İlahi Bakış Açısı
Çocukluktan beri bir arada büyümüştü bu adamlar. Aralarındaki bağ, sadece kan bağından öte, derin bir dostlukla şekillenmişti. Birlikte geçirdikleri anılar, gülüşleri ve zorlukları paylaşmaları, onları sadece arkadaş değil, birbirlerine kardeş gibi yakın kılmıştı.
Birlikte geçirdikleri yıllar, yaşamın iniş çıkışlarına karşı birbirlerine olan güvenlerini pekiştirmiş, beraber güçlenmelerine neden olmuştu. Sıkıntılı anlarda omuz omuza verip zorlukların üstesinden gelmeleri, duygusal bir dayanışmanın temelini atmıştı. İlk aşkları, kırık kalpleri, başarıları ve başarısızlıkları birlikte paylaşmanın getirdiği ailenin parçalarıydı onlar. Birbirlerine olan sadakatleri, sadece sevinçte değil, kederde de birbirlerine sıkı sıkıya sarılmalarına neden olmuştu. Bugün de o günlerden biriydi.
Hiç küsmeyen, birbirine hiç ihanet etmeyen, oyunları birbirlerine değil düşmanlarına oynayan adamlar, bugün de "birimiz hepimiz, hepimiz birimiz" demişlerdi.
Onlara böyle öğretildiği için değil, onlar böyle olduğu için çıkmıştı ortaya kardeşlikleri.
Kötü çocuklar olduklarını düşünenler vardı. Acımasız olduklarına inananlar ve her şeye rağmen onlara kırgın olanlar vardı. Nefret kusulmuştu onlara. Öfke duyulmuştu varlıklarından çok gözyaşı dökülmüştü onlardan sebepli ve çok can yanmıştı yaptıkları nedeniyle.
Oysa hiç kimse onlar için kötü dost dememişti. Arkadaş ne demek bilmiyorlar dememişti. Kardeşlikten haberleri yok diyemezlerdi. Onlar birbirlerine iyi, etraflarına kötü çocuklardı.
Onların dostluğuna sayfalar yazılırdı. İçine ihanet konulmazdı. Kardeş kardeşine kıyamazdı. Kardeş kardeşi uğruna ateşe atlardı...
Aldığı haber doğrultusunda yola çıkmıştı adam. Kızı için var olmaya da yok olmaya da hazırdı. Kızı için razıydı. Etrafına baktı. Onunla berâber gelen kardeşlerine baktı. En başından beri beraberlerdi. Yedikleri beraber, güldükleri beraber, ağladıkları beraberdi. Birbirlerine bağlı ve sadıklardı.
Biri diğeri için ölürdü. Her biri her biri için ölürdü. Onların arasındaki kardeşlik bağı öylesine güçlüydü ki tüm kötüler bir olsa yine de onları birbirlerine kötü edemezdi.
Veda etmemişti adam sevdiği kadına. Kahrolmuşluğunun sebebi buydu. Dayanamazdı. Onu bırakıp gidememekten korkmuştu. Kızı bir yerlerde onu bekliyorken, o sevdiğine veda etmemeyi tercih etmişti.
Tuzak olduğunu biliyordu adam. Hepsi biliyordu da hiçbiri umursamıyordu. Değerdi çünkü. O küçük kız için ölmeye değerdi.
Eskiye dalıyordu gözü adamın. Hazar burada olsa güzel olurdu, diye düşündü aniden adam. Öleceksek aynı anda ölürdük işte, ne diye erkenden gitti diye söylendi kendi kendine.
Aynı anda çok fazla şey düşünüyordu adam. Dostunu düşünüp sonra düşmanı düşünmeye başlamıştı.
Arzem ile aynı kanı taşıdığı için damarını kesip tüm kanını akıtmak istiyordu. Yenilmiş gibi hissediyordu. Koruyamamıştı.
Dünyanın en kötüsü babası olduğuna inanıyordu. Kızını koruyamayan babaya baba denmezdi.
Adam kendine birini örnek alıyordu. Sevdiği kadının babasıydı o kişi. Aynı zamanda amcası olan o adamdı. Baba olacağını ilk öğrendiği andan itibaren onun gibi bir baba olmayı dilemişti. Attilâ Tuğrul Türkeş dünyanın en iyi babasıydı onun gözünde. Ölmüştü çünkü. Kızı yaşasın diye ölmüştü. Şimdi sıra ben de demişti adam. Kızım yaşasın diye ölüm sırası ben de diye eklemişti.
(...)
Adamın iç dünyası, kızının geleceği uğruna ölüme giderken yürek yakan bir duygu karmaşası içinde kayboluyordu. Gözlerindeki parıltı, kararlılığın maskesi altında, bir baba sevgisinin ve fedakarlığının derinliğini gizlemeye yetmiyordu. Baba olmak böyle bir şeydi. Korursan dünyanın en iyi babası olurdun, koruyamazsan en kötüsü.
Kızının o komik hallerini düşündükçe, gözleri dolup taşıyordu. Ona daha iyi bir yaşam sunma arzusu, onunla daha çok vakit geçirme isteği, kızının gülüşü, hayalini kurduğu o güzel anılar, onun içinde duran umut ateşini canlı tutuyordu. "Yaşasın!" demişti. "Sevdiğim iki kadın yaşasın, ben onların uğruna öleyim," demişti. Arabayı sürdükçe, kızına olan sevgisinin içinde yara açtığına şahit oluyordu. Bugün kızının doğum günüydü. Kızı anne ve babasından uzaktaydı. İlk doğum günü ailesinden uzakta geçmişti.Veliahtlar eski bir fabrikanın önünde durduğunda, her biri tek tek çıkmıştı arabalarından. Birinin bile gözünde korku yoktu. Endişe vardı sadece. Küçük yeğenleri için endişeliydiler. Yoksa hiçbiri kendi canını önemsemiyordu.
Adam kardeşlerine minnettardı. Her birinin sevdiği insanlar, aileleri vardı. Yine de tüm ekip gelecek dendiğinde, hepsi o söz söylenmese bile gidecek adamlardı. Konuşmak istedi adam ama açamadı ağzını. Ne diyecekti ki kardeşlerine? Neticede hepsi öleceklerinin farkındaydı. Tuzak olduğunu biliyordu. Bir umut bizi öldürürse bebeği bırakır diye gelmişlerdi. Umut veliahtın ekmeğiydi...Her biri birbirine bakıp bundan sebeple gülümsedi.
Kardeşin yanında değilse eğer,
En önden gitti adam. İlk kurşun bana denk gelsin ki öldüklerini görmeyeyim diye düşündü. Eski fabrikanın dışı, zamanın yıpratıcı dokunuşunu açıkça taşıyan bir manzara sunuyordu. Paslı metal duvarlar, yılların getirdiği pas lekeleri ve eskime izleriyle kaplıydı. Geniş pencerelerin camları, tozlu ve çatlak, zamanla solmuş perdelerle örtülmüş durumdaydı. Duvarlardan sarkan eski, paslı borular ve çatlamış tuğla duvarlar, bir zamanlar burada hummalı bir üretim sürecinin yaşandığını anlatan sessiz şahitler olarak duruyordu. Şimdi bu eski yer son bir şeye şahitlik edecekti. Son birkaç ölüme.
Zamanın eskitemediği tek şey fabrikanın tek parçası olan demir kapısıydı. Paslı menteşeler, yılların ağırlığını taşıyan kapının hâlâ dik durmasını sağlıyordu. Adam kapıyı beklemeden iterek açtığında önünde bir tabela gördü. Kapının hemen girişinde olan tabelanın üzerinde yazanı okuduğunda sertçe yutkundu.
"Kamer'ler tuzak kurarken bile ters köşe yapmalıdır."
Adam okuduğu cümleyi tekrar tekrar aklından geçirdi. Tekrar tekrar düşündü. Tekrar tekrar yandı ona. Kardeşleri etrafında toplandı. Her biri tabelayı gördüğünde kalbinde ağrı hissetti.Kansu'nun sesini duyduğunda daha fazla dayanamadı adam. Acıyla yere düştü. "Alice uyarı göndermiş. Hera evden çıkmış."Kalbini tuttu adam. Kalbi öyle çok ağırdı ki acıdan dişlerini sıktı. Eli kalbine gitti. Söküp almak istedi onu oradan. Biri gitti ve biri daha bitti.
Mert kardeşinin yanına diz çöktü. Kafasını tuttu. Yüzünü kaldırdı. Saf acıyla karşılaştı. Kardeşi acı çekmiyordu. Kardeşi, acının kendisi olmuştu. İnliyordu adam. Acıdan inliyordu. Feryadı vardı adamın hayata. Ağrıyordu. Adamın yüreği ağrıyordu. Bağırmak istemişti, bağırmak mümkün değildi. Elini yumruk yaptı adam, kalbine yumruğunu attı. Sonra yeniden vurdu. Sonra yeniden. Duramadı üst üste kemiğini kırmak istercesine vurdu. Mert tuttu elini. Tutmazsa göğüs kafesini un ufak edecekti adam.
Veliahtların hepsi ona seslendi. Adam kim olduğunu unuttu, cevap veremedi. O gün orada dünya döndü, adam acı çekti. O gün bir baba feryat etti. Ahını aşık olduğu tarafı çekti. Bugün bir adam kaybetti. Bir baba koruyamadı. Bir aşık bitti.
Sonra bir bildirim sesi duydu hepsi. Her birinin telefonuna gelmişti. Kendine ilk gelenler sevdikleri geride kaldığı için korkup hızla atıldı telefonuna. Bildirim bir ormanı işaret ediyordu. Orman konumuydu.
Veliahtlar Arem'e ulaşmaya çalışsa da başarılı olamadı. Adam kendinde değildi. Bir ölüyü kendine getiremezlerdi. Tabii eğer yaşamaya devam etmesi için ona umut vermeselerdi. "Kendine gel oğlum. Yetişebilirsin. Arem hâlâ umut var kardeşim. Kalk lan kalk!" Mert'e öyle bir baktı ki adam umut eder gibiydi. Umut var gibiydi. Hâlâ var gibiydi.
Düştüğü yerden kalktı. Düştüğü gibi kalkmasını bildi. Arkasını döndü. Koştu. Koştu. Ve koştu. Arabasına hızla bindi. Elleri titreye titreye çalıştırdı arabasını. Bastı gaza sürdü arabasını. Eski fabrikayı terk etti. Ormana doğru yola çıktı. Bir umut bitti, bir umut başladı.
Adam, arabasının direksiyonuna sert bir şekilde sarılmaya devam etti. Yolda ilerlerken acı ve öfkeyle dolup taşan duyguları içinde bir fırtına gibi kıvranıyordu. Sevdiği kadının ve kızının tehlikede olduğu gerçeği, her geçen saniye onu daha fazla kemiriyordu.
Direksiyonun üzerindeki elleri, sert bir titreme ile dolu taştı arada bir yumrukları direksiyona çarptı. Araba, hızla ilerlerken, lastikler yolda çizik izleri bırakarak adeta onun ölümle dans edecek kadar hızlı sürüşünü yansıtıyordu.
Adamın yüzü, kararlılığın maskesi altında gizli bir çaresizlikle doldu. Gözleri, yola sabitlenmiş olsa da, düşünceleri sevdiği kadın ve kızının güvende olup olmadığı konusunda dolanıp duruyordu. Her vuruş, bir baba sevgisinin ve koruma içgüdüsünün bir çırpınışıydı, ancak aynı zamanda çaresizliğin ve korkunun bir dışa vurumuydu. Baktığı yerde yoktu ikisi de. Ne sevdiği ne kızı yoktu. Gözleri her yerde görmek istediklerini göremedi. Ve de sanki artık hiç göremeyecekti.
Arabanın içindeki sessizlik, sadece motorun gürültüsü ve yumrukların direksiyona çarpma sesiyle bozuluyordu. Adam, tehlikenin pençesinden sevdiklerini kurtarmak için sürerken, ağlamak istemiyordu. Ağlamaktan utandığı falan yoktu. Ağlarsa görüş mesafesini kaybedebilirdi. Kaybederse yine kaybederdi. Canı gitse koymazdı adama, canları tehlikedeydi.
O kadar hızlı sürmüştü ki arabasını, herkesden önce gelmişti varış noktasına. Zerre oyalanmadan indi arabasından. Etrafa baktı. Ağaçlardan başka bir şey göremedi. Etrafında tam bir tur döndü, yine bir şey göremedi. Eli tekrar kalbine gitti. Ne çok ağırır olmuştu kalbi.
Ölümü hisseden her kalp ölmeden önce uyarı verirdi sahibine. "Bizim durma vaktimiz gelmek üzere," derlerdi. Adamın bundan haberi yoktu. O yüzden anlayamadı ağrının sebebini...
Bir ses duydu adam, acının içinde debelenip dururken. Bu sesi nerede ne zaman olursa olsun tanırdı. Yüz asırda geçse tanırdı. Bir baba kızının sesini daima tanırdı.
Adam, ormanın derinliklerinde kaybolmuş kızını arıyordu. Bebeğin sürekli ağlaması, ormanın sessizliğini delip geçiyordu. Adam, nefes nefese koşarak bebeğin yanına onu sapasağlam görebilmeyi umut ederek gidiyordu. Ormanın ortasında ağaçların azaldığı yerde çimenlerin ortasında siyah bir bebek arabası gördü, kızının sesi buradan geliyordu. Çaresizce ağlayan kızını kucağına alarak sakinleştirmek istediğinden var gücüyle bebek arabasının olduğu yere doğru koşmak istedi. Fakat gözünün gördüğü başka şeyler yüzünden olduğu yerde durmak zorunda kaldı.
Adam, kızının beşiğine doğru ilerlerken, gözleri, biraz ileride bir sandalyenin üzerine bağlı elleri ve kolları önünde bantlanmış olan sevgilisini gördü. Sevgilisinin ağzı da bantlanmıştı. Adam onu o hâlde gördüğünde sertçe yutkundu. Bu manzarayı gördüğünde adeta donup kaldı, kalbinin ritmi hızlanırken boğazında bir düğüm oluştu.
Sevgilisiyle göz göze geldiğinde, adamın yüzü, karışık bir duygu yelpazesini yansıtıyordu. Sevgilisinin kafasıyla yaptığı işaret, derin bir anlam taşıyordu. Adam, sevgilisinin verdiği işaretle, acı ve endişe içinde ona doğru koştu. Ancak sevgilisi, bakışlarını kızının olduğu bebek arabasına çevirmesini sağlayarak, önce kızına gitmesi gerektiğini belirtti.
Bu zorlu an, adamın acıyı bir kez daha kalbinde hissetmesine neden oldu. Sevgilisiyle göz göze gelmenin verdiği acı, aynı anda kızının güvenliği için hissettiği koşulsuz sevgiyle çarpışıyordu. Adamın duygusal yükü, kızının yanına gitmekle sevgilisi arasında bir tercih yapmaya zorlanırken, sevgilisinin istediğini yapmış ve ilk önce kızına doğru gitmişti.
Sevgilisi, kızı için endişe ediyordu. Surat ifadesinden anlamıştı adam. Hızlı hızlı koşup kızını kontrol ettiğinde bebek arabasında duran varlığın güzelliği karşısında donup kaldı. Onu öyle çok özlemişti ki, adam hasreti sebebiyle kucağına almış, öpmüş, defalarca kokusunu içine çekmişti. Omzunda duran tüm yüklerden kurtulmuştu. Huzuru tekrar kolları arasındaydı. Bebek babasını fark edince güvenli kollara tekrar kavuşmanın huzurunu yaşamış ve susmuştu.
Adam kızını sustur susturmaz, onu tekrar arabaya koymuş, üzerini battaniye ile sıkı sıkı örtmüştü. Hava soğuktu. Üşüsün istememişti. O üşümesin diye adam yanmaya hazırdı. Gerçekten de yanmaya hazırdı.
Sevgilisine doğru giderken bir yanı hep tetikteydi. Bir şey olacaktı ama ne? O manyak mutlaka bir şey planlamıştır diye düşündü adam. Ama ne planladığını anlayamadı. Adam kadına yanaştığında onun gözlerindeki korkuyu gördü. Sevgilisi kolay kolay korkmazdı, eğer sevdiklerinin başı dertte değilse. Canını yakmadan ağzında duran bandı yavaşça çekip çıkarmaya çalıştı, bandın çıkmasıyla kadın sertçe konuştu.
Adam kaşlarını çattı. Her ne olursa olsun, bedeli ne olacaksa olsun, onu almadan hiçbir yere gitmeyeceğini tam söyleyecekken, beklenmedik bir şeyler oldu.
Yerin altından yavaşça yükselen bir şey fark etti. Topraktan çıkan şey, şeffaf bir camdan yapılmış fanusun yine camdan olan yapraklarıydı. Çok hızlıydı, camdan yapraklar çok büyüklerdi. Aniden ortaya çıktığı için adam olduğu yerde öylece kalmıştı. Yapraklar uzamış uzamış ve de tam tepede birbirine geçerek kapanmıştı.
Cam fanusun içinde, kadın ve adam, beklenmedik bir şekilde hapsolmuştu. Cam fanusun oluşumunu sağlayan yapraklar, adeta bir çiçeğin açan yaprakları gibi tepeden birleşerek muazzam bir şekilde entegre olduğunda ikisi de bu kadarını beklemediğinden gözlerini şokla açmıştı.
Kadın ve adam, fanusun içinde, tepeden birleşen yaprakların son dokunuşun ardından kilitlendiğini görünce aynı anda yutkundu. Ne olduğunu anlam veremeseler de, ne olacağına anlam vermeye başlamışlardı.
Adam birkaç büyük adım attı, camın yanına gittiğinde onu itmeye çalıştı, başarılı olamadı. Elini yumruk yapıp cama yumruğunu indirdi, yüksek çıkan sesten başka camda en ufak değişim olmadı. Adam gülümsedi, o manyaktan ancak böyle bir şey beklenirdi diye gülümsedi.
Camın gerisinden dışarı baktı, kadın ve adam. Siyah bebek arabası hâlâ olduğu yerde duruyordu, bebeklerinin hıçkıra hıçkıra ağlayan sesi kulaklarına doluşmuştu. İçeride olanlar onlar olsa da, güvende olan dışarıdaki kızlarıydı. İşte bu yüzden kadın ve adam beşiğe burukça gülümseyerek bakıyordu.
Anne ve baba olmak böyle bir şey olmalıydı...
*
Veliahtım ile bir kez daha baş başa kalmıştık. Sadece o ve bendik. Artık yorulmuştuk. Yormuşlardı bizi, ikimizi tutmuş parça parça etmişlerdi. Biz parçalarımızı topladıkça eğildiğimiz yerden bir tekme daha yemiştik. Yine de düşerken bile aynı anda düşmüş, aynı yere düşmüş, aynı sertlikte düşmüştük.
Veliahtın varlığı varlığıma ilaç mıydı? Bunu yok olduğum zaman anlardım, nasıl olsa.
Camın arkasındaki hayat garipti. Garip hissettiriyordu, camın arkasında olduğun sürece yalnızsın, camın arkasında olduğun sürece kimsesizsin, camın arkasında olduğun sürece tek başınasın. Neyse ki yanımda veliahtım vardı, keşke yanımda veliahtım olmasaydı.
"Sence niye ağlıyor?" Arem'in sesini duyduğumda kafamı camın arkasından izlediğim kızımdan almış, bakışlarımı ona yönlendirmiştim. Cama sırtını yaslamış bana gülümseyerek bakıyordu. Onunla göz göze geldiğimde, olduğu yerde dikleşmiş ve yanıma gelmişti. O benim elimi, ayağımı bağlayan bantları çözerken, ben onun sorduğu soruya cevap veriyordum.
"Muhtemelen karnı aç, altını kirleti ve maalesef ki üşüyor." Kızımın neden ağladığına dair var olan bütün ihtimalleri saydığımda, her ihtimal yüreğime oturmuştu. Anne olan tarafım yine acıyla kasılmış, bedenim bu acının karşısında kamburlaşmıştı.
"Hayatının en kötü doğum günü bugün olacak..." Arem ayaklarımı çözdüğünde konuşmuştu. Bakışlarım ona kaydığında yutkunmuştum. Bazen kurtulamazdınız, bazen lanetlerden kurtulamazdınız. Ne yaparsam yapayım olmamıştı. Doğum günü laneti peşimi bırakmamıştı. Öyle ki, artık o lanet benden kızıma miras kalmıştı.
"Çok daha kötü doğum günlerim olmuştu." Alay ederek konuştuğumda, aslında ikimiz de bir şeylerin farkındaydık, fakat farkında değilmiş gibi davranmak işimize geliyordu. Ellerimi tamamen çözdüğünde, her iki elimin bilek kısmına öpücük kondurmuştu. Yaptığı hareket gözlerimin dolmasına neden olsa da, sessiz kalmıştım, gülümsemeyi tercih etmiştim. Henüz daha vardı, ağlamak için erkendi.
Sandalyeden ayağa kalktığımda, ona sımsıkı sarılmıştım. Bana sımsıkı sarılmıştı, birbirimize sımsıkı sarılmıştık.
Hayatın inişleri ve çıkışları vardı, doğruları ve yanlışları vardı. Olması gerekenler ve olmaması gerekenler vardı. Biz ikimiz sürekli inmiş, bir türlü çıkamamıştık. Yanlışlarımız, bütün doğrularımızı götürmüştü. Olması gerekenler acıtmış, olmaması gerekenler yakıp yıkmıştı.
"Bunu hak etmedik." Sesim boğuktu, kalbimde yangın vardı. Kalbimin yangınını hissediyordum, içerideki duman ciğerimi yakıyordu, nefes alıp verişim dumanlıydı. Bana sarılırken, diğer eliyle saçımı okşamıştı. Başımın üstünü öptüğünde, kafamı göğsüne iyice yaslamıştım.
"Hak etmedik, tanrıça..." Ne Veliaht bunu hak etmişti, ne de tanrıça bunu hak etmişti. Fakat hikaye bu ya, hak etmediğimiz ne varsa gerçekleşmişti.
"Daha çok küçük ama..." Bir hıçkırık kaçmıştı dudaklarımdan, tutamamıştım kendimi. "Ağlamak yok," diyeli, daha kaç saniye olmuştu ki gözlerim dolmuş, dudaklarım titrer olmuştu. Beni kendinden uzaklaştırıp yüzümü avuçları arasına almıştı, gözlerime acıyla bakmıştı, gözlerine acıyor diyerek bakmıştım.
"Tek başına değil, bizim gibi değil. Onun bir ailesi var. Ailesi onu korur. Duydun mu beni, tanrıça? Ailesi onu korur." Doğru söylüyordu, çok doğru söylüyordu. Kızımız bizim gibi değildi, onun bir ailesi vardı, onu seven insanlar vardı, ona bizi aratmayacak insanlar vardı.
"Biliyor musun, büyüdüğünü görmeyi çok isterdim." Gülümsemişti, titreyen dudaklarıma dudaklarını bastırmış birkaç saniyeliğine beni orada öpmüştü.
"Ben de seninle ve onunla çok daha uzun süre yaşamak isterdim." Birimiz sadece kızımızın büyüdüğünü görmek isterken, diğerimiz beraber yaşamak istiyordu. Bizim öyle çok büyük hayallerimiz olmamıştı, çok büyük isteklerimiz olmamıştı. Biz sadece küçük hayallerin peşinden koşmuştuk. Fakat o küçük hayallerimiz bile kocaman birer yumru olup boğazımızda takılı kalmıştı.
"Büyüdüğünde bizi unutur mu sence?"
Gözlerim tekrar buğulandığında hızlı hızlı konuşmuştum, cevap vermesine izin vermeden tekrar ben konuşmuştum.
"Arem unutmasın. Bir insan bir insanı unuttuğunda işte o zaman ölmüş olursun. Kızımız bizi unutmasın."
Gözümden yaşlar tane tane dökülüp gittiğinde, yüzümdeki yaşları silmiş beni kendine tekrar çekip, kocaman sarılmıştı.
"Unutmayacak, tanrıça. Kızımız bizi hiç unutmayacak."
Gözlerimden yaşlar dökülüyordu, can çekişiyor gibi hissediyordum. Kızımın ağlaması durmuyordu, ama sussun da istemiyordum. Ağlıyor olsa bile sesini duyuyordum, bugün sesini son kez duyacağımı biliyordum. Sesini duymak güzeldi. Keşke hep duyabilseydim. Ama mümkün değildi, mümkün olmayan her şey çok güzeldi. Kızım gibi güzeldi.
"Hadi bana güzel şeyler söyle."
Ağlamam durduğunda, onun göğsüne yaslı duran başımı kaldırmadan gülümseyerek konuşmuştum.
"Güzel olan her şey sensin zâten, tanrıça."
Gülümsemiştim, onun aşkı bana sahip olduğum en güzel şeylerden biri olarak gelmişti. Bizim aşkımız güzeldi, güzel olmasına ama saçma başlamıştı, erken bitmişti.
"Çok güçlü, karşılık görmeyen ya da umutsuz, olanaksız olan aşkların hepsine 'Kara Sevda' diyorlarmış. Sanırım biz seninle bundan olduk."
Canım yandığında hep çok konuşurdum, o kadar çok konuşurdum ki bazen ne konuştuğumu bile hatırlamazdım, sadece konuşurdum.
"Baş Veliaht ve onun Tanrıçasına da bu yakışırdı zaten." Anında cevaplamıştı beni.
Aşk, insanların kalplerini sarhoş eden, duygusal deneyimin ta kendisiydi. İki kişi arasında özel bir bağ kurarak başlayan bu his, zamanla derinleşir ve evrim geçirirdi. Aşkın farklı yönleri ve yansımaları vardı ve her biri kendi benzersiz renkleriyle doluydu. Bizim aşkımızın rengi kara ve kapkara idi.
Aşkın en normal hâli genellikle hafif ve olumlu duygulara dayanırdı. Bu türde ilişkiler, karşılıklı anlayış, saygı ve kabul üzerine kurulu olup temelde olumlu bir hikaye tonunu yansıtırdı.
Oysa, aşkın en ızdırap dolu hâli olan Kara Sevda bambaşkaydı. Kara sevda, daha yoğun ve tutkulu duygulara dayanan bir ilişki türüydü. Bu ilişkiler, zaman içinde artan tutkuyu içerirken sıklıkla fedakarlık ve acıyı da barındırırdı.
Kara sevda genellikle trajik bir sona sahip olurdu...
Arem'in bahsettiği kısım tam olarak burasıydı. Bize bu yakışırdı, çünkü biz trajik sonların en güzeline sahip olacaktık.
Onunla sarılı hâlde öylece dururken, dışarıdan sesler gelmeye başlamıştı. Kızımın ağlayan sesi hiç susmadan varlığını sürdürmeye devam ediyordu. Ona birilerinin bir şey yapma ihtimalinden korktuğum için hızla kafamı onun olduğu yere çevirmiştim. Camın gerisinde tanıdık yüzler görünce rahat bir nefes alıp vermiştim. Arem ile birbirimizden ayrıldığımızda cama doğru yürümüştük; veliahtlar gelmişti.
Biliyordum, işte veda etmeden biten her ilişkinin tekrar karşı karşıya gelmeye yol açtığını biliyordum. Veliahtlar ile vedalaşamamıştık, artık vedalaşabilirdik.
Geriye sadece onlar kalacaktı.
Mert ve Kansu'nun bebek arabasına doğru ilerleyip kızımın yanına vardıklarını gördüğümde tebessüm etmiştim. Arem haklıydı, bizim aksimize kızımızın ailesi vardı, o yalnız değildi, biz olsak da yalnız kalmayacaktı olmasak da.
Mert bir saniye düşünmeden ceketini çıkarmış ve kızıma sarmıştı. Kansu onu kucağına almış ve bedenini onu ilk gördüğümüzde annesi ve babası olarak bizim yaptığımız gibi baştan başa taramıştı. İyi olduğuna emin olduğunda, onu öpücük yağmuruna boğmuştu.
Onlar kızımla ilgilenirken geriye kalanlar bizim olduğumuz yere gelmişti. Doğu ve Batı cama dokunup elleriyle birkaç kez vurup güç düzeyini test ediyorlardı.
"Ee, ne diyorsunuz yönler, var mı bir çözümü?" Ellerimi önümde birleştirmiş gülümseyerek onlara bakıyordum. Bana tuhaf tuhaf bakıyorlardı; iş üzerindeyken soru sorulmasını sevmezlerdi. Oysa aramızda cam olmasa sımsıkı sarılacağımı bilselerdi, öyle bakmaz oturur ağlarlardı, çünkü ikisi de bilirdi: Eğer giden ben olmayacaksam, ilk sarılan da ben olmazdım.
"Çatlak direnci çelik bazında gibi görünüyor." demişti Doğu, bana bakarken.
"Dayanıklılık oranı ise kırılmaz cam olduğundan normal camlara göre daha dayanıklı olmasına neden oluyor. Dış etkenlere karşı daha dirençli." Batı, onun sözünü tamamlarken bir yandan da cama kulağını yaslamış, elini kulağına yakın bir yerde tutup cama vurarak çıkan sesi dinliyordu.
"Bu cam türü, güvenlik uygulamalarında kullanılmak üzere tasarlanmış. Özellikle kırılma direnci, hırsızlığı önlemek veya güvenliği artırmak için kullanılır. Fakat sanırım ilk kez birilerini hapsetmek için de kullanılmış olacak."
Doğu tekrar bize bakıp konuştuğunda, onun gözünün içine bakıyordum, olumlu bir şey duymak için, ama yoktu. Olumlu şeylere bizim hayatımızda yer yoktu.
"Yani özetle nasıl çıkacaklar buradan?"
Erdem de benim gibi olumlu şeyler duymak istiyor olmalıydı. İkizlere çıkışmasının sebebi olarak görmüştüm hareketini.
"Siz bize kırılıp kırılmadığını söyleseniz de olur." Evren de Erdem'e katıldığında, aslında ben her ikisinin sözlerine katılır olmuştum.
"Bunları genellikle polikarbonat veya özel cam katmanları kullanılarak üretiyor olsalar da tamamen 'kırılmaz' değiller."
Küçük de olsa içime umut dolduğunda tam sevinecekken kendimi baskılamıştım. Her ne olursa olsun her türlü ihtimale karşı fazla umut etmemem gerektiğini bilmem iyi olmuştu.
"Yani kırmak mümkün öyle mi? Eh o zaman nasıl kıracağız onu söyleyin."
Evren bir kez daha konuştuğunda, kısa süreliğine ona bakmış, onu onayladığımı belli etmek için kafamı aşağı yukarı sallamış, sonradan tekrar ikizlere döndürmüştüm bakışlarımı.
"Eğer yumrukların yüksek enerjili darbe niteliğinde ise neden olmasın?"
Batı, camdan kulağını çektiğinde Evren'e bakarak konuşmuştu. Arem'e baktığımda, onun zaten beni izlediğini görmüştüm. Veliahtıma baktığımda avcumun içinde onun elini hissetmiştim. El ele tutuştuğumuzda daha güçlü olduğuma inanarak tekrar veliahtlara dönmüştüm.
"Yani size alet lazım. İyi isimleri söyleyin siz bana. Ben de aletlerin adlarını söylerim, getirir adamlar." Erdem, telefonunu çıkartıp not almak için Doğu ve Batı'nın yüzüne bakmıştı. İkizler birbirine bakıp kafalarını aşağı yukarı sallayıp Erdem'e dönmüşlerdi. İlk konuşan Doğu olmuştu.
"Elektromanyetik darbe cihazı istiyorum ben. Cam yüzeyine yüksek enerjili elektromanyetik dalgalar göndererek kırabiliriz."
Erdem tamam deyip başını aşağı yukarı salladığında Batı konuşmuştu.
"Lazer darbe cihazı, bu tarz bir cam üzerinde daha etkili olabilir. Kırmak yerine kesme taraftarıyım ben."
Erdem, Batı'ya da tamam dediğinde, Doğu yeniden konuşmuştu.
"Sen bir de her ihtimale karşı patlayıcı da iste abi."
Erdem, Doğu'ya tip tip bakıp ağzının içinde homurdanmıştı. Fakat onun sözde sessiz yaptığı eylem camın arkasında olan bizim bile duymamıza neden olacak kadar gürültülü çıkmıştı ağzından.
"Herife bak, sanırsın ortaya karışık yemek söylüyor."
Güldüğümde Arem de benimle beraber gülmüştü. Veliahtlardan gözümü aldığımda bakışlarım Mert, Kansu ve Atlantis üzerinde gezinmişti. Kızımı uyutmak için kırk takla atmışlardı. Sonunda uyumuş olmalıydı ki onu tekrar bebek arabasına koyup arabayı kendileriyle beraber yanımıza kadar getirmişlerdi. Kızımın arabanın içindeki uyuyan yüzünü bize doğru çevirmişlerdi. Çok yorulmuştu kızım. Aç aç yatma sebebi bütün gün durmaksızın ağlamasından kaynaklanıyordu.
Camın yanına doğru gitmek için Arem'in elini bırakmıştım. Kızımla aramda sadece cam vardı. Ona elimi uzatıp camın üstüne koyduğumda aniden üzerimize yağan yağmur anne kız anımızın içine etmişti.
Tek sorun vardı o da: yağmur camın dışına yağmıyordu, yağmur camın içine yağıyordu.
Burnuma dolan keskin kokuyu hissettiğimde saçımın, yüzümün ve üstümün ıslanmasını zerre umursamadım. Kızımı camın gerisinde gülümseyerek izlemeye devam ettim.
Kansu'nun sesini duyduğumda bakışlarımı etrafta gezdirmiştim. Arem eli ile kapatmaya çalışıyor olsa da, nafile idi. Hatta artık çok geçti. İki kişiydik ve aynı anda yerin dibinden çıkan bu kadar çok fıskiyeyi durduramazdık.
Gülümseyen yüzümü kaldırmış ve bakışlarımı Erdem'e çevirmiştim. Ona baktığımda bana bakmaya başlayan adamın gözlerini üzerimde hisseder hissetmez konuşmuştum.
"Doğu ve Batı'nın istediği aletler ne kadar sürede gelir."
Erdem sözlerimi duyunca gözlerini sımsıkı kapatmıştı. Gözlerini tekrar açtığında bana bakmadan kafasını gökyüzüne doğru çevirmişti. "En fazla 20 dakika."
Gözlerini tekrar bana çevirdiğinde zar zor konuşmuştu.
"Çirkin Cadı, söylesene 20 dakika daha dayanmaz mısınız?" Ona burukça gülümsemiştim. Cevap vermek istesem de yapamamıştım.
"Lütfen içeride yağan şeyin su olduğunu söyleyin." Mert'in sert sesi gözümün dolmasına yetmişti.
Bizden sonra onlara ne olacağını bilmiyordum. Şu an için bildiğim tek şey, hiçbir suyun benzin gibi kokmadığı gerçeğiydi...
(Final - Part 6 tamamlandı.)
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
18.52k Okunma |
1.58k Oy |
0 Takip |
67 Bölümlü Kitap |