nın güvenini kazanmak yıllarını almıştı. İlişkileri henüz çok yeniydi.
Afra ile ilişkilerine şans verme konusunu ilk açtığımız gün bana söylediği sözler tekrar canlanmıştı hatıralarımda: Ali'nin öldüğünü sandığım zamanlarda çok acı çektim. Çok canım yandı. Onun anısına haksızlık etmemek için yıllarca hayatıma kimseyi almadım. Onu benden alanların veliahtlar olduğunu düşünüp, her birinden tek tek nefret ettim. Hele Mert'in beni sevdiğini ilk öğrendiğimde bu nasıl yüzsüzlük, deyip sinir krizi geçirdim. Ama sonra öğrendim ki çektiğim tüm o acılar boşunaydı. Tüm o yalnızlığım boşunaydı. Tuttuğum yas bile boşunaydı. Ali ölmemişti... Bana, bize oyun oynamış, arkamızdan iş çevirip ihanet etmişti. Bunun acısı bambaşkaydı. Mert bana iyi geldi. Kabul ediyorum hem de çok iyi geliyor. Ama maalesef ki ben, onca güvensizliğin üstüne onunla yeni bir ilişkiye hazır olamadım. Yapamadım. Zamana yaymak istedim. O da kabul etti. Mutlu olmam, onun için çok önemli. Artık yeter diye düşünüyorum. Ona şans vermek istiyorum. Bana iyi gelen adama iyi gelmek istiyorum.
Onun sözlerini işittiğim anı hatırlıyorum da içim mutlulukla dolmuştu. Mert mutlu olmayı hak ediyordu. Afra mutlu olmayı hak ediyordu. İkisi birbirine iyi geliyordu. İlk zamanlar ikisinin birlikte olmasını zerre istemiyordum. Mert'i sevdiğim o ilk zamanlarda bile bunu istemezdim. Afra'nın Ali'nin hatırasına ihanet etme duygusuyla kendisini yiyip bitireceğine, yaşadıkları ilişkiden tat alamayacaklarına, elinde sonunda o ilişkiyi bitireceklerine emindim. Afra ve ben, Ali hakkında o gerçeği öğrendiğimizde yıkılmıştık. Afra kadar olmasa da ben de Ali'yi severdim. Ona arkadaşım gözüyle bakardım. Ölümü beni derinden etkilemişti. Afra'nın, Ali'den sonra gün ve gün bitişine şahitlik etmiştim. Ali karşımıza çıka geldiğinde ikimiz de şaşkınlığı iliklerimize kadar yaşamıştık. Şaşkınlık duygusu oldukça kısa sürmüştü. Ali'nin yanında durduğu kişi bizim baş düşmanımız olunca, şaşkınlık gitmiş yerini hayal kırıklığı almıştı. Babamı benden alan adamın yanında duran Ali, düşmanla işbirliği etmiş ve bizden aldığı nefesleri yıllarca gizlemişti. Onu kanlı canlı karşımızda ilk gördüğümüzde yaşadığımız ihanet o kadar ağırdı ki yaşıyor oluşuna sevinememiştik.
O zor günleri geride bırakan arkadaşım tıpkı eski günlerdeki gibi cıvıl cıvıldı. Ona iyi gelen kesinlikle elini tutan elin sahibiydi. Onları gülümseyerek izlediğimde arkadaşımla göz göze gelmiştik. Mutlulukla parıldayan gözleri gözlerimi bulduğu an elini sımsıkı tutan elin sahibini olduğu gibi ortada bırakıp koşarak yanıma gelmişti. Uzun süreli sarılışlarımızdan birini gerçekleştirecektik anlaşılan.
"Seni çok özledim. "
"Daha dün beraberdik."
Gülmüştü. Hâlâ daha sarılmaya devam ediyorduk.
"Olsun ben yine de çok özledim. "
Benden yavaş yavaş ayrılıp gözlerimin içine mutlulukla bakmıştı. Mert'in arkadaşıma büyü yapma ihtimali kaçtı acaba? İkimizin arasında geçen diyalog Beylerin kavgasını duymaya başlamamız yüzünden yarıda kalmıştı.
"Bana ver artık yeğenimi."
Erdem, kızımı Kansu'dan almaya çalışırken Kansu vermemek konusunda ısracıydı.
"İkiniz de kızımı rahat bırakın hemen."
Bir o tarafa bir bu tarafa çekiştirilip durulduğu için anne yüreğim kesinlikle dayanmıyordu. Yanlarına hızlıca gitmiş ve kızımı ellerinden çekip almıştım. Onu içlerinde güvenebileceğim tek kişi olan kızımın babasına emanet etmiştim. Atlantis'in uyku saati çoktan geldi de geçiyordu. Öğlen uykusuna yatması gerektiğini babasının kucağına geçtiği an fark ediyordu kızım. Kafasını babasının boyun girintisine yaslayarak bütün sabahın enerjisini üzerinden atmanın yorgunluğunu burada uyuyarak geçiriyordu.
"Daha erken gidelim yoksa uyku saatini kaçıracağız dedim ama ben size."
Gülçin'in sesini duyunca ona doğru bakıp tebessüm etmiştim. Tebessümümü fark ettiği an tebessüm ederek karşılık vermişti. Erdem ile hepimizi şaşırtırcasına uzun soluklu ilişkilerine kaldıkları yerden devam ediyorlardı. Kızımın doğumunu gerçekleştirdiğinde ona karşı içimde olan bütün negatif duygular gitmişti. Artık eskiye oranla çok daha iyi anlaşabiliyorduk.
"Hepsi Evren'in suçu."
Evren'e laf gittiğinde onun buradaki varlığını daha yeni hatırladığımdan göz devirmiştim. Kızım doğduğu günden beri ondan nefret ediyordum. Nefretimi sonuna kadar hak ediyordu.
"Damat beyin hazırlanması uzun sürdü."
Kucağında tıpkı Atlantis gibi uyumakta olan Ekin'i gördüğümde kızıl veleti özlediğim için tebessüm etmiştim. Elena hemen yanlarında duruyordu. Bir oğluna bir kocasına baktıktan sonra açıklama yapmanın mantıklı olacağına karar vermiş olacak ki konuşmuştu.
"Atlantis'i görecek diye bugün bir hayli hazırlık yaptı oğlum. Ona giymesi için önerdiğim hiçbir kıyafeti beğenmedi. Bunların onu çirkin göstereceğini söyleyip durdu. Benim tarzıma: zevksiz, dedikten sonra babasının yakasına yapışarak onu giydirmesini istedi. Evren ise küçücük çocuğa damatlık giydirdi. Geç kalmamızın nedeni buydu. " Evren'in, Ekin'e damatlık giydirme sebebinin ne olduğunu gayet iyi bildiğimden ona tip tip bakmıştım. Karşılık olarak o da bana sırıtarak bakmayı tercih etmişti. Kendisini boğmamak adına mantıklı sebep arayıp duruyordum. Bulduğum tek sebep, kucağındaki kızıl veletti. Eğer o olmasaydı şimdiye kadar çoktan katili olmuştum onun.
"Onca hazırlığı yaptık ama daha gelinimizi göremeden yolda güzellik uykumuza daldık. Yapacak bir şey yok." Kızıma gelinim dediği kısmı umursamayı reddediyordum.
Ekin ve Atlantis aslında çok iyi anlaşıyordu. Kızım aşırı derecede nazlıydı. Her şeye alınma ihtimali yüksekti. Tripçi tarafı hepimize illallah ettirmişti.
Ekin, neredeyse 3 yaşında olmamasına rağmen onun tüm nazına göğüs geriyordu. Kızımın canı neyi oynamak istiyorsa onu oynuyordu. Oynamak istemiyorsa durup sadece onu izliyordu. Ekin'den rahatsız olmak istesem de beceremiyordum. O kadar tatlı birine kıyabilmek imkansızdı. Ben de tüm hıncımı babasından çıkarıyordum.
"Ama biz daha ona doyamadık ki..."
Batı'nın isyan dolu sesi bana gerçeği yeniden hatırlatmıştı. Ne kadar çabuk gidersek o kadar çabuk dönerdik. Kamer bölgesi yüksek güvenlik çemberiyle çevriliydi. Ormanın tamamında 500'den fazla adam nöbet tutuyordu. 7/24 bölgenin tamamı havadan drone'larla izleniyordu. Evin etrafı yine ayrıca eğitimli adamlar tarafından gözetim altına alınmıştı. Her şeyden öte evin içinde Alice adında yapay zekamız vardı. Onun kişisel görevlerinden biri, havadan ve karadan bütün sistemi takip etmekti. Alan üzerinde en ufak değişiklik fark ederse bunu evin içindekilere bildirip, içeridekileri dışarıdakilere karşı koruyabilecek her türlü savunma mekanizmasını aktif hâle getiriyordu.
Üst düzey güvenlik ağımız, biz ülke dışındayken iş görür nitelikte olsa da içimdeki sıkıntı geçmek bilmiyordu. Veliahtlar olarak bize ait sandığı geri almak için ülke dışına çıkmamız gerekiyordu. Kızımı bu süreçte emanet edebileceğim insanlar yine burada kızımla beraber bırakmak zorunda kaldığım insanlardı. Afra, Elena, Poyraz, Gülçin, Ekin biz geri dönene kadar burada kızımla beraber güvende kalacaklardı.
"Asya ve Görkem nerede? " Arem'in sesini duyunca bakışlarım tekrar o ve kızım üzerinde gezinir olmuştu. Bir eli kızımın kalça bitiminde onu vücuduna sabitlemek için dururken diğer eli sırtındaydı. Atlantis kafasını babasının boyunu giritisine yaslanmış şekilde Dünya ile bağını çoktan kesmişti. Arem onun daha iyi uyku çekebilmesi adına sırtındaki elini kullanıyordu. Sırtını sıvazlamayı akıl etmesi aslında onun çok iyi bir baba olduğunun en güzel örneklerindendi.
"Yoldalar. Gelirler birazdan."
Erdem, sözünü daha tamamlar tamamlanmaz ona ek olarak Alice konuşmuştu.
"Asya Eraslan ve de Görkem Soykamer 15 saniye 2 salise önce Kamer bölgesine giriş yaptılar. " Alice'nin sesini evin içinde nerede olursa olsun duymak mümkündü. Aynı zamanda evin etrafında bulunan her yerden yine onun sesini duymak da mümkündü.
"Herkes tamamlandığına göre günü kurtarmaya gidebiliriz. " Batı'nın heyecan dolu sesine tebessüm etmiştim. Veliahtların hiçbiri oraya onlarla gitmemi istemiyordu. Bu sadece onların meselesi olsaydı kendilerine tutumları konusunda hak verebilirdim. O adam benden önce bana dünyanın en güzel anneliğini yapabilecek olan kadını almıştı. Yetmemiş yıllar sonra kıskançlığı yüzünden babamı almıştı. Hazar Orhon veliahtların hayatında benden çok daha uzun süre önce vardı. Ancak bu demek değildi ki Hazar benim davam olmasındı. 2 yıl boyunca o adamla her Allah'ın günü göz göze gelmiştim. Her gün bana yalan söylemişti. Babamı öldüren oydu. Ben babamın asıl katilini yana yakıla ararken o benim yanı başımda duruyordu. Beni her gün katili bulup yok etme vaadi ile eğitiyordu. Olmuş olan her şeyin ardından hiç kimse çıkıp karşıma: Sen gideceğimiz yere gelme. Bize bırak, biz hallederiz. Diyemezdi.
En az onların olduğu kadar benim de meselemdi. Hepsi farkındaydı. Hepsinin gözünün içinde keşke gelmesen bakışları vardı. Hepsi bana hak verdiğinden sadece bakmakla yetiniyordu. Yaşadığım onca acıyı kendi gözleriyle görmüşlerdi. Acılarıma haksızlık etmek istemediklerinden susmuşlardı. Onlara olan sevgi ve saygımın en büyük nedenlerinden biri kesinlikle karakterleriydi. Her biri acıya saygı duyan adamlardı. Birini korumakla, birini korumaya çalışırken onu kısıtlamak arasında fark vardı. Beni korumayı pekala her biri istiyordu. İstemelerine rağmen beni kısıtlamıyorlardı. Yaşamış olduğum acının kısıtlanmaya gelinemeyecek türden acı olduğunun bilincindeydi hepsi. Özellikle Arem için almış olduğu en zor kararlardan biri beni kendi ile götürmek olabilirdi.
Her ne kadar gözlerinde gelme diyen bakışlar olsa da beni çıkacağım o yoldan kimse döndüremezdi. İki koca adam tanımıştım ben. Attila Tuğrul Türkeş ve Hazar Orhon adında iki koca adam. Pisliğin biri çıka gelmiş, o iki dağ gibi adamı hayattan koparmıştı. Onların yasını tutmak ayrı meseleydi. Onların intikamını almak bambaşka meseleydi. Eğer o intikam meselesinde yer almayacaksam o iki adamı hayatımın sonuna kadar anarken utanç duyardım. Ben ise kızıma ikisinden bahsederken sadece göğsümü gere gere konuşmak istiyordum.
"Her şey hazır mı? " Arem'in sorusuna Doğu anında cevap vermişti.
"Hem de A planı tutmazsa B planı mevcut olacak ve de B planı tutmazsa C planı devreye girecek şekilde hazır her şey."
Tüm hazırlıklarla ikizler ilgilendiyse mevcut durumumuzun son derece sağlam konumda olduğunu söylemek mümkündü.
"Olası tüm aksilikler hesaba katıldı ve gidiş, geliş, operasyon süresi dahil edildiğinde minimum 3 gün ile maksimum bir hafta içerisinde Türkiye- İstanbul'a geri dönmüş olacağımız tespit edildi." Mert aslında bilgilendirmeyi gidecek olan bizlere değil burada kalacak olanlara yapmıştı.
"Plan doğrultusunda bir aydır aktarmalı şekilde Peru'ya operasyon sırasında bize yardım etmeleri adına güvenilir adamlarımızı yollamaya çalışıyorum. Ülkenin tamamını Arzem yönetiyor diyebilirim. Dikkat çekmeden sadece 50 kişilik ekip yollayabildim." Evren sustuğunda kısa süreli sessizlik olmuştu. Bugün için duyduğum en kötü haberdi. Koca bir ada dolusu eğitimli adamın karşısına 50 kişilik ekiple çıkmak akıl işi değildi. Neyse ki bizler de akıllı olarak anılacak insanlar değildik. Fatih Sultan Mehmet gibi büyük insanlar hiç değildik. Sadece bakılınca gemilerin karada yürütülmesi kadar imkansız olan bir durumun içinde yer alıyorduk. O günün sonunda imkansız denilen gemiler karadan yürütülmeyi başarmıştı. Bugünün sonunda ise bizler azınlıklar olarak küçük bir adanın Fatihi olmayı başaracaktık. Buna canı gönülden inandığım için korkum yoktu.
Ayrılma vaktinin geldiğini ufaktan da olsa hissetmeye başlamıştım. Kızımı görmek istesem de ona baktığım an kararımdan vazgeçeceğime emindim. Kafamı onun olduğu tarafa hiç çevirmemiştim. Arem onunla vedalaşmayacağımı bildiğinden kızımızı yatağına götürmek adına yanımızdan ayrılmıştı. Yanımdan geçip giderken kızımın benden uzaklaştığını hissetmiştim. Yokluğuna dayanmak zorundaydım. Daha yolun çok başındaydık onunla. Beraber geçireceğimiz çok güzel zamanlarımız olacaktı. O günleri güven içinde geçirmek için bugün gitmem gerekiyordu. Yarınlarımızı kazanmak adına bugün savaşmamız gerekiyordu.
Herkesin gözünün benim üzerimde olduğunu görmeme gerek yoktu. Hepsi kızıma veda etmeme sebebimi anlayarak bana hak veren insanlardı. Kendimden emin şekilde omuzlarımı daha da dikleştirmiştim. Bakışlarım artık daha derin anlamlar ifade ediyordu. Kaşlarım normal duruşları buymuş gibi çatılmıştı. Sahip olduğum bütün korkular yerini korkusuzluğuma bırakmıştı. Saniyeler önce Hera gitmişti. Artık onun yerinde Türkeş vardı.
Türkeş oynayacağı son oyun için geri gelmişti. Oyun adı intikamdı. Oyuncu adı Türkeş'ti. Oyuncunun karakteristik özelliği ise oyunbaz olmasaydı...
...48 saat sonra...
"Abicim dikkatli sürün şunu diye kaç kere söylememiz gerekiyor." Sabahtan bu yana bininci kez aynı şeyi söylemişti. Havadan ve Okyanus'tan 2 bölüme ayrılmıştık veliahtlarla. Operasyon alanına varmak üzereydik. Helikopter hareket etmeye başladığı an Kansu: Ben de helikopterle geleceğim. Beni su tutar demeye başlamıştı. Teknelerle baskın yapacak olan ekibe illallah ettireceğini bildiğim için benimle beraber havadan gelmesini kabul etmiştim. Ne vardı ki Kansu'yu sadece Okyanus tutmuyordu. Kansu Hazretlerini aynı zamanda hava şartları da tutuyordu.
"Kusura bakmayın Kansu Bey ama binbirinci kez söylüyorum, helikopter sürülmüyor, uçuyor. " Pilotun ön taraftan arka tarafa doğru verdiği ayarı duyduğumda kahkaha atmıştım. Bu da Kansu'ya kapak olmuştu. Hava şartlarından dolayı etkilenmemek adına taktığımız gözlükler ve birbirimizle etkileşim içinde olmaya çalıştığımız kulaklıklara rağmen kahkaha sesimi duyduğu an kudurmuş köpekler gibi tip tip bakmaya başlamıştı bana.
Kansu, Doğu ve Ben bir helikopter içindeyken Batı, Arem, Mert yanımızda uçmakta olan diğer helikopterin içindeydi. Arem'in benimle aynı helikoptere binmesine sonuna kadar karşı çıkan bendim. Beni korumaya çalışma çabaları yüzünden ne plana sadık kalabilirdi ne de hareket etmeme izin verirdi. Çok ısrar etse de ona karşı çıkmıştım. Arem ile olmaktansa Kansu ile olmayı tercih ettiğimden, yavaş yavaş kararımdan pişmanlık duymaya başlamıştım. Doğu ve Batı sniper olduklarından aşağıyı yukarıdan tarayacaklardı. Geriye kalanlar olarak helikopter ada içerisindeki güvenliğin en yüksek düzeyde olduğu, Kamer aile sandığının tutulduğu binanın yanına yanaştığı an, aşağıya inecek ve aşağıyı düşmandan arındıracaktık. Biz adanın orta kısmını temizlerken, Erdem ve 25 kişilik ekip okyanusun Kuzey tarafından teknelerle gelirken Evren ve 25 kişilik ekibi Güney kısımdan gelecekti. Biz içeriyi hallederken onlar dışarının temizliğini yapacaktı.

Adanın temizleme süreci başladığında Yeni Zelanda üzerinden yola çıkmış büyük ticaret gemisi yaklaşık olarak 5 ile 8 saat arasında süre gelecek olan zamanın ardından, içerisindeki tayfasıyla beraber buraya gelmiş olacaktı. Adayı ele geçirince binanın içine yüzük anahtarları kullanarak kapıları açacak ve de içeriye giriş yapacaktık. Kamer aile sandığı içerisinde bulunan bütün gizli dosyalar, bilgiler, devlet sırları, yapılan tüm antlaşmaların belgesi, sözleşmeler ve daha nicesi yola çıkmış olan geminin içerisine yüklenecekti. Ondan sonrası çocuk oyuncağıydı. Gemi önce Yeni Zelanda'ya gidecekti. Oradan bir başka gemiye bindirilerek Peru'ya doğru yola çıkacaktı. Peru üzerinden tırlara bindirilen yükler buradan da tırlar aracılığıyla Brezilya'ya varacaktı. Brezilya'da hazırlıklar çoktan yapılmıştı. Polis, asker, bakanlar ve tüm devlet adamları bizimle işbirliği içerisindeydi. Tırlar Brezilya'ya ulaşmayı başarırsa artık güvende olacaklardı demekti.
Aktarımın ülkeden ülkeye yapıldığı süreç boyunca biz de kendi ülkemize gitmek adına yola çıkacaktık. Türkiye'ye geri döndüğümüzde güvenlik adına bütün önlemleri almayı başardığımız için oraya gönderdiğimiz yığınla adamımız Brezilya üzerinde emanet olarak bıraktığımız sandığımızı geri alabilmemiz adına onu son yolculuğuna uğurlayacaktı. Özel uçaklara bindirilen sandık, Türkiye'ye geri dönmeyi kurulan bu plan sayesinde başaracaktı.
Muhtemelen biz ülkeye geri döndükten 3 gün sonra sandık ülkeye giriş yapacaktı. Sandığın ülkeye girişi gerçekleştikten sonra Arem harici olarak hiçbir veliaht sandığın nerede ve nasıl muhafaza edileceğinden habersiz kalacaktı. Kamer aile sandığı nesiller boyunca sadece Soykamer ailesine ait kılınmıştı. Sandığın genel işlevi bütün ulular ve veliahtlar yapılandırmasını korumak olsa da sandığın nerede tutulduğunu sadece baş ulu ve baş ulu'nun veliahtı bilebilirdi. Sandık Kamer'lerde güvende kalacaktı. Tamamıyla başarı elde ettiğimizde artık baş düşmanımıza gününü göstermenin zamanı gelecekti. Sonrasında intikamını almış veliahtlar olarak dünyada geçireceğimiz günlerimizin geri kalanını özgürce tamamlayacaktık.
"Odaklanamıyorum susar mısınız?"
Doğu, helikopterin açık olan kapısının önünde ayaklarını aşağıya sarkıtma suretiyle oturuyordu. Bizim gibi koltukta, kemer takılı vaziyette oturmadığından güvenlik halatı belinden çevrilmişti. Halatın ucu helikopterin iç tavanına sabitlenmişti. Elinde tuttuğu EKhK-51 ağır makineli tüfeğinin hazırlığını yapıyordu. Doğu ve Batı'nın karakteriyle Kansu'nun karakteri o kadar zıttı ki hayret etmemek imkansızdı.
"Söylenme evladım. Düşüp geberme yeter."
Kansu'nun aklı çıkıyordu ikizler aşağıya düşecek diye. Arada elinden düşürmediği dürbünüyle sağ tarafımızda Doğu'yla aynı konumda olan Batı'nın kontrollünü yapıyordu. Düştü mü? Yoksa hâlâ sağ mı? Diye. Kansu, baba olsa nasıl olurdu sorusu bazen aklıma geliyordu. İkizlere olan tutumunu her gördüğümde emin olduğum tek şey dünyanın en evhamlı babası olacağıydı.
"Hâlâ küçük çocuk muamelesi yapıyor ya!" Doğu illallah etmişti abisinden haklı olarak.
"Ses deneme bir... bir, iki! Eraslan adanın içine giriş yaptı tamam."
Elimde tuttuğum telsizden Erdem'in sesini duyunca yönümü oraya çevirmiştim.
"Korkmaz ve ekibi de güney'den girişi gerçekleştirdi tamam." Evren'de yerini aldığını söylediğinde kafamı dışarıya çevirmiştim. Gideceğimiz yere yaklaştığımızı görmüştüm. Artık su üzerinde değil ada üzerinde uçuyorduk. Biraz sonra adanın merkez üstüne varırdık. Şimdiye kadar ada içindeki hava radar sistemi olan PSR, çoktan düşman işgali olduğunun haberini içeriye ve dışarıya vermiştir. Geldiğimizin farkındalardı. Arzem Soykamer ona bilgi ulaştığı an emindim ki sadece gülmüştü. Yüzükler olmadan adayı ele geçirmemizin hiçbir anlamının olmadığını düşünüyordu. Bilmediği tek şey yüzüklerin onda değil bizde olduğuydu. Artık gülme sırası kesinlikle bizdeydi.
"Merkez üstüne geldik. Özkurt ve Türkeş hazırda bekleyin. Tamam. " Arem'in sesini duyunca ben de Kansu'da kemerimizi çözmüştük. Tavanda duran tutacaklar sâyesinde ayakta dengede kalabiliyorduk. Sırtımızdaki çantalarda operasyon anında ihtiyaç duyabileceğimiz her türlü silah takviyesi mevcuttu. Kulağımıza iletişim içinde olmamızı sağlayacak ajan kulaklıklarımızı takmıştık. Siyah çelik yeleklerimiz ve yırtılmaz, kesilmez görev kıyafetlerimizle savaşa hazırdık.
"Başlıyoruz."
Mert'in sesi kulaklıktan kulağıma ulaştığı an helikopter aşağı doğru yanlamasına iniş yapmıştı. Yanlı iniş tavandaki bölmeye tutunuyor olsam da öne doğru sendelememe neden olmuştu. Kansu beni omzumdan yakalayarak kendine doğru çekmişti.
"Aşağıya düşüp gebermesin diye endişe ettiklerimizin sayısı giderek çoğalıyor."
Gülmüştüm. Kansu Özkurt biri için endişeleniyorsa onu gerçekten seviyor demektir. Kolay kolay herkese nasip olmayacak sevgiydi onun sevgisi. Beni güldüren tam olarak burasıydı.
"Kes sesini narsist veliaht. "
"Bıraksam yere düşüp atomlarına ayrılacak hâlâ artistlik peşinde."
Cevap vermek istediğimden ağzımı açmıştım ki Doğu'nun makineli tüfeği çalışmaya başlamıştı. Yüksek ses bizim için gitme vakti geldi demekti.
"Önden çakma tanrıçalar lütfen. " Arkamı dönüp tebessüm eden yüzüne baktığımda, elime halat tutuşturduğunu görmüştüm. Aklınca beni test ediyordu. Hiç oralı olmadan halatı elinden alıp tutmuştum. Halatın ucunu tutmaya başlamamla beraber tavanda bulunan bölmeyi tutan elimi serbest bırakmıştım. Yükseklik korkum olduğunu bilip, benimle dalga geçen narsit veliahtın gözünün içine baka baka arkama doğru adımlamaya hiç ara vermeden devam etmiştim.
"Hera sıkı tutun. Alanı senin için kısa süreliğine temizledim. " Doğu'ya göz kırpıp kafamı, bir adım daha geri atsam aşağı düşeceğimi bildiğim helikopterin içinde bana dik dik bakan Kansu'ya çevirmiştim. Göz göze gelince kendisine sinsice gülümsemiştim. Elimle ona asker selamı verdikten hemen sonra eldivenli her iki elim aracılığıyla halatı daha sıkı tutmuştum. Kansu konuşmak için ağzını açtığında onu duymayı beklemeden geriye doğru son adımımı atmıştım. Halatla beraber aşağı düştüğümde Kansu'nun tepemde bağıran sesi kulaklarıma doluşmuştu.
"Kızım bu çok havalıydı."
Bölüm devamı için şarkı önerisi
(maNga Hint Kumaşı)
Halatı tutan ellerim bedenimin ağırlığıyla yavaş yavaş aşağıya doğru çekilmeme neden oluyordu. Sürtünme yüzünden eldivenler hasar almıştı. Ellerimin hasar almasından iyiydi. Gökten çok yukarıda olmadığımızdan halatın ucu yere yaklaşık olarak bir metre kala bitiyordu. Sona doğru inmeyi başardığımda oradan çok geçmeden yere atlamıştım. Diz üstü yere çömelme suretiyle düştüğümde pozisyonumu bozmadan önce elimde duran yanmış eldivenleri çıkarıp atmıştım. Belimde duran silahımı elime aldığımda olduğum yerden ayağıya kalkmıştım. Benim kalkmamla beraber yan tarafımdan gürültülü ses gelince kafamı ve silahımı hızla sesin geldiği yöne doğru çevirmiştim. Kansu aşağı inmeyi başarmıştı. Sesin sahibinin o olduğunu anladığımda göz devirmiştim.
Gülüp ukalaca göz kırpan adamın olay anında bile insanın ayarlarıyla oynama özelliği hayret edilesiydi.
"Ölmemeye çalış. " Sözünü tamamlar tamamlamaz ormanlık alana doğru hızla koşup gözden kaybolmuştu.
Veliaht olarak eğitim aldığım dönemde öğrendiğim kadarıyla bize veliahtlık sektöründe öğretilen ilk şey tek başına olduğumuzdu. Planları beraber yapardık. Operasyonlara beraber çıkardık. Başarı elde edilmişse beraber elde ederdik yahut kaybetmişsek toptan kaybetmişizdir. Her şeyde birlik olmasına birliktik ama saha operasyonunda tek başınaydık. Bize öğretilen ilk şey buydu. Tek başımıza olduğumuzu birlik olduğumuz anlarda bile unutmamamız gerekiyordu. Veliahtlar için birimiz hepimiz demek değildi hepimiz özümüzde biriz demekti.
Sıkı sıkıya at kuyruğu yaptığım saçlarım içinden atladığımız helikopterin tekrar havalanmasıyla uçuşmaya başlamıştı. Doğu ve Batı helikopterlerden inmeden alanı havadan taramaya devam edeceklerdi. Helikopterin havaya kalkmasıyla Kansu'nun gittiği yolun tam tersi yönünde harekete geçmiştim. Boş araziden ormanlık alanın içine doğru koştuğumda silahım ve ben tetikte hareket ediyorduk. Varlığını hissedebildiğim ama henüz göremediğim düşmanlar vardı etrafta. Ormanın içinde, etrafımdaki sığ ağaçların arkasında, büyük kayaların gerisinde düşmanlar vardı. Onları göremiyor oluşum onları göremeyeceğim anlamına gelmezdi.
Ben olsam kesin saklanmak için kocaman bir ağaç seçerdim. Bu ağaç iri gövdesinden dolayı buradaki en kalın ağaç olurdu. Tıpkı sağ çaprazımdaki ağaç gibi kalın bir ağaç olurdu. İki adım ileri...Ve bam! düşman tam karşımda. Varlığımın farkında değildi. Benim aksime o göremediği gibi hissedemiyordu da. Nişan al ve ateş! Kurşunum düşmanın tam alnının çatısından içeri girmişti.
Kurşun sesiyle geriye kalan düşmanlar irkilmiş olmalıydı. Artık kocaman bir ağacın gövdesinde gizlenmek benim hakkımdı. Dışarıda sığınak gibi kurşun yağıyordu. Görmeden kurşun israf etmeye karşıydım ben. Aklı olan elindekilerin değerini bilmeliydi. Ne öyle bol keseden harcamak?
Arkasına gizlendiğim ağacın yanından ayrılmıştım. Bir sonraki ağacın arkasına saklanmaktı asıl amacım. Onların aksine ben sadece ağaçtan ağaca geçerken silahıma davranıyordum. Kendimi korumaya alıyordum. Arkasında durduğum ağacın yanından hızla ayrılmış kurşunun en çok geldiği bölgeye ateş açmıştım. Onlara yakınlaşmak amacındaydım. Arkasına geçtiğim yeni ağacın gövdesinde soluklandıktan kısa süre sonra tekrar harekete geçmiştim.
Yine aynı hareketleri yaparak onlara beni daha da yakın kılan yeni ağacın arkasına saklandığımda ses duymuştum. "Hera, orada mısın?" Aksiyonun damarlarımda kanla beraber gidişini hissederken Arem'in kulaklığın gerisinden gelen sesini duyunca irkilmiştim. Sadece görevdeyken adımı kullanıyordu. Onunla geçirdiğim tüm yıllarımda adımı onun ağzından duymaya yabancıydım. Tanrıça demesi alışkanlık olmuştu.
"Duyuyorum. Evet nedir? "
Arem'in dikkatimi dağıtmasına izin veremezdim. Uzun zamandır bu anı bekliyordum. Tek tek hepsini avlayacak ve de zerre avlanmayacaktım.
"İyi misin diye kontrol ettim sadece."
Eğer ilişki konusunda birine tavsiye verecek olsaydım muhtemelen ilişki yaşamak istediği kişinin iş arkadaşı olup olmadığına dikkat etmesi gerektiğini söylerdim. Hele ki yaptığı işte az oranda olsa dahi tehlike varsa.
"Ben iyiyim ve hep iyi kalacağım. Şimdi kapatmam gerek tünele giriyorum."
Hattın diğer ucundan silah sesleri geliyordu. Arem için istesem de endişelenemiyordum. O çok güçlü ve yetenekliydi. Bazen onu kimsenin alt edemeyeceğini düşünüyordum. Sanki ölümsüzdü.
Benim tarafımdan gelen kurşun seslerine giderek yaklaşmıştım. Eğitimli adamlardı her biri. Ayrı ayrı köşelerde saklanmaları gerektiğini bilecek kadar eğitimli adamlardı. Onların eğitimli olması hiçbir şeyi değiştirmezdi. Ben Hera Türkeş'tim.
Attila Tuğrul Türkeş'in kızıydım. Aynı zamanda en yeni nesil veliaht bendim. Şimdilerde dağılmış olsa da birkaç yıl Tim-4 adında donanımlı ekibin liderliğini de yapmışlığım vardı. Ne kadar büyük olduğumu bilemiyordum. Bildiğim tek şey çok büyük olduğumdu.
Ağaçların arasında gizlene gizlene geldiğim yolun sonunda her birinin kurşun atış sesini hesaba katarak konumlarını belirlemiştim. Sağ tarafımdaki adamın kafasına kurşunu böylece geçirmiştim. Belirlediğim konumlardan biri arkamdaki toprak yığının gerisinden geliyordu. Öldürdüğüm adamın saklandığı ağacın arkasına geçerek onu görüş alanıma almıştım. O benim hâlâ ormanın geri ucunda kaldığımı düşündüğünden kurşun israf etmeye devam ediyordu. İsraf dolu sahneye katlanamadığımdan silahımı ona doğru kaldırmış ve beynini dağıtmıştım.
Anın tadını daha doğrusu adam öldürmenin tadını çıkardığım dakikalar arasında omzumun üzerinden geçip giden kurşunu görünce kendime gelmiştim. Kendimi eğlenceye fazla kaptırmış olmalıydım. Kurşun omzumu ıskalayıp, ağacın gövdesinden içeri girmişti. Ağacın tam tersi yönüne hareket ederek arkasına gizlenmiştim. Şuralarda bir yerde oyuncağım olacaktı. Patlayıcı derecede havalı oyuncak olacaktı. Sırtımda duran çantanın içinde ruj, parfüm, anahtarlık olsa yadırgamazdım. İçinde mermi, yedek silah ve patlayıcılar olunca ellerim yerini yadırgamıştı. Kendisini bulmakta zorlanmanın sebebi bundan ibaretti.
Biraz daha oyalandıktan sonra veliahtlar üretimi olan nişancı mx8'i bulmuştum. Yüksek menzilli patlayıcı kalem. Nişan almak istediğim yere doğru ucunu çevirip arkasındaki düğmesine basmam yeterliydi. Hedefe varıncaya kadar uçuyordu. En ufak cisim yüzeyine temas edince iki kilometre yakınında bulunan her şeyi tuzla buz ediyordu. Aradığım oyuncak kendisiydi.
Kurşunların ardı arkası kesilmeden devamlı olarak peş peşe geliyor oluşları kalabalık olduklarına işareti. Merminin silahtan çıkmasıyla patlayan sesin, merminin etrafımda bulunan herhangi yüzeye temas edişinin ardından çıkan sesle arasında olan zaman farkı, hem yerlerini tespit etmemi sağlamıştı, hem de bulundukları konumu havaya uçurursam aramızdaki mesafenin bana zarar vermeyeceğini anlamamı sağlamıştı.
Ağacın arkasında gizli tuttuğum bedenime kısa süreli zaman tanımıştım. Derin nefes almış ve nefesimi geri vermiştim. Aklıma güzeller güzeli kızım gelmişti. Her şey onun hayatı boyunca hep güvende kalması içindi. Onu korumak benim görevimdi. Onun için birilerini gözümü kırpmadan öldürebilirdim. Kimin için çalıştıkları ya da masum olup olmadıkları umurumda olmazdı. Kızım söz konusu olduğunda ölmeye de öldürmeye de değerdi.
Ağacın arkasından çıkmamla eş zamanlı olarak avcum arasında duran bomba kalemi önümde duran kayalıklara doğru nişan alarak aktif hâle getirmiştim. Kalem saniyeler içerisinde kayalığa doğru hızla ilerleyerek kayalığın yüzü ile temas ettiği an büyük gürültüyle patlamıştı. Kayadan geriye binbir parçaya ayrılmış taşlar kalmıştı. Etrafa sıçrayan insan parçaları ise konum belirlerken ne kadar yetenekli olduğumu bana bir kez daha hatırlatmıştı.
"Hera beni duyuyor musun?"
Doğu'nun endişeli çıkan sesini kulaklık sayesinde duyunca bu kez de bunun için irkilmiştim.
"Duyuyorum. Sorun nedir?"
Hızlı hızlı nefes alıp veriyordu. Giderek endişelenmeye başlamıştım.
"Helikopter içinde sinyalini tespit ettim. Saat iki yönüne doğru koş. Seni almaya geleceğiz." Doğu'nun sesi kesildiğinde olan biteni bilmek istediğimden söylediği yöne doğru hızla koşmaya başlamıştım. Kalbim göğsümde atıyordu. Kalbimin hızının koşmamla alakası yoktu. Kalbim birinden birine bir şey olması gerçeğiyle yüzleşemediği için korkudan hızlı hızlı atıyordu. Ormanlık arazi içinde koştukça koşuyordum. Dünya durmuştu sanki bir tek ben hareket ediyordum. Helikopterin gürültülü çıkan yüksek sesini daha yakınımdan işitmeye başlamıştım. Koşmaya ara vermeden devam etmiştim yoluma. Ağaçların çok üstünde olmayacak şekilde hareket eden helikopteri gördüğümde hızıma hız katarak koşuşumu güçlendirmiştim. Aramızda bulunan mesafe giderek azaldığında helikopter içinden aşağıya doğru sarkıtılmış halat merdiveni fark etmiştim. Mümkünmüş gibi daha da hızlanmıştım. Korkum şimdi bacaklarımı etkisi altına almıştı.
Ağaçların içinden bana doğru gelen merdivenle aramda hiç mesafe kalmadığında, helikopterin merdiven ipini tek elimle hızla kavramıştım. Diğer elimde tedbiri elden bırakmak istemediğimden hâlâ silahım duruyordu. Ayaklarımı merdivenin basamaklarına yerleştirdiğimde helikopter benimle beraber uçmaya kaldığı yerden devam etmişti.

(Merdiven olarak hayal ediniz.)
Rüzgarı tenimde hissediyordum. Her yanım soğun etkisiyle don tutmuştu. Merdivenden yukarı doğru yavaş yavaş tırmanmaya başlamıştım. Her basamak bir ölüm demekti. Gözlerim görebileceği şeylerin tamamından korkuyordu. Attığım her adım boşluğa kendimi bırakmak isteyen tarafımı güçlendiriyordu. Yapabilirdim. Ben Hera Türkeş'tim. Onlar veliahtlardı. Tanrıça ve veliahtlar var oldukça hikayemiz devam edecekti.
Son basamağı da geride bıraktığımda bedenimi helikopterden içeri atmayı başarmıştım. Helikopteri süren adamdan yana sıkıntı yoktu. Hâlâ bıraktığım hâldeydi. Aynı şeyi kafamı sol tarafa çevirdiğimde gördüğüm Doğu için söyleyemezdim. Hele Batı için hiç söyleyemezdim. Ağzımdan ben farkında olmadan kaçıp giden çığlığım olayın berbatlığını gün yüzüne çıkarmıştı. Dengede durmaya çalışarak yanlarına 2 adımda ulaşmıştım.
Batı vurulmuştu.
Doğu hemen yanında durmuş kolunu yırtığı tişörtünün parçalarıyla sıkıp, kan akışını engellemeye çalışıyordu. Batı'nın bilincinin açık olması endişemi gidermeye yetmiyordu. Etraflarından dolanıp yarayı kontrol etmiştim. Vurulduğu yeri ve vurulma eşiğini elimle kontrol etmeye çalışıyordum. Canı acıdığından dişlerini sıkıyordu. Onun hâli canımı acıtıyordu.
"Sadece sıyrılmış. " İkisi de bunu zaten biliyordu. Onlarla göz göze geldiğimde gözlerinden anladığım buydu. Doğu'ya dönüp, yüksek sesle konuşmuştum.
"Anlat." Batı'nın sarı saçlarını elimle düzeltip alnına öpücük kondurmuştum. Başını hızla boyun girintime yaslayıp orada soluklanmıştı. Oğlumun canı fena hâlde yanmıştı. Acısını herkesden çıkaracaktım.
"Batı'yı aşağıdaki keskin nişancılardan biri vurdu."
Batı'nın gülüşünü işitmiştim.
"Keskin nişancı mı? Adam sadece ıskaladı. " Hepsi aynıydı. Ölümle burun buruna gelmiş olsalar da, ölümlerden ölüm beğenmiş olsalar da fark etmiyordu onlara. Dalga geçeceklerdi illaki.
"Batı vurulduğunu söyleyince helikopterleri boş araziye indirip onu kendi yanıma aldım. Her ne kadar durumu ciddi olmasa da kan kaybediyor. O bu hâldeyken istesem de odaklanamıyorum Hera... "
Derin nefes alıp vermiştim. Gözlerimi sıkı sıkıya kapatıp tekrar açmıştım.
"Devam et. "
Yutkunmuştu. Gözleri dolu dolu şekilde gözlerime bakmıştı.
"Aşağıdakilerin yardıma ihtiyacı var."
Hiç oyalanmadan kafamı tamam dercesine hızla sallamıştım.
Ailem...
Her biri benim ailemdi. Pes edemezdim. Etmeyecektim. Tüm savaşımı onlar için sonuna kadar devam ettirecektim. Birinden birini kaybedeceğime kendimi kaybederdim daha iyiydi.
"Sizin kadar olmasa da nişan almak konusunda iyiyimdir."
Attilâ Tuğrul Türkeş'in kızı olmak bana yine ve yeniden şans getirmişti. Uzun yıllar boyunca babam gibi asker olmadığım hâlde onun tarafından neden yetiştirildiğimi sorgulamakla geçmişti günlerim. Kahin miydin be adam? Bu ne ileri görüşlüktür böyle? Bak şimdi kızına verdiğin nişancılık dersleri yıllar sonra işe yarayacak. Kızın sana minnettar. Bana ailemi kurtarma şansı tanıdığın için teşekkürler baba...
"Arem, Mert ve abim merkez bölgeye ulaşmış. Bölgeyi koruyan kişi sayısı tahmininizden fazla çıktı. Batı teknik aksaklıklar yaşamasa ikimiz şimdiye kadar havadan alanı temizlemiş olurduk."
Hiç şüphem yoktu bundan. İkizler zor durumda olmadığı sürece hiçbir veliaht zor durumda kalmazdı.
"Evren ve Erdem nasıl?"
İkisi deniz üzerinden adaya giriş yapacaktı. Bu da onları merkez bölgeye daha geç ulaştıracaktı.
"Konuştum. İkisi de iyi. Bölgeyi temizleye temizleye ilerliyorlar. Burada ve aşağıda olan olaydan haberleri yok. " Panik yapmamaları en doğrusuydu. Doğu'yu taktir etmemek elde değildi. Ne olursa olsun mantığı her zaman onunlaydı.
"Bölgeye yaklışıyoruz. "
Pilotun bağıran sesini duyduğumda sırtımdan çantayı atmıştım. Batı, gitmem gerektiğini bildiğinden kendini geri çekmişti. Doğu'nun çıkardığı emniyet halatını bedenime bağlamıştım. Yön 1 , Yön 2 ile ilgileniyordu. Kenarda duran ağır makinalı tüfeğin yanına adımlamıştım. Makine helikopterin zeminine monte edilmişti. Bacaklarımı oturur pozizyona geçirerek iki yandan aşağıya sarkıtmıştım. Makinanın uzun baş kısmının ayarlamasını kısa sürede yapmayı başarmıştım. Hayatımda ilk kez makineli tüfek kullanacaktım. Kurcalayarak anlamam şarttı.Tüfeğin hareket sistemi araba sistemine benziyordu. Koca arabaya manevra yaptırmak için direksiyon gerekiyordu. Koca tüfeği çalıştırmak için yine direksiyona benzer kolları vardı. Şimdilik bu kadar kurcalama iş görürdü.
Kamer sandığının içinde tutulduğu binayı kafamı kaldırır kaldırmaz görmüştüm. Binanın girişine dâir kapı yoktu. Tek giriş helikopter aracılığıyla binanın tepesine gidince karşınıza çıkıyordu. Arem ve diğerleri ada içinde saklanmış olmalıydı. Mühimmatlarının azalmış olduğuna, sayıca az oldukları gerçeğinin yüzlerine vurulmuş olduğuna ve de hangi cehennemde kaldı bunlar diye söylendikleri ikizlerin yokluğunda gizlenirken sinir krizi geçirdiklerine emindim.
Helikopter nişan alma konusunda sıkıntı çekmemem adına aşağıya doğru alçaldığında kafama son bir kez ikizlere doğru çevirmiştim." Bilincinin açık kalmasını sağla Doğu. " Batı'nın yarası ufak müdahele ile atlatılacak türdendi. Sorun kolunun kanıyor oluşuydu. Kanama biz buradan ayrılmadan önce dursa iyi olacaktı. Uçarak gitsek bile buraya en yakın hastane 2,5 saat uzağımızdaydı. Doğu kafasını hızlı hızlı aşağı yukarı sallamıştı. İşime odaklanma zamanı gelmişti. Yönümü tekrar binanın etrafına çevirdiğimde aşağıda koşuşturup duran insanları gözüme kestirmiştim. Veliahtları arıyorlardı. Eğer veliahtlar gizlenmişse onlar dışarı çıkmayana kadar nerede olduğunu kimse bilemezdi.
Makinalı tüfeğin kolunu hareket ettirip aşağıya nişan almıştım. Daha iyi görüş yakalayabilmek istiyordum. Helikopterin biraz daha alçalmasına ihtiyacım vardı. Riskli hamle olacaktı. Onlara ne kadar
yakın olursak onların bizi vurma ihtimali de o kadar fazla olacaktı. Sonunu düşünen hiçbir zaman kahraman olamazdı.
"Daha fazla alçal. " Avazım çıktığı kadar bağırmıştım. Pilotun beni duymasıyla aşağıya doğru alçalmamız eş zamanlı olmuştu. Belime bağlı güvenlik halatı olmasa yanlamasına aşağıya alçalan helikopter yüzünden yere çoktan çakılmış olurdum. Emniyet halatının beni koruduğunu bilsem de ani düşüş hissi kalbimi yine heyecanla attırmaya yetmişti.
Avını avlaması gereken avcı misâli, aşağıdaki insan kalabalığını, gürültülü bombardımanımın altına tutmuştum. Beni vurmak istiyorlardı. Kaçmak yerine beni vurmaya çalışmalarına yönelik yapmış oldukları her hamle onlara ölüm olarak geri dönüyordu. Gözümün görebildiği herkesi acımasızca taramıştım. Zeminle aramda 5 metrelik mesafe var olsa da etraftaki kızıllığı gözle görmek mümkündü. Kan gövdeyi götürmüştü. Çıkan gürültülü ses kulak koruyucusu takmadığımdan muhtemelen kulaklarımda uzun süre sancı hissetmeme neden olacaktı. Şimdilik önem arz etmeyen konulardan biriydi. Aşağıdaki ekibin onları yok ettiğim gibi beni yok etmek istediklerine emindim. Dakikada yaklaşık 900 atım yapabiliyordum. Onlara nefes dahi aldırmıyordum. Onlar beni indirmeden ben onları tek tek indiriyordum.
Kaç kişiyi hayattan koparmıştım saymamıştım. 50'den fazla olması gerek diye tahmin ediyordum. Ortalık iyice durulmuştu. Etrafta kimse görünmüyordu. Görünen tek şey yerde yatan ölü bedenlerdi. "Kontrol uçuşu yap. " Bölgeyi taramayı bırakmış tekrar pilota seslenmiştim. Gözümden kaçırdığım kimse var mı? yok mu? Emin olmak için etrafta kontrol uçuşu yapmasını istemiştim. Sesimi duyar duymaz talebimi yerine getirmişti.
Yaklaşık olarak 15 dakikalık uçuşun ardından etrafın güvenli olduğuna emin olmuştum. Gözümle baktığım her yer temizdi. Rüzgardan dolayı yüzüm don tutmuştu. Gözlerim dolu dolu olmuştu. Pes etmeden gözlerimi veliahtarı bulmak adına etrafta gezdiriyordum. Onlar istemediği sürece onları bulmanın mümkün olmadığını bilsem de bunu yapıyordum. Az ileride ormanın gerisinde hareketlilik olduğunu fark edince tüfeğin namlusunu o yöne doğru çevirmiştim. Ağaçların ardından çıkan kişinin Mert olduğunu gördüğümde derin nefes alıp vermiştim. Birinin güvende olduğunu görmek çok güzeldi. Diğer ikisi hâlâ etrafta gözükmüyordu. Mert, etrafını kontrol ede ede geliyordu. Ara sıra öldürdüğüm bedenlerin üzerinden atlaması gerekiyordu. Onu güvenli bölgeye yani helikopterin içine almamız gerekiyordu. Helikopterin zeminine bağlı olan merdiven halatı elimle uzanıp kapmıştım. Halatın diğer ucunu aşağıya doğru sarkıttığımda Mert daha da hızlanmaya başlamıştı.
Ben de makineli tüfeğin ne olur ne olmaz diyerekten mermi kayışını doldurmaya başlamıştım. Bu süreçte tüfeği kontrol ederken fark ettiğim detayla sertçe yutkunmuştum.
"Doğu."
"Efendim."
Tüfeği sarsmamaya dikkat ediyordum. Kapının giriş kısmında elimi uzatsam hemen alabileceğim noktada olan askılığa asılı vaziyetteki mermi kayışını, eskisiyle değiştirmek istediğimden uğraşıyordum.
"Zemine vidalıydı değil mi bu alet? "
"Evet Hera. "
Kahkaha atmıştım. İşler her zaman ters giderdi. En zorunu yaşamadan en iyisine hiçbir zaman sahip olamazdım ben.
"Maalesef artık değil. "
Tüfek aralıksız şekilde saatlerdir aktifti. Binlerce atış gerçekleştirdiği için önce vidaları gevşemiş daha sonrasında tamamen çıkmış olmalıydı.
"Etraf temiz görünüyor. Olağanüstü hâl olmadığı sürece tüfeğe ihtiyacımız yok."
Batı'nın yorgun sesi kulaklarıma nüfuz ettiğinde kafamı olumsuz anlamda sallamıştım. Bizim olduğumuz yerde olağanüstü hâle gerek var mıydı? Bizim varlığımız zaten başlı başına olağanüstüydü. Gözlerimi Mert'e çevirdiğimde onun neredeyse Halata ulaştığını görmüştüm. Güvende olduğunu görünce tebessüm etmiştim. Maalesef tebessümüm çok kısa sürmüştü.
Silah seslerini duyduğumda ağzımdan çıkan küfüre engel olamamıştım. Mert'in geldiği bölge temiz olmalıydı. Ama aynı şey Arem ve Kansu için geçerli değildi. Onların ortalıkta görünmemesinin sebebi buydu. Orman içindeki diğer adamlar Mert'in varlığını fark ettiklerinde peşine düşmüş olmalılardı. Arzem şerefsizi adaya ağaç sayısı kadar adam dikmişti resmen. Silahlarından çıkan kurşunlar helikopterin metal yerlerine denk geldiğinde gürültülü sesler çıkarmaya başlamıştı. Mert, halatla yukarı tırmanırsa vurulacağını anladığında merdivene tırmanmak yerine ormanın içinde tekrar saklanmayı uygun görmüştü. Sayıca fazla ekibin bize doğru ateş açması, pilotun helikopteri hızla nişan alamayacakları şekilde yukarı kaldırmasına neden olmuştu.
Aniden yukarı kalkmamız korkulu rüyamı adeta gerçekleştirmişti. Vidaları tamamen çıkmış olan makineli tüfek aşağıya doğru düşmüştü. Ağzımdan günün ikinci küfürü bu sebeple çıkmak zorunda kalmıştı. Tüfek olmadan Mert'i ölümden kurtarmam mümkün değildi. Biz havalanınca kalabalık ekip Mert'in peşinden ormana dalmıştı. Kalbim yine ve yeniden korkuyla hızlı hızlı atmaya başlamıştı. Ona zarar gelmesine izin veremezdim. Birini daha kaybedersem ölürdüm. gizlendiğim kapı arkasından hızla ayağa kalkmıştım. Tüfeğin düştüğü konumu belirlemek istiyordum. Kafamı açık kapıdan dışarı çevirdiğimde gördüğüm manzarayla dilimin tutulduğuna yemin edebilirdim. Tüfek Mert binsin diye aşağıya sarkıtığım merdiven halatın parmaklıklarına takılıp, asılı kalmıştı. Bir bakıma oldukça iyiydi bu durum. Makine aşağıya düşse paramparça olmuş olacaktı. Parçalanmış makinenin faydası olmazdı.
Silah seslerinin ardı arkası kesilmiyordu. Mert'in daha ne kadar dayanabileceğini kestiremiyordum.
Güvenlik halatının tüfeğe ulaşmama engel olduğunu ilk fark ettiğimde tek saniye düşünmeden halatı bedenimden ayırmıştım. Doğu ve Batı'nın aynı anda ikaz dolu haykırışlarını işittiğimde hızla onlara dönmüştüm. "Birinizi daha kaybedemem. Oturun oturduğunuz yerde. " Onları sertçe uyarmıştım. Kafalarını yenilgiyi kabul ettiklerinden tamam anlamında sallamışlardı. Bakışlarımı onlardan alarak helikopterin açık kapısına çevirmiştim. Bunu yapabilir miydim emin değildim. Emin olduğum tek şey bunu yapmazsam, ve Mert'e bir şey olursa o acıyla yaşayamayacağım gerçeğiydi.
Güvenlik halatı kısaydı. Benim merdivene takılı olan tüfeğe ulaşmama engel olurdu. Düşersem parçalarıma ayrılacağım kesindi. Korkusuzca adımlamıştım ileriye doğru. Halatın baş kısmını tutup bedenimi ters yönde çevirmiştim. Oturur pozisyona geldiğimde ayaklarımdan birini dışarı sarkıtıp halatın merdivenine denk getirmeyi başarmıştım. Derin nefes alıp verdikten hemen sonra diğer bacağımı yine merdiven parmaklığına denk getirip, ayağımı orada sabitlemiştim. Hem yavaş olmam hem de dikkatli olmam gerekiyordu. Aşağıya düşürmemem gereken iki şey vardı. Birincisi bedenim ikincisi tüfeğimdi.
Buz tutmuş ellerim bana yardımcı olmak yerine köstek oluyordu. Tutuşum gittikçe zorlaşıyordu. Parmakların donma suretiyle hareketimi kısıtlıyordu. Mert'in gittiği bölgeden çıkan her silah sesi kalbimi ağzımda attırdığından parmaklarım önem arz etmiyordu. 6 adımdan sonra artık durmam gerektiğinin bilincindeydim. Bir basamak sonrasında tüfek vardı. Tüfeği aşağıya düşmeden çok öncesinde doldurmayı akıl edebilmem fazlasıyla iyi olmuştu.
Kendime zaman tanımaya vaktim yoktu. Hızıma hız katmam gerekiyordu. Aynı zamanda dikkatime dikkat katmam da şarttı. Don tutmuş ellerimden birini serbest bırakmıştım. Diğer elimi dengemi sağlamak için yavaş yavaş çömelirken kendimle beraber aşağıya doğru kaydırıyordum. Tüfeğin kabzasını kavramayı kısa zaman sonra başarmıştım. Fazlasıyla ağırdı. Don tutmuş parmaklarım bana hiç yardımcı olmuyordu. Görünenden çok daha ağır olan makineyi tek elimle havaya kaldırmam imkansızdı. İmkansız denen şey benden birini alacaksa var olamayanı var etmek boynumun borcuydu.
Eğer makinayı havaya kaldıramıyorsam o zaman ben de onu durduğu yerde kullanırdım. Çözüm bulmak zaman istiyordu. Benim zamanla yarışmam gerekiyordu. Risk almak hayatımın her döneminde karşıma çıkacaktı sanırım. Makinenin durduğu basamağı basarak onun üzerinden aşağıya inmem demek, makinayı aşağıya düşürmeme neden olur demekti. Mevcut konumdan aşağı düşerse parçalarına ayrılırdı. Onun üzerine basmadan aşağıya inmem gerekiyordu. Hayır aşağıya inemezdim. Ama aşağıya atlayabilirdim.
Ani kararım adrenalinin etkisiyle ortaya çıkmış olabilirdi. En fazla ölürdüm. Ölümden öteye köy yoktu. Ölümden korkan da yoktu. Korktuğum tek şey sevdiklerimi kaybetmekti. Silah seslerinin ardı arkası kesilmiyorken bekleyemezdim. Don tutmuş ellerim ne kadar iş görürdü bilmesem de, atladığım yeri tutup tutmayacağımdan emin olamasam da çömeldiğim yerden ayağa kalkmış ve kendimi ben ne yapıyorum diye düşünmeye zaman ayırmadan hızla boşluğa bırakmıştım. Zamanla yarıştığım dakikalar içerisinde yapıp yapamayacağımı düşünmek bana sadece ölüm getirirdi.
Boşluğa doğru süzülen bedenim söz konusu olduğunda beynim, zaman hesaplamasını ve bedenimin düşeceği yerin yer tespitini saniyeler içerisinde nokta atışı yapacak şekilde ayarlamıştı. Öyle ki ip üzerinde akrobasi hareketleri yapan cambazlardan farkım yoktu. Canımı hiçe saymış aşağıya atlamıştım. Son basamağı hızla düşerek geçmek üzereyken, soğuktan morarmış ellerim, halat basamağını tutmayı başarmıştı. Halata tüm ağırlığımla aniden asıldığım için havada öne ve arkaya sallanmıştık. Ne ben ne de tüfek aşağıya düşmemiştik. Salıncak gibi sallanan merdivenin durmasını beklemiştim. Adrenalinin geçip gitmesi ile kalbim dört nala koşmaya kaldığı yerden devam etmişti. Bedenim havada asılı vaziyetteydi.
Korku insana birçok şey kaybettirebilirdi. Pişmanlık getirebilirdi. Bazı şeyler yapılmak zorundaydı. Bazı şeyleri yaparken hayatından vazgeçmen gerekse bile yapmak zorunda kalırdın. Geleceğin aklına geldikçe geçmişte yapmadığın şeyler için pişman olurdun. Geçmişim hatalarımla dolu olabilirdi lakin asla pişmanlık yoktu. Yaptığım şeylerin sonucundan memnun kalmasam bile yaptığım için, yapacak cesareti gösterdiğim için kendimle gurur duyardım. Bugün de o günlerden biriydi.
Bedenimi yukarı çekmek gücümün tükenmesi sebebiyle fazlasıyla zordu. Kendimi yerden metrelerce yukarı da değil de sanki birkaç adımlık yükseklikte barfiks çubuğuna asılmış olarak hayal etmiştim. Yükseklik korkusu olan biriydim ben. Her an yüksekte asılı durduğumdan baygınlık geçirip devamında ölebilirdim. Korkularım vardı ama hiçbir zaman korkularından korkan biri olmamıştım. Daima korktuğum her şeyin üzerine üzerine gitmiştim. Tüm olmazlara inat ben pes etmemiştim. Düşünce kalkmayı bilmek değildi mevzu. Asıl mesele düşeceğini bile bile koşmaya devam etmekti.
Bedenimi yukarı doğru çekmeyi başardığımda hızlı hızlı hareket ederek bir elimi boşluğa atıp bir sonraki basamağın üstüne getirmiştim. Artık ayaklarımı koyabileceğim basamak mevcuttu. Bir basamak tutup bir basamak tırmanmıştım. Sonunda gücüm beni tüfeğin altına kadar getirmişti. Kafamı kaldırıp yukarı baktığımda Doğu ve Batı'nın neredeyse kalp krizi geçirmiş surat ifadeleriyle yüzüme baktıklarını görmüştüm.
Helikopterin açık kapısının kenarlıklarına tutunarak şokla açtıkları gözlerini üzerime dikmişlerdi. Muhtemelen az önce yaptığım hareketin tamamına saniyesi saniyesine şahit olmuşlardı. Batı kolunun acısını bile unutacak kadar şoktaydı. Korkudan normal renklerinin iki katı daha fazla sarardıklarına yemin edebilirdim. Adrenalini sonuna kadar yaşadığımdan sadece amaçladığım olaya dikkat kesilmiştim. Onların bana seslenip, beni durdurmaya çalıştıklarına emindim. Maalesef ben onları duymamıştım. Beni izlediklerinin yeni yeni farkına varıyordum. Batı, korkudan ağladı ağlayacak kıvamda görünüyordu. Çocukta kelimenin tam anlamıyla travma bırakmıştım. Doğu, kendini toparlamayı başardığında helikopter uçmaya başlamıştı. Muhtemelen pilottan Mert'in olduğu bölgeye doğru uçmasını istemişti.
Havada asılı vaziyette duran ben ve silahım adam öldürmeye kesinlikle hazırdık.
Bir elimle halatı tutarken diğer elimle silahın yönünü ayarlamaya çalışıyordum. Helikopter hareket halindeyken bunu başarmak fazlasıyla zordu. Kendime güveniyordum. İşin içinde Hera Türkeş varsa o haricinde herkes kaybetmeye mahkumdu.
Helikopter ormanlık alana girdiğinde ben de hazırlıklarımı tamamlamayı bitirmiştim. Ağaçların arasında durmaksızın etrafa ateş açan düşmanları gördüğümde onlar adına zerre üzülmemiştim. Biraz sonra hepsi tarih olacaktı. Onları tarihe gömen de benden başkası olamazdı.
Hedefim hedeflerine kitlendiğinde hiç acımadan etrafı kan gölüne çevirmiştim. Mert etrafta gözükmüyordu. Kaçıp saklanmayı başarmış olmalıydı. Kalabalık ekip olduğundan en fazla on beş dakika daha dayanırdı. Sonrasında mutlaka yakalanırdı. Saklandığı bölge ağaçların en az olduğu bölgeydi.
Etrafta kim var kim yoksa taramıştım. Helikopteri indirecek değil, nefes alacak zamanları olmamıştı. On beş dakika süren temizliğin ardından bugün yok ettiğim düşman sayısı için en az yüz kişi diyebilirdim. Kesin sayı vermem mümkün değildi. Aşağı inince sayardım nasıl olsa. Kimisi kafasından, kimisini gözünden, kimisini karnından, kimisini göğsünden vurmuş olmamın ardından içime kocaman nefes çekip geri bırakmıştım. Fazlasıyla yorulmuştum. Veliaht ve Tanrıça olmak çok yorucuydu. Yakın zamanda emekliye ayrılsam iyi olacaktı.
...On iki saat sonra...
"Abi görmen lazımdı. Resmen aşağıya atladı. Eğer basamağı tutmasaydı ne olurdu düşünmek bile istemiyorum."
Doğu, yüzüncü kez şahit oldukları başrolünde benim olduğum olayı abilerine anlatırken Kansu, Batı'nın yarasıyla ilgileniyordu.
Adada işlerimiz bitmişti. Bölgeyi içli dışlı olarak temizleyip tam vaktinde gelen gemilere, helikopterler aracılığıyla Kamer Sandığını tek tek yükletmiştik. Yüzük anahtarları almak yıllarımızı almıştı. Buna kesinlikle değmişti. İçerinin güvenliği üst düzeydi. Adanın hakimiyetini kazanmış olmamız hiçbir şey değiştirmezdi. İçeriye yüzükler olmadan giremezdik. Yüzüklerin biz de olduğunu anladığında Arzem Soykamer'in surat ifadesini görmeyi çok isterdim.
"Süper kahramanım o benim."
Mert bana bakıp göz kırptığında gülümsemiştim. Arem'in göğsüne yaslı duran kafamı iyice yaslamıştım ona. Kolları arasına beni almıştı. Kafamın üstüne öpücük kondurduğunda huzuru iliklerime kadar hissetmiştim.
Kamer Sandığını geri almıştık. Hepimiz sağ salim hayattaydık. Uçağımıza binmiş, ülkemize geri dönüyorduk.
"Sakın bir daha kendini tehlikeye atma, tanrıça. " Arem'in kulağımın dibinde fısıldayışı kafamı kaldırıp ona bakmama neden olmuştu.
"Tehlikeye girmediğiniz sürece neden olmasın? " demiştim gülümseyerek. O da gülümsemeye çalışmıştı. Pek becerememişti. Yönler yaptıklarımı anlattığında korkudan aklını kaybedecek olmuştu. Bedenimi en az on kez etrafında döndürüp iyi olup olmadığımı gözden geçirmişti. Defalarca kez iyi olduğumu söylesem de zerre umursamamıştı. Bir saatten fazla süre boyunca azar işitmiştim. Yetmezmiş gibi bir de eğer oradan düşseydim kızımız ve kendisinin bensiz yaşayamayacağını söyleyip, kendi kendini acındırmasına maruz kalmıştım. Neyse ki beni o hareketleri yaparken canlı canlı izleyememişti. Bir yerlerde durup izlemiş olsaydı kesin korkudan kalpten gitmiş olurdu.
"Ben zaten hep diyordum."
"Ne diyordun Evren?"
Evren'in gözünün içine bakarak konuşmuştum.
"Oğlum kayınvalidesinden yana çok şanslı diyordum. " Sinsi sinsi gülümsediğinde yorgunluktan ölmüş olmasam üzerine uçabilirdim.
"Kes sesini! " Resmen tıslamıştım. Nefret ediyordum ondan.
"Ben Hera'nın, uçaktan uçağa atlarken şarjör değiştireceğini düşünmüştüm."
Kansu sonunda Batı'yı rahat bırakıp bize dönmüştü. Batı, zavallı bebeğim yorgunluktan uyuya kalmıştı köşede.
"Değil mi ya? Çirkin cadı benim de beklentimim altında kaldı."
Ben olmasam uçakta yolculuk değil, Sırat Köprüsü'nde yolculuk yapacak olan adamlar benimle dalga geçiyordu.
"Kızım sizi görmeye alıştı. Birinizden birinin hayatından ani çıkışı psikolojisini bozacaktı. Yoksa sizin o kaşınızın, gözünüzün hayrına hayatınızı kurtarmadım. Laf edeceğinize teşekkür edin, terbiyesizler. "
Hepsi bana ukala ukala bakıp sadece sırıtmakla yetinmişti. Bazen gerçekten değmiyorlardı. Mesela şu an hayatlarını kurtarmış olduğuma değmiyorlardı.
Onların gülen yüzlerine bakıp ağızlarının payını verecekken telefonumun zil sesi ortama giriş yapmıştı. Arem'in kollarından yavaş yavaş geri çekildiğimde o da beni serbest bırakmıştı. Ceketimin cebinden telefonumu çıkarmayı başardığımda ekranda arayan kişinin 'Afra' olduğunu görmüştüm. Onun aramasıyla yüzümde kocaman gülümseme olmuştu.
Birkaç saat önce onu arayıp kızımın nasıl olduğunu sormuştum. Beni ve babasını uzun süredir göremediği için fazlasıyla huysuzmuş. Uyumamakta ne kadar dirense de sonunda yorgun düşmüş olacak ki ben aradığımda uyumuştu. Evime gidip kızımın bozulan uyku düzenini ve bize olan hasretini bir an önce dindirmek istiyordum. Onunla son ayrılığımızdı. Ondan bir daha bu kadar uzun süre ayrı kalmaya dayanacağımı sanmıyordum. Afra'ya, Atlantis uyandığında mutlaka beni aramasını ve onun sesini bana dinletmesini söylemiştim. Muhtemelen uyanmıştı. Telefonu, yüzümdeki sırıtışı bozmadan açıp sesi hoparlöre vermiştim. Benim gibi herkesin kızımı özlediğini bildiğimden onların da kızımın sesini duymasını istemiştim.
"Kızı-"
"Hera...
Hera götürdüler... Ben! Ben koruyamadım. Çok çok kalaba-kalabalıklardı. Özür dilerim. Ben kızını... Ben, ben onu koruyamadım..."
Sertçe yutkunuş. Sertçe ölüm...
Zaman durunca hayat durur muydu? Hayat devam ettikçe zaman akmaya devam eder miydi? Nice acılar yaşamıştım. Nice ölümlerden ölüm beğenmiştim. Sevdiklerimi kaybetmiştim. Onca acı yaşamıştım, onca dertle tek başıma boğuşmuştum lakin hiçbiri şimdi olduğu kadar acıtmamıştı. Sanki hayat devam ediyordu ama benim zamanım durmuştu. Sanki zaman aktıkça hayatımın sonuna gelmiştim. Yaşadığım hiçbir acı bu acıyla boy ölçüşemezdi. Kalbimin nefes almaya garezi vardı. Aldığım her nefes kalbime ızdırap oluyordu. Ben daha farkına varmadan, gözlerimden yaşlar oluk oluk akmaya başlamıştı.
"Hera...
Beni duyuyor musun? Benim Elena!
Poyraz vuruldu. Afra onun yanında."
Evren, Elena'nın ağlayan sesini duyduğunda ağır küfür etmişti. Elena'nın ağlayan sesi kulağımda çınladığında onunla bir ağlamıştım. Veliahtlar yerinden fırlamıştı. Her biri farklı telefon konuşması yapıyordu. Ülkeye adam yığıyorlardı. Her biri çıldırmıştı. Telefon açtıkları her adamın yedi sülalesine küfür ediyorlardı. Bir Arem bir de ben olduğumuz yerde öylece kalmış hareket etmiyorduk. Birbirimizin gözlerinin içine bakarak acı çekiyorduk. O da ben de acıyorduk.
"Halan bizi sattı. Hera, halan Sevde bizi sattı. Kızını kaçıran oydu."
Elena bağırıp yaşadığım en büyük ihaneti yüzüme çarptıktan sonra telefonu kapatmıştı. Nereden nefes aldığımı unutmuştum. Ya da zaten nefes almamın artık faydası yoktu. Arem'in benden farkı yoktu. İkimiz de öylece susuyorduk. Birbirimizden utanıyor olmalıydık. Kızımızı korumayı becerememiştik. Biz anne ve baba olmayı hak etmemiştik.
Kayıp şehir Atlantis misâli... Kaybetmiştik. Atlantis'i bu kez biz kaybetmiştik.
Biz bugün çok fena kaybetmiştik.
Hem de tam da kazandığımızı zannettiğimiz anda...
(🎭)
Veeee Kestikkkkkk
Evet biliyorum çok kötüyüm. Yine en heyecanlı yerde kestim falan ama arkadaşlar bu son bölümdü. Artık final kapıya dayandı.
Yaklaşık olarak 1 ay sadece finali yazmak için uğraşmıştım. Öyle kısa bir bölüm değildi. 40.000 kelime falandı.
O yüzden finali Part part şeklinde yazmayı tercih ettim.
Hera Türkeş bu bölüm yine yaptı yapacağını... Onun korkusuzluğu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Peki Zeynep Sevde Türkeş ve ihaneti hakkında ne düşünüyorsunuz?
Atlantis, Arem, Hera arasındaki bağ hakkında ne düşünüyorsunuz?
Atlantis kaçırıldıktan sonra olacaklar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Atlantis Darya hakkında ne düşünüyorsunuz?
Benim hakkımda ne düşünüyorsunuz?
Nfmfmmfmfmdmm
Final bölümünde görüşmek üzere...
Mavimsulandınız💋💋💋💋
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 19.16k Okunma |
1.58k Oy |
0 Takip |
67 Bölümlü Kitap |