Onlar için zihin dünyamda gördüğüm son kareler neyse, onu kalbinize sunacağım. Hiçbir zaman düşündüğüm şeyi yazmadım; gözümü kapattığımda ne gördüysem, onu yazdım. Son kez gördüm onları. Bana veda ettiler sanırım, çünkü bunun son kez olacağını hissediyorum. Onları bir daha göremeyecek olmak, ağır bir yük.
Hikayenin sonunu kimsenin ağzından yazmak istemedim. Bu kez hikayenin sonu, son kez olacağı için, benim ağzımdan olsun istedim. Sanırım böylece hem kendimi hem onları daha iyi ifade etmiş olurum. Varsa bir intikam mevzumuz, beraber alalım.
'İLK VE SON KEZ 'YAZARIN AĞZINDAN'
Vural Soykamer, onun için hep kararsız kaldım. Nasıl bir adam olduğundan habersiz kaldım. Neyi nasıl yazmam gerektiğini bilemedim. Söylesene büyük dede, sen iyi biri misin yoksa kötü biri misin? Peki kitabın sonuna kadar bunu bana neden hiç göstermedin? Bana kendini açmayan çok karakterim var. Sen de onlardan birisin. Çok daha fazla yazabilirdim seni, çok daha fazla hikayeye dahil edebilirdim ama bilemedim. Seni nasıl yazmam gerektiğini bilemedim. İyi misin yoksa kötü müsün bilemedim. Bilmediğimi yazmaktansa hiç yaşamamayı tercih ederim.
Bugün seninle beraber bir düello yapacağız. İyi misin yoksa kötü müsün, bunu kanıtlayacağız. Açıkçası sana kendimi yakın hissedemiyorum, sanki aramızdaki yaş farkı buna engel oluyor gibi. Kuşak farkı her yerde kendini belli ediyor.
Bu intikam senin hakkındı. Sanırım buldum Vural Bey. Sen kötü bir adam değilsin, sen kötü bir babasın. Bilmen gerekirdi. Merhamet etmemen gerekirdi. O ilk saldırı gerçekleştiğinde devamının geleceğini biliyor olman gerekirdi. Senin deli bir oğlun vardı. Onun eline deli dehşet bir güç vermek yerine onu tedavi ettirmen gerekirdi.
Sen bunu yapmadın, çıkarlarını gözettin. En büyük pişmanlığın aşık olduğun kadının sözlerine sadık kalmak ve bu yüzden Attila'yı kendinden uzaklaştırmaktı. Bilemiyorum, belki de Attila gibi delikanlı bir adam senin çocuğun olarak büyüyüp veliaht olsaydı, şu an hikaye çok daha başka sonuçlara gebe kalmış olabilirdi. Ancak, belki de bütün mevzu onun babasının sen olmamandan kaynaklanıyordur.
Eğri oturup doğru konuşmak gerek Vural Bey. Senin 3 çocuğun var. 3 erkek çocuğun var. İkisi seninle beraber büyüdü, biri sen olmadan büyüdü. Sen olmadan büyüyen, bu hikayenin en büyük kahramanlarından biri. Ama seninle beraber büyüyenlerden biri kendi öz oğlunu ateşin içine atıp kaçıp giden bir adamken, diğeri hepinizi ateş olup yakmış bir adam.
Belki de mevzu olmak ya da olmamak değildi. Belki de mevzu senin oğlun olmak ya da olmamaktı. Sorun sen de mi bitiyor? Aslında en büyük sorun sen miydin? Bu yüzden mi bana kendini şimdiye kadar hiç göstermedin? Seni yazmayayım diye aklıma bu yüzden mi hiç gelmedin?
Bunu yapmak zorundasın. Bunu daha önce yapmadığın için pişmanlık duyuyor olmak zorundasın.
Şu an elinde bir tabanca var. Kusura bakma ama seni böyle hayal etmeye devam edeceğim. Zihnim kapılarını açtı, bana bir kapı da sen aç. Bana kendini aç, kendini öyle bir aç ki içindeki acıyı göreyim. Sonunuzu ona göre belirleyeyim. Gökdelenin tepesindesin, hayır hayır, gökdelen olamaz. Orası uygun değil. Tekrar hayal ediyorum. Uzak bir yerdesin, o adamın kalabalık içinde olması mümkün değil. Her yerde onu arıyorlar.
Şu an başka bir görüntü geldi gözlerimin önüne. Sanırım artık yerini biliyorum. Siz bir ormanın içindesiniz. Ormanları severim, içinde bir dünya gizli olduğu için değil, bütün dünya seni arasa da içinde gizlenebileceğin için severim.
İçinde olduğun yer çok büyük bir yer değil, ormanın ortasında yapılabilecek en büyük yer Kamer bölgesidir. Oranın da sahiplerinin neler yaşadığını gördük. Sen torununu seversin, bunu bilirim. Bir torununu seversin, bir de Attila'yı seversin. Şimdi ikisi de yok. Kaç yaşına gelmişsin be ihtiyar? Sen yaşıyorsun ama onlar yok. Oğlunun oğlunu görmüşsün. Sen yaşıyorsun ama bir oğlun yok, bir de torunun yok. Dünyaya çivi çakmaya mı geldin? Bu hayat, bu yaşam, bu dünya Sultan Süleyman'a kalmamış, baş ulu'ya mı kalacaktı?
Kulübe çok sessiz, çok dağınık, çok kirli. Sen düzen insanısın, temizlik insanısın, kirliliğe gelemezsin. Kirli onca şey yetiştir büyüt ama toz, kir görmeye dayanama. İşte sen de böyle birisin.
Oğlun, her yerde yaratmış olduğu büyük yıkım sonucu aranıyorken gizlenmesi çok zor. Sen tanıyorsun onu. Sen var ya sen, sen istesen en başında onu elinle koymuş gibi bulurdun. Sen istesen o ilk olay patlak verdiğinde oğlunu durdururdun. Yapamadın.
Hem kendin yapmadın hem de baş ulu olmanın nimetlerinden faydalandın ve diğer ululara da yaptırmadın.
Babalık tarafın mı kabardı? Sen neden böylesin? O gece, o oğlun, büyük oğlunu emanet ettiğin aileyi katlettiği zaman, büyük oğlunu kurtardığın gibi oğlunun kız kardeşi Sevde'yi de kurtarabilirdin.
Biliyorsun değil mi, Attila senden bu yüzden nefret ediyor? Sen Attila'yı ne kadar sevsen de Attila seni bu yüzden sevmiyor. Sen onun kız kardeşini ondan alan oğluna mâni olmadın. Çünkü sen o oğlunun kafayı sıyırmak üzere olduğunu biliyordun. Eğer sevdiği kadınla olursa hayata tutunabileceğini düşündüğün için ne ona bulaştın ne de kimsenin ona bulaşmasına izin verdin. Sen oğlun hayata tutunsun diye gencecik bir kadının başını yaktın. Attila sana baba demiyorsa, demeyi düşünmediyse sebebi sensin. Oğlunun eline oyalansın diye bir kurban verdin ve o kadının yaşayabilecekleri gözüne gelmedi. Yeter ki sana bulaşmasınlardı.
Bak, şu an gözümün önüne ne geldi? Ne o, kendini açmaya mı karar verdin? Yavaş yavaş sana dair her şeyi görmeye başladım. Yazdıkça akıyor.
Meğer sen, Arzem ile anlaşma yapmışsın.
Küçük oğlun, büyük oğlunu deli dehşet kıskanıyordu ve sen de büyük oğlunu korumak için onun kız kardeşini küçük oğluna verdin. Böylece, küçük oğlun yaptığınız anlaşma gereği o kadınla dünyanın bir ucunda hayatını yaşarken sen onlara hiçbir zaman karışmadın. Koskoca dünyayı yöneten sen, oğlunu yönetemedin. Karşılığında, küçük oğlun karşınıza çıkmayacak ve büyük oğlun zarar görmeyecekti.
Vay be, kârlı anlaşma, tebrik ediyorum. Sadece küçük bir hamle yaparak aslında iki oğlunu da hayatta tutmayı amaçlıyordun. Sevde'nin ahı mı çıktı dersin Vural Bey? Ne oldu, hani büyük oğlun, hani küçük oğlun? Büyük oğlundan uzak duramadı o. Sözünü tutmadı. Küçük oğlun nerede şimdi? Her şeyi geç Vural, torunun nerede? Arem nerede?
Arem yok, Arem bitti, bitirdiniz onu el birliğiyle. Arem yandı ulan, mecaz falan da değil ha, bildiğin cayır cayır yandı. Hayalleri vardı, hiç sahip olamadığı ailesi vardı, onun artık bir ailesi vardı. Yazamadım ben biliyor musun? O sahneyi, o son sahneyi belki de onun ağzından yazabilirdim ya da ilahi bakış açısıyla anlatır, her ikisinin de korkularını ve endişelerini aynı düzeyde yazabilirdim, yapamadım.
Çünkü utanıyordu senin torunun, çok utanıyordu. Ben onu yazamadım. Sen şimdi o tozlu kanepeye oturmuş, silahın desenleri ile oynarken ben torununun hayatı boyunca hiç duymadığı kadar utanç duyduğu anın, öldüğü an olması gerçeğiyle yüzleşiyorum.
Çünkü o adam hep bir ailesi olsun istedi ve kendi ailesinden farklı bir aileye sahip olmak istedi. Ona göre o, kendi ailesinin aksine, sahip olduğu aileyi yarı yolda bırakmazdı, terk etmezdi. Hele ki onları asla ve asla ateşe atmazdı. Yapamadığı için o çocuk kendinden deli dehşet utanıyordu, o tıkılıp kaldığı kafeste. Ben onun utancını iliklerime kadar hissettim. Kendini, hayatım boyunca "ben anne ve babam gibi olmayacağım" diye büyüten adam, kızını annesiz ve babasız bir hayata terk edip gittiğini düşündüğü için çocukluğundan utandı.
Duydun mu Ulu Bey, duydun mu Baba Bey, duydun mu Dede Bey? O adam kendinden önce kendi çocukluğundan utandı. Ne demek olduğunu biliyor musun? Nasıl bir his olduğunu biliyor musun? O hissin ne kadar acıttığını biliyor musun? Sen bilmiyorsun, o bilmiyor, bir başkası bilmiyor ama Arem biliyor. 8 yaşındaki, 9 yaşındaki, 10 yaşındaki, 11 yaşındaki, 15 yaşındaki hâlinden utanmak ne demek, o adam çok iyi biliyor.
Şimdi sen de bir şeyleri bileceksin. Oğlun acıkmış, görüyorum. Ben onu görüyorum, görseller gözümün önünde uçuşuyor. Az ileride kulübenin gerisinde, ormanın tam ortasında bir nehir var. Oğlun balık tutuyor. Ha, bir de öyle bir yüzsüz ki hâlâ daha ona balık tutmayı sen öğretmediğin, aksine kendi kendine öğrendiği için sana sitem ediyor. Balığı yemek üzere geleceği kulübenin içinde senin olduğundan haberi yok.
Adım seslerini duyuyor musun? Ben duyuyorum. Kendi karnını doyurabileceği kadar tutmuş balık geliyor. Tahta kapı yavaş yavaş aralanıyor. Hem deli hem zeki bir adam. İçeride birilerinin olduğunu biliyor. Balık tutmaya gitmeden önce, dün gece yağmur yağdığı için yumuşak olan toprak zemine bir taş parçası koymuş. Sen o küçük taşın üzerine basıp içeri girdiğin için taş zemine saplanmış. O bunun farkında. O, birinin içeride onu beklediğinin farkında. Pek umursamıyor ama. Ölmeyi ya da ölecek olmayı umursamıyor. Hayattan pek beklentisi kalmamış çünkü artık elinde oynayabileceği hiçbir oyuncak yok.
Saf kötülük var onda. Bir deli zihniyeti var. Hissediyorum. Ben onun kötülüğünü bile hissederken sen nasıl hissetmedin? Ya da düzeltiyorum, hissettiğin hâlde niye engel olmadın? Babalık bu değil. Böyle olmamalıydı, böyle baba olmamalıydın. Ben senden şikayetçiyim. İlk darbe geldiğinde devamı gelmesin diye bariyer olsaydın, ikinci, üçüncü darbeler senden bu kadar çok can almazdı.
Bu yüzden bunu yapmak senin hakkın. Bu acıyı yaşamak zorundasın. Kardeşlerinin intikamını almak veliahtlara düşüyor eyvallah. Ama sen o acıyı yaşamak zorundasın. Bunu kendi ellerinle yapmak zorundasın. Hikaye bu noktaya geldiyse sebebi sensin, nedeni oğlun.
O tabanca ile oynamayı bırak. Bembeyaz olmuş saçların, buruş buruş olmuş yüzün ama her şeye rağmen dik duran omuzların var. Kafanı kaldır Vural, çünkü senin soluğunu kesmen gereken bir oğlun var.
Kapı gıcırdamasını duyuyorum. Bunu sen de duyuyorsun. Kapı açılıyor. Sana silah kaldırmıyor. İçeride kim olduğunu bilmiyor ama içeride olan kişiyi takdir ediyor. Onu bulmak çok zor, iyi saklanıyor. Onu bulan kişi takdirini kazanıyor. Takdirini kazanan biri, onu öldürmeyi hak ediyor.
Üzerine sarı bir yağmurluk var. Hani şu balıkçıların giydiği sarı yağmurluklar oluyor ya, tam olarak onlardan. Kafasında yeşil bir bere var. Kombin yapmayı da bilmiyor, cahil. Sarıyla yeşil ne alaka?
Beresini kafasından çıkartıyor. Sen hâlâ ona bakmıyorsun, silahına bakmaya devam et. Düşün. Böyle devam et. O, sana bakarken kafasından beresini çıkartıyor. Elinde kovası var, balık tutmuş. Balık dile gelse, "Bu beni yiyeceğine, şöyle kocaman simsiyah katil bir balina beni yesin" der. Hani, öyle de bir mevzusun ben de Arzem...Benim hikayemde balıklar bile senin yerine balinaları tercih edecek.
Az buçuk tahmin ediyor Arzem başına gelecekleri. Az ileride bir tahta masa var. Yakaladığı balıkları masanın üzerine bırakıyor. Uzun siyah botlar çamura bulandığı için tahta zeminde çamur izleri bırakıyor. Sen bu izlere bakıyorsun Vural Bey, oğlun ise önünden geçip gidiyor. İlk konuşan sen olacaksın Vural. Hikayeniz benim gözümde böyle canlanıyor.
Güzel soru. Ben de bu soruyu düşünüyorum. Çok iyi çocuktu, baş veliaht. O kadar güzeldi ki onunla gurur duyuyordum ben. Şu an gözlerim yine doldu. Hatta sol gözümden bir yaş aktı gitti şayet ben pek Arem'i sevdiremedim. Böyle bir sonu yazdığım için bana taş kalpli diyen herkese şunu demek istiyorum: Bugün baş veliahtı sevmeyen varsa aranızda, o benden daha taş kalplidir. Çünkü o, benim yazıp yazabileceğim en iyi insandı, en iyi erkekti.
Onun bir kalbi vardı, içine ben sığıyordum.
Ben ki dünyalara sığamayan insan, o adamın kalbine sığınıyordum. Ben yerimi çok severken, siz o kalbin sahibini pek sevemediyseniz diyecek tek lafım yok. O adama ben kıydım, o adama Vural kıydı, Arzem kıydı, onu okuyup okuduğu hâlde anlamayanlar kıydı. Biz böyle el birliği ile toplandık, itinalı bir şekilde baş veliahtın yakasına yapıştık.
Harbi harbi güzel soru. Biz bu adama nasıl kıydık?
"Oğluna kıydığım gibi kıydım."
Ben ömrümde böyle hasetlik, böyle kıskançlık görmedim. İnsan, abisinden bu kadar nefret eder mi ya? Sırf abisini kıskanıyor diye yaptıklarına bak.
"Torunum iyi bir çocuktu." Yutkundun Vural, ama yok, devam edeceksin, zorlana zorlana devam edeceksin.
"Attila gibi yani." Masanın önünde ayakta durmuş, sana sırtı dönük bir şekilde balıkları temizliyor, sanki yiyebilmeye vakti olacakmış gibi. Kafanı ilk o an kaldırdın ve baktın. Sırtıyla yüzleştin, ağır ağır kafanı salladın, onay verdin Vural.
"Evet, evet tam olarak onun gibi." Sen de ben de anladık işte, neden baş veliahta ve onun sevgilisine bunu yaptığını. Çünkü bizim delikanlı çocuk, o asil çocuk, Arzem'in bu dünyada en nefret ettiği adamın tıpatıp aynısı.
"Korktun değil mi torunumdan?"
Sendeki de soru mu, korktu tabii, korkağın teki o. Ben istemezdim baş veliaht benim düşmanım olsun. İstemezdim, aklı olan kimse istemezdi. Düşün ki, aklı olmayan deli oğlun bile onunla düşman olmak istemedi.
"Bilmem belki de." Hâlâ daha balıkları temizliyor. Yaptıkları hiç mi umurunda olmaz? Olmuyor. Elinle yüzünü sıvazladın. Çok konuşmaya gerek yok. Konuştuğun kişi seni anlamıyor, konuştuğun kişi hiçbir şey anlamıyor. Kendince doğruları var, bir penceresi var. Dümdüz o pencereden bakıyor, diğer pencerelerden bakmak istemiyor. Kapıyı açıp dışarı çıkıp olay yerine gitmek dahi istemiyor. Kendi penceresinden dümdüz bakıyor ve sadece kendine hak veriyor.
"Buraya seninle vedalaşmak için gelmedim. Neden geldiğimi çok iyi biliyorsun. Daha önce yapmam gerekirdi bunu, çok daha önce yapmam gerekirdi." Ayağa kalktın. Üstün başın toz kir içinde, koltuk bayağı tozlu. O sana cevap vermiyor, bir çocuk gibi davranmaya devam ediyor. Karşı çıkmıyor, sadece balıklarla ilgileniyor.
"Torunum, gittiğin yerde karşısına çıkarsan, cehennemin ortasında bile olsanız, iki eli boğazına yapışıp cehennemi sana cehennem yapacak biridir." Saatlerdir kurcaladığın silahı kaldırdın ve oğlunun şakağına yerleştirdin. Ensesine sıkmak yerine beynini dağıtmak istedin. Bu yüzden arkasında durmak yerine yanında durdun.
Güldü. Oğlun sana karşılık vermedi. Belki de ölümdü onu suskunluğa iten.
"Sana her şeyi çok yanlış öğretmişim. Hatta ben sana hiçbir şey öğretememişim. Eğer sana tek bir şeyi doğru öğretme hakkım olsaydı, düşman olmak nasıl olur onu öğretmek isterdim." Sustun, şayet aklına torununa bunu öğrettiğin zamanlar geldi. Torunun artık yok ve dedesi olarak bu sana ağır geldi.
"Arem öyle biridir ki, şartları kendisi için nasıl eşit tutuyorsa, düşmanı için de eşit tutar. Sen düşman olmanın ne demek olduğunu bilseydin, onun karşısına mertçe çıkar, yapabileceklerini ona mertçe yüz yüzeyken yapardın. Ve sadece ona yapardın. Bir kadına dokunmazdın." Torunu o kadını çok severdi. Vural, aile ilişkilerinden pek anlamasa da, torunu adına mutluydu. Artık onun da bir ailesi olduğu için mutluydu. Mutluluğu uzun sürmemişti.
"Eğer böyle yapsaydın, bugün o hayatta olurdu. Sense geberip gitmiş olurdun. Ben daha onun karşısına delikanlı gibi çıkıp da onu yenebileni hiç görmedim." Balıkları temizlemeyi bıraktı, oğlun sana baktı. Kara gözlerini kara gözlerine dikti. Namlu ucu tam alnının ortasına denk geldi. Torununu senden alan oğlunun yüzünü görmeye tahammül edemedin. Bu yüzden onun arkası sana dönüktü. Bu yüzden o içeri girdiğinde senin başın yere eğikti. Onun yüzünü gördüğün an, ölüm fermanını imzaladın.
Tam o esnada bir silah patladı, bir kurşun çıktı, bir beyin dağıldı. Bir adam oracıkta yere serildi. Saniyeler içinde can verdi.
İntikam alınmış olsa kaç yazar? Artık her şey için çok geçti. Masanın üzerindeki bezleri alıp silahı temizledin. Silahı oğlunun avuç içine yerleştirdin. Daha önce çok adam öldürdüğün için silahın duracağı yeri iyi hesapladın. Oğlunun parmak izini bulaştırdığın silahı alıp düşmesi gereken yere fırlattın. Sonra cebinden bir not çıkardın ve o notu oğlunun sarı balıkçı yağmurluğunun cebine yerleştirdin.
Herkes o notu oraya koyan kişinin Arzem olduğunu sanıyor olsa da, asıl gerçeği bir ben, bir sen, bir de hikayemizi okuyanlar bilecek.
Vural, sen o gün o kulübeden çıkıp gittin. Ve bir daha seni ne ben gördüm, ne de bir başkası.
...ULULAR VE VELİAHTLAR YAPILANMASI TARİHİN TOZLU SAYFALARINA BUGÜN İTİBARİYLE GÖMÜLDÜ...
Başlık 1:"Tarihi Komplo Ortaya Çıktı: Ulular ve Veliatlar Yapılandırması!"
Başlık 2: "Silah Üreten Örgüt Çöktü: Ulular ve Veliatlar Yapılandırması'nın Sonu!"
Başlık 3: "Uluslararası Tehlike Son Buldu: Ulular ve Veliatlar Yapılandırması Dünya Gündeminde!"
Alt Başlık 1: "Silah Üretiminde Öncü Rol Oynayan Ulular ve Veliatlar Yapılandırması'nın Sırları Ortaya Çıktı!"
Alt Başlık 2:"Veliatların Tragedyası: Ulular ve Veliatlar Yapılandırması Varis Kayıplarıyla Sarsıldı!"
Alt Başlık 3: "Dünya, Ulular ve Veliatlar Yapılandırması'nın Sonunu Konuşuyor: Mirasın Kayboluşu ve Örgütün Çöküşü!"
Dünya genelinde büyük yankı uyandıran haber... Ulular ve Veliatlar Yapılandırması'nın varlığı ve sonu tüm çıplaklığıyla gün yüzüne çıktı. Örgüt, uzun süredir açıktan silah üretimi yaparak uluslararası arenada etkili bir rol oynamıştı.
Veliatlar arasındaki trajik kayıpların ardından, dünyanın en gizemli örgütlerinden biri olan Ulular ve Veliatlar Yapılandırması çöktü. Silah üretimindeki liderliği ve varislerin ölümüyle birlikte örgüt, tarihin tozlu sayfalarına gömüldü. Ulular ve Veliatlar Yapılandırması'nın sonu, uluslararası arenada birçok spekülasyon ve soru işaretine neden oldu.
Örgütün eski üyelerinden gelen bilgiler, dünya genelindeki gizli operasyonların ve entrikaların boyutlarını ortaya çıkarırken, ulular ve veliahtlar arasındaki karmaşık hiyerarşi de gün ışığına çıktı. Uzmanlar, örgütün çöküşünün dünya çapında güvenlik ve istikrar üzerindeki etkilerini değerlendirmekte.
Basına sızdırılanlar dahilinde edinilmiş bilgilerden biri ULULAR VE VELİAHT'LARININ Osmanlı'dan sonra cumhuriyetin ilk yıllarında kurulu oldukları yönünde. İlk üyeler trajik şekilde yok edilince kimliklerini adlarını ve soyadlarını değiştirme ihtimalleri hakkında araştırma yapılıyor.
Herkesin en merak ettiği konu ise varislerin kaybının nasıl gerçekleştiği oldu...
Başlık 1:"Gizemli İş Adamı Arzem Soykamer'in İki Kez Ölümü: İlk Ölümü Yanıltıcıydı!"
Alt Başlık 1: "Yıllar Sonra Yaşayan Ölü İlan Edildi: Arzem Soykamer, İntihar Ederek İkinci Kez Hayatını Kaybetti!"
Dünya genelinde tanınan iş adamı Arzem Soykamer'in sıra dışı öyküsü, ilk ölümünün yanıltıcı olduğu ortaya çıktığında şoke edici bir hâl aldı. Yıllarca öldü sanılan Soykamer'in, kısa bir süre önce yaşadığı ve yaşadığını belirten esrarengiz haberler dünya basınına duyurulmuştu. Tüm dünya Soykamer'i ararken onu canlı bulmayı isteyenler bu haber ile sarsıldı.
Karmaşık bir kaderin içinde olduğu tahmin edilen Arzem Soykamer, yaşamına son vermek için ormanın derinliklerinde, kulübenin içinde kafasına sıkmış şekilde bulundu. Üzerinde ise dikkat çeken bir not vardı: "Bunu yıllar önce yapmış olmam gerekirdi."
Bu çarpıcı olay, Soykamer'in yaşamış olduğu gizemli dönemi ve neden kendi hayatına son verdiği sorularını beraberinde getiriyor. Detaylar gelmeye devam ederken, dünya, Arzem Soykamer'in sıradışı yaşamının ve ölümünün ardındaki gizemi çözmeye çalışıyor.
2027 YILLI İÇERİSİNDE ESKİ YAPILANDIRMA ÜZERİNE EDİNİLEN DİĞER BİLGİLER...
Korkmaz ailesi: Askeri alanda silah üreten tüm şirketlerini kapattı. Silah üretiminden uzaklaşarak savunma teknolojileri geliştirmeye başlandı. Siber güvenlik çözümleri, güvenlik sistemleri, istihbarat toplama ve analiz ekipmanları gibi ürünler üretim gösterdikleri araçlardan bazılarıdır.
Aksel ailesi: Kimyasal silah üretimini durdurdu. Şirketler artık sadece ilaç üretimi yapmakta. Üretim gösterdikleri tek alan sağlıktır.
Eraslan ailesi: Bünyelerinde barındırdıkları dünyanın her yerinde var olan bütün silah bankalarını içindeki silahlarla beraber imha etti. Kazançları artık savunma şirketleri üzerine. Savunma eğitimi ve danışmanlık verdikleri adamlar ile yüksek mertebedeki insanların güvenliğini sağlıyorlar. Silah kullanımıyla ilgili eğitim ve danışmanlık hizmetleri sunuyorlar. Özel güvenlik şirketleri ve askeri birimler için eğitim programları düzenliyorlar.
Özkurt ailesi: Özkurt Teknolojik Şirketler Grubu, teknolojik silah üretmeyi tamamen bıraktı. Şirketlerin başında olan üç kardeşten ikisi mirası reddetti. Şirket yönetimi sadece en büyük kardeş Kansu Özkurt tarafından yapılmaktadır. Babaları Kenan Özkurt'un emekliye ayrıldığı düşünülmekte. Otomatik üretim hatları, lojistik robotları, yapay zeka destekli üretimler faaliyet gösterdikleri alanlardan bazılarıdır.
Orhon ailesi: Aytekin Orhon ilk varisi olan oğlu Hazar'ı kaybettiğinde onun koltuğuna damadı Lerzan Soykamer'i oturtmuştu lakin kısa zaman sonra hayatını kaybeden Lerzan ile beraber varissiz kalan Aytekin Orhon tüm mirasını kızı ve damadından olma torununa bıraktığını söyleyip kayıplara karışmıştır. Orhan Şirketler Grubu zaten turizm üzerine ticaret döndürdüğü için şirketlerin genel düzeyinde değişiklik yapılmamıştır. Artık otel zincirleri, büyük anlaşmaların yapıldığı yer olarak değil, turistik amaçlı olarak kullanılacaktır. Yeni varisinin kızı ve torunu olduğunu söyleyen Aytekin Orhon, o günden sonra bir daha ortalıkta görülmemiştir. Nerede ne yaptığı bilinememektedir.
Soykamer ailesi: En büyük kayıpları veren ailenin ta kendisidir. Büyük oğlu Arzem Soykamer'in gizemli ölümü hata ölümleri ve gelinleri Hera Türkeş'in ölümü, torunu Arem Soykamer'in ölümü ile sarsılmış olan aile olarak bilinir. Ulular ve Veliahtlar Yapılandırmasının başında bulunan Vural Soykamer, tüm mirasını iki kişiye bırakmıştır. İki torununa. En küçük olanlara. Hera Türkeş Soykamer ile Arem Soykamer'in kızı ve Elena Soykamer Korkmaz ile Evren Korkmaz'ın oğluna. Vural Soykamer mirasının varisleri olarak onları belirlemiştir. Dünyanın en büyük servetlerinden birine sahip olan Soykamer ailesinin tüm mirasına sahip olan çocuklar henüz reşit olmadığından yönetim anne ve babalarına geçmiştir. Hera ve Arem çifti hayatta olmadığından kızlarına anne ve babalık yapanlar, ailenin yakın arkadaşları olan Afra ve Mert çiftidir. Çocuklar 18 yaşına gelinceye kadar mirasa Korkmaz ve Aksel ailesi sahip çıkacaktır.
Sandık Ulular ve Veliahtlar'da olabilir miydi?
Tüm dünyanın o yıl boyunca merak ettiği en büyük sorulardan biri sandığın nerede olduğuydu. Şayet dağılması ile beraber bütün insanlık Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu ilk dönemden itibaren tüm dünya devletlerinin yeşil odaları ve hatta kırmızı dosyalarının çalındığını bilmekteydi, bu dosyaların tutulduğu sandığın artık bu aileler tarafından gizlendiğine emin olunmuştu. Dolayısıyla onlar silah üretmeyi bıraktığı an tüm gözler onların üzerine dönmüş olduğunda hiçbir düşman yanlarına yaklaşamamıştı. Şayet hâlâ ellerinde çok büyük kozlar vardı.
Yazar Eklemesi: Sandığın nerede olduğu daima Soykamer Ulusu ve Veliahtının bileceği şekilde gizlendi. Soykamer veliahtı ölmüşken ve Ulusu da her şey gerisinde bırakıp gitmişken, sandığın nerede olduğu hiç kimse tarafından hiçbir zaman bilinemedi. Oysa kayıp sandık, kayıp olduğu bilinmediği için hikayede geriye kalanların hepsini daima güvende tutmaya devam etti.
"İlahi Bakış Açısı (Yazar da dahildir.)"
Rüyalar ve kâbuslar, ölüm ve yaşam kadar gerçekti. Gecelerce süren kâbuslar sonunda birinin uyumaktan vazgeçmesine neden olabilirdi. Uyuyamamak, düşünmeye sebep olurdu ve ne olduysa bu düşüncelerin bir sonucu olurdu. Uyumayı bıraktığı gün, değişim başlardı.
O kişi yine uyudu ve yine bir kâbus gördü. İşte o kâbusun devamı...
27 Haziran 2027 tarihinde Arem ve Hera, kızlarının doğduğu gün evlendiler. Bu, onların öldükleri değil, evlendikleri gündü. Herkes bu gerçeği böyle kabul etti. Yıl 2031'e geldiğinde, yine bir Haziran 27'siydi. Bugün, yine onların günüydü.
Atlantis Darya beş yaşına basacaktı. Artık yürüyebiliyordu, yaramazlık yapabiliyordu, konuşabiliyor ve unutabiliyordu. Beş yaşında, dünya güzeli bir çocuk olarak, unutulmaması gerekenleri bile unutabiliyordu.
Ruh etten kemikten değildi; saflıktan ve hiçlikten ibaretti, ama en çok yarayı ruh alırdı. Ruhunda yara olanlar acıyı hisseder ve gizlerlerdi. Bu hikâyede, bu çocuklar yaralarını tek bir kişiden gizlemişlerdi: küçük Atlantis'ten.
"Melisa gelmedi mi daha?" Mert'in sesi büyük salonda yankılandığında herkesin dikkati ona yöneldi.
Bugün, herkesin işlerini bir kenara bıraktığı özel bir gündü. Tüm aile, Atlantis'in yanında olmak için toplanmıştı. Her birinin canı yanıyordu, acıları nefes alışlarını bile zorlaştırıyordu. Buna rağmen yüzlerindeki gülümsemeyi silmiyorlardı. Bugünün mutlu bir gün olarak anılmasını isteyen iki kardeşlerine söz vermişlerdi. Atlantis'in doğum günlerinin hiçbirinin ona lanet olarak gelmesine izin vermeyeceklerdi. Artık hiçbiri lanet olmayacaktı. Bunun için her şeyi yapmaya hazır, kocaman bir ailesi vardı.
"Gelmek üzeredir, pastayı o yapacaktı biliyorsun," dedi Afra, eşine bakarak. Bu sözler, Melisa'nın gecikmesinin sebebinin pasta olduğunu anlatıyordu.
"Kızım nerede peki?" Mert, işlerinden dolayı çok yoğundu. Şirketi, tedavisi mümkün olmayan hastalıklara ilaç bulma arayışı içindeydi. Bu yoğunluk, çoğu zaman kızına yeterince vakit ayıramamasına neden oluyordu ve bu da gün içerisinde onu çok fazla özlemesine yol açıyordu.
Mert ve Afra çifti, iyi birer ebeveyn olmayı başarmışlardı. Atlantis'i her türlü kötülükten koruyabilecek ve ona en iyi şekilde anne babalık yapabilecek kişiler onlardı. Hera Türkeş, kızına anne ve baba seçerken oldukça yerinde bir karar almıştı. Mert, verdiği sözü tutarak, Afra ile birlikte Atlantis'e kardeşlerinden sonra en iyi anne ve baba olmayı başarmıştı.
"Ben geldim!" Melisa, olaylar patlak verdiği ilk andan sonra ülkeye geri dönmüştü. O güne kadar uzun zamandır yurt dışında kafa dinliyor, istediği her yeri geziyordu. Gezmek ona iyi geliyordu. Yeni insanlar tanımak ve yeni hayatlara yelken açmak ona iyi geliyordu. Ancak, her iyi gelen şeyin bir sonu olduğunu, haberi öğrendiği an fark etmişti.
Melisa yorgun bir kadındı ve yazar onu yazarken kadının yorgunluğunu hissediyordu. Gezmek ona iyi gelmişti, fakat acıları hâlâ aynıydı, hâlâ kanıyor, hâlâ canı yanıyordu. Neye üzüleceğini bilemez bir durumdaydı. Abisinin bir kızı vardı, ama o kız onun sevdiği adamın kızıydı. Bu ikilem, Melisa'yı olduğu kadar yazarı da çıkmaza sokuyordu. Hikaye öyle bir noktadaydı ki, hangi kısmını ele alsa orada tıkanıp kalıyordu. Hepsi aynı acıları farklı şekilde yaşıyordu, ama tıkanma anları hepsinde aynıydı.
Bu kitap, bu çocuklar, bu hikaye neden bu kadar derin ve anlamlı olmuştu, hatırlamıyordu yazar. Başlangıçtaki amacı bu muydu, hatırlamıyordu. Başlangıçta da bu kadar acı dolu bir hikaye olacağını biliyor muydu, hatırlamıyordu. Hissedip hissetmediğini hatırlamıyordu. Nasıl yazdığını bilmiyordu. Hafızası şu an silinse ve karşısına bu kitabı çıkarıp "Onu sen yazdın" deseler, asla inanmazdı. Bu kitabı yazdığına asla inanmazdı.
Melisa'yı düşündükçe, yazar bazı insanların isyan ettiği anları hatırlıyordu. Melisa'yı harcadığını söyleyenler vardı ve bu eleştiriler muhtemelen zamanla daha da artacaktı. Kimseyi kimse için harcamamıştı, ama bir seçim yaptığı kesindi. Bu seçimi rastgele yapmamıştı; o dönem boyunca uzun uzun düşünmüştü. Bir tarafta Melisa, bir tarafta Hera vardı. Terazide hangi tarafın daha ağır bastığına karar vermek zorundaydı; acısı çok olan aşkı kazanacaktı.
Acılar eşit geldiğinde, hatasını fark etti. Acıları kıyaslamak yerine, güzel olan şeyleri kıyaslaması gerekiyordu. Melisa'nın bir abisi, annesi ve babası vardı. Melisa'nın her şeye ve herkese rağmen hayatta olan ve onu her şeyden çok seven bir ailesi vardı. Sonra Hera'ya baktı. Hera'nın sadece bir babası vardı ve o da artık yoktu. Bu yüzden Hera ve Arem daha uygun bir çiftti. Eğer bunun tersini düşünüyorsanız, adaletsiz olan sizsinizdir. Melisa ailesi için yaşamaya devam ederdi, ama Hera'ya bir aile vermese, bu onun sonu olurdu.
Değişen bir şey olmadı; sonuçta birilerinin sonu yine geldi. Yine de yazar, verdiği karardan dolayı mutluydu. Kısa bir süreliğine de olsa, aile nedir bilmeyen o iki çocuk birbirine aile olmuştu. Son zamanlarının güzel geçtiği açıktı. Melisa ve Atlantis'in ilişkisini merak edenleriniz varsa, onları dinleyin, çünkü yazar onları an itibarıyla görebiliyordu.
Melisa, elinde Atlantis için yaptığı pastayla büyük kapıdan içeri girdiğinde, sesi salonda yankılandı. Melisa pasta yapmayı çok severdi ve herkes onun pastalarını bayılarak yerdi. Afra, sürekli yemesine karşı çıksa da, Mert'in gizli gizli Atlantis'e yedirmesi sayesinde, Atlantis Melisa'nın pastalarını çok sever olmuştu. Bu yüzden bugün pasta yemek en çok Atlantis'in hakkıydı ve ona en sevdiği şeyi, o yemeği en iyi yapan kişi yapacaktı.
Melisa, Atlantis'e "yeğenim" demezdi ve Atlantis de Melisa'ya "teyze" ya da "abla" diye hitap etmezdi. Birbirlerine isimleriyle seslenmeyi tercih ederlerdi. Ancak Melisa, Atlantis'e diğer herkes gibi "Atlantis" diye seslenmez, pek kimsenin kullanmadığı ikinci adını kullanırdı; ona "Darya" derdi. Tıpkı Arem Barkın için hep ikinci adını kullanması gibi, Melisa, Arem'in kızı için de hep babasının seçtiği ismi kullanmayı tercih ederdi.
Afra, salona kucağında kocaman kız olmuş Atlantis ile girdiğinde, Atlantis Afra'nın kucağından inip uzun zaman sonra tekrar gördüğü Melisa'nın kucağına doğru koştu. İkisi arasında tuhaf bir çekim vardı. Yazar, bu çekimi hissedebiliyordu. Tam olarak adını koyamıyordu, ama tuhaf bir histi. Melisa'yı anne olarak hissedemiyordu; bu terim için Afra daha yakındı. Melisa'yı teyze olarak da hissedemiyordu, belki de bu teyzenin anne yarısı olmasından kaynaklıydı.
Melisa, söz konusu Atlantis olduğunda, bir arkadaş gibi hissediliyordu. Yazarın hissettiği şey buydu. Tam olarak emin olamamakla beraber, şunu söylemek mümkündü ki: 30 yaşını geçmiş olan Melisa, 5 yaşındaki Atlantis'in en iyi arkadaşıydı.
"Ooo Darya Hanım, ne kadar güzel olmuşsun sen böyle." Atlantis, Melisa'nın karşısında durduğunda, etrafında bir tur dönerek beyaz kabarık prenses elbisesini daha fazla şişirdikçe şişiriyordu. Atlantis, giyinmeyi, süslenmeyi ve güzel görünmeyi çok seviyordu. Başındaki prenses tacıyla bugün tam olarak bir prenses olmuştu.
Hayır, prenses değil; bugün tam olarak bir tanrıça olmuştu.
"Bugün benim doğum günüm, Melis. Aslında her zaman güzelim ama bugün annem ve ben, daha güzel olmam için çaba gösterdik." Atlantis'in çocuk ağzıyla kurduğu sözler, herkesin yüzünde gülücükler oluşmasına neden oluyordu. Bir egosu vardı ki, kendini övdüğü her an, aklına en az onun kadar kendisini beğenmiş bir başka insanı getiriyordu.
Melisa, olduğu yere diz çöktü ve yüzünü Atlantis'e daha yakın tutmaya özen göstererek eğdi. Bunu yapmasının sebebi açıktı; Atlantis, Melisa'nın yüzünü çok beğeniyordu. Atlantis'e göre Melisa, çok güzel bir kadındı. Bu yüzden Melisa, onun önünde her eğildiğinde, Atlantis'in eli havaya kalkıyor ve onun yanağını okşuyordu. Küçük eli Melisa'nın yüzünde gezinip şöyle diyordu:
"Büyüyünce ben de senin gibi olacağım."
Bu söz üzerine, Melisa elini havaya kaldırıp Atlantis'in avucunun içini öpüyor ve şöyle diyordu:
"Sen benden daha güzel olacaksın." Bunun üzerine Atlantis kıkırdıyor ya da kafa sallıyordu.
Yazar, bu sahneyi gözlerinde canlandırırken, Melisa ve Atlantis arasındaki bağın ne kadar derin olduğunu hissedebiliyordu. Bu ilişki, bir teyze-yeğen ilişkisinden çok, iki yakın arkadaşın paylaşımı gibiydi. Melisa'nın, Atlantis'in en iyi arkadaşı olduğu açıktı ve bu, onların ilişkisini daha da özel kılıyordu.
Bu görüntü şu an yazarın gözleri önünde canlanıyordu. Emindi ki, bu sahne okuyanların da gözlerinin önünde canlanıyordur. Oldukça duygusal bir sahne olduğu için yazarın gözleri yine doluyor. Atlantis'in, Melisa'ya karşı bu kadar ilgili olmasının sebebi Hera'dır. Bir çocuk, her ne olursa olsun, hisseder. Gerçekten bu böyledir; çocuklar hisseder. Atlantis, Melisa'da Hera'yı hissediyordur. Onun yüzünde, gözünde, burnunda, ağzında bir zamanlar hayatında olan ama aslında çok küçük olduğu için tam olarak hatırlayamadığı birinin varlığını hissediyordur. Bu yüzden onu her gördüğünde Melisa'nın yüzünü okşuyordur.
Bu durum, Melisa'nın Hera ile empati yapmasına neden oluyordu. Hikayenin ilk başladığı dönemlerde insanlar, Hera'ya Melisa'ya benzediği için çok çektirmişti. Melisa, Atlantis'in ona olan ilgisinin sebebinin Hera olduğunu biliyordu.
Kitap boyunca birçok kez dile getirilmişti, birçok kez söylenmişti: Tarih her zaman tekerrürden ibarettir, karma ise bilinen bir gerçektir.
"Hadi bakalım, gitme vakti geldi babacığım." Tıpkı anlaştıkları gibi, bu doğum gününde kızını gerçek anne ve babasıyla tanıştıracaktı. Atlantis'in yaşı henüz küçük olduğu için tam olarak neyin ne olduğunu anlamayacaktı. Bir gün kızı onu anlayacak yaşa geldiğinde, ona her şeyi en ince detayına varıncaya kadar tek tek anlatacaktı. Ancak küçük bir çocuk olduğu için şimdilik sadece onlarla tanışması yeterli olacaktı.
Hera ve Arem'in evlilik yıldönümü bugüne denk geliyordu. Bugün aynı zamanda kızlarının doğum günüydü. Bugün çok özel bir gündü. Bugünün başka bir anlamı yoktu. Bugün başka bir olay yaşanmamıştı. Hiçbir acı bugün yaşanmamıştı. Bugün sadece mutluluk vardı. Sadece güzel olan şeyler vardı. İyi olan her şey bugündü.
Devam etmek yazar için çok zordu, gerçekten. Canı o kadar acıyordu ki, bu satırları yazarken boğazındaki o yumru geçmiyor, bir burukluk oluşuyordu içinde. Kalbi buruş buruş olmuş, öyle atıyordu ama sanki eskisi gibi değildi. Hikaye de tam olarak öyleydi; devam ediyordu ama eskisi gibi değildi. Değişim böyle bir şeydi işte. Varlık sürüyordu ama eski varlık değildi.
Melisa ve Afra önce birbirlerine, sonra küçük kıza baktılar. Bu onlar için çok zordu. Küçük kızın kaderi bambaşka olabilirdi. Bugün yanında bambaşka insanlar olabilirdi. Hera bugün en az kızı kadar süslenmiş bir şekilde ortalıkta dört dönebilir, doğum günlerini mutlu mesut hatırlasın diye bugünü kızına cennet kadar güzel kılabilirdi. Arem, sessizce bir köşede durup sadece kızı ve karısı ağzını her açtığında gülerek karşılık verebilirdi. Bugün bambaşka olabilirdi.
Her istediğimiz şey olmuyordu. Eğer her istediğimiz şey olmuş olsaydı, belki de bu son var olmazdı. Bazı gerçeklere tahammül etmek çok zordu; bir şeye tam sahip olacakken onu kaybetmek. Aslında bu kitap en başından beri hep bunu temsil ediyordu. En mutlu olduğun anda felaket ense kökünde soluyor, karanlık nefesini tam o anda hissettiriyordu.
Atlantis, yüzündeki gülüşünü hiç bozmadan babasına doğru gitti. Ellerini iki kez açıp kapattı, bu "beni kucağına al" demekti. Mert, onun isteğini geri çevirmeyip onu kucakladı. Başının üstüne bir öpücük kondurup iki kadına son kez tebessüm ettikten sonra kızını da alıp evden ayrıldı.
Veliahtların hiçbiri Veliaht olmayı özlemiyordu; veliahtlar kardeşlerini özlüyordu. Çünkü veliaht kardeşi olduğu için veliahttı. Eğer kardeşin yoksa, dünya senin olmuş ne fayda?
Veliahtlar eskiyi özlüyordu, beraber oldukları anları özlüyordu. Birbirleriyle didişip durdukları, ama günün sonunda yine kardeş oldukları için birbirlerine minnettar duydukları anları hatırlıyorlardı. O anları hatırladıkları için, o anları özlüyorlardı.
Onlar aslında dokuz kişilik bir ekipti; üçü hayattan gitmişti, altısı bir daha kendine gelememişti.
Gözümde canlanıyor yine bir şeyler, yazarın. Nasıl yazacağını bilmiyor, ama bir sahne var ki, muhtemelen o sahneyi yazdığında kalbine bir ağrı saplanacak. Çocuklar hisseder, öyle değil mi? Öyleyse, Atlantis bugün farkında olmadan hayatının en büyük acısını hissedecek.
Mert, kızını arabasının arka koltuğuna oturtmuş, emniyet kemerini takıp kızının güvende olduğundan emin olduktan sonra sürücü koltuğuna geçmişti. Kızı artık güvendeydi. Yapılandırma artık yoktu. Tehlike artık yoktu. Arzem ve onun başta Ali olmak üzere tüm adamları yok edilmişti. Biraz geç olsa da bu olmuştu. Veliahtlar artık güvendeydi.
Atlantis, babasıyla beraber şarkı söylemeyi çok severdi. Mert, kızına her zaman sesinin Hazar amcası kadar güzel olmayacağını söylese de, kızı ona zorla şarkılar söyletirdi. Atlantis, Hazar amcasını çok merak ederdi; babası onun cennette olduğunu söylemişti. Cennette ise geri gelmesini istemişti. Babası bunun mümkün olmadığını söylediğinde kırılmıştı.
"O gelemiyorsa, biz gidelim baba," demişti. Mert'in verdiği cevap: "Henüz erken güzelim, biraz zaman, biraz çokça zaman sonra sen büyüyüp yaşlandıktan sonra onunla ancak o zaman tanışırsın."
Şu an yine ağlıyordu yazar, yine o yumru boğazına oturdu. Fakat bu kez, bunun sebebi Mert'in Atlantis'e "güzelim" diye seslendiğini fark etmiş olmasıydı. Mert'in güzeli artık hayatta değildi, ama Mert'in bir başka güzeli, oldukça uzun zamanlarca daima onun yanında olacaktı. Senin adına sevindik, Mert, ve senin adına çok üzüldük, Mert.
"Babanı seviyorsan alkışla çak çak, anneni seviyorsan alkışla çak çak. Babanı, anneni, anneni, babanı seviyorsan hep alkışla çak çak," kızıyla yol boyu aynı şarkıyı defalarca kez söyleyip yolculuk yapmışlardı. Arada aynaya bakarak kızını hep kontrol ediyordu; yüzündeki gülüşü hiç silinmiyordu. Yüzündeki gülüşün hiç silinmesin diye içinden geçiriyordu. Gülmek kızına en az babası kadar çok yakışıyordu, fakat bahsettiği baba kendisi değildi.
Yol bitmişti artık, araba durmuştu. Mert, buraya sürekli geldiği için her karışını santim santim bilecek kadar iyi ezberlemişti yolu. Burası bir ormandı, ancak aynı zamanda iki kişinin mezarıydı.
Arabadan sakin adımlarla indi, kızının olduğu tarafın kapısını yine sakin hareketlerle açtı. Kızı hâlâ gülüyordu; genelde hep gülerdi, gülmeyi çok severdi. Mert'in içine huzur tohumları ekiyordu, onun gülüşü dünyanın en güzel şeyi olabilirdi.
Kızını buraya ilk kez getirmişti, daha doğrusu, o günden sonra ilk kez getirmişti. Çünkü kızının buraya ilk gelişi, bugüne ait değildi.
Atlantis, babasının kucağında etrafındaki ağaçlara hayretle baka baka ilerliyordu. Daha önce bu kadar ağacı bir arada hiç görmemişti.
Hikaye o ikisi olsaydı, Atlantis'in kaderi de çok farklı olurdu. Aslında Atlantis, annesi ve babasıyla beraber bir ormanın içinde yaşıyor olacaktı. Kamer bölgesi, ağaçların dört bir tarafını sardığı koca bir bölgedir. Atlantis ise, bir ormana hayatında ilk kez gelmiş gibi hayretle etrafına bakıyordu. İnsan unuttuğu için mi insandır, yoksa unutmak istemediği için mi?
Mert, ara sıra kucağındaki kızının yanaklarını öperek yoluna kaldığı yerden devam ediyordu. Sonunda gelmeleri gereken yere varmışlardı. Hiç bozmamışlardı o günü; o cam kafesi açamadıktan sonra bir daha hiç açmamışlardı. Kafesin içi yıllardır simsiyahtı, içeride kül olmuş. İki kişinin mezarı vardı, fakat cam fanusun içi karanlığın en siyah hâline büründüğü için sadece siyah bir topmuş gibi gözüküyordu. Ormanın etrafında buraya nöbetçi olsunlar diye diktikleri adamları vardı, bu adamların tek görevi mezarlığı korumaktı. Yıllardır bu böyle devam etmişti.
Mert, varış noktasına vardığında, kızı tanıdığı yüzleri gördüğünde sevinç çığlıkları atarak babasının kucağından hızla yere indi.
Erdem Eraslan buradaydı, Evren Korkmaz buradaydı, Kansu Özkurt buradaydı.
Atlantis, babasının kucağından iner inmez koşarak amcalarının yanına gitti. Diğer iki amcasına pas vermeden yerde önünde diz çökmüş olan amcası Kansu'nun kolları arasına kendini hızla attı. Kansu'yu çok severdi. Yıllardır Atlantis, herkesin olduğu bir noktada kimseye pas vermeyip sadece Kansu'nun kollarına atıldığında, Kansu hep "Keşke çakma tanrıça burada olsaydı da onun kıskançlıktan yüzünün aldığı şekli görebilseydim," diye içinden geçirirdi. Yine aynı şeyi hissetmiş ve yine aynı şeyi içinden geçirmişti.
Kansu, "Ooo, Tanrıça Hazretleri, bugün fazlasıyla mükemmelsiniz," diye seslendiğinde, Atlantis neşeli bir şekilde "Ay, biliyorum," diye karşılık verdi. Kansu, onun yanaklarına kocaman bir öpücük kondurdu. Atlantis'in narsislik konusunda kime çektiğini henüz kestiremiyordu, ama onun Hera'ya çok benzediği kesindi. Ayrıca kendisine de.
Erdem, Kansu'nun kucağından, Kansu'ya rağmen, yeğenini çekip aldı ve, "Bize sarılmak yok mu, küçük cadı?" dedi. Erdem, Atlantis'in her iki yanağına defalarca öpücük kondurduğunda, sakalları Atlantis'e battığı için küçük kız kaçacak yer arıyordu, ama gıdıklanıp gülmeye devam ediyordu.
Atlantis, amcalarının ona karşı büyük sevgisi ve ilgisiyle sarılmıştı. Her birini ayrı ayrı sever, her biriyle ayrı ayrı vakit geçirirdi. Onu bir an olsun yalnız bırakmıyor, her anında yanında olmaya gayret ediyorlardı. Her biri onun üzerine titriyordu.
Son olarak, Atlantis Evren'in kucağına gitmişti. "Ekin nerede?" diye sordu. En yakın arkadaşının babasına en yakın arkadaşını sormayı çok severdi, çünkü Evren ona hep duymak istediği şekilde cevap verirdi: "Senin için süsleniyordur, akşam yanımda olur." Atlantis, Ekin'i çok severdi. Ekin'in saçları havuç gibi olduğu için onu hep havuca benzetirdi. Bu benzetme Ekin'i rahatsız etmezdi, çünkü Ekin, Atlantis'in en çok sevdiği şeyin havuçlar olduğunu bilirdi. Atlantis ve Ekin, birbirleriyle çok iyi anlaşırdı. Sadece bazen, Hazar tarafından aralarında küçük tartışmalar çıkardı. O kadar.
Hazan Orhon'un oğlu, Hazar Orhon.
Atlantis'ten neredeyse 2 yaş küçük olmasına rağmen, Hazar onu Ekin'le paylaşamazdı.
Bu sözler yazarın kaleminden dökülürken, içinde bir belirsizlik hissetti. Ancak bir şey kesindi: Bir Hazar daha sevdiği kadın tarafından sevilmediği için hayattan olmasın diye Atlantis'in hikayesini yazmayacaktı. Bu kader kabul edilemezdi. Ekin, Hazar ve Atlantis'e hiçbir zaman hiçbir şartta ve gerekçede hiçbir şey olmayacaktı. Yazar, bu çocukların kaderinin, mutluluk ve güven içinde olması gerektiğini biliyordu.
Yazılmadığı sürece sıkıntı yoktu. Yazılmadığı sürece çocuklar güvende olacaktı.
Atlantis'in "Hazar da gelecek mi?" sorusuyla başlayan anlamlı konuşma, herkesin yüreğine dokunmuştu. Amcalarının üçü de aynı anda kafa sallayarak küçük kızı onaylamıştı. Aileleri her geçen gün biraz daha büyüyordu. Elena hamileydi, karnı burnundaydı ve bir kızları olacaktı. Çocukların üçü de yeni oyun arkadaşlarını dört gözle bekliyordu. Gülçin ve Erdem evlenmiş olsa da henüz çocukları olmamıştı.
"Bütün aile orada olacak, senin doğum gününü kaçırmamız mümkün bile değil, Küçük Cadı," diye ekledi Erdem, Evren'in kucağında gülümseyen yeğenine.
Bu sözler, Atlantis'in ağzından doğal bir şekilde dökülmüştü. Doğu ve Batı, onun bu hitabını gülümseyerek karşılardı. Onlar, Atlantis'in kendilerine böyle seslenmesini tercih etmişti.
Doğu ve Batı'nın teknolojiye olan ilgisi azalmıştı. Bilgisayar masalarına oturmak ve program geliştirmek artık onların ilgisini çekmiyordu. Teknoloji, onların hayatında farklı bir yere evrilmişti. Onlar değişmişti.
Yazar şimdi yeni bir şey fark ediyordu. Aslında o iki adamı her yazdığında neden teknolojiye karşı bu kadar ilgili oldukları kısmının altını çizdiğini yeni yeni fark ediyordu. Bir gün değişim ikizlere uğradığında, aslında hayatlarında en sevdikleri şey onların elinden kendi tercihleri sonunda alınacağı için böyle yazılmış olmalılardı.
"Geldik bile."İkizler yine aynı anda gelip aynı anda ormanın derinliklerinden seslerini duyurmuşlardı. Onların bedenini gün yüzünde gören Atlantis, koşarak yanlarına doğru gitmek adına amcasının kucağından inmişti.
Atlantis sevinç çığlıkları eşliğinde koştuğu sırada, Doğu ve Batı aralarında bir yarış başlattılar. Atlantis'e ilk ulaşan, ona sarılma hakkını kazanacaktı. Bu yarışta öne geçen Batı oldu ve Atlantis'e sıkı sıkı sarıldı. Bu sevgi dolu an, herkesin yüzünde gülümsemelere neden oldu.
Kansu, kardeşlerinin hiç değişmeyen hâllerine gülümseyerek bakıyordu.
Yarışı kazanan Batı, sevgi dolu bir şekilde Atlantis'e sarılıp ona neşeyle sorusunu sormuştu: "Aman da aman, prenses mi oldun sen?"
Atlantis, ağzını açıp Batı'nın elinin havada kalmasına neden olduğunda, kardeşi Doğu ona güç olmak ister gibi birkaç kez omzuna dokunarak destek verdi.
"Tanrıça olmak, bir ona, bir de sana yakışır zaten," dedi Batı gülümseyerek. Atlantis, ne demek istediğini tam olarak anlamamıştı.
"Gel de göstereyim," dedi Batı, yeğeninin yanaklarına kocaman bir öpücük kondurduktan sonra abilerinin yanına doğru yöneldi. Her biriyle tek tek kucaklaşan ikizler, uzun zamandır görmedikleri abileriyle hasret gidermişlerdi.
İkizler, yıllar önce o olaydan sonra Melisa ile karşı karşıya geldiklerinde, sanki Hera'yı karşılarında görüyormuş gibi hissettiler. O gün, Melisa onlara buradan gitmeleri gerektiğini söylemişti. Onların da, onun gibi dünyayı karış karış gezmesi gerektiğini vurgulamıştı. Ne kadar zaman alırsa alsın, ne kadar sürerse sürsün, kafanız tam olarak dağılmadan geri gelmeyin demişti. İkizler, ara ara ailelerini görmeye dönseler de, burada sadece acılarına acı kattıkları için tekrar çıkar giderlerdi.
Abileriyle araları iyiydi, biraz zaman almıştı ama başarmışlardı. Fakat babalarıyla araları pek iyi değildi. Kenan Özkurt, ikizlerle defalarca kez konuşmaya çalışsa da, ikizler öz babaları olmadığı için artık kendilerini ona yakın hissetmiyorlardı. Hele ki annelerini öldüren o iken, isteseler de bunu yapamıyorlardı. Arada sırada yaşanmışlıkların hatırına yanına gidip konuşur, sonra tekrar eski hâllerine geri dönerlerdi.
"Bak, burası çok önemli bir yer güzelim." Sonunda Atlantis, görmesi gereken şeye dikkat kesilmişti. Camdan kocaman siyah bir top karşısında duruyordu. Bunun daha önce nasıl fark edemediğini kısa bir süreliğine düşünse de, sonra bunu düşünmekten vazgeçti. Ağzı kocaman açılmış ve cama doğru yaklaşmıştı.
"Neden önemli, baba?" Atlantis, Mert'e bakmadan ona soru yönelttiğinde, Mert onu anında cevapladı.
"O siyah yerin tam içinde bir tanrıça bir tane de baş Veliaht var." Kızı, camın tam karşısında duruyordu. Mert, ona doğru yaklaştı, diğerleri sessizce ikiliyi izliyordu. Daha şimdiden her birinin yumrukları çektikleri acı sebebiyle sıkılmıştı.
"Onlarla tanışmak ister misin?" Atlantis, kafasını hızlı hızlı aşağı yukarı salladığında, babası ona gülümseyerek yanıt verdi. Ardından küçük kızın nakışları tekrar cama doğru döndü. Bakışları cama döner dönmez gördüğü şey karşısında şoka giren kız, bütün heyecanıyla adeta haykırdı.
"Ne oldu, babam?" Atlantis şaşkınlık ve heyecanla bağırdığında, gözleri kapalı olan adamlar gözlerini sımsıkı açtılar. Mert, diz çöktüğü yerden kafasını hemen kızına doğru çevirip ona baktı.
"Melisa içeride, baba! Hani fotoğraflarda bana gösterdiğin bir abi vardı ya, böyle gözleri ağaç yeşiliydi, o abi de içeride. Ama Melisa sarı saçlı, baba. İçerideki kadının saçları siyah. Yine de çok güzel bir kadın. Orada ne işleri var ki?"
Her biri duyduklarıyla şaşkınlığı iliklerine kadar yaşamışlardı. Kendilerine gelmeyi başardıklarında camdan içeri baktılar. Gördükleri tek şey siyahlık ve karanlıktı, başka hiçbir şey görünmüyordu. Gözlerini hayretle açıp Atlantis'in üzerine diktiler.
"Nasıl yani?" Doğu, gözyaşını silerek konuştuğunda, Evren gökyüzüne bakıp ona öyle cevap verdi.
"Belki de ateistliği bırakmak için geç değildir."
Mert, çektiği acının çoğunluğu sebebiyle kızını kendine doğru çekip ona sımsıkı sarıldı. Gözleri dolu doluydu, ama kızına bunu belli etmek istemediği için kafasını iki yana sallayarak dolan gözlerini gizlemeye çalıştı.
"Çocuklar hisseder, çocuklar anne ve babasını her zaman görür. Çünkü onların kalpleri temiz. Bizim gibi değil, onlar gönül gözüyle görüyor, bu yüzden görüyor." Mert, Atlantis'e sarılırken, kardeşlerinin gözlerinin içine bakarak konuştu. Kansu dişlerini sıkıyordu, Erdem yumruklarını sıkıyordu, Doğu ve Batı'nın kalbi sıkışıyordu, Evren hâlâ gökyüzünü izliyordu.
Atlantis, babasının kollarından ayrıldıktan sonra, gözleriyle cam mezarlığına odaklandı ve ellerini oraya doğru uzattı. Orada ne gördüğü tam olarak bilemese de, sevinçle gülümsedi. O güzel gülümsemesi, ormanın derinliklerine kadar yankılandı. Atlantis, orada bir şeyler görmüştü...
Belki de bundan sonrasını, onun ağzından yazmak daha güzel olurdu. Olması gerektiği gibi, Hera'nın iradesiyle. Hadi Hera, bitirelim şu kitabı kızım...
Hera Türkeş
"Ya Arem, ne kadar da büyümüş, baksana şunun güzelliğine." Buraya gelmeyeli uzun zaman olmuştu. Ruhumuz buradan ayrılıp bizi bambaşka diyarlara götürmüştü. O bizi görüyordu, ve tabii biz de onu görüyorduk.
"Sana benziyor, tanrıça." Arem'in sesi tam arkamdan gelmişti. Cam duvara sırtını yaslamış, kollarını önünde birleştirmiş, şebeklik yapıp güldürmeye çalıştığım kızımla beni izliyordu.
"Beni Melisa'ya benzetmiş olması gözünden kaçmadı, yalnız. Maşallah, tipi bana benzese de huyu aynı, babası." Arem'in kahkahası kulaklarımda çınladığında, ona bakmak yerine bana bakmaya devam eden camın arkasındaki kızıma bakıyordum.
Zaten hep çok mu güzeldi, yoksa ben doğurduğum için mi bu kadar güzeldi, bir türlü anlayamıyordum.
"Yine başlamayalım istersen." Gülümsemiştim. Evlilik yıldönümümüzde ve kızımızın doğum gününde kavga çıkaracak değildim. Ancak başka bir gün elbet acısını çıkarırdım. Konuyu hızla değiştirdim.
"Onun için değerdi." Arem neyden bahsettiğimi çok iyi biliyordu. Bu ormana en son kızımızı kurtarmak için beraber gelmiştik. Kızımızı kurtarmış olsak da, bir daha bu ormandan çıkamamıştık.
"Tabii ki değerdi, tanrıça. Bir gülüşü var, uğruna bir değil bin defa ölürüm." Arem'in adım seslerini duyuyordum. Diz çöküp kızımın büyük badem gözlerinin içine baktığım yere doğru gelmiş, benimle beraber diz çökmüş ve boyunu kızımla eşitlemişti. Aramızda bizi ondan uzak tutan tek şey cam kafesdi, ancak aynı zamanda bizi ondan uzak tutan tek şey cam kafes değildi.
Atlantis, ikimize şaşkınlık ve gülerek bakıyordu. Büyüyünce çok güzel bir kız olacaktı. Bembeyaz elbisenin içinde bir melek gibiydi. Onu izlerken büylenmemek mümkün bile değildi. Ah Tanrım, anne olmayı çok seviyordum.
"İyi ki doğdun, küçük tanrıça." Arem, camın üstüne avucunu yerleştirdiğinde, Atlantis hızla elini havaya kaldırmış ve camın üstüne tam Arem'in avucunun içine denk gelecek şekilde elini yerleştirmişti. Bu görüntü çok güzel olsa da, hafiften kıskanmıştım. Kızımı kıskandığım için onun görebileceği bir yere avucumu yaslamıştım. Diğer elini hızla kaldırıp avcumun içine yerleştirmişti.
Kızımızın geçip giden süre içerisinde hiç değişmediğini fark ettiğimizde, ikimiz de kahkaha atmıştık. Atlantis, hep böyleydi. O, anne ve babası arasında asla ayrımcılık yapmazdı. İkimize her zaman sevgi konusunda eşit davranırdı. Yine aynı şeyi yaparak, bize bir kez daha adaletini ispatlamıştı.
"Seni çok seviyorum, kızım." Gözlerim dolu dolu olduğunda, onun gülümseyen suratında bakışlarımı bir saniye bile olsun ayırmamıştım. Avucunu yasladığı yerden elimi çekmiş, ve cama öpücük kondurmuştum. Kısa süre kaşlarını çattığını gördüğümde, kaşlarımı çatmıştım. Onu öpmüş olmam rahatsız mı etmişti? Elim telaşla tekrar cama dokunduğunda, ona temas edemediğim için gözümden bir damla yaş kaymış, ve yüzümden akıp gitmişti. Oysa kızım, çok geçmeden, tıpkı benim yaptığımı yapmış, ve camın avcumun yaslı olduğu kısmına öpücük kondurmuştu.
Bu hâli beni kocaman gülümsetmişti. Korkmuştum, onu rahatsız ettiğim için ve hatta etmiş olma ihtimalinden bile korkmuştum. Neyse ki, o sadece karşılık veremediği için kaşlarını çatmıştı.
"Gitme vakti geldi, tanrıça." Arem ayağa kalkıp bana elini uzattığında, kızıma son bir kez bakmıştım. O, o kadar güzeldi ki, hep gelsin istemiştim buraya. Hep gelsin istemiştim, ama sonra aklıma kutlaması gereken bir doğum günü olduğu geldiğinde, bundan vazgeçmiştim. Kızım, doğum günlerini sevecekti, ve kızın doğum günlerini sürekli kutlayacaktı.
Ayağa kalktığımda veliahtların her birinin üzerinde gözlerimi gezdirmiştim. Onlar beni göremese de, ben onlara kocaman gülümsemiştim. Benim canım ailem, her şeylerim. Kızıma aile olduğunuz için, onu koruduğunuz için, onu sevdiğiniz için, onu çok sevdiğiniz için teşekkür ederim. Siz olmasaydınız, gözüm arkada kalırdı. Eğer şu an huzur içinde isem, sebebi sizsiniz. Varlığınıza o kadar minnettarım ki, iyi ki benim ailemsiniz.
"Tanrının Kıyamet kopuncaya kadar bize kıyak geçmiş olması çok güzel değil mi?" Arem tam karşımda dikilerek konuştuğunda, bakışlarımı ailemden alıp kocama çevirmiştim.
"Eğer Tanrı Kıyamet kopuncaya kadar bizi en güzel hâlimizle başka bir evrende var etmemiş olsaydı, muhtemelen sen şu an Cehennemde zebanilerle parti veriyor olurdun."
Yüksek sesli kahkahası cam duvarların arasında kaybolmuştu. Bir eli havaya doğru kalkmış, yüzümün önüne düşen saç tutamını kulağımın arkasına yerleştirmişti. Kaç yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ her dokunuşunda heyecanlanıyor olmam normal değildi. "Böyle bir şey olmuş olsaydı, muhtemelen o partide sen de olurdun, tanrıça." İnkar etmek istesem de gerçekleri dile getirdiği için sadece gülümsemek zorunda kalmıştım. Doğru söylüyordu, inkar etmem mümkün değildi.
Tanrı beni kulu olarak görmüştü. Nice acılar çeken ben ve sevgilim, başka bir evrende en güzel hâlimizle sil baştan var olmuştuk. Orada acı yoktu, orada yitip giden hiç kimse yoktu. Babam oradaydı, annem oradaydı,halam oradaydı, Poyraz oradaydı, Hazar oradaydı. Ayrıca, Lara orada, Hazar'a çok aşıktı. Bence fazlasıyla yakışan bir çiftlerdi. (Bizden sonra tabii ki). Yine de herkes ama herkes oradaydı. Buradakiler bile en güzel ve en acısız hâlleri ile oradaydı.
Başka bir evrende en güzel hâlimizle var olmuştuk, mutluyduk. Bu kez mutluyduk, ölmüş olmamız neyi değiştirirdi ki, biz huzurluyduk, artık huzurluyduk.
"Hera ve Arem." İkimizin adını durup dururken anında dile getirdiğimde, kaşlarını çatmıştı. Bana doğru yaklaşıp yüzünü yüzüme iyice yaklaştırmıştı. Dudaklarıma doğru fısıldadığında, gözlerim orman yeşili gözlerle kesişmişti.
"Tanrıça ve Veliaht." Dudakları anında dudaklarımı bulduğunda, öpüşüne öpüşümle hızlı bir şekilde karşılık vermiştim. Yavaş yavaş ama incitmeden, ama kırmadan, sadece severek birbirimizi çok severek öpmüştük dudaklarımızı. Bir elimi ensesine çıkarmak için havaya kaldırdığımda, bileğimden aşağısının olmadığını görmüştüm. Diğer elimi havaya kaldırdığımda, onun da yarısından fazlasının kaybolduğunu görmüştüm. Arem'in yüzüme doğru yasladığı eli, yanağımdaki varlığını yavaş yavaş kaybediyordu. Sanırım olması gereken neyse o oluyordu, ve biz yok olurken bile birbirimizi öpmeden duramıyorduk.
Yıllar önce olduğu gibi yine kül oluyorduk. Önce elbiselerimiz kül oldu, ve sonra bedenlerimiz külden oldu. Burada son bulduğunda en güzel hâlimizle bir başka evrene günümüzü gün etmeye doğru yola çıkmıştık.
Hayat birçok şey demektir, birçok şey aynı zamanda hayat demektir. Gitgeller vardır, inişler ve çıkışlar vardır, bir de tıpkı bizim gibi mahşere kalmış aşklar vardır.
Ölmeden önce ikimizin de son arzusu mahşerde kavuşmuş olmaktı. Dileğimiz kabul olmuştu.
Bazı aşklar yarım kalmış olsa da, mahşer kavuşamayanlar kavuşsun diye vardı.
"Gökten yağmur yağmış olsa bile, ateşten kalpler yanmaya devam ederdi. Kül olmuş elbiselere ateşin altında külden elbiseler denirdi."
-SONSUZCA SON-
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
17.68k Okunma |
1.54k Oy |
0 Takip |
67 Bölümlü Kitap |