163. Bölüm

FİNAL-PART 5

HELEN MAVİ
mavimsu_

 

🎭🎭🎭🎭🎭🎭🎭🎭🎭🎭🎭🎭🎭🎭

 

Gözlerim yavaş yavaş açılmak istediklerinden diretiyordu. Işık bir kez daha gözlerimi rahatsız ettiğinde, onları açmak istesem de, açacak gücü bedenimde bulamıyordum. Başım çatlayacak kadar büyük bir ağrının kurbanı olmuştu; bedenimdeki yorgunluğu her zerremde hissedebiliyordum. Gözlerim aralanır aralanmaz yaşadıklarımın ağırlığı omuzlarıma yük olup oturmuştu.

 

Gözümü açar açmaz göz göze geldiğim tek kişi vardı o da; yatak odamda benimle beraber hemen yanımda uyuyan kişiydi. Afra, benim kız kardeşim hemen yanımdaydı.

 

"Uyandın mı?" Gözleri kapalı olduğu hâlde konuşmuştu; uyumuyordu, sadece benimle beraber hayatı sorguluyordu.

 

"Ne kadar oldu?" 3 saat mi, 5 saat mi? Kaç saattir uyuyordum, uyuduğum saat kızımı bulmaları için yeterli bir süre miydi?

 

"Bugün Atlantis'in doğum günü, Hera." Hızla yataktan doğrulmuştum. Duyduklarım yüzünden gözlerim kocaman açılmıştı; bugünün kızımın doğum günü tarihi olması mümkün değildi. Eğer öyleyse, ben günlerdir uyuyor olmalıydım.

 

"Ben günlerdir uyuyor muyum?" Afra da benimle beraber kalkıp yatakta doğrulmuştu; çok fazla yorgundu, göz altları morarmıştı.

 

"Teknik olarak uyumuyordun, uyutuluyordun." Uyutulmak mı? Afra'dan hiçbir şey anlamıyordum; ben zaten çok düşünmekten patlayacak kıvama gelmiştim. Bana biraz daha açık konuşsa iyi olacaktı.

 

"Arem ve diğerleri, canının çok yandığını söylediler. Uyanık kalmanın senin için işkence olduğunu söylediler. O yüzden Gülçin'in de yardımıyla uyanmana izin vermediler." Kızmak istedim, bağırıp çağırmak istedim; bana bunu nasıl yaparlar demek istedim, ama o gücü kendimde bulamadım. O kadar yorgundum ki bana yaptıkları umrumda bile olmamıştı; benim tek merak ettiğim şey kızımdı.

 

"Bir şey buldular mı?" Bir şeyden kastım, aslında her şeydi; kızımdı, canım kızımdı. Afra derin nefes alıp yorgun gözlerini gözlerime çıkardığında nefesini tekrar geri vermişti.

 

"Sen uyurken bir şeyler oldu, Hera." Soğukça gülümsemiştim; öyle ki gülüşüm hayatım boyunca ortaya çıkarabileceğim en soğuk gülüşü içerisinde barındırıyordu.

 

"Bir şeyler hep oluyor, Afra. İnan bana, uyusam da oluyor, uyumasam da oluyor." Benimle aynı anda soğukça gülümsemişti; ikimiz de bitmiş gibiydik, tükenmiş gibiydik. Kaybettiğimiz birileri vardı ve biz birilerini anmak dahi istemiyorduk. Zaten bütün hayatımız boyunca yaslarını tutacaktık; kalbimizde acıları varken dilimizde acı tat bırakmak istemiyorduk.

 

"Arzem bir video kaydı daha gönderdi." Gülüşüm anında silinmişti; sadece yutkunduğumda soru soran gözlerimi kız kardeşime çevirmiştim. Tek bakışımda devam etmesi gerektiğini anlamıştı.

 

"Doğu ve Batı anneleri hakkında ki gerçeği artık biliyor." Gözlerimi acıyla kapattım; kalbim soğuk rüzgarların esiri oldu, ağlamak istedim, ağlayamadım. Muhtemelen gözümde yaş kalmamıştı; bizi dağıtmaya çalışıyordu ve elinde o kadar güçlü şeyler vardı ki bunu başarıyordu.

 

"Ne yaptılar?" Canları çok yanmış olmalıydı; onların canı çok yanarken ben yanlarında değildim, ben hiçbir çocuğumun yanında olamıyordum. Poyraz yanında olamadığım için ölmüştü; Atlantis yanında olamadığım için kaçırılmıştı. Şimdi ise Doğu ve Batı yanlarında olamadığım için yıkılmışlardı.

 

"Hiçbir şey, Hera. O iki çocuk yıkıldı, yok oldu; bakışlarından bile belliydi aslında ne kadar canlarının yandığı. Ama ikisinin ağzından tek bir söz çıktı." İç çekip Afra'ya bakmıştım; yorgun bakışlı Hera, yorgun sesli Afra'ya bakmıştı.

 

"Ne dediler?" Ellerinden birini omzuma çıkarıp kolumla omzum arasındaki o bölgeyi okşamıştı. Muhtemelen canımın yanmasına neden olacak sözleri sarf edecekti.

 

"Önceliğimiz yeğenimiz dediler. Bizim için çok geç ama onun için hâlâ umut var dediler." Gözümde ağlamak için yaş kalmadığını zannediyordum. Artık ağlamaya gücümün kalmadığını zannediyordum. Nafile idi, ben zaten bu dünyaya ağlamak için gelmiş gibi bir kez daha öylece ağlamıştım.

 

Doğu ve Batı abisi ve babasına çok düşkündü, çok severlerdi onları. Annesiz olmak ikisini de canını çok yakardı; ikisi de buradan yaralıydı. Beni anneleri gibi görmelerinin nedeni de buydu zaten. Onlar anneye hasret büyümüşlerdi. Ben onlara kollarımı açınca bana sığınmışlardı. Şimdi benim iki sarışın oğlum, annelerinin babalarını aldattığını, aslında babaları zannettikleri kişinin amcaları olduğunu, ölüp giden amcalarının da babaları olduğunu öğrenmişlerdi. Abileri olarak gördükleri Kansu'nun aslında hem kuzenleri hem abileri olduğunu ve hayatlarının en büyük olayını bildiği hâlde sustuğunu öğrenmişlerdi. Benim o iki oğlum nasıl toparlansındı?

 

"Kansu nasıl?" Her şeye rağmen Kansu'yu anlıyordum. O böyle olmasını istemezdi tabii ama böyle olması da onun suçu değildi. O zamanlar o da çocuktu, yaşı çok büyük değildi. Bir ulu veliahtından asla bir şey gizlemezdi. Babası ona annesini kendi elleriyle öldürdüğünü anlattığında, bu sırrı küçük kardeşlerinden gizlemeyi seçmişti. Onun yerinde kim olsa aynısını yapardı.

 

Doğu ve Batı kırılgandı. Narin iki çocuktu. Üstelik anneleri konusunda fazlasıyla hassastılar. Durum böyleyken Kansu, emindim ki söylemeye, anlatmaya çalışsa da her anne dediğinde Doğu ve Batı ona öyle bir bakmıştır ki, susmak zorunda kalmıştır.

 

"Çok denedi. İkizler ile konuşmayı çok denedi ama beceremedi. En son bir köşede ağlaya ağlaya ülkedeki kamera kayıtlarının hepsini gözden geçirmeye çalıştığını gördüm. Sonra zaten şey oldu..." Kafamı hızlı ona çevirmiştim. Afra iyi değildi. Bunu sesinin duygusuzluğundan anlayabiliyordum. Kafası kendinde değildi, sadece bir robot gibi konuşuyordu. O kadar çok acı çekiyordu ki, acı çeker gibi görünmüyordu; ölmüş biri gibi görünüyordu ve ölmüş biri gibi davranıyordu.

 

"Ne oldu?" Derin nefes alıp vermişti; bakışları tekrar suratıma çıktığında konuşmuştu.

 

"Arzem çağırdı onları. Hepsinin aynı anda gelmesini emretti, sonra gittiler. Hepsi ölüme gitti, Hera." Afra'nın ruhsuz sesi kulaklarımda çınladığında gözlerim şokla açılmıştı. Aldığım nefes boğazımda takılıp aşağı inmiyordu; nefes almak istiyordum, ama yapamıyordum.

 

Kalbim paramparça olmuştu. Duyduklarım yüzünden hayat durmuştu sanki. Sevdiklerimin ölüme gitmiş olma ihtimali içimde derin yaralar açmıştı. Gözyaşlarım, yanaklarımdan süzülen acı tuzlu damlalarla dolup taştı. Zamanın durduğunu hissettim; dünya dönmeyi bırakmış gibiydi.

 

Düşüncelerim bir labirent gibi karıştı, anılarım parçalandı. Sevdiklerimle yaşadığım anılar, umutlarım birer birer yok oldu. Kalbimdeki ağrı, adeta bir bıçak gibi saplandı, içimdeki derin çatlaklardan sızdı. Her yer kan oldu; kan bütün etrafa sıçradı. Gözümün görebildiği, ruhumun görebildiği her yer sadece kan oldu. Ellerim kanlıydı, kaderim bile kanlıydı.

 

Ruhum, kaybetmenin hüznüyle kaplanmıştı. Bedenim, bu duygusal deprem karşısında titreyerek çöktü. Fiziksel olarak da yıpranmıştım, öyle ki ellerim titriyordu. Anlamsız bir karanlık içinde kaybolmuştum, umutsuzluğun gölgesi beni karanlığına çekmişti. Nefes almak, adeta zehir içmek gibi gelmişti. Ölmek istedim, ama hâlâ bir umut vardı içimde; ya yaşıyorlarsa, ya geç değilse, ya bitmediyse hikayemiz? Bitmesindi. Hikayemiz bu kadar çabuk bitmesindi. Henüz değil; henüz daha var, daha zamanımız olmalıydı, beraber geçireceğimiz güzel günler olmalıydı, olmak zorundaydı.

 

Ben bugün öldüm, dirildim, ölmenin ne demek olduğunu diriyken fark ettim.

 

"Bitti Hera... Eğer bir kişi eksik gelirseniz, Atlantis ölür dediler. Hepsi ölümü göze aldı, hiçbirinin yaşamak umurunda olmadı. Onlar gitti, Hera. Arem gitti, Mert gitti, Kansu gitti, Erdem gitti, Evren gitti, Doğu gitti, Batı gitti. Poyraz ve Hazar zaten gitmişti. Ama eminim ki burada olsalardı, onlar da giderdi."

 

Susmasını istedim, sussun istedim. Ben de insan olmak istedim. Belki insan olsaydım, bu kadar üzerime gelmezdi hayat. Ben bir şeyler istedikçe büyük dertler hep beni buldu. Diz çöktüm yatağın olduğu yere, sertçe diz çöktüm. Çarşafı avuçladım, kaderimi avuçlayamadığım için çarşafı avuçladım, yandım, yandım kavruldum, bir damla suya muhtaç kaldım.

 

"Hayat senin ve benim için bitti kardeşim. Devam etmenin anlamı yok, dürüst olmak gerekirse, hepsi cenazesi ile beraber geldiğinde, onları gömüp güzel bir cenaze töreni düzenleyip, kıytı köşede bir yerde kafama sıkmayı düşünüyorum." Afra benim tanıdığım Afra değildi. Bu kadın çok soğuktu, çok umursamazdı, çok canı yanıyordu ve artık hayattan beklentisi kalmamıştı. Bu kadar rahat şekilde kendini öldüreceğini söylüyordu, ona yapma diyemezdim. Yaşamak güzel şey diyemezdim. Çünkü bizim hayatımız öyle bir şey kıvama gelmişti ki, bizim için güzel olan şey yaşamak değil, sadece ölmek olabilirdi.

 

Sert adımları odanın çıkışına yöneldiğinde, kafamı yerden kaldırmamıştım. Afra odadan çıkmıştı. Gözyaşlarımın biri gidiyor, biri geliyordu. İçimde öylesine büyük bir yangın vardı ki, bitti dedim kendim için; bunun daha ilerisi yok, kazanmak yok, devam etmek yok, yaşamak yok. Bitti her şey bitti, zaman durmadı, ama zaman acımadı da.

 

Bağırmak istedim ama günler önce öylesine büyük çığlıklar atmıştım ki, boğazım konuşmak için bile yeterli sağlığa sahip değildi. Su istedim içimdeki yangını söndürmeye, hangi su yeterdi? Ölmek istedim, ama hâlâ umut var dedim, hâlâ umut ettim.

 

En çok canımı yakan ise vedalaşamamış olmamızdı. Hem birbirimize doyamamıştık, hem de vedalaşmadan ayrılmıştık. Oysa vedalaşamadan gerçekleşen her ayrılık, bir gün yeniden yolların kesişmesine neden olurdu, belki de bizim yolumuz bu dünyada değil, başka bir diyarda kesişecekti. O yüzden veda etmeden gitmişlerdi.

 

Tükenmişliğin içinde çırpınırken

kulaklarıma doluşan ses, beni kendime getirmişti. Sesin nereden geldiğini bulmam gerekiyordu, telefonum çalıyordu, bu ses benim telefonuma aitti, onu bulmam gerekiyordu. Belki veliahtlardan biriydi. Yardıma ihtiyaçları vardı ya da kurtulmuşlardı, müjdeyi haber vereceklerdi, kızımı getirmişlerdi. Telefonu bulmam gerekiyordu, nereye koymuştum? Ayağa kalksam iyi olacaktı, ayağa kalkmayı başarabilecek miydim bilmiyordum. Çok zordu, çok güçtü ayağı kalkmak. Benim için mücadele dolu bir güç harcamasının ardından, yavaşça yatağın kenarına doğru ilerlemiştim. Sesin geldiği yöne vardığımda, yastığımın altında olması muhtemel olan telefonu bulmaya çalıştım. Titreyen ellerimle telefonu elime aldığımda, ekranda tanımadığım bir numara belirdi. Bu hayra işaret miydi, umut muydu? Lütfen hayra işaret olsun, bir şey de artık iyi olsun diye iç geçirdim. Aramayı kabul ettiğimde, telefonu titreyen ellerimle kulağıma götürdüm.

 

"Merhaba Türkeş... Artık zamanı geldi... Küçük kızını kurtarmak istiyorsan son düelloyu kabul etmen gerekiyor. Adresi atarım."

 

Telefon kapandığında, bedenim acının değil öfkenin kurbanı olmuştu. Arzem'in iğrenç sesi kulaklarımda çınladığında, ölümcül bir öfke bütün damarlarımda kan niyetine yayıldı. Kalbim artık intikam diye atıyordu, acı her yerdeydi, fakat öfkem içimdeydi. Hera zayıf olabilirdi, lakin düelloları sadece Türkeş gerçekleştirirdi.

 

İçimde bir volkan gibi kuduran öfke, her hücremi yok ediyordu. Gözlerimdeki ateş, yanan bir ormanın içindeki alevleri anımsatıyordu. Ateşi gözlerimin gerisinde hissediyordum. Sinirlerim, gerilmiş teller gibi titriyor, ruhumun derinliklerinde yankılanan karanlık bir çığlık tüm dünyayı sarsacak kadar güçlü şekilde haykırıyordu.

 

İntikam dürtüsü, her nefes alışımda büyüyordu. Kalbim, adaletin yokluğunu hissettiğinde çığlık atıyor, öfke ateşi hiç sönmediği gibi içimi yakıp kavuruyordu.

Türkeş son bir kez var olmalıydı, son bir kez var olup intikamını almalıydı. Kızım demek her şey demekti; her şeyin uğruna ölebilirdim, onun uğruna geride kimse kalmasa bile yaşayabilirdim. O yaşasın diye her şeyi yok eder, yokluğumu var ederdim.

 

Yumruklarımı sıkıp telefon ekranına baktığımda, söylediği gibi gitmemi istediği yeri gösteren konumu gördüm. Her şey bir oyunsa, oynayalımdı o zaman. Sonunda benim etrafımdaki herkes ölecekse, oyundaki geriye kalan herkesi öldürürdüm.

 

Komodinin olduğu yere doğru hızla adımlamıştım. İlk çekmeceden almam gereken tek şey gözümün önüne düşmüştü. Eğer veliahtlar yoksa, ben vardım onların intikamını da alabilirdim. Silahı çekmeceden çıkardığımda, giysi odasına doğru yönelmiştim.

 

Hayatıma verdiğim önem artık geride kalmıştı, çünkü içimde yanan bir öfke vardı. Bu sadece bir savaş hazırlığıydı. Seçtiğim kıyafetler, sert ve işlevseldi. Siyah tulumum, bedenime yapışarak hareket kabiliyetimi sınırlamanın önüne geçiyordu. Ayağımda sessiz adımlar atmamı sağlayan sağlam siyah spor ayakkabılar vardı. Parmaklarımda ince siyah spor eldivenlerim, her an tetiğe basmaya hazır olmamı sağlıyordu.

 

Yatağın üstüne bıraktığım silahı elime aldığımda, hızlı adımlarla odamdan çıktım. Geriye dönüp nice anılar biriktirdiğim odaya bakmadım. Bir kez daha merdivenleri kullanmak için asansörü es geçip basamakların olduğu yere adımladığımda, artık bedenimde hissettiğim güçle dolup taşıyordum. Geri dönüş olsa bile, geri dönüş artık yoktu.

 

Düşünmek artık iyi gelmiyordu, düşünmek yakıyordu, düşünmek tüketiyordu. Beynimin içinde türlü acılar vardı; acılar düşündükçe, beynimin her bölgesine acı yüklenmesi yapıyordu. Acı, beynim tarafından vücuduma yüklendiğinde, ölesim geliyordu. Yaşayasım yoktu artık, ölesim geliyordu. Ölmek güzel geliyordu.

 

Merdivenleri indikçe, bir şeyleri içimde bitirmeye başladım. Gözlerim kararır oldu. Neden böyle oldu, ben de bilmiyordum. Böyle olmasaydı nasıl olurdu, tahmin edemiyordum; herhalde güzel bir son olurdu bizim için, güzel şeyler olurdu. Oysa artık olan olmuştu, olmuşla ölmüşe tarihin hiçbir yerinde çare yoktu.

 

Son merdiveni bitirdiğimde koşarak salona gittim. Etrafta kim var, kim yok, zerre umrumda değildi. Belki de onların beni son kez gördüğü gibi, ben de onları son kez görecektim. Vedalaşmak istedim, ama aklıma bana veda etmeden gidenler geldi. Dişlerimi sıktım, kaşlarımı çattım, etrafıma bakmadım; koştum, çıktım, gittim, geri gelir miydim umursamadım.

 

Ben, bu evin hanımıydım; aynı zamanda veliahtım. Kimseye hesap vermezdim, kimse bana hesap soramazdı. Bazı zamanlar sıradan Hera'yı özlüyordum; hayalleri olan eski beni özlüyordum. Yıllar önceki Hera'ya, "Veliaht olacaksın," deseler, o nedir diye sorardı. Hera hukuk okumak isterdi, avukat olmak isterdi, hayatının büyük bir çoğunluğunu mahkemelerde geçirmek isterdi. Neredeyse başaracaktı bunu, neredeyse hayaline kavuşacaktı. Fakat günün sonunda, öyle bir yerde, öyle bir şeyle karşılaştı ki, hayali de kendisi gibi yarım kaldı.

 

Bazı sonlar, aslında baştan belliydi. En başından belliydi; bir kitabın sonunun mutlu ve mutsuz bitme ihtimali yarı yarıyadı. Kitabı okuyanlar, mutlu son olacaksa zaten kitap için başka ihtimal düşünmezlerdi. Akıllarındaki tüm teoriler, kitabın sonunun mutlulukla biteceğine dair olurdu. Fakat bir kitap mutsuz sonla bitecekse, o zaman en başından beri onu okuyanlar, kitap için birçok teori üretirdi. Bu teoriler de kitabın sonunun ihtimali gibi yarı yarıya olurdu. Mutsuz bitecek bir kitabın okuyucuları, o sonu birçok olasılığa bölerlerdi; olasılıklar içerisinde mutlu sonlar da vardı, mutsuz sonlar da vardı. Fakat eğer bir kitabın mutsuz sonla bitebilme ihtimali varsa, o zaman mutlu sonlara güle güle denmeliydi.

 

Sanırım bizim hikayemizde böyleydi: mutlu mu bitecek, mutsuz mu bitecek, kitabın sonuna kadar hiç kimse bilemedi. Fakat kitabın mutlu sonla bitmesini isteyenler bile, kitabın sonu ile ilgili hayaller kurarken araya birkaç kötü son iliştirdiler. Düşledikleri kötü son, tüylerini diken diken yaptı. "Olmaz" dediler, "Olmasın" dediler, ve eklediler: "Ya lütfen olmasın, ne olur olmasın."

 

En başta da dediğim gibi, ölmüşe, hiç çare yoktu ki, olmuşa olsundu...

 

Bana attığı konum, şehrin uzağında bir ormanın içiydi. Evden çıkıp gitmiş, arabama atlamıştım. Kızımın yaşama ihtimaline tutulmuş, ve onu kurtarmak için yollara düşmüştüm. Peşimden gelecek kimse yoktu, çünkü artık kimse yoktu.

 

Hazar yoktu, mesela. Gerçi, o uzun zamandır yoktu. Sonra Poyraz da yoktu, gerçi o gideli çok olmamıştı. Doğu ve Batı ne haldeydi, bilmiyordum ama onlar da yok gibiydi, ve sanki artık olmayacak gibilerdi. Erdem de gitmişti. Gitmeseydi, birileri çirkin cadıyı durdurmaya çalışırdı. Narsist veliaht, güzel yüzüne bir şey olma ihtimalini bile göze alır, bana bir şey olmasın diye ölüme gitmeme izin vermezdi. Evren'e yazık olmuştu. Şayet onun ailesi onsuz ne yapardı, bilemiyordum. Mert, ona "abi" dememi çok beklemişti. Hiç dememiştim, hiç demeyi düşünmemiştim. Belki böyle olmasaydı, diyebilirdim. Ama sanırım artık abi demeye fırsatım olmayacaktı, çünkü ortada bir abim olmayacaktı.

 

Ve benim küçük tatlı ailem, sevgilim ve biricik kızım; ikisi de yoktu, ikisi de artık olamayabilirdi. Bize yazık olmuştu. Oysa biz çok güzel bir aileydik; o kadar güzeldi ki, ne olduysa bu yüzden olmuştu. Çünkü güzel şeyler, geldikleri gibi biterlerdi.

 

Ormana yaklaşıyordum. Tam olarak burada yapmak istediği şey neydi, bilmiyordum. Belki de kafama sıkacaktı, önemli değildi. Eğer kızımın zarar gördüğünü görecek olursam, ondan önce ben kendi kafama sıkardım.

 

Hastalıklı bir adamdı zihniyeti pisti, karakteri kirliydi, kalbi taştandı. Başımıza ne geldiyse onun yüzünden gelmişti; her şeyi o planlamış, hayatımızın içinden o geçmişti. Ne gerek vardı ki bu kadar oyuna, bu kadar ölüme? Ne gerek vardı kimsenin zararının dokunmadığı yerde, her önüne gelene acı çektirmeye? Ne gerek vardı?

 

Bir sebebi yoktu, bir nedeni yoktu. Bazı insanlar böyleydi işte. İnsan demeye bin şahit isterdi; sebepleri olmadığı hâlde, arkasına saklanabilecekleri nedenleri olmadığı hâlde, kendilerine bir insanı hedef belirler ve bütün hayatlarını o insanın umutlarını tüketmeye adarlardı. Çok kirli oyunlar oynarlardı, çok çıkarcı olurlardı. Kim olduğunu anlamayana kadar kurbanın, kendisi bile aslında kurban olduğunu farkında olmazdı.

 

Hayatın gelgitleri bazen kıyıya o kadar çok çarpardı ki, sahili korumak için etrafa yığdığın kumlar, denizin sularıyla çekilip giderlerdi. İşte bu psikopatlar bundan ibaretti. İnsanların hayatına birden girer, savunma mekanizmalarının içinden geçer, hayatı onlara katlanamayacak bir hâle getirir ve sonra çekip giderlerdi.

 

İntikam mı almak istiyorsunuz? Almak istediğinizle kalırdınız. Çünkü siz, onlar kadar deli de olamazdınız; onlar kadar vicdansız da olamazdınız. Onlar yakmaktan zevk alırdı. Fakat eğer sırf yandığınız için yakmak isterseniz, yeteri kadar iyi yakamazdınız.

 

Hiçbir ateş, zevk uğruna çıkan kıvılcımdan daha fazla haz vermezdi.

 

Yol akıp gidiyordu. Ben mi arabaları geçiyordum, arabalar mı beni geçiyordu, tahmin etmek zordu. Kafam böylesine doluyken, usta şekilde araba sürüyor olmak, tecrübelerimin doğrultusunda gerçekleşmişti.

 

Kafam dağılsın diye başka şeyler düşünmeye teşfik etmiştim aklımı.

Bizim hikayemizi çok iyi anlatan bir türkü vardı, tam olarak bize aitti. En azından ben o türküde, kendi hikayemden parçalar görebiliyordum. Türküyü düşünmek hikayemi düşünmekten daha iyiydi.

 

Bu dünyanın direği yok!

Merhameti yüreği yok!

 

Kılavuzun gereği yok!

Yolun sonu görünüyor....

 

Geçtim dünya üzerinden,

Ömür bir nefes derinden,

Bak feleğin çemberinden,

Yolun sonu görünüyor...

 

Ezrailin gelir kendi,

Ne ağa der, ne efendi

Sayılı günler tükendi.

Yolun sonu görünüyor...

 

Öyleydi işte. Aşağıdan yukarıdan, yolun sonu görünüyordu. Sayılı günlerde tükenmişti. Azrail dediğimiz kişi ise ne ağa derdi, ne efendi derdi, ne de veliaht derdi. Ömür öylesine bir nefesti, en derinden, biz dünyanın değil, dünya geçmişti bizim üzerimizden. Çok doğruydu, bu dünyanın merhameti de yoktu, yüreği de.

 

Sıra sıra dağlar, akıp giden yollar ve bir adet anne yüreği. Ne zaman ağlamaya başladığım, bilgim dahilinde yer almıyordu. Yüzümün ıslandığını hissettiğimde, ağladığımı fark etmiştim sadece. Hangi birine ağlıyordum, orası da meçhuldü. Hangi birine ağlıyorum kısmı, gidenlerin çokluğundan dolayı, fazlasıyla ağır anlamlar içermekteydi.

 

Ne kadar süredir arabadaydım, saate bakmadığım için bilmiyordum. Tahmin etme yetkim, beyinim tarafından verilen yetkiden dolayı etkisiz hâldeydi. Boş şeylerle uğraşacak vaktim yoktu; vakit artık benim için boşluktan ibaretti.

 

Ağlaya ağlaya bana attığı konuma vardığımda, arabadan hızla inmiştim. Kafam çok doluydu, bu kafayla hiçbir şey yapamaz, düşünemezdim, hareket edemezdim, plan yapamazdım. Tabii eğer o sesi duymasaydım.

 

Arabadan iner inmez kulaklarımı ele geçirmişti o ses. Ağlama sesiydi...

Nerede, ne durumda olursam olayım, üzerinden bin asır da geçse; tanırdım sesin sahibini. İnsan, kendi doğurduğunu hiç tanımaz mıydı, sesini bilmez miydi?

 

Kızım yaşıyordu.

Yaşamasa ağlar mıydı? Hem ben hep derdim, benim kızım annesine değil, babasına çekti diye. İnşallah babasına çekmeye devam ederdi, çünkü annesi yaşadığı için ağlamıyordu, öldüğü için ağlıyordu. O hep yaşadığı için ağlasındı.

 

Ormanın karanlık gölgesi içimde yankılanan çaresiz çığlıklardı, benim acı dolu iç sesim dolaşıyordu dört bir yanda. Kaybolmuştum, gölgeler arasında kaybolmuştum. Ağaçların dalları arasında hüzünlü bir melodi çalıyordu; yüreğimdeki acı notalarla birleşiyor, o sese kızım eşlik ediyordu. Koşmuştum. Ölü toprağın üstünde ölü bedenimden utanmadan geriye kalan son gücümle koşmuştum, var gücümle değil, son gücümle koşmuştum. Ormanın sessizliği, içimdeki çaresizliği daha da vurguluyordu her adım attığımda, yankılanan acılarla titriyordum.

 

Kızıma yaklaştığımı hissediyordum, ve niye ise ona yaklaştıkça ondan uzaklaştığımı hissediyordum. Çelişki insanı yiyip bitirirdi, yok ederdi, kafasını yedirirdi; en büyük derdi, en büyük sınavı olurdu, gerçekliği bilinmeyen her şey çelişkiyi yaşayanın sonu olurdu.

 

Koştum ve koştum. Ağaçların gölgesi, ormanın içinde hüzünlü bir örtü gibi yayılmış durumdaydı. Ya da belki de ben çok anlam yüklüyordum ormanın kendisine. Yosun kaplı kütükler, sessizliğin içinde varlıklarını hissettiriyordu. Yanlarından koşarak geçip giderken, nasıl fark etmiştim üzerlerindeki yosunu? Oysa tam karşılarında durduğum hâlde kimse fark edememişti üzerimdeki yorgunluğu.

 

Kuşların melodik ötüşleri, ormanın içinde bir şarkı gibi yankılanıyordu. Rüzgarın uğultusu, ağaçların dallarını sallarken, doğanın tüm o sesine benim yavrumun haykırışları karışıyordu. Anne olmak böyle bir şeydi işte; en bitik anda bile en yorgun hâlinle senin olana doğru koşar dururdun.

 

Minik ellerini ilk kez kollarıma aldığımda, kalbimde bir nehir coşmuştu. Onun yumuşak nefesini hissetmek, hayatımın en dokunaklı anıydı. İlk ağlaması, içimdeki sevgiyi ve sorumluluğu daha da derinleştirmişti. Her sarılışımda, annelik duygusu beni kendi varlığımdan daha büyük bir anlamla doldurmuştu. Günün sonunda "anne, benim için öl" dese, onun için ölecek kıvama gelmiştim.

 

Geceleri uykusuz geçen saatlerde, onun huzurlu uykusunu izlerken, annelik beni bir anlam arayışına sürüklemişti. Onunla geçirdiğim her an, nedensizce sanki kısıtlıydı. Henüz yolun çok başında olduğumuz hâlde, sanki yolun sonuna gelmek üzereymişiz gibi hissediyorum. Meğer haklıymışım, ben yine ve yeniden haklıymışım; onunla yaşadığım tüm o anılar bana yeterli gelmiyordu, çünkü onunla yeteri kadar vakit geçiremeyecektim.

 

Ağaçların yoğunlukta olduğu yerleri birer ikişer olarak koşup geçmiştim. Ses artık çok daha yakınımdan geliyordu, nefesim ciğerlerimi yakıyordu, yüzüm rüzgarın suratıma çarpması sebebiyle yanıyordu, soluklanmak için ellerimi dizlerime koyduğumda bir çığlık sesi daha geldi; kızıma ait bir ses.

 

Doğum günü laneti, kızımı bulmasındı bugün, olmazdı, bugün olmamalıydı. Bugün, benim kızımın doğum günüydü. Kızlar, annelerinin kaderini yaşamamalıydı...

 

Olduğum yerde dikleşmiştim, bakışlarım ormanın boşluk olan kısmında, ağaçların alanı terk ettiği ve sadece yeşil otların bulunduğu yerde gezinmişti. Siyah bebek arabası önümde duruyordu. Ses, oradan geliyordu; içinde olmalıydı kızım. Bir yanım "kızımız içinde" derken, diğer yanım "kızımızın içinde olmama ihtimalini" düşünüyordu, yine de umursamadım.

 

Ormanın ortasında duran siyah bebek arabası, ağaç gölgelerinin altında sessizce beni bekliyordu. Onun sessizliğini kızımın haykırışı dağıtıyordu. Çimenlerin yeşil halısı, etrafı sarıp sarmalasa da, hayatımda ilk kez doğanın huzurunu değil, doğaya rağmen huzursuzluğu hissetmiştim. Adım attıkça, kuş cıvıltıları ve rüzgarın hafif esintisi içimi doldursa da, bebeğimin ağlama sesi bir gerçek gibi çevreyi sarıyordu. Gerçeklik karşısında dişlerimi sıkıyordum.

 

Endişe dolu bir sessizlik içinde adım atarken, bebeğimin arabada olmama ihtimali kalbimi korkutmaya yetiyordu. Ancak, umutsuzluğa kapılmadan, içimdeki güçlü anne içgüdüsü beni kızımın yoluna yönlendirmeye devam ediyordu. Her adım, bebeğimin sesine bir adım daha yaklaştırıyordu beni.

 

Ormanın içinde duran siyah bebek arabasına doğru yürüyüşümü hızlandırdığımda, kızımın ağlama sesi kulaklarımda yankı buldu. Arabanın yanına vardığımda, kızımı battaniyeye sıkıca sarılı ağlarken bulmuştum. Onun var olduğunu görmek kadar güzel bir şey yoktu. O küçük yüzünde karışık duygular ve gözyaşları vardı.

 

Battaniyeye bu kadar sıkı sarılmış olması, kızımın bir türlü hareket edememesine neden olmuştu. Tanıdık yüzümü gördüğünde, ağlaması bir an için durdu. Onun bu güven dolu bakışları, içimdeki acıyı az da olsa hafifletti. Sevinçle karışık bir hüzün vardı. Kaybettiğim kızımı bulmanın getirdiği duygusal yük, kalbimi tekrar acının kollarını esir etmişti.

 

"Ne kadar da dokunaklı bir sahne... Kalbim taştan olmasa belki ağlardım."

Arzem'in arkamdan gelen sesini duyduğumda kızımı kendime bastırdım, bedenimi onun bedenine siper ettim. Ölürdüm, ama kızıma zarar gelmesine izin vermezdim. Kafamda hemen ense kökümün olduğu yerde soğuk metalin başlığını hissettiğimde, ölüme kendimi çok daha yakın hissetmiştim.

 

"Ne dersin Türkeş, sence de son kez savaşmanın sırası gelmedi mi?"

Arkamı dönmedim, bakışlarımı kızımdan ayırmadım; susmuştu öylece kucağımda, durmuş beni izliyordu, melek gibiydi, melekler kadar güzeldi. Ona baktığımda, bana gülümsemişti. Bana gülümsediğinde, ona gülümsemiştim.

 

Çok anı biriktirememiştik onunla, yeteri kadar ilgilenememiştim, büyüdüğünü görememiştim, okula başladığını görememiştim. Onunla geçirdiğim kısa zaman yetmiyordu; onunla geçirdiğim tüm o anılar bana yetmiyordu.

 

Oysa ben hep kızıma iyi bir anne olamamaktan korkmuştum. Nereden bilebilirdim, kızıma iyi bir anne olacak kadar vaktimin olmayışından korkmam gerektiğini.

 

Başını öpüp, kokusunu içime çekmiştim. Affet kızım, annen seni lanet doğum gününden koruyamadı. Anne, sana hiçbir şey bırakmadı doğum gününü lanetinden başka. Ama anne, seni çok sevdi kızım. Benim güzeller güzeli kızım, anne seni çok sevdi. O kadar çok sevdi ki, ölmekten değil, seni yalnız bırakmaktan korktu.

 

Anne çok korkuyor kızım...

 

Anne, senin için çok korkuyor...

 

 

 

(Final - Part 5 tamamlandı.)

 

 

Bölüm : 20.12.2024 17:00 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
HELEN MAVİ / KÜLDEN ELBİSEM / FİNAL-PART 5
HELEN MAVİ
KÜLDEN ELBİSEM

17.55k Okunma

1.54k Oy

0 Takip
67
Bölümlü Kitap
🎭GİRİŞ🎭🎭 1 İLK DÜĞÜM (BİRİNCİNİN İKİNCİSİ)🎭 2 ORMANIN DA GÖZÜ VARDIR🎭3 ZEHİR-ZEMBEREK🎭 4 TANRIÇA HERA🎭5 KAMER'DE BİR GECE🎭 6 YENİLDİYSEN BAYIL🎭 7 TANRIÇA UYKUSU🎭 8 SAHTE KAÇIŞ🎭 9 ÇİN SEDDİ GÖREN TÜRK🎭10 ALİCE🎭 11 ÇOCUK KADIN🎭 12 BİLİNMEYEN YARINLAR🎭 13 UÇAK ÜSTÜ SOHBET🎭 14 ELİMİ BIRAKMA🎭 15 İKİNCİ KEZ OLMAZ🎭16 ANAHTAR NERDE🎭 17 YILANLARIN GAZABI🎭 18 KAPLAN SAVAR ÇIĞLIK🎭 19 SEN 17'SİN🎭 20 KANLANMIŞ KALP🎭 21 ÇIKARLAR VE SAVAŞLAR🎭 22 LOTUS ÇİÇEĞİ VE TANRIÇA🎭 23 İKİ YÜZLÜ ADAM🎭 1 KESKİN KARARLAR (SOLAN ÇİÇEKLER)🎭 2 İZİ KALAN YARA🎭 3 GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE🎭 4 KATİLİN OĞLU🎭 5 CANAVAR CANAVARI TANIR🎭 6 HIZLI VE VELİAHT🎭 7 İKİ ULU BİR TANRIÇA🎭 8 KALBİN İKİLEMİ🎭 9 YENİ ÜYE🎭 10 SAVAŞIN YARISI🎭 11 TETİKLER VE TUŞLAR🎭 12 BİRİNCİ ARTIK İKİNCİ🎭 13 KAMER'İN GÖNÜL DİLİ🎭 14 EŞİM SENSİN🎭 15 RİNG ÜSTÜNDE VELİAHTLAR🎭 16 ORMAN'A YAĞMUR YAĞMIŞ🎭 17 ÖFKELİ RUH VE ALAYCI RUH🎭 18 GÜLPEMBE🎭 1 NEFES BİLE ALMADAN (ATEŞİN KÜLÜ)🎭 2 EFENDİLER KAN DÖKTÜĞÜNDE🎭 3 BABA MİRASI ŞİİR🎭 4 UÇURUM KENARINDA AŞK🎭 5 GÖREV: SEÇİMLER🎭 GÖREV: SEÇİMLER (PART 2)🎭 6 GÜL GÖRMEZ BÜLBÜL'ÜN GÖZ YAŞINI🎭 7 SON YOLCULUK🎭 8 TOPRAKLA DERTLEŞ🎭 9 HERA'NIN CANAVARI🎭 10 NEŞELİ GÜNLER🎭 11 DOĞDU GÜNEŞİM🎭 12 KAYIP ŞEHİR ATLANTİS MİSÂLİ🎭 13 KÜLDEN BEDENLERBİLGİLENDİRME YAPTIK BABACIM158. BölümFİNAL-PART 1FİNAL-PART 2FİNAL-PART 3FİNAL-PART 4FİNAL-PART 5FİNAL-PART 6FİNAL-PART 7FİNAL SON PART- 8kitapgunceesiw
Hikayeyi Paylaş
Loading...